Düşünce ve Kuram Dergisi

Rojava, Yeninin Parolası

Figen Yüksekdağ

Rojava sadece Rojava mıdır? Son günlerin sık sorulan sorularından biri bu. Tarihin ve toplumun gelişiminde birçok şey sadece kendisinden ibaret değil. Eğer öyle olsaydı, bütünün bir parçası ya da kendisinden menkul gibi görünen sayısız durum ve gelişme, kendinin çok üstünde bir gerçekliği yaratmaz ve yönetmezdi. Toplumsal gelişmede öyle anlar ve hareketler vardır ki, bırakalım bir anda yarattığı genel etkiyi, tarihsel statükoların aşılmasını, belki de tarihte yeni bir sayfanın açılmasını koşullarlar.

Rojava… Bölünmüş bir büyük ülkenin, dördüncü küçük parçası. Bu küçük toprak parçasının üstünde tüten savaş dumanları, oradaki gerçeği görmemize engel değil. Aslında en önemli olan da tüten bu dumanlar ve savaş illüzyonuna dönmüş şartlar altında gerçeği görebilmekte. Yani ezen sınıflar karşısındaki ezilenler gerçeğini ve gücünü… Bugün bu gerçeği görmek, bütün özgürlükler mücadelesi yürütenlerin sorunu ve görevi. Doğal olarak ben konuyu enternasyonalist devrimcisosyalist hareketin penceresinden değerlendireceğim. Bu aynı zamanda gerekli. Çünkü, Rojava’nın sadece Rojava olmadığını, en çok kendisine sol, devrimci, sosyalist diyenler tartışmak ve bilince çıkarmak durumunda. Aslında devrimcilik tarih boyunca ve teorik olarak hayatın ve sınıf mücadelelerinin içindeki gerçeği görmek, ona dokunmak ve dönüştürmektir. Marksizm-Leninizmi kendine tarihsel çıkış noktası olarak alanların teorik hamurunda bu vardır. Ama ne yazık ki kimi zamanlar, kimileri bakımından hamur kokar! Yaşayan ve akıp giden gerçeği anlayamayan, ona dokunamayan sosyalist devrimcilik ve komünistlik, durmuş bir bilincin ve hareketsizliğin içinde özünü, canlılığını yitirir. Şu günlerde Türkiye merkezli sol-sosyalist iddialı birçok kesim bakımından bu acı gerçek galip gelmiştir. Uzun bir tarihi olan Türkiye sol-devrimci hareketi, çok geniş bir bölgesel, kültürel ve siyasal alanda kendini var ederken bu genişlik içinde, gerçeğin sadece bazı yanlarına dokunduğunu ve dokunamadığı gerçekliklerin bir gün karşısına çıktığında, onunla yüzleşemeyecek kadar katılaştığını anlayamamıştır. Ama gerçek ve onun içindeki devrimcilik bütün katı duruşları ve anlayış duvarlarını aşacak kadar güçlüdür. Asıl sorun da sadece egemenlerin değil, ezilenler cephesinde durduğunu söyleyenlerin bu gerçekten korkmasıdır.

Şimdi Rojava bütün gerçeklik kırılmalarına meydan okuyan ve belki de tarihte yeni bir sayfayı açacak akışa yataklık eden topraktır. Devasa ana kıtaların ve adına Ortadoğu denilen kadim toprağın arasında sıkışmış gibi görünen bu küçük Kürt yurdu, bölge devriminin nabzının attığı yerdir. Enternasyonal devrimciliğin kendini ve özünü yeniden keşfedeceği yer de orasıdır. Bu aynı zamanda yaşam yolculuğudur. Devrimci gerçekle buluşmazsa ölecek ya da kötürümleşecek varlığını, yaşamın devrimci iksiriyle sağaltma-kurtarma yolculuğudur. Bu yola çıkan, yaşamın devrimci dinamiğiyle buluşarak, kendi varlığını direnen bir halkın varlığına armağan ederek, geleceğini ve varlık zeminini kazanır. Bu yola çıkmamak ve tereddüt etmek ise, durduğu yerde düşüncesi, ruhu, özü kurumuş cansız bir gövdeye dönüştürür. Bugün Rojava’da yaşanan direnişi ve onun küçük bedeninin uğradığı acımasız saldırıları, sadece Kürdün ve Kürt özgürlük hareketinin sorunu sananlar, ölümcül yanlışa düşmüş demektir.

 

Yanlış nerede?

Türkiye merkezli devrim ve demokrasi güçlerinin Rojava politikası, yaşadıkları parçalı ideolojik, tarihsel geçmişten bağımsız değildir. Bu geçmiş, işçi sınıfı, emekçiler, yoksul halk zeminine dayalı olsa da, -eğer 68’den bugüne ele alırsakişçi sınıfı merkezli olarak ama bütün bileşenleriyle kapsayamamış, buna yeterli bir program oluşturamamıştır. Bu hem programatik, hem de politik bir yetmezliktir. Kapsayıcı tek bir yapının tarihsel gelişimi kesintisiz olarak sürükleyemediğini de buna eklersek, toplumsal gerçeklik algısında oluşan kara delikler, parça parça devrimci hareketi içine çekmiştir. Eskinin THKPC, TKP-ML, THKO gibi akımları, ’71 devrimci çıkışında kendilerini ilk başta Kemalizmin prangalarından ve pasifizmin mengenesinden kurtarmak için bir hamle yapmıştır. Bu hamlenin sonucunda, pasifizmden kopuşma ve pratikte dinamik, eylemli bir gövde oluşturma başarılmıştır. Ne ki, Kemalizm ve ulus devlet sınırlarının devrimci çıkış üzerindeki etkileri düşünsel ve programatik olarak aşılamamıştır. Belki de ’71 devrimci çıkışına öncülük eden İbo’lar, Mahir’ lerin henüz sınırlı düzeydeki keşifleri ve yakaladıkları ipuçları, devletin ağır katliam ve tasfiye saldırılarından sonra kendine yaşam alanı bulabilseydi, bu tarih başka türlü de şekillenebilirdi. Ama olmadı. İşte tarihle konjonktür arasındaki kaçınılmaz ilişki de bu olsa gerek. Her zaman konjonktüre rağmen bir tarih yapamazsınız. Böylece o dönem özellikle Kürt gerçeğindeki asimilasyon ve sömürü temelini kavrama yolunda yakalanan ip uçları, ’71 sonrası kaos içinde yok olup gitti. Ama diğer taraftan, Öcalan önderliğinde tarih sahnesinde çıkan PKK hareketi, Kürt sorununun devrimci tahlilinde radikal bir çıkış yaparak, artık ipuçlarına ihtiyaç duyulmayacak bir dönemin kapısını açtı.

Araya giren ’80 darbesi Türkiye devrimci hareketinin Kürt sorununu kavramakta zaten yarım kalan gelişimini bir on yıl daha geciktirdi. 90’lı yıllara gelindiğinde, çok önemli bir bölüğü sorunu kavramış olsa da, araya giren tarihsel kopukluğun aşılması artık çok zordu. Üstelik bu kavrayışta parçalıydı. Özünü kavrayanlarla, mecburen kavrayanlar arasındaki ayrım da bugün de ortadan kalkmış değil. Ama temel olan gerçek şuydu: Uzun zamandır bir gölgeye dönüştüğü bilinse de, adı sosyalist olan geniş bir dünya parçasında sosyalizmin gölgesinin kalktığı, devrim ve toplumsal değişimin artık imkansız ilan edildiği bir zamanda, Kürdistan denilen kayıp ülkede bir devrim başlamıştı. Artık halkçı ve emperyalizmden bağımsız ulusal kurtuluşçu devrimlerin de yaşanamayacağı tezini çürüten bir gelişmeydi bu. Tek ülkede devrim paradigmasına göre şekillenmiş Türkiye devrimci hareketinin karşısına iki ülke ve iki ülkede devrim gerçeği çıktı böylece. Üstelik Kürdistan’da devrim ulusal özgürlük hareketi çıkışıyla erken başlamış, Türkiye’de halk ve sınıf dinamiklerine olduğu kadar, Kürt devrimi dinamikleriyle birleşen bir devrimci çıkış sağlanamadı. Bu eşitsizlik, birleşik bir devrim perspektifi ve birleşik devrimci önderlik oluşturma yoluyla çözülemedi.

’95-96 döneminde, Türkiye cephesinde Gazi halk ayaklanmasının merkezinde durduğu bir çıkış sağlanması, Kürt devriminin başarısını Batı’dan destekleyecek ikinci bir cephenin açılması bakımından umut vericiydi. Bu dönemsel çıkış aynı zamanda devrimci-sosyalist hareketin rüştünü yeniden ispat etmesi, kendi yazgısına, mecrasına müdahalesi anlamına geliyordu. Ne var ki, bu cephe bir yıl dayanabildi. Güçten düşmesi ve geri çekilmesinde sadece fiziksel imha ve tasfiye saldırıları değil, yine kilit sorunun Kürt sorununun kavranışındaki zaafiyet etkili oldu. Türkiye devrimci, sol hareketi oluşturan bölükler arasındaki ayrışmaların yeniden patlak verdiği dönem de bu dönemdir ve esasını enternasyonalizm ve sosyal şovenizm ayrımı oluşturur. Temelinde de Kürt sorunu vardır. Kürdistan’da bir devrim olduğunu görmeyenler ya da benimsemeyenler, ‘80’den sonra sol içinde sosyal şovenizmin farklı renk ve tonlarda yeniden kurucusu oldular. Bu kulvardan bağımsız enternasyonal devrimciler ise, köklü ve geniş bir alanı kapsayan sorunun paçalarına yapışmasından, hareket alanını daraltmasından kurtulamadılar. Türkiye’de ikinci bir devrim cephesi açmak, bu yolla Kürdistan devriminin yardımına koşmak güçlü bir istekti ama reel güç ağırlıklarının konuştuğu bir dünyada bunun fazla bir hükmü olmadı.

O dönemde pratikte ikinci bir cephenin açılması başarılamasa da, bu istek ve mücadelenin, Türkiye devrimci hareketinin tarihsel kodlarındaki yanlışlığa güçlü bir zihniyet müdahalesi olduğunu kabul etmeliyiz. Bugün varlığını daha çok hissettirmeye başlayan Türkiye cephesindeki enternasyonal devrimci damarın, o süreçten çıktığını ve o damardan beslendiğini unutmayalım. Ama madalyonun hep ikinci bir yüzü olmaya devam etti. Çeşitli sol yapılar, hepsi sosyal şovenizm düzeyinde olmasa da sosyalizm fikrinin dogmatik kavranışı ve devrimin güncelliğinden uzak duruşlarıyla, burunlarının ucundaki gerçeğe yabancılaştılar. Bu bazıları bakımından aynı zamanda kendi gerçeğine yabancılaşmak, bazıları bakımından da aslına rücu etmekti. Nitekim bu süreçten itibaren adıyla, sanıyla sosyal şoven ve Kemalizm referanslarını açıktan ilan eden sol iddialı yapılar da, bir damar olarak belirginleşti. Bunları bir süre sonra darbe ve darbecilerle açık ya da dolaylı münasebetlerinde gördük.

O yıllardan bugüne, Kürt halk gerçeğini kabul eden ama Kürt devrimini inkâr eden bir yapı oluştu. Türk ulus devletinin ve o devlet sınırlarına dayalı sosyal kurtuluşçuluğun hazin hikayesi! Bu hikâyenin hazin tarafı, Kürt gerçeğini kabul eden ama Kürt halkının kendi kaderini bağımsızlık ya da özerklik, federasyon biçiminde tayin etmesini kabul etmeyen devlet yaklaşımına olan çarpıcı benzerliğidir. Bu benzerlik görmezden gelinmeye ya da üstü örtülmeye çalışılsa da, bugün Kürt devrimini tanımamak, sosyalizmin amentüsü sayılan ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımamaktır aslında. Çünkü ilkeler kitaplarda değil, yaşamın gerçekliğinde bir karşılığı varsa anlamlıdır. Bugün devrimsel bir yoldan ilerleyen ve her şeyden önce bu yola çıkmakla kaderini yeniden çizmeye başlamış bir halkın somut gerçeğini tanımayan bir sol, sosyalist iddia olabilir mi? Olursa bile bu, ulusalcılıkla sakatlanmış, teorik dogmatizmle hapsolmuş demektir. Ya da ayakları havada bir kibirle savrulmaktadır. Zira hala, ezilen ulus mücadelesiyle kurulması gereken ilişki bakımından okuduğu kitapları dahi anlamayan ya da istediği gibi anlayan bir damar vardır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını, büyük bir sınıfsal devrim olduktan, sosyalist bir düzen kurulduktan sonra bahşedilecek bir hak olarak görenlerin sayısı az değildir. İşte sosyalist bir devrim olmadan Kürdistan’da ulusal bir devrimin patlak vermesini kabullenememek, eğer görmezlerse böyle bir sorunun olmayacağını sanmak, bu dogmatik saplantının sonucudur. Oysa ki Kürt devrimi, ezilen ulus karakteri taşımasının yanı sıra, yeni bir yüz yılın sosyalizmine ışık tutacak zengin bir kaynak olmuştur. Ama onun kitaba uymayan yanlarına, sınıfsal farklılıkları da içeren yapısından doğan çelişkilere dikkat kesilen geleneksel sol zihniyet, devrimin güncel algılanışından ve devrimden kopmuştur. Devrim denilen olgunun soyut ve düz kavranışı demektir bu. Örneğin, Kürt özgürlük hareketinin, çetin mücadelelerle Türkiye’deki faşist yapıya vurduğu darbeler, sırtını doğrudan emperyalist bir güce dayayarak ilerlemesi mümkünken bağımsız yürümeyi tercih etmesi ve bunun oynadığı devrimci rol görülmemiştir. Türkiye emekçi sol hareketinin sosyal şoven olmayan kesimleri, dogmatik olmayı tercih etmiştir. Öyle ki, faşizme ve emperyalizme karşı kendilerinin ön cephede yürütmesi gereken savaşı, uzun yıllar en keskin biçimde PKK’nin tek başına yürüttüğü acı gerçeğini de üstlerine alınmamışlardır.

Bugün de Rojava devriminin kavranışını, Kuzey Kürdistan devriminin kavranışındaki sorunlardan bağımsız ele alamayız. Yani “Rojava sadece Rojava değildir” demeden önce “K. Kürdistan sadece K. Kürdistan değildir” diyebilen bir devrimcilik gerekir. Ne yazık ki, bu iki cümleyi de gönül rahatlığıyla kurabilen ana akımların sayısı sınırlı olmuştur. Ama ’90 ortalarından başlayıp, 2000’li yıllara kadar inişli çıkışlı da olsa sağlanan bilinç ve eylemli gelişme, son yıllarda Halkların Demokratik Kongresi (HDK)’de somutlaşan güçlü bir damar ve blok açığa çıkarmıştır. Artık düne göre özelde Kürt devriminin, genel olarak da birleşik devrimci-demokratik mücadelenin gereklerine göre konumlanma ve bloklaşma gelişmektedir. Ancak hala pratik ve iradi zeminin güçlendiğini, zayıf yanlarını tahkim ettiğini söyleyemeyiz. İşin düğümlendiği noktalardan biri, Kürt devrimiyle ilişkide kendini destekçi olarak görme eğiliminin tamamen aşılamaması. Bu, işin pratik merkezine yürümeyi de zorlaştırıyor. Sorunun çözümünde destekçilik değil, birleşikliğin temel eksen olduğu gerçeği silikleşebiliyor. Devrimin ve çözüm girişimlerinin aktif, organik bir parçası olarak hareket etmeyen Türkiye devrim, demokrasi ve emek güçleri, bugün gerçek rollerini oynayamazlar açık ki. Rojava, devrimin güncel gerçeğiyle kurulacak ilişkide yeni bir eşik olarak karşımızdadır şimdi. Dahası, Kürt halkının kendi kaderini tayin etme mücadelesi, Türkiye-Kürdistan birleşik devriminin ve bölge devriminin kaderini belirleyecektir. Türkiye işçileri-emekçileri, ezilenleri ve onların bağrından çıkan devrimci-sosyalist güçleri de geleceğini başka yerde değil, bu akışın içinde aramalıdır.

Ortadoğu’da yeni bir şey oluyor

Son yüz yıldır Ortadoğu deyince akla ilk savaş ve petrol geliyor. Yüz yıllarda geriye giderseniz, büyük peygamberler doğuran halk isyanlarına, ardından egemen çıkarlarının inançlara bölünüp karşılıklı çatışmasına, büyük kavimlerin bunların ardında helak oluşuna, haçlı seferlerine ulaşırsınız. Yani tarihte yapacağınız her mesafeden yolculuk, sizi savaşa, aynı zamanda kendi döneminin devrimi sayılacak kitle hareketlerine götürür. İnsanlığın geriye adımlarının olduğu kadar, ileriye sıçramalarının da toprağıdır Ortadoğu. Bu çekişmenin çok yorduğu ama asla yenemediği özgünlükleri vardır. İçerdiği en önemli özgünlük ise güçlü kültürlere dayanıyor oluşudur. Bir yanıyla iç içe geçmiş, bir yanıyla farklılığını esneyen ama kırılmayan bir çelik gibi koruyan kültürler ve inançlardır bu. Bu aynı zamanda, bütün ulusal egemenlik yapılarına rağmen, egemen olmayan ulusların varlığını korumasına da kaynaklık etmiştir.

Ortadoğu tarih boyunca hem barındırdığı zenginlik kaynakları, hem jeopolitik önemi, hem de karmaşık ama güçlü bu yapısıyla, dünyada ideolojik ve siyasi hegemonya kurmak isteyen devletlerin hedefi olmuştur. Dünyaya hakim olma savaşı Ortadoğu’dan başlamasa bile, Ortadoğu’da bitmek zorundadır. Çünkü oraya hakim olamayan, dünyaya hakim olma savaşını kazan mış sayılmaz. Ama bu bölge hakim sömürgeci güçler tarafından işgal edilse, ilhak edilse, iç savaş taktikleriyle teslim alınmaya çalışılsa da demir leblebi gibidir. Yüz yıllardır bir yandan yağmalanmaktadır ama diğer yandan demir leblebi gibi yutmaya çalışanların boğazına takılıp dengeyi bozar. Ortadoğu’nun Rojava kesitinde yaşanan fenomen, kurulmak istenen yeni emperyalist dengeyi ve gerici-diktatör bölge devletlerinin kontrolünü bozan en çarpıcı örnektir. Bu nedenle bölge dengeleri bakımından da Rojava sadece Rojava değildir.

İki-üç yıl önce başlayan Arap isyanları K. Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar, 1. ve 2. emperyalist dünya savaşlarından sonra oluşturulan statükonun sarsıldığı ve artık değişme zamanının geldiğini gösteriyordu. Bu herkesten önce bu coğrafyalarda yaşayan halkların değişim isteğinin dışa vurumuydu. Her biri tiranlığa dönüşen devletlere karşı özgürlük isteyen her kesimi içerisine alan ancak devrimci-demokratik bilinci ve önderliği tam oluşmamış kitle hareketi, büyük alt-üst oluşlar yarattı. Ne var ki, zengin ve güçlü sınıfın iktidarda olmayan ya da yeterince temsil edilmeyen kesimleri, devrimci önderlik boşluğunu kendi lehlerine doldurdu. Emperyalist güçlerin etki ve müdahalelerinin de artmasıyla “devrimin çalınması” diye adlandırılan durum doğdu. Bu gelişmeler içerisinde bir umut ve umutsuzluk dalgası arasında gidip gelen devrim arayışı, koşulların olgunlaştığı Rojava’da karşılık buldu. Bölge ezilenlerinin devrimci, demokratik gelişimine inanan kesimlerde umudun yeniden canlanması anlamına geliyordu bu gelişme. Kürt özgürlük hareketinin bölgesel mücadele deneyimlerinin açığa çıkardığı birikim, bölgenin olanca karmaşasına rağmen kendi yolunu buldu. Bu gelişme halka dayanan devrim fikrinin, Ortadoğu’da bir modele kavuşmasını da beraberinde getirdi. Sadece bir hareket ve alt-üst oluş değil, kendi iktidar modelini de yaratan bir devrim açığa çıktı.

K. Afrika’dan başlayan devrimci değişim dalgası geri çekilirken, Suriye cangılında devrime dayalı bir ters akıntı gelişmeye başladı.

İşte bu açıdan baktığımızda, Rojava bize gelişmekte olanı gösterir. Bölge şartlarının devrime uygunluğunun yanı sıra, içerdiği uygunsuzluklara rağmen önüne geçilemeyen bir gelişmedir bu. Ortadoğu’da gerici-sömürgeci devletlerin tahakkümü ve emperyalizmin egemenlik oyunlarından başka bir şey daha olduğuna işaret eder. Ortadoğu’da c şıkkıdır Rojava. D şıkkının “hiçbiri” olduğu bir coğrafyada, üç ölümcül seçeneği çizip, halkın kendi seçeneğini oluşturmasıdır. Rojava’nın Ortadoğu’da açtığı 3. yol, tarihsel bir çelişkiyle kıvranan bölge halklarının geleceği bakımından da atılan tarihsel bir adımdır. Zira bölge halklarını yüz yıllar boyunca savaş ve sömürü kıskacına mahkum eden şey, halkçıdevrimci bir üçüncü yol açılamamış olmasıdır. Rojava devriminin bu kadar azgın saldırılarla yüz yüze kalmasının nedeni de, bölge halklarına biçilen bu kadere meydan okumasıdır. Çok doğal ve gösterişsiz olarak başlayan kendi kaderini tayin iradesi, bu iradenin savunulması konusunda çok acı ama görkemli bir direnişe dönüşmüştür. Bu devrimci direnişin, sadece bugün yarattığı etki gücünün ötesinde, tarihte yaratacağı etki gücü, kendi nesnel sınırlarının üstüne çıkmıştır.

Diğer yandan sınırların yeniden çizilmeye başlandığı bir dönemden geçiyoruz. En son 2. emperyalist paylaşım savaşında değişen sınırlar, bugünün çıkar savaşının ihtiyaçlarına denk düşmüyor. Ama Ortadoğu’daki değişim zorlamasını sadece bundan ibaret göremeyiz. Sınırları zorlayan bu değişim basıncında, bölge ezilen halklarının istek ve mücadelesi de belirleyicidir. Kürt sorunu, halklar cephesindeki bu değişim dinamiklerinin başında gelir. Ortadoğu’da yüz yıllar boyunca kolektif varlığı reddedilen, çözülmeyen bir ezilenler sorunu olarak, tarihin inkar koridorlarına terkedilen Kürt ulusal sorunu, bugün kendi çözüm dinamiğini oluşturmuştur. Bu aynı zamanda, ezilen halklar ve inançlar için açılmış bir yoldur.

Dünden bugüne yol açılırken

Bugüne kadar gidilecek yolları egemen yapı ve sömürgecilik belirliyordu. Politikalar, sömürü ve paylaşım odaklı olduğu için, emperyalistlerin Ortadoğu’da ezilen halklar ve inançlar sorununu çözme gibi bir derdi yoktu. Yüz yılın başında, Ortadoğu’daki ulus sorunundan anladığı tek şey, Arap ulusu ve ulus devletlerinin kuruluşuydu. 1. dünya savaşından önce başlayan, sonrasında da devam eden K. Afrika, Orta Asya yoğunluklu ulusal kurtuluş savaşları, bu sorunun çözümünü ertelenmez hala getiriyordu elbette. Ama büyük bir Arap ülkesi ve devleti hiçbir zaman istenmedi. Birçok parçaya bölünerek ve aradaki mezhep farkları da birçok zaman kışkırtılarak, yönetilmesi kolay bir çözüm modeli devreye kondu. Geniş bir coğrafyaya yayılmış Arapların nesnel çelişkileri, farklılıkları da yok değildi elbette. Ama çizilen devlet sınırları, bu özgünlükleri, farklılıkları değil, yönetim gücünün nasıl tesis edileceğini gözetiyordu. Sonuçta

20.yüz yılın başında bir taraftan Arap ulusal sorununu parçalayarak çözen ama diğer taraftan da Ortadoğu’da Arap ulusal egemenliğine dayanan bir yapı şekillendirildi. Özellikle ABD ve İngiltere’nin Arap devletleriyle kurduğu yeni sömürge ilişkisi ve işbirliği, bölge halklarının başına bela olan bir tahakküm rejimi yarattı. 2. dünya savaşına gelindiğinde, en kritik alanlardan biri yine Ortadoğu oldu. Yine ABD ve İngiltere merkezli olarak, dünyanın başka bir ulusal ve inançsal sorunu olan Yahudi sorununun çözümünde gözler Ortadoğu’ya dikildi. Demokratik iki devletli bir çözüm mümkünken, Filistin’in işgal ve ilhakına dayanan bir model devreye konuldu. Böylece emperyalizm, bölgede ikinci bir egemen ulus devlet yapısı daha oluşturdu. Üstelik Yahudi soru nunun çözümü için kurulan İsrail devleti uzun yıllar boyunca ABD’nin saldırı üssü ve militarist bir devlet olarak bölgede yerini aldı. Bu aynı zamanda egemenlik haklarıyla donanmış iki ulus devlet yapısı arasında uzun yıllar sürecek Arap-İsrail savaşlarının da kapısını açtı. Arap ulus devletleri arasındaki bölünmüşlük ve farklı emperyalist güç odaklarına dayanıyor olmalarının da etkisiyle, kendi aralarındaki çatışmalar da arttı. 2. paylaşım savaşı sonrasında, Mısır, Suriye, Irak, Yemen’in merkezinde durduğu, “Arap sosyalizmi” iddialı BAAS çizgisinin gelişimi de bu döneme dayanır. Bu Arap milli koalisyonu başkaca Arap devletlerini ve eğilimlerini de içinde topluyor ve ABDİngiltere-Avrupa emperyalist eksenine karşı, Sovyet eksenine dayanıyordu. Ne var ki, bir süre sonra sosyalizmin geriye dönmeye, içerde ve dışarda kapitalist-emperyalist yapının restore edilmeye başlandığı Sovyet ekseni, BAAS çizgisini emperyalist bir gücün ilişiği haline getiriyordu. ’60-’70’li yıllar boyunca “Bağlantısızlar” olarak anılan, emperyalist güç odaklarından bağımsız bir Arap sosyalizmi damarı oluşturulmaya çalışıldı. Ne var ki, iki kutuplu ve ikisi de emperyalist güçlerden oluşmuş bir dünyada bunun güçlü bir karşılığı olmadı. Kendilerine her ne kadar bağlantısız deseler de (Sovyet)Rusya hattına dayanıyorlardı. Ama bu dönemde, Filistin ve Suriye merkezli olarak, bölge devrimci örgütlerine alan açan, destek sağlayan bir damarın olduğunu da inkar edemeyiz.

Sonuçta her ne kadar yeni kaos ve çatışmaların kapısını açsa da, Ortadoğu ve oluşturulan yeni dünya düzeninde Arap ve Yahudi ulusal sorunları emperyalist güçler tarafından tanınmış ve resmi olarak çözülmüştü. Ama aynı dönemlerde çetin mücadeleler veren, bir çok isyan başlatıp katliamlara uğrayan, devlet kurma girişimi emperyalist hileler ve yalnızlaşmayla yenilgiye uğrayıp ezilen Kürtler, o dönemlerde kurulan yeni düzenin kurbanı ilan edildi. Arap ve Yahudi devletlerine dayanan bir egemen yapı kurma derdinde olan emperyalist güçlerin Kürtlerle işi yoktu. 2. Dünya savaşının hemen ardından ilan edilen Mahabad Kürt cumhuriyeti, tarihte Kürtlerin kendi öz yönetimine kavuşmasına en yaklaştığı döneme denk gelir. Ama Mahabad’ı destekleyen o zamanın Sovyetler Birliği, 2. dünya savaşından ağır kayıplarla çıkmış bir güç olarak, bölgedeki İngiltere odağı karşısında kararlı bir duruş sergileyemez. Çok genç ve bütün destekleri çekilmiş Mahabad Cumhuriyeti, dünya güçleri arasında kurulan yeni dengeler ve anlaşmaların sarmalı arasında, baştan yok sayılan ya da feda edilendir.

Ama şimdi… Elbette şimdi, hiçbir emperyalist güç odağının, gerici-sömürgeci devletin yok edip, engelleyemeyeceği bir Kürdistan gerçeği hakimdir Ortadoğu’da. Bu Kürt halkının uzun ve zor yıllar boyunca dişiyle tırnağıyla ve bağımsız iradesiyle kazandığı bir düzeydir. İşte tam da bundan dolayı, Ortadoğu’daki oyun kurucuların oyununa gelmeyecek, sırtını ille de egemen bir güce yaslamaya mecbur hissetmeyecek bir yerdedir. Ve bu, tarihsel gelişmeyi, sermaye-sömürü odaklarının planlarından ve düzen kuruculuğundan ibaret sananların yanılgısına vurulmuş ağır bir darbedir. Şimdi bölgede yeni düzenin çanları gürültüyle çalarken, bütün dünya halklarına tarihsel gelişmede ezilenlerin bağımsız rolünü gösteren parlak, coşku verici bir örnektir Rojava.

Evet, egemenler artık Kürt sorununun çözümünü bırakalım bir yüz yıl daha, 5 yıl daha erteleyemezler. Ama bu çözüm modelini kendilerine bağlamak, yönetim ve baskı gücünü kendi ellerinde tutmak isterler. Bu açıdan eskiye oranla  nüanslar değişse de, egemenlik ve sömürü stratejisinin özü aynı kalmıştır. Rojava üzerinde ve etrafındaki gelişmeler, bu stratejiye uygun işlemeyen devrimci değişime çeşitli biçimlerde müdahale yaklaşımını gösteriyor. Rojava, emperyalist ve bölgesel çelişki ve olanaklardan yararlansa da, öz itibarıyla sömürgeci, diktatöryal, sermaye odaklı Ortadoğu egemen stratejisinin dışında olduğunu çok açık sergiliyor. Bu durum elbette, bölgede güçlü dostların, hamilerin olmaması demektir. Üstelik doğrudan-dolaylı biçimlerde saldırı ve müdahalelere açık bir durum yaratır. Bugün Nusra, El Kaide, ÖSO çetelerinin gözü dönmüş saldırılarının arkasında açıktan Türk devleti, dolaylı olarak da duruma seyirci kalan ABD, Avrupa emperyalist merkezleri vardır. Türk devletin kendi şovenist tahammülsüzlüğü ve Kuzey’de de Kürtler karşısında inisiyatif kaybetmesine yol açacağı için, Rojava’ya açık bir saldırı cephesi olarak konumlanmıştır. ABD ise, düne kadar Esad’a karşı desteklediği İslam kisvesi altındaki çetelerin kendi uydusu olan Türkiye gibi bir ülke üzerinden salınmasına da izin vermektedir. Savaşı daha kanlı ve acımasız hale getirerek çekilen ve en başta bu savaşın başlamasında hiçbir sorumluluğu olmayan Rojava’ yı ağır bir saldırıyla baş başa bırakan kirli bir oyun sergilemektedir.

Bir taraftan da, Türk devleti ve ABD’yle yakın ilişkileri bilinen Güney Kürdistan yönetiminin müdahalesi ve blokajıyla yüz yüzedir Rojava. Aslında emperyalist odaklar, bölgede Kürt sorununu kendi seçtikleri siyasi muhataplar üzerinden çözerek, aynı zamanda kontrol ve yönetim gücünü de ellerinde tutma hesapları yapıyor. Dört parçada KDP merkezli bir çözüm yaklaşımı kendini ele veriyor. Türk devleti de son Amed buluşmasında bu yaklaşıma uzak olmadığını ortaya koydu. Kürt halk önderi Öcalan-PKK ve Rojava-PYD çizgisine karşı hegemonya sağlama hesapları yapılıyor. Ama bunun karşısında Rojava’da halk iradesine-katılımına dayanan yönetim yapısı ve devrimci-demokratik inşa çalışmaları, bu hegemonya hesapları karşısında ciddi bir politik, moral güç yaratıyor. Yani egemenlerin işi kolay olmayacak. Dahası Kürtler dün olduğundan farklı olarak, kimlik ve kurtuluş mücadelelerini kapsamlı bir bölgesel stratejiye, paradigmaya ve programa dayandırıyor. Bu, sadece fiziksel-askeri güç dışında kolektif akıl ve stratejik gücün konuştuğu Ortadoğu’da önemli bir düzey anlamına gelir. Bütün bunların toplamından, ezilen halklar, işçiler, emekçiler ve bu sınıfın kurtuluşuna inanan devrimciler için ne anlam çıkar diye soran olursa, ne yazık ki hala o büyük cevabı bulamamış demektir. Yani bölgesel devrim cevabını…Rojava ve Kürdistan devriminin, sömürgecilik, diktatörlük statükosunu kıran, egemenlik dengelerini altüst eden etkisini, bölgesel bir devrimin işaret fişeği, öncü kolu olduğunu anlamamak için epeyce uğraşmak gerekir. Ama her şeyden önce, zihinsel kalıplardan kurtulmak gelir. Özel olarak Türkiye’de ait olduğu bölgesel gerçeklikten kopmuş, ona yabancılaşmış sol-sosyalizm referanslı bir damar olduğu reddedilemez. Bu damar, Rojava’ dan yükselen işaret ve yardım fişeğine, uzak diyarlardan yansıyan bir görüntü gibi bakmaktadır. Oysa ki, özellikle 21. yüz yılda devrimlerin kazandığı bölgesel karakter, iç içe geçmiş ve birbirini doğrudan etkileyen bir toplumsal değişimin kapısını açmıştır. Ulus-inanç özgürlüğü sorununu çözerek ilerleyen ama aynı zamanda bunu aşarak birleştiren bir bölgesel devrim yolu belirmiştir. Bu ihtiyacı ve gelişimi görmeyen, özellikle de egemen ulusa dayalı ülkelerin devrimcileri, gittikçe devrim iddiasından ve bunun inandırıcılığından koparlar. Şu an Türkiye’de Rojava’ya uzaktan bakan sadece kendine devrimci diyenler değil, demokrat ve özgürlükçü diyenlerin kimliği ve tutarlılığıyla ilgili bir sorundur bu. Ve uzaktan bakmaya devam ettikçe, iddialarında tutarsızlaşırlar.

 

Dewlet çima?

Rojava birçok bölge denklemine ve ezberine müdahale anlamına geldiği gibi, devlet ve iktidar biçimi sorununa da müdahale anlamına gelir. Bilinen burjuva ulus devlet formülü dışında, yerel yönetim komünlerine dayanan, halk katılımının esas alındığı, aslında Sovyet modeline benzeyen bir model inşası başlamıştır. Kimileri “bugün-yarın sonu gelir” derken, bu çizgiyi uygulama kararlılığı, bütün zorluklara rağmen kırılmamıştır. Rojava aslında 21. yüz yılda tarihe neden devlet, kimin için devlet sorusunun sorulması ve buna bir cevabın üretilmesidir. Rojava halkı, kendini yönetme sorununu, katı burjuva ve ulus devlet modelinin aksine, kitlelerin doğrudan yönetime katılımı ve organize olma mekanizmalarını kolektifleştirerek çözmeye yönelmiştir. Diğer yandan bölge halklarıyla arasına katı ulus devlet sınırları çekerek ayrışma yolu izlememiştir. Demokratik özerklik rejimini, sadece bölge egemenleri karşısında çekildiği zorunlu bir mevzi olarak okumamak gerekir. Bu Rojava’nın kendini yönetme tarifi yaparkenki sözü ve iradesidir. Aynı zamanda ulusal anlamda kendi kaderini tayin hakkını kullanma biçimlerinden biridir.

Diğer yandan Ortadoğu’da sayısız savaş, bela ve diktatörlük, 20. yüzyılın kapitalist-emperyalist kaynaklı ulus devlet yapısına dayanır. Tarih boyunca özellikle de Kürt halkı bu devlet yapısından çok çekmiş ve siyasi birikiminde hiç iyi izler bırakmamıştır. Doğal olarak sorun kaynağı bu devletlere benzeyecek bir devlet kurmama tavrı, oluşan birikimin yarattığı demokratik alternatif ve sonuç olarak görülebilir.

Esas olarak, sınıf ayrımına, ezen-ezilen çelişkisine dayalı sistemlerin açığa çıkardığı, asıl anlamını da kapitalist sistemde bulan bir mekanizmadır devlet. Tarih boyunca, toplumsal yapıyı düzenleyici yanından çok, mülk sahibinin mülksüzü, ezenin ezileni, azınlığın çoğunluğu baskı altına aldığı bir yapı olarak öne çıkmıştır. Sosyalizm tarihinde kapitalizmden sınıfsız topluma geçerken uğranacak zorunlu bir durak olarak tanımlanır. Bundan yüz yıl önce Ekim devrimiyle, oligarşik ve kapitalist devlet düzenine isyan eden sosyalistler, kuracakları yeni cumhuriyeti tarif ederken, “devletin giderek yok olduğu” bir yapıdan söz ederler. Hatta “zorunlu” sosyalist devlet mekanizmasını da “devlet olmayan devlet” ve komünSovyet kitle organlarıyla eritilmesi gereken devlet olarak tarif ederler. Bu tarifin geçirdiği evrim ve sonradan büründüğü biçim ayrı bir sorun; ama sosyalist-komünist düşüncenin aradığı bir devlet değil, devletsizliktir. “Sınıfsız, sınırsız, devletsiz toplumdur”. Aslında ezilenler ve alternatif yaşam arayanlar, değişik deneylerden geçerek bu arayışı sürdürmüştür. Rojava’da yaşananı da bu arayıştan bağımsız düşünmemek gerekir. Yüz yıl önce bile bir hedef ve bilinç olarak var olan bu arayışın, bugün değişen koşullarda farklı yanıtlar bulması mümkündür. Bugün aslında devlet adı altında ezilenler iktidar sorunu ve çelişkisini tanımlama ve doğaya, insana uygun en doğru cevabı verme mücadelesi yürütmektedir. İktidarın toplumsallaştırılması, yönetimin paylaşılması yolundan ilerleyerek, iktidar kavramının değişeceği, belki de tarih sözlüğünden çıkacağı bir yolun yürünmesidir bu. Rojava’nın kendince bu yolda yürümesi, toplumsal arayış ve gelişmeye yapılmış bir katkı olabilir ancak. Üstelik kimilerince sanıldığı gibi, sosyalist düşüncenin temelleriyle keskin bir çelişki değildir. Batı Kürdistan’da girilen devletsiz çözüm süreci, ulusal ve toplumsal sorunun çözüm modeli olarak devlet enstrümanına yüklenen politik rol tanımını sarsmıştır. Ama bilinci sadece bilinen değil, keşfedilmesi gereken gerçek yönetiyorsa, bu sarsıntıdan pa niğe kapılmaya gerek yok. Tam tersine keşfetmeye ve deneyimlemeye gerek var. Zaten Rojava devriminin en heyecan verici yanı, halka, kitleye köy köy, mahalle mahalle insanın eşit-kolektif gücünü ayağa diken rejim inşasıdır. Bunu keşfetmekten ancak mutluluk ve ilham alınabilir. İnanıyorum ki, bütün bölge ve dünya halkları, küçücük Rojava’ dan fışkıran bu insani güçten ilham alacaklardır. Ve devlet gibi birçok fani aracın, asla insandan, emekten, ezilenlerden üstün olmadığını göreceklerdir. Rojava, tarihte devletle anılan bu köklü sorun ve çelişkiye yaklaşımı nedeniyle de sadece kendinden ibaret değildir. Bütün bölge ve dünya halklarının, bu sorun ve çelişkiden doğan mücadelesine, geleceğine tutulmuş bir ışıktır.

Rojava ortak vatan

Enternasyonal devrimciliğin altın kuralı tek bir vatanının olmasıdır. Devrim nabzının attığı her yer, devrimcinin vatanıdır. Bu kural sadece inkâr edilen ve zulme uğrayan bir ulusun-vatanın devrimcisiysen değişir. İşte o zaman yurtsever mücadelenin en önünde, en tutarlı olarak devrimciler döğüşmelidir. Ama yurdunun ve halkının özgürlük mücadelesiyle kendini sınırlamayan bir ulusal devrimcilikte mümkündür. Bugün Rojava’da Kürt halkının özgürlüğü için döğüşenlerin Arap, Ermeni, Asuri halklarının, Alevi, Sünni, Hristiyan inançlarının özgürlüğünü de sahipleniyor oluşu buna en doğru örnektir.

Peki Rojava yurtsever devrimcilerinin dışında, bu yurda uzak ama ilkesi her yurttaki devrimi sahiplenmek olan enternasyonal devrimciler? Kabul etmek gerekir ki, enternasyonal devrimciliğe inanan birçok kesimde, Rojava devriminin yurt savunmasına yürekle ve bilekle koşma isteği güçlü değil. Bunun sadece kuvvet durumlarıyla, büyüklük-küçüklükleriyle ilgili olduğunu da söylemek zor. İtiraf edilmesi gereken gerçek, Türkiye’de enternasyonal devrimci ruhun ve damarın kurumaya yüz tuttuğudur. Çoğu kesim bu itirafta zorlanıyor. Bazılarının sadece iddiasında ve tarihinde kalmış bir kavram enternasyonalizm. Egemen ulus solculuğuna kaymış durumdalar. Bazıları da bu kategoriye dahil olmasa da ufkunun ve “çok yönlü görevlere yetişememe” gerekçesine hapsolmuş durumda. Oysa ki, devrimcilik tanımında anahtar sözcüklerden biri iradedir. İradeniz ve harekete geçme netliğiniz varsa, her iddia kendine bir yol bulur. Ne yazık ki, aradan iki yıl geçmiş ve Rojava’da yer yerinden oynamışken, Türkiye cephesinden, özellikle de enternasyonal devrimciliğe, dayanışmaya inananlardan güçlü bir hareket gelişmedi. Hadi hareketi ille de gidip Rojava’da savaşmak diye mutlaklaştırmayalım. Türkiye’de geniş ve etkili bir dayanışma-sahiplenme hareketi yaratmak da mümkün değil midir? Elbette mümkün; ve Rojava’nın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeylerin başında geliyor. Türk devletinin devrime dönük saldırılara verdiği açık desteği ve yönlendirmeyi teşhir eden, bunu kesen bir demokratik kamuoyu oluşturma görevi bugün Türkiye enternasyonal devrim ve dayanışma güçlerinin görevidir.

Dün Filistin için şahlanan dayanışma ve mücadele bugün Rojava için şahlanmıyorsa, dünü bile sorgulamak gerekir. Dün yüreğimiz Filistin için atıyordu da bugün neden Rojava için atmıyor? Bu soruyu sorma cesareti gösterilirse çelişki aşılır. Ama sorunun cevabı basit değildir. Türkiye devrimci, sol hareketinin tarihsel kodları ve buradaki sorunlarla yüzleşmesi anlamına gelir. Gerçeğe bağlı kalarak cevap vermeye başlandığında, 30-40 yıl önce antiemperyalist olarak görülen Suriye rejiminin ve oğul Esad’ın hala öyle görüldüğü çıkar ortaya. ’70’li yıllarda eksik ve kimi yanlarıyla yanlış oluşan antiemperyalizm bilincindeki çarpıklıklar çıkar. İşte bu çarpıklık, sonradan birer diktatörlüğe dönüşen, BAAS-Arap sosyalizmi damarının her dönem sahiplenilmesi gibi bir ayıbı yaratmıştır. Kimileri bu ayıbı açıktan, kimileri de laf dolandırarak ve pratikte taşımaya devam ediyor. Dün Filistin direnişini sahiplenmek, dönemin oluşturduğu kodlara uygun olduğundan daha kolaydı. Ama bir yanıyla devrimci bir niteliğin, diğer yanıyla nitelikteki çok önemli bir zayıf noktanın işaretiydi. Öyle ki, en yakındaki ezilen Kürt halkı sorununu görülmezken, daha uzaklardaki Filistin ulusal sorunu görülüyor, bunun niteliğe dair en zayıf noktaların başında geldiği yok sayılıyordu. Bunun gerçek nedeninin Kürtlerin misak-ı milli sınırlarının içinde, Filistinlilerin dışında olmasından kaynaklandığını daha net görebiliyoruz. Türk devletinin milli sınırlarına dayalı olarak şekillenmiş sol ve devrimcilik algısının, bugün hala bunlar adına hareket edenleri önemli oranda yönettiğini biliyoruz.

Ama devrimci-sosyalist hareketin ana akımları içinde, bu kodlardan çok gerilerde bırakan, Rojava’ daki enternasyonalist görevlerinin peşinden gidenler de var. MLKP militanı Serkan Tosun, Rojava’da PYD saflarında savaşırken ölümsüzleşti. Belki yüzlerce özgürlük savaşçısının, halkın şehit düştüğü bir direnişte, tek bir kişi nedir ki denebilir. Bir yanıyla haklıdır da. Ama o tek kişi, unutulmuş, yosun tutmuş bir ruha can veren, halkın destansı direnişi karşısında bezginliğin pençesinde kaybolanları devrime ve yaşama çağıran iradenin adıysa, anlam değişir. Yani nasıl, Rojava sadece Rojava değilse, Serkan Tosun da sadece Serkan Tosun değildir. Her ulustan, kesimden bütün Türkiyeli devrimcilere ve Türkiye halklarına yapılmış bir çağrıdır Serkan’ın şehadeti. Şovenizm ve milliyetçi sınırlarla iğdiş olmuş bilinçleri uyaran, son 50 yılda oluşan ezberi bozan devrimci bir çıkıştır. Hatırlayın ve harekete geçin çağrısıdır.

Hatırlayın; İspanya’da faşizme karşı onlarca ulustan, on binlerce savaşçı İspanyol halkları için döğüştü. Bayrak edindiğiniz Arjantinli Che, Latin Amerika devrimi için, Küba’da savaşıp, Bolivya’da şehit düştü. Vietnam halkının özgürlüğü için bütün dünyada halklar, devrimciler ayağa kalktı. Filistin toprağına Türkiyeli devrimcilerin kanı karıştı… Evet hatırlanacak çok şey var. Ama hatırlamak bir ruhu yaşamaya ve yaşatmaya yetmez. Eğer bugün Rojava için harekete geçmiyorsanız, dün öğrendiklerinizi ve hatırladıklarınızı da unutun! İşte tek bir enternasyonal devrimcinin şehadeti, Rojava devriminden uzak durarak gerçeklerden kaçacağını sananlara bunu söylemiştir.

Artık Rojava ortak geleceğimizin kavşağı ve yeni, özgür, insanca yaşam isteyenlerin ortak devrimci yurdudur. Ve devrimciler için yürek ferahlığıyla farklı bir partinin bayrağı altında savaşmak, farklı bir vatan için ölmek demektir. Kürt özgürlüğü için savaşan Türkler, Lazlar, Çerkesler, Araplar ve daha nice ulustan, ulus üstü bir dünya yaratmaya kendini adayanlar çoğaldıkça, çoğul ama birlikte bir yaşam kurulacaktır. İşte Rojava böyle bir yeni yaşamın parolasıdır…

Devrimin nabzının attığı her yer devrimcinin vatanıdır.

AKP K. Kürdistan’da süren çözüm sürecini Rojava devrimini boğma planlarının tutup tutmamasına bağlamıştır.

Ulusal sorunun çözümünde sosyalist şartlar yoksa emperyalist şartlara hizmet eder ezberini aşamayan sol.

Rojava’da aslında Lenin’in yıllar önce söylediği devlet olmayan devleti arıyor halk.

Filistin, İspanya, Vietnam, Küba….

Türkiye devrimci-sosyalist hareketinin çarpık antiemperyalizmi. ABD’ye karşı Rusya-Çin blokunun safına düşmeyi sorun etmeyen bir devrimcilik baştan sakatlanmıştır. Sosyal şovenizm, sosyal emperyalizme götürür.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.