Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu Toplumunda Bazı Güncel Sorunlar ve Olası Çözüm Yolları

Abdullah Öcalan

Şimdi veya güncellik ile tarih arasındaki bağa sıkça değinmenin gereği vardır. Tarihten kopuk güncel somutun, yaşanan şimdinin analizi ne kadar yanlışlıklara açıksa, şimdileşmeyen tarih analizleri de o denli hatalara açıktır. Gerçeğin şimdideki hali, tarihsiz çok eksik kavranır. Zaman her zaman gerçeğin inşa boyutudur. Zamansız gerçek olsa bile düşünülemez. Belki de mutlak denilen sırdır. Toplumsal gerçeklikte zamanın inşa gücü, yeteneği temel bir ilke değerindedir. Toplumsal yaşamın zamanla sınırlanmış süre halini kavramak, sosyolojinin baş etmek zorunda olduğu temel sorunudur. Analitik felsefenin en büyük kusuru, belki de kötülüğü, tarihsiz bir sosyal bilim mümkünmüş gibi analiz yapmasıdır. Buna karşılık tarihsizcilik denen metodun şimdi’yi kavramayan, tüm gelişmeleri tarihsel tikellerden ibaret sayan aşırı determinist görüşü şimdi’nin bahşettiği yenilik ve özgür gelişme imkânını kavramaz. İnsan iradesi ancak şimdiye müdahale edebilir. Dolayısıyla tarih ne kadar şimdiyse, o denli tarihe de müdahale edebilir. Şimdinin olağanüstü yaratıcı an değerini kavramadan, hiçbir özgün toplumsal inşa gerçekleştirilemez. Ne tarihin emrindeki bir iradesiz olmak, ne şimdinin tarihten kopuk sorumsuzu olmak toplumsal hakikatle yaşamanın ilkesel ifadesidir. “Geçmişe boş ver” demek ne kadar yanlış ve sorumsuzluk haliyse, “Geleceğe bak” demek de o denli yanlış ve sorumsuzluktur.

Ortadoğu’nun toplumsal doğası şimdisi zayıf, tarihi çok büyük olan bir çelişkiyi de yaşamaktadır. Şimdisi, büyük tarihinin önünde adeta bir tuzak gibi kurgulanmıştır. Ne kadar tarihsel değer varsa bu tuzak içine düşürülüp etkisizleştirilmektedir. Büyük tarihinin önünü açmak için şimdinin bu kurgulanmış tuzak halini aşmak gerekecektir. Şimdinin bir anlamı da sorun çözme kabiliyetidir. Tarih ne kadar sorun biriktirmişse, hep şimdinin önüne yığar. Şimdi ise, bu sorunlar yığını içinde çözebileceklerini ayıklar ve sorunsuz yaşama dönüştürürken, çözümleyemediği sorunları da sonraki şimdilere havale eder.

Sorunların çözümü doğru tanımlanmalarıyla yakından bağlantılıdır. Soruna konu olan varlıkla çözümlenmiş varlık arasındaki fark, şimdinin olumlu olarak inşa ettiği şeydir. Sorunlu yaşanan şeyin çözümlenmiş şeye dönüşerek yaşanan halidir.

Çoğunluk ve Azınlık Olan Ulusların Sorunları ve Çözüm Olasılıkları

Ortadoğu’nun dört çoğunluk ulusundan bahsetmek mümkündür. Bunlar Arap, Türk, Kürt ve Fars uluslarıdır. Büyük yerine çoğunluk dememin sebebi demografyayla ilgilidir. Yoksa ulusları büyük-küçük diye ayırmak etik ve doğru değildir. Azınlık ulusu kavramı da demografya ile ilgilidir. Azınlık olmanın bir kusur veya küçüklük nedeni sayılamayacağı toplumsal hakikatin ve etiğin gereğidir.

Ulusal olgunun gittikçe öne çıkarılması kapitalist modernitenin gelişimiyle yakından bağlantılıdır. İdeoloji, iktidar ve sermaye tekellerinin oluşumunda öne çıkarılması gereken stratejik bir olgudur. Abartılarak sunulması bu stratejinin gereğidir. Ulusal olgunun çözümlenmesinde iki temel eksik ve hatalı yaklaşımda bahsetmek gerekir. Birincisi, Descartes felsefesindeki keskin özne-nesne ayrımına dayalı pozitivist yaklaşımdır. Pozitivizmin olgusal özelliği bilinmektedir. Temel hatası, ulus olgusunu tıpkı fizik, kimya, biyoloji olguları gibi tam nesnel nitelikte saymasıdır. Toplumsal doğadaki öznelliği ve esnekliği kesinlikle ihmal etmektedir. Ulusal sorunların soykırımlara kadar varması bu keskin, katı ve ucu kapalı ulusal kimlik anlayışıyla çok yakından bağlantılıdır. Gerek doğanın gerek toplumun nesneleştirilmesi kapitalizmin gelişiminde en önemli ideolojik aşamadır.

Kapitalist modernitenin ilk büyük devriminin zihniyet alanındaki bu özne-nesne ayrımına dayalı felsefi-ideolojik devrim olduğu önemle kavranmak durumundadır. Modernitenin ideolojik devriminin öne çıkardığı kavramların başta gelenlerinden olan ulusallık boşuna seçilmiş bir kavram değildir. Bu kavram kapitalist teolojinin ana ilkesidir. Ulusallıkvedaha dageliştirilecek ulus-devlet enönemlitanrısal kavram, hatta yeryüzündeki tanrının kendisi olacaktır. Pozitivist teolojinin Akropol’ündeki en büyük tanrı kesinlikle ulusallık ve ulus-devlet olarak yerini alacaktır. Diğer modernite tanrıları önem sırasıyla sisteme yaptıkları katkılarıyla orantılı yer tutacaktır. Pozitivist teoloji sözde ‘bilimcilik’le ulus ve ulus-devlet olgusunu abartıp dinsel ümmet olgusu yerine ikame edince, busefer din ve mezhep sorunları ve çatışmalarının yerine ulusal sorun ve çatışmalar geçmiştir. Hem de daha kanlı savaşlarve soykırımlarla dolu bir süreceyolaçarak. Pozitivizmin kapitalizminkutsal ideolojisi olduğunu çok iyi bilmek gerekir.

İkinci hatalı yaklaşım ‘öznellik, aşırı anlamlılık’ adı altında sergilenir. Bu anlayış, başta ulusal olgular olmak üzere, modernite döneminde ortaya çıkan birçok olguyu hayali, fantastik icatlar olarak sunmaya çalışır. Geleneğin icadı olarak bir yorumcu anlayışı geliştirirler. Elbette toplumsal olgular, İkinci Doğa karakterinde olmaları itibariyle inşa edilmeye, icat olgular olmaya elverişlidir. Ama bu elverişlilikten kalkarak toplumsal olguların varlıksal değerini kuşkulu hale getirip sadece zihniyet oyunlarına indirgemek, en az nesnellik yaklaşımı kadar sakıncalı ve hatalı sonuçlara yol açar. Bu sefer olguları kesin, katı nesnel değerler yerine hayali, uçup giden, varlığı pek olmayan kavramlardan ibaret saymaya vardırır. Gerçekle hakikat arasında ikinci ciddi sapmayla bilimsel sonuçlara varmak mümkün değildir. Öznellik, kendine inancını yitirmiş modernite ideolojisinin geç postmodernite döneminde aldığı yeni biçimdir. Nesnelciliğin postmodernite ifadesidir. Sonuç olarak toplumsal sorunları hayali sorunlar olarak görmek, günübirlik terapi seanslarıyla (psikolojik yöntemlerle) çözmeye çalışmak bu yaklaşımın vardığı aşamayı gösterir ki, başarısızlığını yaşamın kendisi günlük olarak kanıtlamaktadır.

Kapitalist modernite döneminin olgusal, yapısal sistematiğini çok büyük kavramadan, yol açtığı toplumsal sorunları kavramak ve çözmek çok zordur. Sistematiğin kritik sorunu olgu ve algı arasındaki ilişkidir. Algı ve olgu arasında kurulan aynılık ve farklılık yaklaşımları çok problemlidir. Sistemin özüyle ilgilidir. Sistem bütün felsefesini algı ve olgu arasındaki aynılık ve farklılık üzerine inşa eder ki, bunun altından çıkmak mümkün değildir. Sistem felsefesi bütün ekolleriyle kendi içinde çözümsüzdür.

Kendi yorumum, çözümü aynılık ve farklılık dışında aramak yönündedir. Algı ve olgu evrenin temelindeki ikilemle ilgilidir. Madde-enerji, yapı-işlev, parçacık-dalga gibi evrensel ikilemler algı ve olgu arasında da geçerlidir. Bana göre bu ikilemin insan ruhu ve bedeni, evren ve zihni arasında aldığı biçimi ifade eder. Zihnin evreni tam kavraması mutlak bilgi kavramına götürebilir. Fenafillâh, Nirvana, Enel-Hak, Mutlak Bilgi (Hegel) öğretileri bu ideayı taşır. Bu imkânsıza yakın bir sonuç gibi görünmektedir. Algı ile olgunun tamamen farklı olması ise, zihin ile gerçeklik arasındaki bağın kopuşunu ve hakikat dışına taşmayı ifade eder. Avami, düşüncesi çok az gelişmiş olanları kapsar. Hakikat payı çok zayıf ve inşa değeri, yapısallığı düşük bir zihniyettir.

Mutlak bilgi durumunda algı-olgu ikilemi ortadankalkar ki, bu da hadisin (oluş) ortadan kalkmasıdır. Algı ve olgunun birbirinden tamamen kopması ise tam yabancılaşmayı ifade eder. Felsefî bilgi bu iki uç arasındaki varlık bilgisinin özünden ve mantığından oluşur. İki uç arasındaki savrulmalara düşmemek, daha da önemlisi uçlara kaymadan hakikat arayışında olmak bilgeliği, felsefi duruşu ifade eder ki, doğru olan da bu tutumdur.

Tekrar ulusal soruna dönersek, son iki yüz yılın kapitalist modernite zihniyetinin hegemonik karakteriyle bağını bu kısa felsefe tahliliyle daha iyi kavramış oluruz. Ulusal sorun yoktan, hayali olarak icat edilmemiştir. Ama büyük bir abartmanın ürünü olarak toplumsal doğaya giydirilen bir endüstriyel kumaş olduğu da inkâr edilemez. Dinsel ümmet yerine ikame edilen ulusal toplum, iki uca kaymamak şartıyla sosyal bilime konu edilebilir. Ulusal toplum kavramını sosyal bilim kapsamında tutmak kapitalist modernitenin aşılmasını gerektirir. Kapitalist modernite aşılmadıkça, ulusal toplum baskı ve sömürü tekellerine çatı örtüsü olmaktan öteye bir anlam ifade etmez.

Demokratik modernite paradigmasında kavramın problemli yapısını aşmak için geliştirilen karşı kavram demokratik ulustur. Her iki uç anlayışından arındırılmış ve kapitalist modernitenin istismarından kurtarılmış ulusal toplum ancak demokratik ulus olmakla mümkündür. Demokratik modernite unsurları kapsamında toplumsal inşalar ulusal kıstasları esas almazlar Ulus-devlet kapitalizminde vurgulandığı gibi ulusal çıkara başat rol tanınmaz. Daha çok toplumun ahlâkî ve politik karakterine vurgu yapılır. Yeniden inşalar için en uygun kavram ikilisi, ulus-devlet yerine demokratik komünalitedir.

Ortadoğu ulus meselesinde aşırı ulusallık vurgusu ne kadar olumsuzsa, toplumsalın ulus yönünü göz ardı etmek de o denli sorunu ağırlaştırır. Hangi ulus sorunu ele alınırsa alınsın, yöntemsel olarak bu iki yanlışa karşı tedbirli olunduktan sonra, iki olumlu tavrı öne çıkarmak yöntemin diğer önemli yanıdır. Bunlar ideolojik değil, bilimsel yaklaşımdır; ulus-devletçi iktidar amaçlı değil, demokratik ulus ve demokratik komünalite yaklaşımıdır. Her iki yaklaşımın içeriği demokratik modernitenin temel unsurlarıdır.

Ortadoğu toplumlarında son iki yüz yılda uyandırılan milliyetçilik ve ulus-devlet eğilimi idea edildiği gibi ulusal sorunların çözümüne değil, tersine sorunların çığ gibi büyümesine ve tüm toplumsal dokuları kaplamasına yol açıyor. Sermaye olumlu rekabet yerine tahripkâr ulus-devletçi savaşı dayatıyor. Toplumların iç yapılanmalarında ve dış bağlantılarında yaşanan savaş durumu sorun, kriz ve kaotik durumun esas nedeni olmaktadır. Bölgenin tüm ulusal sorunlarında yaşanan deneyimler gözlemlendiğinde bu gerçeği tespit etmek zor değildir.

Demokratik modernitenin iktidar tekelini (ulusdevleti) amaçlamayan demokratik ulus kavramıyla kapitalizme alternatif toplumcu komünalite kuramı, bölgeyi kanlı savaşların, katliam ve soykırımların, sürekli kriz ve kaosun alanı olmaktan çıkaracak ideal modeli sunmaktadır.

  • Arap ulusal sorununu ağırlaştıran temel etkenler Arap toplumsallığını sürekli parçalayan, öz değerlerine yabancılaştıran, savaşlarla tüketen, maddi değerlerini yutan yirmiyi aşan ulus-devletidir. Aralarında bir konfederalizm bile gerçekleştiremeyen bu ulus-devletler, Arap ulusal sorununun bizzat üreticileridir. Bunlarla bağlantılı dinci ve soycu-kabileci milliyetçilik, erkek egemen toplumsal cinsiyetçilik toplumsal alanı tümüyle karartmakta, boğuntuya Toplumu kendi içinde muazzam bir tutuculuğa ve köleliğe mahkûm etmektedir. Araplar adına ne iç ne dış hiçbir soruna çözüm şansı vermemektedir.

Arap sorunları için kapsayıcı bir çözüm modeli demokratik ulus ve toplumcu komünalite temelinde aranmak durumundadır. Karşı rakip İsrail’in gücü sadece dünya hegemonyasından kaynaklanmıyor; içteki demokratik ve komünal kurumlar da bu güçlenmede önemli rol sahibidir. Son yüz yılını radikal milliyetçilik ve İslamcılıkla tüketen Arap ulusal toplumu, tarihlerinde ve kabile düzenlerinde yabancısı olmadığı komünal toplumculuğu demokratik ulus anlayışıyla bütünleştirerek kendine emin ve uzun vadeli bir çıkış, çözüm ve kurtuluş yolu bulabilir, çizebilir.

  • Ortadoğu’da diğer önemli bir çoğul ulusu, Türkler ve Türkmenler teşkil Araplara göre daha dağınık yaşamakla birlikte, benzer iktidar ve ideolojik anlayışları paylaşmaktadır. Çok sıkı ulus-devletçi olup, dinsel ve soycu milliyetçiliği derinliğine yaşamaktadır. Tanrı ve devlet kutsallığı içi içe yaşandığı gibi, dinci ve soycu milliyetçilik de iç içe yaşanmaktadır. Türk ve Türkmenlik kategorileri arasında önemli sosyolojik farklar bulunmaktadır. Türkmenler, Arap aristokrasisinin karşısındaki Bedevilerin paralelini Türk aristokrasisi ve iktidar-devlete sahip olanlar karşısında yaşamaktadır. Türkmenler, çıkarları demokrasi ve komünaliteyle örtüşen kesimlerdir.

Türk ulusal sorunları da hacimlidir. Çin’deki Uygur Türklerinden Rusya hegemonyasında yaşayan çok sayıdaki özerk ve devlete sahip Türklere, Anadolu’daki Türkiye Cumhuriyeti Türklerinden Balkanlar, Kafhasya ve Ortadoğu’daki, hatta Avrupa’daki Türklere kadar hepsinde ulusal sorunlar yaşanmaktadır. Kaynağın benzer olduğunu söyledik. Ulus-devletçi iktidar hastalığı ve aşırı dinci-soycu milliyetçilik, erkek egemen toplumsal cinsiyetçilik Türk topluluklarını da karartmakta ve tutucu kılmaktadır. Toplum, demokrasi ve komünal eğilimler, aşırı devletçi ve hegemonik ideolojik tekeller içinde adeta erimiş gibidir. Aile bile toplumun değil, devletin bir hücresi konumuna indirgenmiştir. Her kurum ve birey devleti taklit etmektedir. Bu tarihsel eğilimler Türkler ve Türkmen toplulukları arasında sert bir iktidar savaşına yol açmaktadır. Fetih siyasetiyle diğer toplumlar arasında da benzer iktidar çatışmaları yaşanır.

Katı merkeziyetçi iktidar yapılanmaları ve resmi ideolojinin katılığı nedeniyle Türk ulusal sorununda demokratik ve komünal eğilimlere gelişme ve çözümleyici olma fırsatı tanınmamıştır. Topluma verilen mesaj devletsiz yaşamalarının imkânsızlığıdır. Toplum ve birey inisiyatifi devletle dengeyi sağlayamamış, hep devletin çocuğu ve sadık kölesi rolünde kalmıştır.

Günümüzde Türk ulusal toplulukları için demokratik modernite kuramı en uygun çerçeveyi oluşturmaktadır. Toplum temelli Demokratik Türk Konfederasyonu projesi hem kendi içinde bütünlük, hem de iç içe yaşadığı komşularıyla barış ve bütünlük içinde ortak yaşamı mümkün kılan ideal bir düşüncedir. Toplumsal birlik için sınırlar eski önemini yitirmişlerdir. İletişim olanakları farklı mekân sınırlarına rağmen dünyanın her alanındaki bireyler ve topluluklar arasında bütünleşmeyi mümkün kılmaktadır. Türk ulusal topluluklarının Demokratik Konfederasyonu dünya barışı ve demokratik modernite sistemi için büyük katkı sunabilir.

  • Kürt ulusal toplumu yeni gelişen zengin bir potansiyelden kaynaklanmaktadır. Dünyanın en büyük ulus-devletsiz halkıdır. Tarih boyunca neolitik ve uygarlık çağlarında stratejik bir alanda yoğunlaşmıştır. Dağ’ı esas alan bir savunma anlayışı, tarım ve hayvancılıkla beslenme kültürü sayesinde otantik bir halk olarak, Kürtler günümüze kadar varlıklarını korumuşlardır. Yahudiler nasıl dünyanın her köşesinde toplumların tepe noktalarına sızarak varlıklarını günümüze kadar taşımışlarsa, Kürtler tersine yerlerinden hiç kıpırdamadan ve hiçbir toplumsal tepe noktasına göz dikmeden, altta kalma sabrını göstererek günümüze erişmişlerdir. Aralarında tam bir paradoks vardır.

Kürt ulusal sorunu, ulus olmaktan alıkonulma gibi çok nadir rastlanan bir etkenden kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca ve günümüzde kendilerine hükmeden güçler ve iç uzantıları, Kürtlerin nesne olmaktan çıkıp özne haline gelmemeleri için denemedik yöntem bırakmamışlardır. Devlet olma belki olumlu veya olumsuz anlamda bir şeyler katmıştır. Fakat Kürtler için böylesi bir ayrıcalık çok nadiren mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla sınıflı ve devletli uygarlığı çok az yaşamış ve özümsemiş halk olma ayrıcalığına sahiptir. Demokratik modernitenin şansı açısından bu çok önemli bir ayrıcalıktır. Ortadoğu coğrafyasının merkezinde yerleşik olmaları önemlerini arttırmaktadır. Kapitalist modernite döneminde dıştan dayatılan ulus-devlet egemenliği, gücü yettikçe kültürel soykırımlar ve zaman zaman fiziki kırımlarla Kürtleri kendi içinde eritmek istemiştir. İslam uygarlığı döneminde de aynı politikalar din aracılığıyla meşru kılınmak istenmiştir. Kürtler iktidar-devlet gücüyle ulusal toplum olmayı sağlama şansına pek sahip değildir. Kapitalist modernite unsurlarının bu yönlü sunacakları şeyler çok sınırlıdır. Günümüzde gerçekleşen Irak Kürdistan’ındaki siyasi oluşuma tam anlamıyla ulus-devlet denilemez. Yarım ulus-devlet demek daha uygun olur.

Kürdistan coğrafyası, azınlık da olsalar, özellikle yakın geçmişte, başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere, başka halkların da anayurdu konumundadır. Çok sayıda Arap, Acem ve Türk uzantılar da yerleşiktir. Din ve mezhep yönünden çokluğu yaşamaktadır. Aşiret ve kabile kültürlerinin hala güçlü izleri bulunmaktadır. Kent kültürü fazla gelişmiş değildir. Tüm bu özellikler Kürdistan coğrafyasında demokratik siyasi oluşumlara büyük şans tanımaktadır. Tarım-su-enerji alanında komünal birlikler için hem idealdir, hem de zorunluluk arz etmektedir. Ahlâkî ve politik toplumun gelişme koşulları da son derece elverişlidir. Ayrıca ana tanrıça kültürünün ilk önce ve en güçlü biçimde yaşandığı coğrafyadır. Star, İştar, İnanna tanrıça adıyla tüm Ortadoğu’ya ve dünyaya yayılabilmiş bir kültürün de ana zeminidir. Üzerindeki tüm bitirilme çabalarına rağmen, kadın halen en cesur direnişçi ve onurlu yaşam örneklerini sunabilecek potansiyele sahiptir. Tüm çabalara rağmen, cinsiyetçi toplum ideolojisi diğer komşu toplumlardaki kadar kurumlaşmış değildir. Kadın eşitliği (farklılığı içinde) ve özgürlüğünün temel kıstas olduğu demokratik toplumun inşasında, tümü iç içe yaşayan bu zengin kültürel özellikler muazzam bir potansiyel ihtiva etmektedir. Dolayısıyla demokratik modernite paradigması altında demokratik uluslaşmaya ve ekolojik-ekonomik toplum olmaya en müsait koşulları sunmaktadır. Kürdistan Demokratik Konfederasyonu projesi daha şimdiden uygulanma şansına sahiptir. Kapitalist hegemonyayla bağlantılı ulus-devlet uygulamaları, toplum için taşıdıkları olumsuzluk nedeniyle dün olduğu gibi bugün ve yarın da gelişme şansına sahip değildir. Ancak demokratik dönüşümle sınırlı bir şansa sahip olabilirler.

Sayılan tüm özelliklerini esas alan siyasal demokratik oluşumlarla Kürdistan’ı ekonomik ve ekolojik komünlerden oluşmuş bir demokratik konfederasyon olarak geliştirmek tarihsel öneme sahiptir. Çoklu ulusal kimliklere dayalı demokratik ulus inşası, ulus-devlet çıkmazına karşı ideal bir çözümdür; Ortadoğu’nun tüm ulusal, azınlıksal sorunları için çözüm modeli olabilir. Komşu ulusları bu modele çekmek Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek ve demokratik modernitenin alternatif oluşturma şansını güçlendirecektir.

Tarih Kürdistan’ı ve Kürtleri öyle bir konuma getirmiştir ki, kendilerinin özgürlüğü, eşitliği ve demokratikleşmesini bölgenin ve halkların özgürlüğü, eşitliği ve demokratikleşmesiyle kader birliği yapmaya zorlamıştır.

  • Fars veya İran ulusal toplumundaki sorunlar tarihsel uygarlıklardan ve son iki yüzyılın kapitalist modernite girişimlerinden kaynaklanmaktadır. Sümer rahip ideolojisinin üç türevinden de etkilenmiş bir uygarlık geleneği vardır. Zerdüşt ve Mitra geleneği orijinal kimliği oluşturmalarına karşın, İslam türeviyle etkisizleştirilmişlerdir. Üçlü türevin (Musevilik, İsevilik ve Muhammedîlik) ve Grek felsefesi ekolünün bir sentezi olarak ortaya çıkan Manicilik, resmi uygarlık ideolojisi karşısında etkili olamamıştır. Daha doğrusu isyancı geleneği beslemekten öteye gidememiştir. İslamî geleneği Şia mezhebine dönüştürüp son dönem uygarlık ideolojisi olarak uyarlamıştır. Günümüzde de kapitalist modernitenin unsurlarını Şia süzgecinden geçirerek (Çin Konfüçyüsçülüğün modernist biçimi olarak) modernleşmeye çabalamaktadır.

İran toplumu hem etnik, hem dinsel açıdan çok kimlikli nitelikler itibariyle zengin bir kültüre sahiptir. Ortadoğu’nun tüm ulusal ve dinsel kimliklerine ev sahipliği yapmaktadır. Çoklu kimlikleri tek başına soycu veya dinci ideolojik hegemonyalarla bir arada tutmakta zorlanmaktadır. Çok ince bir tarzda dinci ve soycu bir milliyetçilik biçimi uygulamaktadır. Öte yandan kapitalist moderniteyi uyguladığı halde, işine geldiğinde anti-modernist propagandaya da başvurmaktan geri durmamaktadır. Devrimci ve demokratik gelişimleri geleneksel uygarlık kültürü içinde eritmekte ustalaşmıştır. Despotik bir rejimin ustaca uygulanması söz konusudur. Ortadoğu’nun bünyesi çelişkili en gergin devlet ve toplumların başında gelmektedir. Petrol kaynakları gerginlikleri kısmen yumuşatmaya yol açsa da, İran ulus-devletçiliğinin varlığı dağılmaya en müsait konumda yaşamaktadır. Bunda kapitalist modernitenin baş aktörleri ABD-AB hegemonyacılığıyla yaşadığı uyumsuzluklar da oldukça etkilidir.

İran’ın toplumsal sorunlarında demokratik modernite kuramı yetkince uygulandığında önemli çözümleyici sonuçlara yol açabilir. Tüm merkeziyetçi çabalarına rağmen, alttan alta adeta bir federal İran da yaşanmaktadır. Demokratik uygarlık unsurlarıyla federalist unsurlar (Azeriler, Kürtler, Araplar, Beluciler, Türkmenler) buluştuğunda, İran Demokratik Konfederasyonu projesi anlam kazanabilir ve rahatlıkla çekim merkezi olabilir. Kadın özgürlük hareketi ve komünal geleneklerin de bu proje kapsamında önemli rolleri olacaktır. İran’ın geleceği ve Ortadoğu’daki tarihsel rolünü yeniden kazanması ancak demokratik modernite unsurlarıyla (demokratik, ekonomik ve ekolojik toplum) bütünleşmesi ve çıkış yapmasıyla mümkündür. İran ulusal toplumunun potansiyeli bunun için yeterince güçlü olduğu gibi, İran demokratik ulus gerçeği de bunu gerektirmektedir.

  • Ermeni ulusal sorunu kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girişinde yol açtığı trajedilerin başında Ermeniler bölgenin kadim halklarındandır. Ağırlıklı olarak Kürtlerle iç içe bir coğrafyayı paylaşmaktadır. Kürtler ne kadar tarım ve hayvancılıkla geçinen halksa, Ermeniler de sanki o ölçüde bu ekonomiyi kentlerde zanaatkârlıkla besleyen ve beslenen halktır. Sanatkâr yönü gelişkin bir kültürü de temsil etmektedir. Kürtler benzeri bir direnişleri olmasına rağmen, kalıcı devlet kurumlarına geçici ve mevzii örnekler dışında pek sahip olamamışlardır. Ermeniler ilk Hıristiyan halklardandır. Bunda kimlik ve kurtuluş inancı önemli rol oynar. Yahudiler gibi saray çevresinde özellikle zanaatçı kimlikleriyle etkili olmuşlardır.

Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya girişinde araçsallaştırılmaları stratejik bir hata olmuştur. Hıristiyanlık nedeniyle yaşadıkları Müslüman ablukası altındaki sıkışmaları, ulus-devlet milliyetçiliğinin karşılıklı alevlenmesi sonucu giderek bir trajediye dönüştü. Bunda erken burjuvalaşan Ermeni eşrafının önemli rolü olmuştur. Avrupa türü milliyetçilik ve hegemonik işbirlikçilik, yaşadıkları felaketin iç nedenidir. Ortadoğu kültüründe beş bin yılı izlenebilen bir kültürle büyük katkıda bulunan Ermeniler; 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar oynanan modernite komploları sonucu büyük felaketin kurbanı olmuşlardır. Yahudilerden sonra dünyaya dağılan ikinci önemli diaspora halkı olmuştur. Azerbaycan’ın batısında küçük bir Ermenistan’ın kurulması, Ermeni ulusal sorununun çözümü anlamına gelmez; bu oluşum Ermenilerin yaşadıkları trajedinin etkisini telafi edemez. Ermeniler kaybettikleri yurtlarını hep arayacaklardır.

Dolayısıyla günümüz için Ermeni sorunu, kaybettikleri yurdu bulmak biçiminde anlam kazanmaktadır. Fakat o yurdu aradıkları yerde başka halklar da yaşamaktadır. Birinden yurdunu alıp diğerine vermek ne kadar yanlış ve affedilmez bir suçsa, tersi de o denli suçtur. Ulus-devletin korkunçluğu bir kez daha Ermeni sorunuyla karşımıza çıkmaktadır. Sınır anlayışı ve homojen ulus peşinde koşması bu korkunçluğun gerçek nedenidir. Arkasındaki sistem ise kapitalist modernitedir. Hıristiyanlık ve modernite karışımı zihniyet ve yaşam tarzı Ermenileri ancak tüketir. Düşmanları ne kadar alçak ve faşist zihniyetli olsalar da, soykırımların kendilerine yönelik nedenlerini keşfetmekle yetinmeyip yeni çıkış yolları aramaları da uğraşmaları gereken hayati görevleridir. Çok uluslu, demokratik ve komünal temeldeki konfederalist oluşumlar belki de en çok Ermeniler ve benzerleri için ideale yakın çözüm olanakları sunarlar. Demokratik modernite unsurları temelinde yoğunlaşmaları, kendilerini Ermeni Demokratik Ulusu olarak yenilemeleri halinde hem Ortadoğu kültüründeki tarihi rollerine yeniden kavuşacaklar, hem de kurtuluşun doğru yolunu bulmuş olacaklardır.

  • Asuri ulusal sorunu Ortadoğu’nun bir uygarlık devinin hazin öyküsünü dile Asur adlı Mezopotamya tanrısıyla kendilerini özdeşleştiren bir halk olarak, Ermenilerin yaşamış olduğu trajedi kadar bir sonucu yaşayan Asurîlerin yitirilişini Ortadoğu kültürü için büyük kayıp olarak değerlendirmek gerekir. Denilebilir ki, Asurların en büyük düşmanı Asur uygarlığının kendisidir. Tıpkı Sümer, Akad ve Babil uygarlığının Sümer, Babil ve Akadların düşmanı olması gibi. Neden? Çünkü bir uygarlığın tekelci gasplar sonucu büyüttüğü bir kültür veya o kültürün halkı, o uygarlık tekelinin ortadan kalkmasıyla kendini birçok tehlikeye açık bir boşlukla karşı karşıya bulur. Bu halkların kendileri bu boşluğu hemen doldurmazlarsa, muhtemelen dolduracak olan güç, intikamını o uygarlıktan geriye kalan kültürden ve halkından çıkaracaktır. Asurlular böylesi bir gelişmenin kurbanı olmuşlardır. Asurlular Ortadoğu kültürünün, özellikle Sümer, Akad, Babil, Hitit, Fenike, Mitanni, Urartu, Med, Pers, Helen, Sasani, Bizans, İslam kültürünün hem hafızasıydılar, hem de en iyi besleyen ve besleneniydiler. Hıristiyanlığın ise birinci sırada yaratıcı halkıydılar. Ortadoğu uygarlığında ticaret tekelinin yaratıcı unsuruydular. Ortadoğu uygarlığıyla bu denli içli dışlı olmaları kaderlerini elbette bu uygarlığa bağlı kılacaktı. Yükselişiyle yükselecekler, düşüşüyle düşeceklerdi.

Asurîlerin kapitalist moderniteyle işbirliğine yönelmeleri Ermeniler gibi ters etkiye yol açtı. Hıristiyanlıkla yaşadıkları tecridin moderniteyle derinleşmesi hazin sonlarını hazırladı. Kapitalist hegemonyacıların basit taktik hesapları Hıristiyanlıkla beslenip erken ulus-devletçi düşünce ve eylemini gündemleştirmesi, yaşadıkları büyük felaketin kendilerinden kaynaklanan en önemli nedeniydi. Asurîler de Ermeniler gibi ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasının kadim bir halkıdır. Her iki halkın felaketinde sadece devlet kaynaklı Türk İttihat ve Terakki milliyetçiliğinin faşist soykırımcı uygulamaları değil, işbirlikçi Kürtlerin de önemli rolleri olmuştur.

Asurî ulusal toplum sorunu uygarlık kökenli olduğu kadar, Hıristiyanlık ve modernite ideolojileriyle birlikte gelişmiştir. Ermeniler açısından olduğu gibi çözüm için radikal dönüşüm gereklidir. Klasik uygarlık ve kapitalist modernite zihniyet ve maddi olanaklarına ilişkin heves ve arzularını kırıp, demokratik uygarlık ve modernite unsurları (demokratik, ekonomik ve ekolojik toplum) üzerinde yoğunlaşmaları, kendilerini Asurî Demokratik Ulusu olarak yeniden inşa etmeleri, tükenişe karşı varoluşçu çıkışın ve özgür yaşamın yeni yolu olabilir. Ortadoğu kültüründe sahip oldukları büyük hafıza birikimlerini demokratik modernite kültürü olarak yenilemeleri, hem tarihi rollerine yeniden kavuşmalarına hem de gerçek kurtuluşlarına yol açabilir.

  • Yahudi sorunu Ortadoğu toplumsal sorunu olduğu kadar dünya sorunudur Yahudileri tarih boyunca izlemek, bir anlamda Ortadoğu kültürünün sorunlaşmış halinin serüvenlerini izlemek gibidir. Neden sorun oldular, nasıl dağıldılar, nerelere dağıldılar, neler oluşturdular, hangi sonuçlarla karşılaştılar? Bu sorunların nedenleri ve cevapları uygarlıkları yargılamakla özdeştir.

Ortadoğu kültüründe büyük katkıları olan peygamberlik kurumu büyük ölçüde Yahudi oluşumlarıdır. Şüphesiz bunda Sümer ve Mısır kadim kültürleriyle bir bütün olarak bölgenin kabile kültürlerinden yararlanmışlardır. Bu kültür kaynaklarını adeta reformdan geçirip Yahudi kabile kültürüne dönüştürerek temsil etmeleri büyük yetenek ister. Yahudilik esas olarak bu yeteneği ifade eder. Bazen bunu paraya, bazen atom silahına dönüştürerek dünya çapında etkili olmayı başarmışlardır.

Yahudi sorununun kaynağında yaşadıkları bu yetenek önemli rol oynar. Tarihte ve günümüzde kabile tanrıcılığının kapitalist modernite döneminde kendini milliyetçilik ve ulus-devlet olarak, seküler tanrısallıklar olarak sunması Yahudicilikle yakından bağlantılıdır. Yahudiler tıpkı Asurîler gibi kendi yarattıkları uygarlık ve modernite geleneklerinin kurbanı oldular. Kutsal Kitap’ta geçen Leviathan (canavar), devlet metaforu olarak kendi icatlarıdır. Kapitalist modernitede ulus-devlet olarak şekillenmesi, önce Napoleon sonra Hitler kişiliğinde temsil edilmesi, Yahudi tanrısallık (teolojik) kültürüyle yakından ilişkilidir. Çok iyi bilinmektedir ki, Yahudi soykırımı bu modernite canavarının aldığı biçimlerden biri tarafından gerçekleştirildi. Kaldı ki, ilk ve orta çağlarda da benzer olaylar başlarına az gelmedi. Kendi yarattıkları canavar tarafından büyük felaketleri yaşadıklarını belirtmek yine bu kültürün öğrettiği hakikate sadakatin gereğidir.

Çıkış, Kutsal Kitap’ın ilk adıdır. Yahudiler için önemlidir. Bu önem devam etmektedir. En azından Mısır’dan, daha önceleri Ur’dan (Urfa’dan) çıkışları kadar önemli çıkışlara ihtiyaçları vardır. Eski Kenan ellerinde Filistinlilerle ve arkalarındaki Arap dünyasıyla geçmişte ve bugün yaşadıkları neredeyse üç bin yıllık çelişkiler ve çatışmalardan çıkış için bir yol bulmaları gerekiyor. Bir Urfalı olarak benim kendileri için naçizane görüşüm, geliştirmeye çalıştığım demokratik modernite unsurlarında çıkış aramalarıdır. Şüphesiz Yahudi kökenli aydınlar bu yönlü gelişkin görüşlere sahipler. Mesele tek başına görüş sahibi olmakla çözülmez. Yeniden Ortadoğu demokratik kültürüyle ilkeli buluşmayı gerçekleştirmeleri gerekir. Ulus-devletli bir Ortadoğu jeopolitiğinde İsrail, ulus-devlet olarak hep savaş içinde olmak durumundadır. Ateşi ateşle söndürmek mümkün değildir. Kapitalist modernitenin hegemonik gücünü arkasında bulmak güven verse de, köklü bir çözüm için yeterli değildir. Kapitalist moderniteyi aşmayan hiçbir sistem kalıcı güvenlik sağlamaz.

Genelde Yahudi ve özelde İsrail sorunu çözülmeden, ne Ortadoğu’da ne de dünyada toplumlar sorunlarını çözebilir. Ulus-devlet perspektifli tüm yaklaşımların sorun çözen değil, ağırlaştıran özellikte olduklarına dair hiçbir örnek İsrail-Filistin örneği kadar öğretici değildir. İsrailFilistin Savaşı’nda dünyanın parası ve kanı akıtıldı. Geriye daha da içinden çıkılması zor bir sorunlar yumağı miras kalmıştır. İsrail-Filistin örneğinde iflas eden kapitalist modernite ve ulus-devletçi paradigmasıdır.

Yahudiler Ortadoğu kültürünün ana varlıklarından biridir. İnkârları ve soykırımları herkes için bir kayıptır. Kendilerini bile soykırıma uğratan Leviathanlarla barış ve güvenlik içinde yaşanmayacağı yeterince açıklık kazanmıştır. Yahudiler de Ermeniler ve Asurîler gibi Demokratik Ulus olarak yeniden inşayla Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu’nda daha rahat yer edinebilirler. Doğu Akdeniz Demokratik Konfederasyon projesi iyi bir başlangıç düşüncesi olabilir. Katı ve ucu kapalı ulusal ve dinsel kimlik anlayışları bu proje kapsamında ucu açık ve esnek kimliklere evrilebilirler. İsrail bile daha kabul edilebilir bir ucu açık demokratik ulusa dönüşebilir. Şüphesiz komşularının da benzer bir dönüşümü yaşamaları gerekir.

Ortadoğu’nun yaşadığı yoğun gerginlik, çatışma ve savaşlar modernite dönüşümünü zorunlu kılmaktadır. Ağırlaşmış ulusal ve toplumsal sorunlar modernite dönüşümü sağlanmadan aşılamaz. Arap-İsrail çelişkisi bile tek başına modernite dönüşümünün gereğini vurgulamaktadır. Hâkim sistem temel sorunları çözemiyorsa, yapılması gereken sistemin çözülmesidir. Demokratik Modernite bu çözülmenin alternatifini sunmaktadır.

  • Helen kültürünün Ortadoğu’dan, özellikle Anadolu’dan tasfiyesi büyük bir kayıptır. Arkasında travmatik sorunlar bırakmıştır. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk ve Yunan ulus-devletlerinin karşılıklı göç temelinde yaptıkları tasfiyeler, soykırımlar kadar acılı bir iz bırakmıştır. Halkların böylesine binlerce yıllık kültürel mekânlarından koparılmaları hiçbir devletin yetkisinde değildir. Tarihte örneğine pek rastlanmaz. Ulusdevletin gayri insani yüzünü bundan daha çarpıcı gösteren bir örnek az bulunur. Hâlbuki yaklaşık M.Ö. 300-M.S. 300 döneminde Helenizm, Ortadoğu’nun en görkemli kültürel sentezini başarabilmişti.

Helen, Yahudi, Asurî ve Ermeni kültürlerinin İslamiyet’le hızlanan tasfiye süreçleri Ortadoğu uygarlığının çöküşünde büyük rol oynamıştır. İslam kültürü hiçbir zaman bu kültürlerin bıraktıkları boşluğu doldurma gücünde olamamıştır. Kapitalist modernite 19. yüzyıl başlarında Ortadoğu’ya girişte adeta bir çöl manzarasıyla karşılaşmıştı. Kültürel erozyonun yarattığı bir çölleşmeydi. Kültür direniş demektir; kültür güçlü olmayınca direniş de güçlü olmaz. Bölgenin fethedilmesi hiç de zor olmadı. Ortadoğu’nun çöküşünde ve bugünkü halinde yaşanan kültürel tasfiyelerin rolü küçümsenemez. Ulus-devletin homojen ulus projeleri kültürel katliamların baş sorumlusudur. Dinsel ümmetler çağında bile asla bu denli homojenlik peşinde koşulmadı.

  • Kafhas kökenli etnik grupların yaşadıkları sorunlar da önemlidir. Bu gruplar tarih boyunca hep Ortadoğu’ya akarak kültürel zenginliğe katkıda bulunmuşlardır. Kültürel bütünlüğe ve zenginliğe katkıları asla küçüm Modernite bu azınlık kültürleri de boğuntuya getirdi.

Sonuç olarak kökenleri sınıflı-devletli uygarlıkta yatan, kapitalist moderniteyle soykırımlara kadar varan Ortadoğu’nun temel toplumsal sorunları yapısal küresel krizle birlikte en ağırlaşmış bir dönemi yaşamaktadır. Hâkim modernitenin bölgesel acenteleri sorunları tanımlamak ve çözümlemek şurada kalsın, neyi temsil ettiklerinin bile pek farkında değildir. En çok başvurulan dinci ve soycu-etnik milliyetçilikler çözüm yerine sorunları daha da alevlendirmektedir.

Ortadoğu kültürü aynı zamanda büyük tarihsel devrimlerin oluşturduğu bir yaşam tarzıdır. Kültürel soykırım araçları olan ulus-devletler toplumsal hakikati öldürdükleri ölçüde yaşamı da öldürürler. Tanımlanmaya çalışılan demokratik modernite unsurları soykırımları durdurmanın ve yaşamı savunmanın teorik-pratik güçleri konumundadır. Bu güçler (demokratik-ekonomikekolojik toplum) temelinde Demokratik Uluslar Çağı’na geçildiğinde, kendini yenilemiş Ortadoğu kültüründe yaşam eski büyüleyiciliğine yeniden kavuşabilir.

Ortadoğu Kültürü Pozitivist Zihniyetle Çözümlenemez

Ortadoğu kültürü, Avrupa modernitesinin pozitivist ideoloji ve bilimleriyle çözümlenemez. Çözümlendiği idea edildiğinde sonuç oryantalizmdir. Son iki yüz yıldır uygulanan bu paradigmanın ortaya çıkardığı, görünür kıldığı şey, Ortadoğu toplumunun ne tarihsel gerçeklikleriyle ne de güncel somutluklarıyla bağdaşmaktadır. Aralarındaki fark tek kelimeyle uçurumdur. Oryantalizmin derin etkisi altında yeniden oluşan geleneksel yaklaşımların (başta İslamcı akımlar olmak üzere her türlü kültüralist yaklaşımlar) hakikat algısı daha da gerçekdışı olup, kuru bir edebiyattan öteye gidememektedir.

Paradigmayla iç içe kendini yapısallaştıran kapitalist modernitenin aldığı görünümler hem tarihle hem güncel yaşanan somutla daha da çelişkilidir. Mevcut farklılık ve çelişkilerden oluşan uçurum, kendini eşine ender rastlanan vahşetten öte savaş türüyle ifade etmektedir. Bundan ne derin içgüdüler ne de kültürel gerilik sorumludur. Sorun kapitalist modernitenin uygulanış tarzıyla, biçimlenişiyle ilgilidir. Binlerce yıldır iç içe yaşanan, yaşanmak için inşa edilmiş bir kültürü (maddi ve manevi kültür olarak) pergelle parçalayıp içine acentelerini (ulus-devletçi kapitalizm ve endüstriyalizmi) oturtmaya kalkışmanın sonucu, yaşanan ve yaşanacak olan vahşetin gerçek nedenidir. Kaldı ki, yaşanmış yakın geçmiş vahşetten, soykırımdan pek farklı olmamıştır.

Tek tanrılı dinler, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gerek kendi aralarında, gerek eski dinler ve putperestliklerle çatıştıklarında bile, asla kapitalist modernitenin yol açtığı vahşete yol açmadılar. Her birindeki ümmet anlayışı, çoktan tasfiye olmuş putperestlik cemaatleri dışında, her halkı ve kültürünü barış içinde yaşatabiliyordu. Hatta Ehli Kitap (Kutsal Kitap Sahipleri) olarak kendi aralarında ilkel de olsa bir ümmet üstü birliğe imkân veriyorlardı. Soykırım tanıdık bir kavram ve uygulama değildi. Ne kadar karşı idealar ileri sürülürse sürülsün, pozitivist yeniçağa göre daha karanlık bir ortaçağ sadece mitolojik bir icattır. Yeniçağın kendini aydınlık olarak sunma mitidir.

Ortadoğu kültürünü bıçak gibi paralayan ulus-devlet dayatması üzerinde ne kadar durulsa azdır. Çünkü açılan travmaların en onulmazı bu bıçakla açıldı. Hangi trajediye el atsak sonuç değişmiyor. Hindistan’ın içlerinden Sibirya’ya, Fas çöllerinden Arabistan çöllerine kadar yerleşik-göçebe her kültür bu bıçak darbesinden payını almıştır. Bu nedenle de halen sürekli olarak kanamaktadır. Her gün Hindistan içindeki Hindu-Müslüman çatışması, Keşmir, Çin Uygurları ve Afganistan-Pakistan’daki boğazlaşmalar, Rusya’daki Çeçenler ve diğerleri, İsrail-Filistin, Lübnan, tüm Arap ülkelerindeki kavgalar, Kürtlerin Türk-Arap-Farslarla çatışmaları, İran’ın mezhep savaşları, Balkanlardaki, Anadolu’daki İslam, Ermeni, Rum ve Süryanilerin tasfiyesi vb. saymakla bitmeyecek kadar olan, devam eden ve hiçbir kuralı olmayan bu çatışmalar ve savaşların kapitalist hegemonyacılığın ürünü olduğu inkâr edilebilir mi?

Ulus-devletlerin birliği olan BM’nin (Birleşmiş Milletler) müdahaleleri sonuç vermediyse, İslam ulus-devletlerinin birliği İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) etkili olamıyorsa, her günkü sayısız ulus-devlet diplomatik turları bıktırıcı olmaktan öteye rol oynayamıyorsa, neden yine ulus-devletin zihniyeti ve yapılanmasıyla bağlantılıdır. İlk ve ortaçağların dinselliklerinden bin kat daha tutucu ve kapalı inşa edilen bu ucube gerçeklik eğer sık sık karşımıza faşizmin kendisi ve her yerdeki uygulamaları biçiminde çıkıyorsa hiş şaşmamak gerekir. İnşanın kendisi hep savaşla olmuştur. Savaşla inşa edilmeyen tek bir ulus-devlet gösterilemez. Daha da vahimi, içte toplumla, dışta başka ulus-devletle sürekli savaş, çatışma ve gerginlik içinde olmayan bir ulus-devletten bahsedilebilir mi?

Ortadoğu’da ulus-devletlerin nasıl inşa edildiklerine ilişkin birkaç örnek sunmak, içyüzlerini anlamak açısından öğretici olacaktır. Bugünkü Irak 1920’lerden önce var olmayan bir ülkeydi. Ütopya olarak bile yoktu. Britanya İmparatorluğu’nun stratejik ihtiyaçları ve petrol çıkarları göz önüne getirilerek inşa edildi. İçindeki kültürel birimlerin durumu hiç dikkate alınmadı. Aralarında uyumlu yaşamaları için adil bir ilke konmadı. Başlarına toplumsal gerçekleriyle ilgisi olmayan bir kral getirildi. Bu kral daha ulusalcı geçinen askeri elitler tarafından devrildi. İlan edilen Cumhuriyetin cumhurla fazla ilişkisi olmadığından sürekli diktatoryal koşullarda yaşadı. Ulus-devletin doğasını kavramayan Saddam Hüseyin diktatörlüğü kendisinin idamıyla çözüldüğünde bütün pislikler ortalığa saçıldı. Bugünkü Irak’ı tanımlayacak herhangi sosyolojik bir kuram yoktur. Kaotik bir mekân olarak herhalde varlığını sürdürecektir.

Diğer yirmiyi aşkın Arap diye adlandırılan ülkelerin inşası da farklı değildir. Onları anlamlı kılacak tarihsel ve toplumsal gerçeklerle ilişkileri yoktur. Sınırları gibi tarihleri, marşları, bayrakları, rejimleri ve ulus dedikleri toplumları da tümüyle hayali varlıklar olarak hegemonik güçlerin çıkarları temelinde belirlenmiştir. Burada çok önemli olan husus, günün yirmi dört saatinde kutsalca tapınılan bu hayali varlıkların elle tutulur, gerçekten saygı duyulacak gerçek tarihe ve toplumuna sahip olmamasıdır. Hakikat olmayana en büyük hakikat payesi biçilmektedir. Tabii sadece propaganda olarak. Herhangi bir sorunu çözme ve mutlu bir toplum yaşamı oluşturma elbette beklenemez. Hakikati olmayanın çözümü de, mutluluğu da hayaldir.

İsrail’in inşası çok daha ilginçtir. Her ne kadar üç bin yıllık bir ütopyanın sonucu olduğu idea edilse de, o da son iki yüz yılın yapay varlıklarından biridir. İlk adımların inşasından son adımların inşasına kadar süreç baştan sona kanlıdır. Herhalde Yahudi halkı ve kültürü için bundan daha acılı başka bir yol tahayyül etmek zordur. Yanı başındaki Lübnan’ın inşası daha da gariptir. Nasıl durulacağı kestirilememektedir. Suriye adının bile nasıl seçildiği pek anlaşılır değildir. Yüzyıl öncesinde hepsinin yerinde daha geleneksel, belki de belli anlamlılıkları olan bir Osmanlı Vilayetleri kavramı geçerlidir. Tarihte geriye gittikçe ne vilayet adı kalır ne de ülke. İslamiyet’le birlikte yön duygusu temelinde bir adlandırma benimsenmişti. Belki de daha gerçekçi, belli bir anlamı olan ‘Beled-ül İslam’, İslam’ın Memleketi genel ad olarak kabul görüyordu. Pek mesele de yapılmıyordu. Ülke tapınması yoktu. Tapınılacak varlık sadece Allah’tı. O da toplumun ortak vicdanıydı. Sıfatlarıyla, isimleriyle belli bir kavramı oluşmuştu. Belki de daha doğru olan buydu.

Yeryüzünün kıtalar olarak oluşmadığı dönemleri hatırlarsak, yer ve ülke adlarını kutsallaştırmak pek derin bir hakikati ifade etmez. Bu demek değildir ki yerelin, bölgenin, ulusun ülkesinin, ümmetin arz’ının hiç anlamı yoktur. Vardır, ama tanrısallaştırılacak kadar değildir. Burada olumsuz olan aşırı abartmanın olumsal varlığın hakikatini silecek kadar baskın çıkmasıdır. Aynı yorumları ulus-devletlerin diğer kimlikleri için (bayrak, marş, ulus, tarih) de yapabiliriz. Sembollerin iletişimde, anlatımda elbette önemli yeri vardır. Fakat kutsal gerçeklikler olarak sunulmaları doğru sosyolojik bilgiye imkân vermez. Böyle bir sunuş şekillendireceği toplumu muazzam sorunlarla karşı karşıya bırakır. Fazlasıyla bıraktırmıştır da. Bunda esasen inşa mantığı sorumlu ve sorunludur. Kapitalist modernitenin tamamen hegemonik çıkarlarına göre belirlenen (mantığı bu olan) dünya ve bölge ulus-devletleri yerelin, bölgenin, ulusun, kentin, köyün (Bunların hepsi kalıcı ve evrensel gerçekliklerdir) hakikatleriyle bağdaşmazlar. Dolayısıyla aralarında ciddi çelişki ve çatışmaların yaşanması kaçınılmazdır. Adaletin, özgürlüğün ve demokrasinin üzerinde inşa edilmediklerinden, her zaman bu evrensel kavramların içeriğiyle çelişecekler, çatışacaklardır.

Ortaya çıkan sonuç, ulus-devlete ilişkin son iki yüz yılın edebiyatının çok az hakikat değeri ifade etmesidir. Çok anlam verilmeyen ilkçağ mitolojilerinden belki daha anlamsız bir mitolojik anlatımla karşı karşıyayız. Kanaatimce tek bir ulus-devlet adına dökülen mürekkebin değeri tüm ulus-devletlerden daha değerlidir. Değerlendirmemden çıkarılacak sonuç tümüyle devleti ve ulusu inkâr ettiğim, varlıklarını anlamsız bulduğum biçiminde olmamalıdır. Birer gerçeklik olarak devlet ve ulusun çok önemli anlamları vardır. Doğru çözümlenmeleri önemlidir. Hemen yıkılacak, yıkılması gereken varlıklar da değildir. Tehlikeli bulduğumuz bunlar değil, ulus-devletin inşa mantığı ve sürdürülme tarzıdır. Çünkü hep savaşı, soykırımı, mutsuzluğu çağrıştırıyor; toplumsal hakikatlerin budanmasını, değeri olmayanın aşırı yüceltilmesini çağrıştırıyor.

Kapitalizmin bizzat sistem olarak kendisinin Ortadoğu kültürüne olumlu olarak yansıtacağı bir değeri yoktur. Benzerine binlerce yıl tanıklık edilmiştir. Tarım, ticaret, para, sanayi kapitalizmi bölgede yaşanmıştır ve en uzun tarihe sahiptir. Bölge kültüründe ahlâkî ve politik toplum değerlendirmesi yapılmıştır. Belki sanayi devrimi bir ilave katkı sunabilirdi. Ama onun da doğuşunda endüstriyalizm olarak ideolojik bir sunum kazanması yıkım şeklinde tecellisine yol açtı. Endüstriyalizmin Ortadoğu kültüründe doğuracağı sonuç zaten zor ayakta kalan çevrenin daha da olumsuzlaşmasıdır. Zaten artan çölleşme, kıtlık, işsizlik, kirlilik (havada, suda, karada) halinde tüm olumsuzluklarını geliştiği, yerleştiği günden beri artanbir tempoyla kusmaktadır.

Bir gelenek olmaktan çok son iki yüz yılın modernist bir olgusu olarak geliştirilen ‘yeni İslam’ı da ulusdevlet kapsamında değerlendirmek daha anlamlı olacaktır. Bu İslam’ın din geleneği olarak değil, milliyetçilik olarak inşa edildiğini kavramak kilit önemdedir. Bölgesel milliyetçiliğin prototopidir ve oryantalizm damgalıdır. İslamî yaşamla ilgisi olmayan oryantalistlerin icadıdır. Avrupa hegemonik güçlerinin bölgedeki yayılımlarıyla yakından bağlantılıdır. Özellikle Alman hegemonyacılığıyla. Son dönemde Sovyet Rusya’sına karşı ABD hegemonyasıyla irtibatlıdır. İcat edilmiş siyasi İslam’ın tarihsel İslam kültürüyle ilgili olmadığını, İslam’ın bu türünün milliyetçilik olduğunu, amacının da kültürel direnişini parçalayıp bölgeyi güçten düşürmek olduğunu kavramak büyük önem taşır.

Son iki yüz yılın ulus-devlet oligarşilerini maskeleyen bir milliyetçilik ideolojisidir siyasi İslam. İran İslam Cumhuriyeti bu gerçekliği çok çarpıcı olarak sunmaktadır. Şia İslam’ı baştan sona İran milliyetçiliğidir; İran imparatorluk geleneğinin hegemonik ideolojisidir. Fakat orijinal kültür olarak, tarih olarak İslam hem farklı hem önemlidir. Bu gerçeklikteki İslam’ı çözümlemeden Ortadoğu kültürünü çözümlemek, ayrıştırmak ve bazı çözümlere konu teşkil edici kılmak mümkün değildir. Görev olarak çözümlemeyi bekleyen muazzam bir kültür deryasıdır. Özellikle başta Hz. Muhammed olmak üzere, doğuşundan günümüze demokratik öğe olarak İslam’la iktidarcı öğe olarak İslam’ı ayrıştıran bir tarih, bu temelde halkların, yerel ve bölgesel varlıkların tarihi yeniden yazılmayı bekliyor. Toplumsal tarihin bu paradigmayla geliştirilmesinin günümüzü aydınlatıcı değeri yüksek ve kesindir. Aynı yorumlamalar Yahudilik, Hıristiyanlık ve Zerdüştilik (Maniheizm gibi sentezler de önemlidir) için de geliştirildikçe, Ortadoğu kültürü doğruya yakın çözümlenebilecek ve anlam zenginliğine yol açacaktır.

Kültür çözümlemelerinde Sümer ve Mısır orijinlerikilit önemdedir. Tek tanrılı dinlerin, Kutsal Kitapların bu orijinlerden kaynaklandığı kanıtlanmış gerçekliktir. Hepsine analık eden Neolitik Çağ kültürünün tarihsel etkileri çözümlenmeden, hiçbir bir kültür yeterince aydınlatılamaz. Hegel kendi döneminin kültür çözümlemesini o dönemde ancak sınırlı olarak anılan Antik Çağ’a, Mısır kültürüne kadar dayandırır. Kültürel tarih derlenip yorumlanırken, ortaya çıkacak olan bir kültür Rönesans’ı olacaktır. Ortadoğu kültür gerçekliğinde bu görev henüz başarıyla yerine getirilmemiştir. Dinci ve milliyetçi tarih görüşleri, dogmaları sergilemekten öteye bir anlatı sunmuyorlar. Ortadoğu kültürünün sosyolojisinin yapılması ne kadar önemliyse, ortaya çıkacak sonuçların sosyoloji bilimine katkısı da o denli büyük olabilecektir.

İdeoloji ve yapılanma olarak ulus-devlet eleştirisi ne kadar önemliyse, alternatifini sunmak da ondan daha önemli bir görevdir. Herhalde bir alternatif geliştirirken gözetilecek temel ilkelerden birincisi kültürel bütünlüktür. On beş bin yılı aşkın tarih çağlarının hepsinde toplumsal kültürün iç içe bütünlük içinde oluşageldiği gözlemlenebilir. Bütünlük içinde gelişme halleri toplumun bütün alanları için geçerlidir. Bağlantılı olarak ikinci ilke, çözüm modellerinin ucu açık ve esnek kültürel kimlik anlayışıyla geliştirilmesidir. Ne altta ne üstte bütünleyici kimlik anlayışına sahip olabilen ulus-devletin asimilasyoncu ve entegrasyon karşıtı ideolojisi ancak ucu açık ve esnek kültürel kimlik anlayışıyla aşılabilir. Kültür gerçekliği bağlamında hakikat karşılığı olmayan ulus-devleti aşan modeller ilkesel önemdedir. Zihniyet ve yapılanma olarak ulus-devlet ne kadar aşılırsa, kültürel bütünlük temelinde çözüm modelleri o denli etkinlik kazanır. Gerçekte olduğu gibi hakikatte de vurgu bölge kültürüne karşıtlık temelinde dayatılan modernitenin yabancılaştırıcı, tekelci etkilerine karşı yapılmalıdır. O halde üçüncü ilke, hakikat olarak ifade tarzının, söyleminin ulus-devletin hakikat dışı sembolizmini hedefleme ve aşma temelinde geliştirilmesidir. Kapitalist modernitenin her üç ayağı üzerinde geliştirdiği tekelciliğe karşı demokratik modernitenin üç temel unsuru üzerinden bütünleyicilik, entegrasyon esas olmalıdır. Uygarlık tarihi boyunca ve en çok da modernitenin son iki yüz yılında bölge kültürüne dayatılan yabancılaşma, parçalanma ve dağılmalar ancak bütüncül yapılanmalar ve hakikat söylemleriyle aşılabilir.

Ortadoğu kültürüne ilişkin değerlendirme ve çözümlemeleri demokratik siyasi program önerisiyle sonuçlandırmaya çalışalım.

  • Kültürel bütünlüğün çatı örgütü Ortadoğu Demokratik Uluslar Konfederasyonu olarak inşa edilme Demokratik ulusların inşası mevcut ulus-devlet sınırlarına dayandırılamaz. Daha da önemlisi, demokratik ulusların çizilmiş sınırları olamaz. Yoğunlaşmış ulusal bölgeler, yereller, kent ve köyler olabilir. Ama çok uluslu karışık yereller, bölgeler ve kentler de olabilir. Daha normal olanı da budur. Tarih hep iç içe yaşayan kabile ve kavimlerle, din ve mezheplerle dolu sayısız bölge ve kentlere tanıklık etmiştir. Tarihte ünlü yetmiş iki milletli Babil’den boşuna bahsedilmemiştir. Ulusların ortak vatanı da olabilir. Tarih bu gerçekliğin örnekleriyle de doludur. Ayrıca saf toplum, saf ulus anlayışları asla bilimsel değildir. Şüphesiz aynı tek dili konuşan uluslar olabileceği gibi, çok dilli olanları da olabilir. Çok sembollü uluslara dair örnekler de az değildir. Tarihte örneği olmayan model ulus-devlet tekelciliğidir, homojenliğidir. Bu modelin gayri insani ve vahşi karakterini nedenleriyle birlikte çözümledik. Dolayısıyla ucu açık ve esnek ulus kimliklere dayalı demokratik uluslar konfederasyonu tarihsel ve toplumsal gerçekliklere uygun olmakla kalmaz, ideal ifadesidir de. Konfederasyonu bir devletler birliği olarak değil, demokratik komünler birimi olarak düşünmek gerekir. Demokratik komünler, içinde yer aldıkları ulusal toplumsal birimlerin yönetimi olarak düşünülmelidir. Oluşumları demokratik ilkelerin en iyi uygulanma ayrıcalığını taşır. Toplumun demokratik yönetiminin mükemmel örneğidir.

Konfederasyonun ulusları, iktidar ve devlet gücüyle değil, demokratik ilke ve uygulamalarla inşa edilir. Güce dayalı inşalar, özelikle iktidar ve devlet gücüne dayalı ulus inşaları, ne kadar idea edilirse edilsin, tüm ulusal çıkarlar gereği değil, oligarşik bir zümrenin egoist çıkarları içindir. Demokrasiye dayalı ulus inşaları gönüllü, adil ve özgürlük idealiyle sağlandığı için tüm ulusun çıkarlarına cevap verir.

Demokratik ulus kavramı ve gerçeği ulus-devlet çılgınlığına karşı geleceğin en anlamlı, barış, adalet ve özgürlük içindeki toplumunu ifade eder.

Demokratik konfederasyon hem kendinden daha büyük, hem daha küçük konfederal birliklere açıktır. Kıtasal ve dünyasal çapta demokratik konfederalizmi teşvik eder. Sadece başka bir dünyanın mümkün olduğunu değil, en gerçekçi, adil ve özgür dünyanın kendisi olduğunu ilan eder.

  • Demokratik konfederasyonun temel aldığı toplum, ekonomik ve Ekonomik olması pazarı tanıması ve tekelciliği reddetmesi anlamına gelir. Tekelcilik her türü sömürü ve baskıyla bağlantılı olduğu için reddedilir. Toplumsal bir pazar mümkündür. Tekellerin hâkimiyetine girmiş bir pazarın topluma hizmeti olamaz. Ancak sömürüye hizmeti olur. Ekolojik olmak ekonomik yaşamın çevreyle karşılıklı bağımlılık içinde olması demektir. Çevresel olmayan bir ekonomi toplumsal olamaz. Ancak sürekli birikim ve kâr peşinde koşan bir faaliyet hem ekonomi, hem çevre-ekoloji karşıtıdır.

Ekonominin birim ölçekleri komünlerdir. Ne ailelere dek bölünmüş başta toprak ve diğer üretim araçlarının mülkiyeti, ne de tersine tekellerin toprak ve araç mülkiyeti ekonomiktir. Bunlar ekonomiyi tehdit eden modernite ve uygarlık araçlarıdır. Her ekonomik faaliyet alanında azami verimlilik ve yararlılık karşılığında toprak ve araç üzerindeki komünal tasarruf ideal olanıdır. Ekonomiden dışlanan kadın, özünde ekonominin gerçek yaratıcısıdır. Kadın ve ekonomi et ve tırnak gibi birbirlerine bağlı öğelerdir. Ekonomik temel ihti yaçlar için ürettiğinden dolayı ne bunalım tanır, ne çevreyi kirletir, ne de iklimi tehdit eder. Kâr amacıyla üretime son verildiğinde, dünyanın kurtuluşu gerçekten başlamış demektir. Bu da insanın ve yaşamın kurtuluşudur.

  • Demokratik konfederasyonun ulus-devletlerle ilişkisi ne sonuna kadar savaş, ne de içinde asimile olmaktır. Bu ilişki birbirlerinin meşruiyetini kabul eden, barış içinde bir arada yaşamayı esas alan iki özne varlığın kabulüne dayalı ilkeli ilişkidir. Devrimle ne kadar devlet devrilse ve yenisi kurulsa da, özgürlüğe ve adalete hizmet açısından pek değişiklik Ancak demokratik modernitenin siyasi ayağı olarak demokratik konfederatif gelişmeler kısa, orta ve uzun vadeli adalet ve özgürleşmeyi sağlayabilecek yetenektedir.

Devletlerin toptan reddi veya kabulü özgürlük, eşitlik ve demokratik amaçlara hizmet etmez. Devletin, özellikle ulus-devletin aşılması bir süreç işidir. Demokratik konfederasyonlar üstünlüğünü ve toplumsal sorun çözümleyici yeteneğini kabul ettirdikçe kendiliğinden aşılacaktır. Bu demek değildir ki, başta ulus-devlet olmak üzere kapitalist modernitenin saldırılarına karşı savunmasız kalınacaktır. Demokratik konfederasyonların her zaman toplumu savunma güçleri olacaktır.

Demokratik konfederasyonlar sadece bir devletin içinde örgütlenme ile yetinemezler. Sınırların dışında da istedikleri kadar örgütlenebilir, üst konfederal birlikler oluşturabilir ve kendi diplomasilerine sahip olabilirler.

  • Ortadoğu’da halen devam eden ve tarihsel-toplumsal haksızlıklardan kaynaklanan birçok savaşın, çatışmanın ve gerginliğin ortadan kaldırılması için demokratik konfederalizm bir çözüm imkânıdır. Esas sorumlu olan kapitalist modernite ve ulus-devlet engeline karşılık, demokratik konfederalizmin çözüm yolu barışın, adaletin ve özgürlüğün Bu çerçevede öncelikle savaşı ve çatışmaları durdurmak, gerginlikleri bertaraf etmek için tarihsel haksızlıkların giderilmesi için çaba harcamak önemlidir. Ulus-devlet ilke ve uygulamalarını esas almayan demokratik çözümler ivedilikle gündemleşmelidir. Ermeni sorunu için sadece hudutların açılması yetmez; Ermeniler demokratik komünal yerleşimlere de sahip olmalıdırlar. Bunun için kolaylıklar sağlanabilir. Asuriler, Aleviler, Rumlar, Türkler, Kürtler, Araplar, diğer Hıristiyanlar ve Yahudiler için de aynı ilke ve uygulamalar esas alınmalıdır. Ulus-devletçi yaklaşımlarda ısrar edildikçe, İsrail-Filistin, Irak Kürt-Şii-Sünni, Keşmir, Berberi, Pakistan-Afganistan, Belucistan, Kürdistan, Lübnan, Sudan ve daha birçok alandaki sıcak savaşların sürmesi kaçınılmazdır. Demokratik konfederatif yapılanmalara bu nedenle de acil ihtiyaç vardır. Bölgenin herhangi bir sıcak alanında sağlanacak demokratik çözüm, etkisini zincirleme bütün sorun teşkil eden alanlara yayabilir. Bu nedenle Ortadoğu’nun geleceği demokratik konfederalizmdedir.
  • Sistem karşıtı hareketlerin yeniden durum değerlendirmelere ve kendilerini gözden geçirmelere ihtiyacı vardır. Bir yerde sorunlar had safhaya varmışsa ve hareketler çözümleyici olamıyorsa, sistem çözülse bile sorunlar çözülemez.

Kadın ve çevre sorunlarına ilişkin hareketlerin moderniteyi aşmadan amaçlarına tutarlı olarak yürümeleri mümkün değildir. Kendilerini demokratik toplum hareketinin bütünlüğüne bağlamaları tutarlılık ve başarı için şarttır.

Eski reel sosyalist süreçlerin ürünleri olan sol hareketlerin iktidar odaklı olmaktan çıkıp demokratik odaklı örgütlenmelere dönüşmeleri doğru çıkış yolu olacaktır. Sendikal ve partisel hareketlerini dar ekonomizmden kurtarıp demokratik toplumsal hareketlerin bütünlüğüne bağlamaları çıkış yapmaları ve başarılı olmalarının gereğidir.

Diğer gelenekselci, kültüralist, yerel, bölgesel ve ulusal hareketlerin yaşadıkları sorunların çözüm yolu olarak modernitenin değişik kavram, kuram ve kurumlarına odaklı yapılanmalarını ve hakikat ifadelerini değiştirmeleri, demokratik modernitenin kuramsal ve yapısal unsurlarıyla bütünleşmeleri çıkış ve başarıları için şarttır. Yeni enternasyonalizm ancak kapitalist moderniteyi, özellikle ulus-devleti aştıkça mümkün olacaktır.

  • Kapitalist modernite karşıtı ideolojik ve politik akımlar pozitivist sosyolojiyi aşan sosyal bilim çalışmalarına dayanmak durumundadır. Pozitivist sosyoloji kapitalist modernitenin hegemonik yükselişinin tekelci ortaklarındandır. Sürecin olumlu ve çok değerli bilimsel çabalarının ürünlerini sermaye ve iktidar tekellerine işbirlikçilik sermayesi olarak peşkeş çekmiş, ortak kılmışlardır. Dolayısıyla sistemin hizmetine koşturulmuş bilim tekelini kırmak, olumlu mirası devralmak ve somutun eleştirisiyle sentezleyerek hakikat halinde sunmak yeni sosyal bilim çalışmalarının özüdür. Sistem karşıtı her ideolojik, politik ve ekonomik faaliyet bu çalışmaları esas alarak gelişmesini başarıyla sürdürebilir. Sosyal bilim çalışmalarının temel bilimleri akademi ve enstitü kurumları olarak inşa Bu kurumlar ihtiyaca göre her türlü toplumsal ilişki alanında kuru labilir. İdeolojik akım kurumsal süreçten geçen bilgilerin toplumsal alanlara uyarlanma faaliyeti olarak tanımlanabilir. Ortadoğu kültüründe zengin bir tecrübe mirasına sahiptir. Dinlerin ilk yayılış dönemleri, tarikat ve mezhep inşaları bu çalışmaları yansıtır.

Günümüz sivil toplumunu da bu çalışmaların eksik de olsa bir örneği saymak mümkündür. Önemli bir sivil toplum hareketi olan feminizm, esasta ideolojik akımdır. Bilimsel temele dayanmak durumundadır. Fakat kadın üzerinde muazzam ağırlıktaki hiyerarşi, iktidar ve devlet gücünü arkasına alan erkek egemen cinsiyetçi toplumu çözümleme ve çözme modellerini sunmada ve bu çabayı yaşamlarıyla somutlaştırmada güçsüzlük ve başarısızlıkla sıkça karşılaşmaktalar. Olağanüstü kişilikler olmadan özgür kadın militanlığı başarıyı zor yakalar. Sınırlı başarıları da cinsiyetçi toplumun günlük ve çok kapsamlı yönelişleriyle asimile edilir. Yine de kadın özgürlüğü eksenli ideolojik, politik, ekonomik komünlerin oluşumu ve pratiği vazgeçilmezdir.

Ortadoğu kültürünü demokratikleştirirken, sivil toplumu adeta yeni dönemin kabile ve klanları gibi değerlendirmek, aynı yaklaşımı dinsel gelenekler için de göstermek, özcesi sosyal bilimi klan, kabile, mezhep, tarikat ve din kuruluşlarının yaşantılarını andırırcasına, gerektiğinde bu geleneklerin mirasıyla bütünleştirerek, gerektiğinde onlar gibi kendini örgütleyerek yürütmek başarı için esastır.

Politik akım ve hareketler ideolojik akım ve hareketlerden farklılıklar taşısa da, aralarında sıkı bir ilişki vardır, olmak durumundadır. İdeolojik değeri olmayan politik akımlar fazla değerli olmadığı gibi, politik gerçekliğe yansımayan ideolojik akımlar da değerli mertebeye yansıyamazlar. İdeolojik mücadelenin temel amacı ahlâkî ve politik toplumu geliştirmektir. Ahlâkî ve politik toplumu geliştirmek ancak sosyal bilime dayalı ideolojik eylemle mümkündür. Daha doğrusu, ahlâkî ve politik eylemlilik sosyal bilimsiz geliştirilemez. İktidar ve sermaye tekelleri karşısındaki toplumu ancak sosyal bilime dayalı ideolojik ve politik eylemle koruyup geliştirebiliriz. Ortadoğu politik kültüründeki hiyerarşik, iktidarcı ve devletçi miras ayıklanmadan, güncel gerçekliklerine karşı günlük yaşam tarzı haline getirilmiş bir ideolojik ve politik eylem yürütülmeden demokratikleştirilmesi sağlanamaz.

  • Kapitalist modernitenin hegemonik merkezi olan Avrupa’nın tekelci güçleri beş yüz yıllık savaş, çatışma ve gerginliklerden çıkardıkları dersler temelinde 1950’lerden sonra bünyelerinde köklü reformlara giriş AB (Avrupa Birliği) bu derslerin sonucudur. Hedefleri kapitalist moderniteyi aşmak değil, daha yaşanabilir ve sürdürülebilir kılmaktır. Ortadoğu kültüründe bu reformların etkisiyle demokratikleşme zordur. Modernite tekelciliğin en olumsuz sonuçlarıyla bölge kültürünü daha çok çelişki, çatışma ve savaş ortamına çekecektir. Ancak modernite anlayış ve yapılanmasından köklü bir kopuş ve alternatif moderniteyle bundan kurtulunabilir. Demokratik modernite bu tarihsel ve köklü ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Kapitalizm, endüstriyalizmi ve ulus-devletçiliği ekonomik toplum, ekolojik toplum ve demokratik konfederalizm alternatifiyle karşıtlayan demokratik modernite, Ortadoğu kültüründe demokratikleşmenin temel etkeni konumundadır. Tarihsel arka planda hâkim uygarlığın hep karşısında yer almış, tarım-köy toplumunu, göçmen kabile boylarını, zanaatçıları ve kölecilik karşıtlarını modernite karşıtlarıyla sentezleyen demokratik modernite güçleri, ekonomik toplum, ekolojik toplum ve demokratik ulusal toplum devrim ve reform çabaları temelinde kapitalist modernitenin üç unsuruna karşı uzun vadeli mücadeleyle üstünlüğünü kanıtlayabilecektir.

İki farklı ve çelişkili modernite arasında hep savaş veya barış olacaktır demek doğru bir yaklaşım değildir. Devrim ve reformlar karşıt hamlelerle birlikte savaşlı ve çatışmalı gelişebileceği gibi, barış içinde uzlaşmalar biçiminde de gelişmesini sürdürebilir. Moderniteler aralarında bazen yoğunlaşarak savaş süreçlerine, bazen uzlaşarak barış süreçlerine açık karmaşık ilişkili ve çelişkili yapılanmalardır. Birbirlerine alternatif olmaları ‘kısa’ ve ‘orta süre’ kavramlarıyla ifade edilen günlük olay ve siyasetlerle … Uygarlık ve moderniteler arasında beş bin, beş yüz, iki yüz yıldır süren mücadele ve alternatif olma çabaları halen tüm hızıyla devam eden süreç işidir. Dünyanın her alanında olduğu gibi, Ortadoğu kültürel alanında da kısa, orta ve uzun vadeli alternatif yaşam tarzı, örgütlenme ve eylem anlayış (strateji) ve uygulamalarıyla (taktik) yapısal kriz içindeki kapitalist modernite aşılacak, demokratik modernite değerleri başat çağ olarak gerçekleşecek ve anlam bulacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.