Düşünce ve Kuram Dergisi

Enternasyonalizm ve Ulusal Sorun

Leyla Atabay

 

“Burada gömülü yatıyor
Rosa Luxemburg
Polonyalı bir Yahudi
Gözü pek savaşçısı Alman emekçilerinin
Buyruğuyla Alman zalimlerin
Katledildi. 
Ezilenler!
Parçalanmışlığınızı gömün!”
Brecht 

Modernitenin en genel tanımı, cemaatten cemiyete geçiş, geleneksel yaşamın büyüsel dokusundan rasyonel hesaplamanın şekillendirdiği bir yaşam tarzına evrilme olarak yapılabilir. Bu değişim toplumsal yaşamın karakterini büyük oranda yeniden şekillendirerek “Nasıl yaşamalı?” sorusunu, kendisinin kurucu özne olarak tanındığı modern insana yönlendirir. Aydınlanma, insana tanrısal bir rol atfederek toplumu yeniden inşa etme misyonunu üstlenmesi için çağrıda bulunur. 

Toplumsal sözleşmecilik insanları bir araya getiren esas itici unsurun, insanların doğa karşısındaki zayıflıkları olduğunu ve toplumun can ve mal güvenliğini sağlamak üzere oluşan zimmi anlaşmalarla temellendirdiğini ileri sürerek rasyonel insanı ön plana çıkarır. Gelenek yıkılmaya mahkum, eski, köhnemiş bir yapıdır ve rasyonel insan bu yapının büyüsel hiyerarşisini kırarak ezeli ve ebedi varsayılan toplumsal katmanlara olan mahkumiyetinden kurtulabilecektir. Tarihe rasyonel bakma yetisine kavuşan modern insanın ilk keşfettiği gerçeklik şudur; zenginlik veya yoksulluk Tanrı’nın takdiri değil, emeğin doğayı dönüştürmesi sonucu açığa çıkan artık ürünün dağılımıyla ilgili bir sorundur.

Yeni toplum, ekonomi-politiğin temel alındığı bir anlayışla tanım bulup kurgulandığı için Aydınlanmacılığın örtüsünü kaldırdığımızda karşılaşacağımız sınıf kuşkusuz ki burjuvazidir. Aydınlanma filozoflarının ideali olan yersiz-yurtsuz, evrenselleşmiş bir entelektüalizm esasta yeni toplumun kurucu öğesi olan burjuvazinin sınırları aşan ticaret ülküsünün bir izdüşümüydü. Elbette ki güvenlik burjuvazi için en temel sorun olduğundan sınırlarına bekçilerin dikildiği, kontrolü kolay ulus-devletlerin varlığı şarttı. Endüstri devrimi geleneksel ekonomiye en ağır darbeyi vururken, Fransız Devrimi siyasal olarak düzenin ana hatlarını belirledi. Krallarının kellesiyle beraber tüm geleneksel hiyerarşi ve epistemik temel çökerken, insanlık “kardeşlik, eşitlik, özgürlük” için mücadele etmeye çağrılıyordu. Burjuvazinin çağrısı öyle cezbediciydi ki, modern insan kendini bütün yaşam alanına nüfuz eden toplumsal hareketlerin baş aktörü olarak görmeye başlıyordu. Toplumsal sistemi değiştirebilecek güçteki bu yeni özne, eylemleriyle rasyonel ve programlı bir kolektivitenin üyesi sıfatıyla dünyayı sarsabilecekti. 

Kapitalist modernite 15. yüzyıldan itibaren dünyanın dört bir yanına dağılarak sömürmeye ve doğal kaynaklardan finansal değerler üretmeye başlamış, 19.yüzyılda Aydınlanma’nın değerlerini, Fransız Devrimi’nin politik söylemlerini, bilim ve teknolojik gelişmeleri kendi hizmetine koşarak gücüne güç katmıştı. Kapitalizm toprağa, doğaya bağlılıktan kurtarmayı vaat ettiği insanı, kendi dünyalarını aktif bir şekilde inşa edebilecekleri bir cennete (sömürülen için cehennem) davet eder. Toprak, artık insanların geçimini sağladığı bir hayat kaynağı olmaktan çıkmış, piyasanın arz-talep dengesine göre fiyat biçilen bir mahiyet kazanmıştır. Topraktan koparılan insan, emeğine belli bir fiyat biçilerek sermayedara bağlı bir yaşama mahkum edilir. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan” işçi sınıfı böylece yeni bir toplumsal dönüşümün nüvesi olarak burjuvazinin hem refahının hem de taşıdığı öfke ve isyan potansiyeliyle korkusunun kaynağı olur. Karl Marx işçi sınıfının maruz kaldığı sömürüyü bilimsel bir iktisadi analizle dile getirdiğinde, sistemin işçilere hakkı olan karşılığı vermediği ve bu sistem sürdükçe işçilerin sefaletinin bitmeyeceği gerçeği apaçık görülmeye başlandı. 

Marx’tan önce de Avrupa’da işçi hareketleri gelişmişti ve bunların başında 1780-1825 arasında İngiltere’de etkin olan Ludistler, Londra, Birmingham gibi sanayi merkezlerinde örgütlenen Çartizm ve sendikalaşma hareketleri geliyordu. Marksizmle temellenerek büyük bir ideolojik niteliğe kavuşan işçi hareketlerinin (özellikle Paris Komünü deneyimi ardından) ortaklaştırılması çabaları doğrultusunda I. Enternasyonal dünyanın tüm işçilerini aynı çatı altında birleştirmek amacıyla ilan edilmişti. Marx ve Engels’in homojen bir sosyalizm oluşturma çabaları neticesinde sosyalist anlayışları “ütopyacı” olarak tanımlanan R. Owen, St. Simon, Proudhon tasfiye edilirken, 1872’de ise Bakunin’in şahsında tüm anti-otoriter ve anarko-sendikalist eğilimlerin temsilcileri Enternasyonal’den dışlanır. Serbest rekabetçi dönemi aşıp emperyalist aşamaya geçen kapitalizmin yeni döneminin yarattığı sorunlara cevap olunamaması, emperyalist aşamanın koşullarına denk bir örgütlenmenin geliştirilememesi I.Enternasyonal’in dağılmasına ve etkisini yitirmesine yol açarken Rosa Lüksemburg ve Lenin’in çabalarıyla II. Enternasyonal kuruldu. Öncülüğünü Fransız Sosyalist İşçi Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin yaptığı II.Enternasyonal iki grubun ideolojik tartışmalarına sahne olur. Bernstein ve Kautsyky ekonomist, reformist anlayışı savunurken Lüksemburg ve Lenin proletarya diktatörlüğünü savunuyordu. 

5 Mart 1871’de küçük bir Polonya kenti olan Zamoş’da doğan Rosa Lüksemburg gençlik yıllarından itibaren sosyalizm mücadelesinde yer aldı. Rus ve Polonyalı sürgünlerin merkezi olan Zürih’te iktisat, matematik ve doğa bilimleri öğrenimi gören Lüksemburg, Polonya Sosyal Demokrat Partisi’nin üyesi olarak Ağustos 1893’te Partisini II. Enternasyonal Kongresi’nde temsil edecek kadar yetkin bir devrimciydi. 1896’daki “Polonya’nın Sanayi Gelişimi” başlıklı ilk bilimsel çalışmasının kapsamı içinde olan Polonya ulusal sorunu hakkındaki görüşleri ilk olarak bu kongrede gündeme geldi. Polonya Sosyalist Partisi’nin en öncelikli talebi Polonya’nın bağımsızlığı olduğu için bu partinin önderleriyle çatışan Lüksemburg onları milliyetçi olmakla ve işçilerin mücadelesini farklı bir yöne çekmekle suçladı. Lüksemburg’un bu yönlü mücadelesi ve yönelttiği eleştiriler, onun ulusal sorun hakkındaki görüşlerini anlamamız için önem taşır. Yükselmekte olan şovenizm dalgasını çok erkenden sezen Lüksemburg parti programında geçen “ulusların kendi kaderini tayin etme” hakkına bile karşı çıkarak Polonya Sosyalist Partisi’nin şovenist hedeflerini bertaraf etmek istiyordu. Rusya İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki Polonya’nın ezilen bir ulus olması nedeniyle önüne ilk hedef olarak ulusal bağımsızlığı koyması oldukça doğal görülmesine rağmen Lüksemburg’un ısrarlı mücadelesi önemli bir öngörünün eseridir. Lüksemburg gitgide yaklaşan I. Dünya Savaşı’nın işçilerde bir bölünme yaratacağını politik öngörüsüyle çözen ama buna karşı mücadelesi ne yazık ki tam anlamıyla kavranamamış en büyük sosyalistlerden biridir. Buharin de ulusal sorun konusunda Lüksemburg’a katılıyor, ulusal devlet ve ulusal bağımsızlık gibi konuları enternasyonalizme aykırı bularak Bolşevik parti programını eleştiriyordu. Lenin’in görüşleri ise ulusal bağımsızlıkları destekleme yönündeydi. Elbette ki Lüksemburgun şovenizme yönelik eleştirilerine katılıyordu ama kendisi ezen ulustan olduğu için Polonya’nın Rusya karşısındaki bağımsızlık talebini desteklemesi kaçınılmaz bir devrimci tavırdı. Aksi halde Rus şovenizmine cevaz vermiş olacaktı. Rus sosyalistleri Polonyalıların ayrı bir devlet kurma hakkına saygı göstermeliydiler. Lüksemburg’un esas korkusu Polonya’da gelişecek aşırı milliyetçiliğin tehlikeleriydi. Polonya’nın bağımsızlığını öncelikli bir sorun olarak ele almasa da, Rus bölgelerinde Polonya lehçelerinin yasaklanmasına karşı çıkanlardan biri de kendisi oldu. 

Enternasyonal, dünyadaki tüm işçileri birleştirmek için çabalarken, toplumsal hareketler bağlamında sosyalizmle paralel olarak gelişen ulus kavramı yeni bir din biçiminde kitleleri etkisi altına almaktaydı. Ulusçuluğa, sınıflar arası çelişkileri yumuşatacak, ekonomik husumeti ortadan kaldıracak bir rol atfeden Avrupa devletleri, işçi hareketleri geliştikçe şovenizmin dozunu arttırarak işçiler arası dayanışmayı bloke etmeye çabalamaktaydılar. I. Dünya Savaşı başladığında işçi hareketlerinin mi yoksa ulus-devletçiliğin mi daha etkili olduğu görüldü. Emperyalistlerin çıkarları uğruna milyonlarca insanın öldüğü savaş ulus-devlet olgusunun kitleler üzerindeki gücünü ortaya serdi. Savaş başladığında bütün sosyalistlerin kendi devletlerinin burjuvasının yanında yer alması hem ulus kavramının ekseninde önemli tartışmalara yol açmış, hem de II. Enternasyonal’in dağılmasına neden olan sosyal şovenizmin derinlikli bir çözümlemesini gerekli kılmıştı. 

  1. Enternasyonal’in işlevi Avrupa sosyal demokrat partilerinin çoğunluğunun şovenizme kaymasıyla beraber kayboldu. İşçi sınıfı kendi ülkesinin egemen sınıflarıyla, düşman ulusa karşı savaşmak üzere birleşirken, sosyalizm tarihinde acı bir sayfa ve bitmek bilmeyen sorunlar ideolojik temeli sarsacak düzeyde hiç kapanmayacak biçimde açıldı. Daha düne kadar el ele, kol kola sosyalist mücadelenin ortak neferi olanlar birbirlerini öldürmek üzere mevzilerde savaşıyordu. Enternasyonal, ulusal savunma hakkını tanıyarak işçilerin cepheye gitmesine cevaz vermiş, bunu da savaşın yaratacağı bunalım ortamında kapitalizmin yenilmesinin koşullarının oluşması imkanına taktik bir katkı olarak tanımlamıştı. Bu anlayışın esasını emperyalizmin doğal bir sürecin sonunda çöküşe gideceğini, o yüzden emperyalist gelişimin önünü alacak bir pratik geliştirmenin gereksiz olduğunu ileri süren Kautsky’ın “ultra emperyalizm” tezinin yanı sıra, sendikalizmin kendi ulus-devlet burjuvazisinin yanında yer almakta bir sorun görmeyen tavırlarıydı. İttifak ve İtilaf Devletleri biçimindeki emperyalist karşıtlaşma sosyalist partilerde de hemen yansımasını bulmuş,adeta kendi burjuvasını “iyi”, düşman kamptaki burjuvaziyi “kötü” olarak ayrıştıracak kadar şovenist bir körlük yayılmıştır. İster savaşın galibi ister kaybedeni olsun savaş bittiğinde emperyalist ulus-devletlerin kazancı, Enternasyonalizm anlayışında yarattıkları bu kırılma ve bölünme olmuştur. Savaş boyunca Avrupa sosyal demokrat partilerinin sergilediği tutumun en belirgin ismi Enternasyonal’in yürütme organı olan Uluslararası Sosyalist Büro’nun başkanı Belçikalı Vandervelde’dir. Kendi ülkesinin savaş kabinesinde yer alan Vandervelde tarafsız ülke sosyalistlerinin üçlü İtilaf’ın (İngiltere, Rusya, Fransa) yanında yer almaları için çabalar harcarken, Rus sosyalistleri de Çar’ı desteklemeye çağırıyordu. Lenin’in sosyal-pasifistler olarak şiddetle eleştirdiği, başını Kautsky’ın çektiği akım I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında savaş ödenekleri lehine oy vermekle yetinmemiş şovenizmin de ateşli savunucuları haline gelmişlerdi. Bu akım Lenin’in haklı savaş-haksız savaş ayrımının yerine savunma savaşı-saldırı savaşı ayrımını ikame ederek “anavatanın savunulması” biçiminde kutsal bir ülkünün büyüsüne kapılmışlardı. Bu anlayış karşısında Rosa Lüksemburg’un yanı sıra en yoğun mücadele yürüten bir diğer isim Karl Liebknecht idi. Savaşın arifesinde savaş ödenekleri aleyhine oy veren tek sosyalist olan Liebknecht enternasyonalizmin parlayan bir meşalesi olmakta direnen nadir devrimcilerdendi. Lüksemburg, bu dönemde Kautsky’nin revizyonizmine duyduğu öfkeyi yüksek sesle haykırıyor, Bernstein’in girişimlerinin Kautsky’nin yanında çocuk oyuncağı gibi kaldığını söylüyordu. Lüksemburg’a göre Kautsky Komünist Manifesto’yu özsel bir değişime uğratarak bütün ülkelerin işçi sınıfına barışta birleşmeyi savaşta ise birbirini boğazlamayı vaaz ediyordu. 
  2. Enternasyonal’in varlığının anlamını yitirdiği gerçeği emperyalist bloklaşmanın sonucu olarak kongrelerin de ayrı ayrı merkezlerde yapılmasıyla gözler önüne serildi. İtilaf Devletleri’nin sosyalist partilerinin Şubat 1915’te Londra’da,İttifak Devletleri’nin sosyalistlerinin ise Nisan 1915’te Viyana’da toplanmaları Enternasyonalizmin ruhuna okunan fatihaydı. İtalya Sosyalist Partisi’nin İsviçreli sosyalistlerle birlikte 5-8 Eylül 1915’te İsviçre’nin Zimmerwald köyünde yaptıkları uluslararası konferans II. Enternasyonal’in ruhunu diriltmeye yönelik bir çaba olarak yeniden umutları yeşertti. Burjuvazisiyle savaş süresince yapılan “iç barış”ı reddeden ve işçilerin kendilerine hiçbir faydası olmayan bu savaşa dur demelerini kararlaştıran bu sosyalistler arasında Rusya’dan Bolşevik ve Menşevik temsilciler ile Polonyalı sosyalistler de vardı. Bu konferans ilerde kurulacak olan III. Enternasyonal’in da temeliydi. Lenin, işçi partilerinin önderlerinin proletaryanın büyük çoğunluğunu değil, belli bir ayrıcalıklı işçi tabakasının çıkarlarını temsil ettiklerini ileri sürerek sosyal demokrat partilerin sol kanatlarının ayrılmasını sosyal-iktisadi bir yaklaşımla teşvik etmek istiyordu. Böylece proletarya diktatörlüğü, revizyonizmin bulanık sularından kurtulan işçi sınıfınca gerçekleştirilebilecekti. 

 

Reel Sosyalizmde Ulus Sorunu

  1. Dünya Savaşı’ndan 1917 Bolşevik Devrimi nedeniyle çekilen Rusya, ilk komünist Lenin sayesinde reel sosyalizmin anavatanı olma şerefine mazhar oluyordu. Ulusal kurtuluş ile sosyalizm arasında teoride mümkün olmayan bir harmanlama olmuş,gelişim çizgisinde bir sıçramayla çoğunluğu köylülerden oluşan bir ulus sosyalist devrimi gerçekleştirmişti. Bu devrim sayesinde Lenin, işçi devriminin hızlanması için ulus-devletlerin ele geçirilmesi gerektiği fikrine varmıştı. Kitlelerin örgütlenmesinde ulus ve devletlerin rolünü I. Dünya Savaşı deneyiminde apaçık bir şekilde gören Lenin, bir işçi hareketinin, eğer evrensel bir devrimi hedefliyorsa, öncelikle devleti ele geçirmesi gerektiğini öne sürmeye başladı. Bundan böyle temel strateji özellikle Doğulu halkların ulus haline getirilmesi teşvik edilmesi, yani kendi kaderlerini tayin etmesinin yolunu açmaktı. III. Enternasyonal tam da bu hedef doğrultusunda kuruldu. Dünya devrimi için her türden sistemsel kriz, köylü veya aşiret ayaklanması, ulusal isyan vb. teşvik edilmeli ve desteklenmeliydi. Kısaca Komintern olarak adlandırılan III. Enternasyonal, dünya kapitalizminin sömürü zincirlerini kırmak için en zayıf halka olan Doğu halklarını örgütlemek misyonunu üstlenmişti. Lenin devrim, devlet ve ulus arasında bir bağıntı kurduğundan emperyalist sömürgeciliğin postalları altında ezilen tüm halklar sosyalizme yeni bir motivasyonla, büyük bir umutla bağlanacaklardı. Birçok sömürge halk, Hindistan, Tunus, Cezayir, Çin, Vietnam, Küba vb. bu motivasyon ve destekle ulusal bağımsızlıklarına kavuşurken çoğunda sosyalist devrimler başarıya ulaştı. 

III. Enternasyonal’in I. Kongresi Mart 1919’da Kremlin’de yapıldı ve kongreye TKP (Türkiye Komünist Partisi)’den Mustafa Suphi katıldı. Sovyetlerin iç savaşla uğraştığı 1919 yılı Osmanlı İmparatorluğu için de siyasal karmaşa ve belirsizliğin hakim olduğu bir yıldı. Mustafa Suphi bu İmparatorluğun kalıntılarının altından sosyalist bir devrimin doğacağına inanıyordu. Ertesi yıl yani 1920’de Bolşeviklerin iç savaştan zaferle çıkmasının verdiği güçle Komintern’in III. Kongresi’nde Lenin’in ulusal kurtuluş hareketlerine ilişkin tezleri onaylandı. Komünistler “geri kalmış” ülkelerdeki burjuva demokratik hareketlerini, ulusal devrimci özellikler taşımaları koşuluyla destekleyecekti. Bu amaç doğrultusunda daha 1919’da Türkiye’deki ulusal mücadelenin desteklenmesi fikri savunulmuştur. Hatta bu amaç doğrultusunda ittihatçı paşalar Enver ve Talat’la bile dirsek teması kurulmuştu. Öte yandan M. Kemal de yakından takip edilmekteydi. 1921’de katledilen Mustafa Suphi şahsında hakiki bir sol hareket bastırılarak Kemalist liderliğin önündeki en büyük engellerden biri bertaraf edildi ve bu durum bile Sovyetlerin Kemalizme olan desteği önünde bir engel teşkil etmedi. Sovyetlerin gerekçesi, Kafkasya’daki müslümanlarla arasını iyi yapmanın Kemalist rejimle iyi geçinmeye bağlı olduğu şeklindeki politikasıydı. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’daki milliyetçilikle baş etmek için bu diplomatik uzlaşının gerekli olduğu ileri sürülüyordu. Komintern’in 1922’de yapılan 4. Kongre’sinde Kemalist rejimin komünistlere yönelik baskı ve tutuklama yöntemi eleştirilip kınansa da Sovyet çıkarlarının bozulmaması ve en büyük korkusu olan İngilizlere kayılmaması için siyasetinde bir değişiklik yapmadı. Komintern’e hakim olmaya başlayan anlayış ulus şovenizmiydi. Dünya devrimi ilkesinin yerini Sovyetlerin çıkarları ilkesi almıştı. Ulusal sorunlara yaklaşım artık bu perspektiften ele alınıyordu. 

1924’de yapılan 5.Kongre’de Türk komünistleri Kemalist burjuvaziyle ittifak içerisinde olmaları nedeniyle eleştirildi ve çizgiye davet edildi. Bu uyarıları yaparken bir yandan da Kemalistlerle yapılan dostluk anlaşması uyarınca Kürt halkına yönelik katliamlara göz yumuluyordu. Komintern artık tüm politikalarını ve taktiklerini İngilizlerin politikalarına göre belirliyor, İngilizlerin kışkırtmalarıyla ayaklandığını iddia ettikleri Kürtlerin rejim tarafından katledilmesini onaylar nitelikte yazılara yayın organlarında yer veriyordu. Türk sol geleneği baştan itibaren Kürt sorununu sırf sınıfsal indirgemecilikle bir “geri kalmışlık” sorunu olarak ele aldı. Türk solu nevi şahsına münhasır bir sosyalizm anlayışıyla, Kürtleri geçmiş zamanın feodal artıkları olarak tanımlayıp bir an önce “aydınlığa” giden yolun üzerinden temizlenmesi gereken engeller olarak görüyordu. Kemalizm bu artıkları buldozer gibi temizlediği için dönemin sol yayın organlarında Kürt halkına yönelik katliam, asimilasyon ve sürgünlere alkış tutulmaktaydı. Şex Said İsyanı’na yönelik bastırma operasyonuna, ‘irticanın başında Şex Said değil, derebeylik duruyor, irticaya karşı mücadelesinde halk hükümetledir’ sözleriyle destek veren Aydınlık dergisi, Kürtleri “mürteci”, “Orta çağ karanlığında debelenen vahşi yaratıklar” olarak lanse ediyordu (26 Şubat 1925 sayısı, Aktaran Naci Kutlay, Kürtler, say.235). TKP’nin Orak Çekiç gazetesi ise “Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Kefen Olmalı”, “İngilizlerin Oynattığı İrtica Kuklası” gibi başlıklar kullanarak, burjuvazinin, bu irtica denilen düşman karşısında desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı (5 Mart 1925 sayısı, aktaran: Naci Kutlay, Kürtler, s.235). Kürtler emperyalistlerin oyuncağı olmaya yatkın, zavallı yaratıklardı ve sol ideolojinin lütfuyla aydın Türkler tarafından sınıfsal bilinçleri uyandırılarak Türk emekçilerinin saflarına dahil edilmeliydiler. Türk milliyetçiliği, sol ile o kadar kaynaştırılmıştır ki, Türk-İslam sentezinde “Türk” nasıl konumlandırılmışsa (efendi, özne, bilen, fatih, öncü vb.) Türk sosyalizminde de Türklük aynı merkez özne olarak tanım bulmuştur. 

Türk sosyalistlerin Kemalizmle olan bağlaşıklıkları, Kürtlere olan yaklaşımlarını belirlediği gibi, reel sosyalizmin “Her ulusun kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini teoride tartışmasız olarak kabul ederken, pratikte konjonktürelliği esas alarak Kürtlere bu hakkı layık görmez. Türk-İslam sentezinde, İslam ümmetinin öncüsü Türkler dışındaki halkların ulusal talepleri nasıl “kötü ırkçılık” olarak lanetlenip, kabul görmüyorsa, sosyalizm anlayışlarında da genel eğilim, Türkler dışındaki ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tali ve gerici bir talep olarak görmek şeklindedir. Dünyanın başka coğrafyalarındaki ulusal parçalanmayı eleştirip birliği savunurken, Kürtlerin emperyalistlerce bölünmüş, parçalanmış ülkesi hiçbir zaman gündemleştirilmeyen bir tabudur. 

Sovyetlerin Doğu’da bağımsızlık mücadelelerini desteklerken Kürtleri görmezden gelme politikasının en önemli nedenlerinden biri de Arap ve Farslarla olan ilişkilerinde kurmaya çalıştığı dengeydi. Kürtler satranç tahtasında gözden çıkarılması en kolay ve hatta gerekli unsurdu. Ancak zaman zaman taviz ve destekler vererek İngilizlerin yanına kaymalarını engellemeye çalışan bir taktiği de eksik etmiyordu. Mahabad Kürt Cumhuriyeti ve bazı tarihi kesitlerde Başur’daki (Guney) Kürt partilerine verilen destekler Sovyet çıkarlarına uygun olarak geliştirilen politikaların ürünüydü. Suriye ve Irak’ın ulusallaşması konusunda Sovyetlerin etkisi BAAS rejimlerinde göze çarpar. Sovyetlerin Doğu uluslarına yönelik politikalarının etkisiyle ortaya çıkan BAAS (Arap Sosyalist Direniş Partisi) I. Dünya Savaşı sonrası Batılı güçlerin ihanetine uğrayan Arapların hayal kırıklığı ortamında boy vermiş bir oluşumdu. Arap milliyetçiliği bazı sosyalist ilkelerle sentezlenerek sosyal bir milliyetçilik tanımına kavuşturulmuştur. 1940 yılında Şam’da biri Hristiyan, diğeri Müslüman olan iki Arap öğretmen (Michael Eflak, Salah el-Bitar) tarafından kurulan BAAS’ın en temel hedefi ister Müslüman olsun ister Hristiyan tüm Arapların tek ve bölünmez bir Arap doktrini çerçevesinde birleşmelerini sağlamaktı. Sosyalist devletlerin Arap halklarına verdiği sözleri tutmadığı için güvenlerini yitirdiklerini ifade eden bu çekirdek BAAS sözcüleri, özel mülkiyetin kaldırılmayacağı bir sosyal sistem kuracaklarını beyan etmişlerdi. Sınıfsız toplum öngörmemekle beraber ekonomik dengenin gözetildiği bir sistem amaçladıklarını söyleyerek sosyalist blokla ilişkileri için daima bir açık kapı bırakmayı da ihmal etmemişlerdi. BAASçılar 1963’te Suriye’de, 1968’de ise Irak’ta iktidara geldiler. Ancak aynı ideolojik temele dayansalar da her iki ülke arasındaki çatışmalar eksik olmaz ve İran-Irak Savaşı’nda Suriye Arap olmayan İran’ı destekleyerek BAASçılığın en temel ilkesini ihlal etmekten çekinmez. BAAS rejimlerinin Kürt politikası TC ile kıyaslandığında çok büyük farklılıklar olmadığı gibi, Saddam’ın Enfal hareketi Kürt ulusal bilincine tarihinin en korkunç katliamlarından biri olarak kazınmıştır. 

 

Sonuç yerine…

Marx ve Engels, 1800’lerin Avrupasına bakarak geliştirdikleri teorilerinde, esas devrim gücü olarak proletaryaya misyon biçmişlerdi. Ulus-devletlerin kuruluşu Marksist teoriye göre, burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü ve dünya pazarının oluşmasıyla paralellik arz eden ve proletaryanın baskın gelecek güce ulaşmasıyla önemsizleşecek bir aşamaydı. Proletaryanın evrensel mücadelesi, bir milletin diğer bir milleti de sömürmesini ortadan kaldıracak ve ulusal mücadeleyi de anlamsız kılacaktı. Önemli olan proletaryaydı ve Marx’ın esas aldığı her şeyden önce Batı proletaryasıydı. Yaşadıkları yüzyılda tüm sosyal ve siyasal sorunlara da bu eksende bakılmıştı ve bu paradigmanın gözlüğünden kategorize edilen çoğu ulusal mücadele “karşı-devrimci” veya “tarih dışı” olarak damgalandı. Üretici güçlerin önünü açan ve tarihin ilerlemeci çizgisinde feodalizmden kapitalizme atlamayı hızlandıran ulus-devlet modelleri “ilerici” olarak görülüp alkışlanırken, kapitalizm karşısında korumacı, geleneksel değerli ulusal mücadeleler ortadan kaldırılması gereken engeller olarak görülüyordu. Bu halklar ve mücadeleleri “ilkel”, “tarih dışı” ve “karşı-devrimci” idi. Sömürgecilik bile tüm korkunçluğuna rağmen üretici güçlerin önünü açan koşulları oluşturduğu için meşru görülebilirdi. Ulusal kurtuluş mücadelelerine desteğin koşulu ilk dönemde Batı proletaryasının gelişimine olan katkı üzerinden belirlenirken, reel sosyalizmle beraber Sovyetlerin çıkarlarına göre belirlendi. Özellikle Stalin’in ulus tanımı sosyalist cephede milliyetçiliği zincirlerinden kopardı. Stalin, ulusu doğrudan devrimci olarak tanımladığı için en faşist hareketler bile kendilerine devrimci deme hakkını buldular. Her ulusa aynı çözümün dayatılmasını dogmatizm olarak gören Stalin, bir ulusun içinde yaşadığı iktisadi, siyasi ve kültürel koşulların gözetilerek örgütlenmesi gerektiğini vurgulayarak siyasal göreceliği ulusal politikasının merkezine almıştı. Fakat asıl bu görecelik uluslar arasında fark gözetmeyi, ezen-ezilen ayrımını muğlaklaştırmayı, güçlü olanın yanında durmayı bir politik duruş haline getirmişti. Bu politikanın sonucunda oluşan Sovyet çıkarları esaslı kategoride Kürtler “ilkel”, “tarih dışı” ve gerektiğinde kullanılabilecek ulus-olmayan unsurlardı. Sovyet politikalarından çok ayrı bir yaklaşıma sahip olmayan Türk sosyalistleri, 1960’ların sonlarına kadar, bir yandan enternasyonalizmi dillerine dolarken bir yandan da kendi ulus-devletlerinin politikalarını sosyalistlerin uluslaşma sürecine olan olumlu bakışlarıyla meşrulaştırarak çelişkili bir tutumla idare ettiler. Kürtleri irticayla özdeşleştirmek işlerine geldi ve bu biçimde sol vicdanı rahatlatacak bir kandırmacayla sırtlarını Kürtlerin yaşadığı trajediye döndürebildiler. 70’li yıllara doğru solcu Kürt gençlerinin ve aydınlarının kendilerini ifade etme çabaları, metropollere göç sonucu artan Kürt işçilerinin örgütlenme arayışları, sosyalizmin egemen ulus tekelinden çıkmasını sağlayan ana faktörler oldu. Fakat Kürt halkına ilişkin net ve somut bir program hiçbir zaman ciddi anlamda söz konusu olmadı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın değerlendirmesiyle “İslam’ın ümmetçiliği, kapitalizmin liberalizmi ve kozmopolitizmi, reel sosyalizmin enternasyonalizminde Kürt ve Kürdistan umutsuz vakaydı.” Kendi yolunu çizmek dışında çarenin olmaması demokratik sosyalizm gibi toplum çağ sorunlarına çözüm olacak evrensel bir paradigmanın doğmasına vesile oldu. Ulus-devletlerin yerine tüm ırkları, dinleri kabul eden, eş değerli sayan, bir arada yaşamanın koşullarını oluşturan demokratik Ulus, sosyalizmin enternasyonal anlayışına en yakın tanım iken, toplumla bireyin uyumlu gelişiminin, demokrasinin, kadın özgürleşmesinin, ekolojinin önceliğini esas alan demokratik sosyalizmin yaşamsal önemini gösterir. Başta Marx, Engels ve Lenin olmak üzere büyük adamların, bugün yaşasalardı, kırk yıla varan Kürt halk mücadelesi için nasıl bir değerlendirme yapacakları bilinmez ama eğer Rosa Lüksemburg yaşasaydı Rojava’nın mevzilerinde savaşacağına ve inşa sürecinde canla başla öncülük edeceğine kuşku yok. 

 

Kaynakça

 

  • Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, Amara Yayıncılık, 2015
  • İletişim Yayınları, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988
  • Naci Kutlay, 21.Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2011
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.