Düşünce ve Kuram Dergisi

Savaşların Dönüşen Niteliği ve Kürt Meselesi

Nimet Sevim

Kavramsal Çerçeve

İktidarcı zihniyet tarafından askeri bir deha olarak lanse edilen Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı çalışması, savaş veya çatışmalar üzerine yapılan neredeyse tüm araştırmalarda referans kaynak olarak kullanılmaktadır. Peki Clausewitz’e göre savaş nedir? ‘Düşmanı irademize kabule zorlamak için bir şiddet kullanma eylemi’ ve aynı zamanda ‘siyasetin başka araçlarla devam etmesidir.’[1] Dikkat edileceği üzere, bu çıkarımda savaş çelişkilerin asli çözüm platformu olarak görülüp ele alınır. Hakikat, anlam savaşından ziyade askeri savaşta aranır. Fakat Foucault’ya göre ise tersi doğrudur: “Doğa gereklerine ya da düzenin işlevsel ihtiyaçlarına inanmamıza yol açan unutuşların, hayallerin ve yalanların altında savaşı bulmak gerekir. Çünkü savaş, barışın şifresidir. Tüm toplumsal varlığı da sürekli olarak bölüp durur; her birimizi bir kampa ya da başka bir kampa yerleştirir.”[2] Yine benzer eleştirel yaklaşımda Wallerstein, savaşı serbest piyasa ekonomisinin istikrarı ve kusursuz temini için büyük güçlerin yayılmacı ve düzenleyici faaliyetleri olarak görür. Kant ise savaşı, bütün kötülüklerin kaynağı ve ahlaksal bozulmanın uğrağı olarak betimleyerek ‘ebedi barış’ önerisinde bulunur.

Abdullah Öcalan’a göreyse, savaşı esas alarak iktidar güçleri dayatırlar. Çünkü varlık nedenleri halkın elindeki birikimlere bu yolla en kestirmeden el koymaktır. Başka bir deyişle, savaşçıl bir toplumsal düzende değerlerin gaspı ikna yerine zor ile yapılır. Bu durum toplumsal doğayı derinden yaralar ve sakatlar. Nihayetinde savaş, toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimi olarak kendini var eden bir olguya dönüşür. Halklar ve ezilen sınıflar ise varlıklarını korumak için zorunlu ve meşru olarak direniş savaşıyla bu talancı dayatmaya karşı cevap verirler. Toplumların korunma refleksleri gelişerek yabancılaştırıcı savaşa karşı toplumsal varlığı koruyucu öz savunma savaşı biçimini alırlar. “Savaşlar halkın seçeneği değil, varlıklarını, onurları ve özgür yaşam düzeylerini korumak için gerekli olan mecburiyetlerdir.”[3] Bu anlamda, topluma karşı yürütülen savaşın kendisi olan iktidar eylemi ile buna karşı toplumun meşru savunmasını aynı içerikte görüp değerlendiremeyiz.

Genel olarak savaşın kendisi iktidar amaçlı olup çelişkileri çözerek aşmaya değil, daha da yozlaştırmaya ve siyasetin tasfiyesine hizmet eder. Bu yaklaşımın temelinde, çelişkiye zemin olan ikilem üzerinden taraflardan birinin tümüyle boyunduruk (tahakküm) altına alınması ve bu yolla çelişkinin ortadan kaldırılması veya kaldırılabileceği kavrayışı bulunmaktadır. Tarihsel deneyler ve bilimsel gerçeklik bu bakışı doğrulamamaktadır. Çünkü çelişkiye taraf olan ikilemler zor yoluyla ortadan kaldırılamaz. Ancak zamanla işlevsizleştirilerek aşılabilirler. Nasıl ki doğada karşıtların birbirleriyle yüklenerek dönüşmesi söz konusuysa, toplumsal ikilemlerde de karşıtların mücadelesini zıtların birbirlerini yok etmesi temelinde değil dönüşümü üzerinden kavramak daha bütünlüklü bir yaklaşım ortaya çıkarır. Öcalan, karşıt sistemi yok etmek değil ilkeli mücadele yoluyla aşmanın esasını demokratik anlayışın merkezine oturtur. Bu da devletin ve toplumsal sorunların savaşla değil, siyasetle aşılması mücadelesidir. Muktedirler iktidarlarını ‘topluma karşı bir savaş’ olarak kurarlar. Savaş, muktedirin uhdesinde kurucu bir kavrama dönüşür. Savaş mefhumu, iktidar merkezli siyaset ve idareciliğin sultası altında hem nedeni hem sonucu oluşturan sosyal bir değişken olarak topluma karşı farklı araç ve yöntemlerle yürütülen büyük bir makineye dönüştürülür. Bu makinenin çalışabilmesi için rızanın imalatı, toplumsal ikna ve kabul süreçlerinin üretilmesi, kitlelerin içinde ve kitleleri savaş mefhumuna yabancılaştırarak yakıt olarak kullanılır. Dolayısıyla savaş olgusu, tekelci güç ilişkilerine dayanarak toplumun ahlaki ve politik yapısını sömürgeleştiren çok yönlü komplike bir taarruz siyasetidir. Farklı bir anlatımla; kendisine iktidarın meşruluk elbisesi giydirilerek, hukuk kılıfına bürünmüş ve kurumsallaşmış çerçevesi olan savaş makinesi toplumdan bir sapmadır. Toplumlara kabul ettirmek istedikleri hususlar, zorla ve meşru/yasal organlarıyla kompleks bir savaş makinesi üzerinde dayatılır.

Devlet merkezli savaş-siyaset yaklaşımı bir süreklilik içinde düşünülmelidir. Egemenlerin çıkarlarını tesis etmek amacıyla var olan yasalar, kurumlar, ekonomik eşitsizlikler ve hatta toplumsal-siyasal dil içinde savaş yeniden kodlanır. Savaş makinesi ise sürekli olarak toplumu gözetleyen, kontrol eden ve baskılayan bir kumanda merkezi biçiminde tasarlanan karargah görevini üstlenir. İktidar odaklı ve devlet merkezli siyaset, savaş makinesinin içerisinde yeniden kodlanır ve kumanda edilir. Topluma karşı yürütülen fiziki savaşlar, özel ve psikolojik savaşlar ise bir arada yürütülür. Biri diğerinin yerine ikame edilemez. Farklı disiplinler olduğu için üst üste binmiş, fakat birbirini besleyen pratiklerden müteşekkildir. Topluma karşı fiziki ve mecazi araçlarla savaşma kapasitesi, politik toplum bileşenlerini tutsak alıp egemenliklerine bağlayarak iktidar hanelerine hapsederler. İktidara eklemlenerek hapsedilen toplumsal unsurlar ise, devletin hizmetine girerek sömürü nesnesi haline gelir. Sermaye ve iktidar tekeli, böylece savaş yoluyla kümülatif bir tarzda Öcalan’ın daha açıklayıcı tasviri ile ‘yuvarlanarak büyüyen kartopu’ misali birikim zeminini yeniden üretir.

Böylesi geçiş dönemlerinde; bir yanda toplumun demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi damarının, geleneğinin mücadelesi, diğer yanda ise savaşı merkezine alan iktidarcı kliklerin, güçlerin ve geleneğin kendisini koşullara uyarlayarak yeniden yapılandırma çabaları çok daha belirgin bir görünüm arz etmektedir. Bu mücadelenin sonucunun belirlenmesinde ise zihniyet, moral-ahlak ve politik bakımdan önceden hazırlıklı sistemli ve örgütlü olan güçlerin daha avantajlı olduklarını, sürece ve yeni oluşuma kendi amaç ve hedeflerini yansıtmalarının daha olası olduğunu söyleyebilmekteyiz. Nasıl ki iktidar toplumsal birimlerden tek tek bireylere, küreselden yerele kadar tüm düzlemlerde örgütlenmiş, propaganda ve savaşlar dâhil her tür eylem biçimine başvurmaktadır; demokratik toplum birimleri de tüm bu düzlemlerde direnişçi ve özgürleştirici örgütlenme, propaganda ve uygun/meşru eylem biçimlerini hayata geçirmek durumundadır.

Savaşın ana kaynağı, bir gasp ve sömürü tekeli olarak devlettir. Devleti kurumlaşmış ve meşruiyet kazandırılmış bir savaş makinası olarak yeniden tanımlamak konuya açıklık getirecektir. Devletin gelişimi ve zaman içinde aldığı forumlar savaş tarihinin gelişimi ve türevlerinin özet hali gibidir. Ulus-devlet formu, Hegel de dile geldiği gibi yeryüzüne inmiş tanrı kutsiyetindedir. Napolyon’un komuta ettiği emperyal savaşlarla mükemmel hale gelmiştir. Ulus-devletin diğer devlet forumlarından ayrı olarak farkı savaşı toplumsal yapının tümüne yayarak kalıcı hale getirmesidir. Sürekli bir savaş hali ile toplum, iktidar tekelinin taşıyıcı kolonu haline getirilmektedir. Bu savaş sadece ordularla yürütülmüyor, paranın komutasında ekonomik sosyal alanların tümünde tarihsel kültürel dokuların en kılcal damarlarına işleyecek derinlik ve genişlikte yürütülüyor. Özetle bütün kurum ve örgütlenmeleriyle topluma karşı sürekli bir savaş hali dayatılıyor. Bu nedenle Ulus-devlet ile birlikte ortaya çıkan toplumsal yapının özgürlük düzeyi dumura uğratılmıştır. Ulus-devlet formasyonun yarattığı etkiler, otoriter gösteri ve tüketim toplumu, tecavüz ve linç ‘kültürü’ ile faşist sürüleşme tasvirleri ile açıklanmaktadır. Devlet tekeli ile başlayan ve ulus-devlet formuyla kurumlaşan savaşçı toplum, ahlaki ve politik toplumun reddi ve sistematik olarak inkârı üzerinde varlık kazanıyor. Savaşçı iktidar toplumu ile demokratik toplumu özenle birbirinden ayırmalıyız. Tarihsel ve yapısal geçiş aşamalarında barışçıl demokratik toplum ile savaşçı devletli uygarlık toplumu arasındaki ikilemler ve mücadele halini çeşitli örneklerle gözlemlemek mümkündür. Neolitik toplumdan çıkışta, bir tarafta ihtiyar meclislerindeki kabile demokrasisinin direnci, diğer tarafta kabilenin bütününe ihanet eden kabile aristokrasisinin kendi hanedanlığını kurma çabaları. Büyük bir vicdan devrimi temelindeki Hristiyanlık ile aynı dinin üç yüz yıl sonraki devletleşmiş hali arasındaki uçurum, modern Avrupa tarihinin kaba bir özeti gibidir. İslam dinin çıkışındaki Medine Sözleşmesi’nde ya da reformcu Hz. Ali yanlılarının tutumlarında somutlaşan demokratik İslami toplum mücadelesi ile Emevi hanedanlığında sonuç alıcı aşamaya ulaşan iktidarcı-sultan geleneği arasındaki ikilem ve mücadele oldukça gerilimli ve kanlıdır. Kralı tahtından indirip giyotine gönderen Fransız Devrimi’nde demokratik komün geleneği ile ‘ulusa sahip çıkma’ iddiasındaki devlet merkezli uygarlık anlayışı arasındaki ikilem oldukça kapsamlı mücadelelere sahne olmuştur. Almanya’da dağınık haldeki prenslikler tarafından boyunduruk altında tutulmaya çalışılan halk topluluklarının demokratik esaslara dayalı konfederal bir örgütlenmeyle mi, yoksa merkezi ulus-devlet etrafında mı ağır ve yapısal sorunlarına çözüm bulabilecekleri tartışması merkezi-devletten yana sonuçlanırken, savaş makinesi yine iş başındadır. Nitekim Rus devriminin başlangıç aşamalarındaki Sovyetik örgütlenme esası ile giderek öne çıkan ‘sosyalist değerlere bağlı devlet’ iddiası ve proletarya diktatörlüğü arasındaki ikilemin bir sonucu olarak Sovyetlerin giderek etkisizleştirilmesi yine bu tarihsel çelişkilerin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

 

Savaşların Dönüşen Niteliği ve Yeni Savaş Doktrinleri

Savaş üzerine yapılan güncel akademik çalışmalarda tarihsel olarak dört nesil savaş konseptinin varlığına işaret edilmektedir. Savaşın nesiller arası çeşitliliklerine geçmeden önce bu tarihsel tasnifin modern devlet olgusu ile başlatıldığına dikkat çekmek gerekir. Sınır ve toprak kavramı üzerinden temellendirilen modern teritoryal devlet tasarımının temel örgütlenme modelini ordu ve savaş yapma kapasitesi çerçevesinde kurgulamıştır. Bu çerçevede, maddi üretim ve vergilerin temini gibi temel ekonomik konular, devletin savaş yeteneğine biçilen ehemmiyet ölçeğinde örgütlenmiştir. Zora ve savaşa yönetsel düzeyde duyulan bu ihtiyaca binaen şiddet ve disiplin toplumların yaşamlarında giderek daha merkezi bir konum kazanmıştır. Devlet kendisine bağlı olan ordu ile simgeleşerek yakın dönemlerde daha da sağlam kurumsal temellere ulaşmıştır. Bu kurumsallaşma süreci, 20. Yüzyılda özgül bir savaş pratiği olarak “topyekûn savaş” düzeyine ulaşarak doruk noktasına ulaşmıştır.[4] 1789 Fransız Devrim’i bu bağlamda bir kırılma noktası olarak görülebilir. Devrim ile birlikte yaşanan büyük alt üst oluş, toplumsal ve siyasal hayatı derinden etkilemiş ve büyük dönüşümler yaşanmıştır. Savaş olgusu ise kademeli olarak kitlesel bir nitelik kazanacaktır. Zira, yaşanan kitlesel dönüşüm ile topyekûn bir karakter kazanan savaş olgusu ulus-devlet tasarımı içinde yeniden üretilmiştir. ‘Yurttaş’ kavramı savaş makinesinin içinde anlamlandırılarak vatanı ve mensubu olduğu ulus için savaşan ‘yurttaş-asker’ kurgusu tekil bir düzeyde kurgulanırken, ‘halk-ordu’ figürasyonu çerçevesinde de kitlesel bir veçhe kazanır. Milliyetçi ve şoven bir propaganda eşliğinde karşıdakinin düşman olarak görülmesi, önce savaşın-şiddetin toplumsal bir meşruiyet zemininde üretilmesine ve ardından topyekûn bir hal almasına imkan sağlamıştır.

Topyekün savaş çağının alametifarikası ise sanayi devrimidir. Sanayi devrimi öncesi savaşların karakteri topyekün olmaktan uzaktır ve genellikle birinci nesil savaşlar olarak adlandırılırlar. Zira; çok sayıda piyade ve geleneksel silahlarla sınırlı bir alanda gerçekleştirilen birinci nesil savaşlarda topçu ve süvari birliklerinin öne çıktığı, kazananın birkaç gün içinde belli olduğu, mevzilenme, manevra ve aldatmanın hoş karşılanmadığı gözlemlenmektedir.[5] Sanayi devrimi ertesinde ortaya çıkan ikinci nesilde savaşların belirleyeni ise teknolojik kapasitelerdir. Topyekûn savaş olarak tasvir edilen ikinci neslin en çok bilinen ve tartışılan örnekleri I. ve II. Dünya Savaşlarıdır. Dünya savaşları, sömürgeciliğin yüksek üretim düzeyi ile ortaya çıkan toplumsal artı değeri gasp etmek adına küresel düzeyde pazar hâkimiyeti arzusunun dışavurumudur. Bu motivasyonu sağlayacak askeri ve sivil alandaki teknolojik dönüşümlerin (buhar gücüyle çalışan makineler, demiryolu, elektrikli telgraf ve de yiyeceklerin daha uzun süre saklanmasını sağlayacak teknolojilerin) kitleselleşmesi ise savaşın ulusun tümü tarafından desteklenmesini ve yürütülmesini sağlamıştır. İki dünya savaşının ertesindeki Soğuk Savaş dönemi ise üçüncü nesil olarak kategorize edilir. Bu dönem çoklu savaş odakları ile değil hegemonik güçler arası askeri ve jeopolitik rekabet ile tanımlanır. Yürütücülüğünü ABD ve SSCB yaptığı bu iki kutuplu sistemde topyekûn savaştan ziyade savaşların çevre ülkelerde gerçekleştiği ve süper güçler arasında zorunlu barışın olduğu bir siyasal panorama vardır. Bu dönemde savaş olgusuna eşlik eden barışçıl alternatifler ön planda tutulsa da, aslında Soğuk Savaş dönemi nükleer silahlanmanın 1970’lere kadar kontrolsüz şekilde artışı sonucu ortaya çıkan ‘dehşet dengesi dönemi’ olarak da tanımlanabilir.[6] Yine üçüncü nesil savaşlarda öne çıkan unsurlardan olan manevra ve hız kabiliyetleri bu dönemin belirleyici özelliklerindendir.

Sovyetlerin çöküşünden günümüze değin süregelen mevcut zaman dilimi içindeki savaşlar dördüncü nesil olarak adlandırılmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında giderek görünür hale gelen küreselleşmenin yarattığı etki ile birlikte uluslararası sistemde yaşanan derin değişimin, devlet ve devlet dışı aktörler arasındaki işbirliği modelleri kadar çatışma modellerini de şekillendirdiği görülmektedir. Bu noktadan hareketle dördüncü nesil savaş stratejilerinin kendisinden önceki savaş ayrımlarından oldukça farklı olduğu gözlenmektedir. Artık konvansiyonel savaş yerine terör ve gerilla eylemleri ile şekillenen bir muharebe sahasının olduğu, toprak hâkimiyeti yerine nüfusun kontrolünün strateji olarak belirlendiği ve ağırlıklı olarak profesyonel paralı askerlerin kullanıldığı bir savaş olgusu söz konusudur.[7]

Görece daha karmaşık ve zamana yayılmış düşük yoğunluklu çatışmaların varlığı, bilinen anlamıyla savaşın milli sınırları aşması, düşman olarak addedilen grupların dil, tarih ve kültürüne dönük doğrudan saldırıların geliştirilmesi, askeri güce eşlik eden iletişim araçlarının ortaya çıkardığı manipülasyon olgusu, algı operasyonları, özel ve psikolojik savaş vb. dördüncü nesil savaşın diğer karakteristik özellikleri biçiminde sıralanabilir.

Yeni nesil savaşları betimleyen tüm işaretlerin ortaya çıkardığı en hassas durum savaş ve barış arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıdır. Yine giderek savaşın ana bir karakter olarak küresel devletler ile toplum arasında derinlik kazanması; topluma karşı açık, örtük ve kapsamlı bir savaş halinin yaşıyor olmasıdır. Böylelikle belirlenmiş muharebe alanlarının veya cephelerinin olmadığı, siviller ve askerler arasındaki farkların ortadan kalktığı; demokratik toplumun hedef alındığı bir aşamaya geçilmiştir. Dördüncü nesil savaş doktrinleri içinde Asimetrik Savaş yaklaşımının özel bir bağlamı vardır. Başka bir deyişle, simetrik savaş doktrinleri yerini asimetrik savaş doktrinlerine bırakmıştır. Asimetrik savaş doktrininde düşmanı yok etmeyi doğrudan hedeflemeyip onun maneviyatını ve kazanma azmini kırmak suretiyle etkili olmak amaçlanmaktadır. Terörist saldırılarla toplumu yıldırmak ve asimetrik savaş unsurları ile hasım tarafın hareket ve tepki kabiliyetlerini kısıtlamak, teknolojik iletişim araçları, sivil toplum örgütleri ve benzeri aktörler vasıtasıyla hasmın düşman karşısında çaresiz olduğu psikolojisine düşürmek ve kararlılığını yitirmesini sağlamak temel taktiklerdendir. Asimetrik savaş, sivillerin günlük yaşamına en fazla tesir eden ve yaşam alanlarına verdiği zarar açısından maliyeti en yüksek olan savaşlardır.[8] Simetrik savaşın temel formasyonu olan devletin devletle savaşma prensibi, yerini devlet dışı politik aktörlere bırakan asimetrik savaş mimarisini inşa eden bir uzama evrilir. Bu durum, ulus-devletlerin Westphalia Antlaşması ile kurumsallaştırdığı şiddet kullanımı ve zor tekelini zayıflatan bir komplikasyon olarak ortaya çıkmıştır. Yeni savaş çalışmalarının bilinen isimlerinden Martin Van Creveld, Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı eserinde pragmatik biçimde ele aldığı devletler arası savaş döneminin kesin bir biçimde sona erdiğini, savaşların uzun süre kısık ateşte ağır ağır kaynatıldığı, düşük yoğunluklu savaşlar döneminin başladığını ifade ederek, Clausewitz’in yeni savaş çalışmalarında yeri olmadığını belirtmiştir.[9] Bu nedenle yeni savaş çalışmalarında savaş, çok farklı yaklaşımlarla ele alınmasına karşın öne çıkan teoriler ve teorisyenler bazı ortak noktalarda birleşirler. Öncelikle, dünyadaki çatışma bölgelerinin Avrupa’dan post-koloni bölgelerine kaydığını ifade ederler. İkincisi çatışmaların artık devletler arasında değil, devletler içinde gerçekleştiğini vurgularlar. Üçüncüsü, yeni savaşların araçları ve aktörleri bakımından eski savaşlarla benzerlik göstermediğini ortaya koyarlar. Dördüncüsü, yeni savaşların nedenlerinin eski savaşların nedenlerinden farklı olduğunu belirtirler. Beşincisi, sivillerin üzerindeki insani etkilerinin daha derin ve şiddetli olduğunu gösterirler. Altıncısı ise devletin yanı sıra devlet dışı aktörleri de savaşlarda analiz birimi olarak ele alırlar.

 

Kürt Meselesinin Siyasi-Askeri Boyutu ve Özel Savaş Doktrini

Danimarkalı Filozof Soran Kierkegaard, “İnsan iki şekilde kendini yanıltabilir; ilki olmayan bir şeye inanarak, ikincisi olanı görmeyerek.” der. Türkiye Cumhuriyeti’nin 97 yıllık büyük Kürt yanılgısının malul ettiği, kör ettiği devlet aklı, ilk olarak Kürtlerin olmadığına inanarak ve herkesi buna inandırmaya çalışarak; ikincisi de Kürtlerin bir halk, bir ulus olduğunu görmeyerek Mezopotamya’nın en kadim topluluklarından birine haşere sürüsü muamelesi yapmayı müstemleke bir memleket yaratmanın şanından sayıyor. Esasen Kürt meselesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce vardır. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kurucu asli unsur olan Türk kimliğinin ideolojik bir hat üzerinden tekçi bir paradigma olarak kurgulanması, sorunu bariz bir şekilde ortaya çıkarmış ve bir asırlık tarihi geride bırakarak üçüncü bin yıla taşırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti nezdinde Kürtlerin bir ulus olarak varlığı ‘güvenlik’ sorunu olarak kodlanmış ve yukarıdan aşağıya doğru yapılandırılan devletin kurucu algoritması içerisinde tahakküm altına alınması düşünülmüştür. Geçen yüzyıllık süre zarfında 29 kez isyan eden Kürt ulusunun 28 isyanı tenkil ve tediple bastırılmış, 29. isyan “düşük yoğunluklu savaş” haliyle hâlihazırda sürmektedir. 29. isyan olarak nitelenen isyanın başlangıç tarihi 1984 yılıdır. Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Kürt Meselesini kimlik üzerinden değil, teritoryal bir bağlam üzerinden okumuştur. ‘Sömürge Kürdistan’ tezi, 29. isyanın kalkış noktasıdır. Nitekim kurtuluş tahayyülü, ‘sömürgesizleştirme’ bağlamı içinde yeniden ve yeniden üretilmiştir. Üç aşamalı halk savaşıyla genel bir devrime ulaşarak, Kürdistan’ı özgürleştirmek temel hedef olarak belirlenmiştir. Otuz yedinci yılını dolduran bu savaş, kendi içinde evrilen, değişen ve dönüşen yapısıyla ‘öz savunma’ anlayışı üzerinden kendini yeniden inşa etmektedir. Geçen süre içerisinde Türk devletinin birincil sorunu olan Kürt meselesi, Rojava deneyimiyle birlikte uluslararası bir hüviyet kazanmış durumdadır. Kürt meselesi görmezden gelinemeyecek kadar yakıcı bir hale evrilmesine rağmen, Kürtlerin politik bir aktör olarak uluslararası güç matrisleri içerisinde farklı etnik kimliğe, dile ve kültüre sahip bir topluluk olarak katılımlarının ve temsilinin önündeki açık engellerin hiçbiri henüz ortadan kalkmamıştır. Türkiye’nin yüz yıllık tarihi hangi vechesiyle ele alınırsa alınsın, güvenlik politikaları her zaman demokratik siyasete galebe çalmış ve güvenlik olgusu yurttaşlar için değil, müesses nizamın inşası için bir harç malzemesi olarak kullanıla gelmiştir.

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi, ülkenin üzerinden buldozer gibi geçerken planlandığı şekliyle bütün toplumu depolitize etmiş, baskı ve şiddet politikalarının bizatihi devlet eliyle uygulanmasına imkan sağlamıştır. 6 Kasım 1983’e kadar süren cunta rejimi, Türkiye’de köklü bir değişimi ve yeniden yapılandırmayı hayata geçirecek yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştur. 1978 yılında ilan edilen PKK’nin lider ve öncü kadrolarının bertaraf edilmesi ve böylelikle Kürdistan devriminin de önünün alınacak olması yaklaşımı içerisinde hareket eden darbeciler, Türkiye devrimci solunu tasfiye etmeyi başarsalar da aynı başarıyı Kürdistan devrimcileri için gösterememişlerdir. 1980’li yıllardaki ANAP iktidarının sivilleşmeye yönelik siyasal retoriğine rağmen, pratikte 12 Eylül’ün inşa ettiği bu devlet formunu aynen korumuştur. 1990’larda ise, 12 Eylül’le kurulan Neoliberal Milli Güvenlik Devleti’nin kendisini daha da tahkim ederek yeniden üretebilmesinde üç faktör belirleyici olmuştur: Neoliberalizmin siyasal hegemonya krizi, siyasal İslamcılığın yükselişi, Kürt sorunu ve iç savaş stratejisi.[10] İlk ikisine nazaran Kürt sorunu ve iç savaş stratejisi devletin bütün kurum ve kuruluşlarınca üzerinde mutabakat sağlanan konu olmuştur. Kürtlerle mücadelenin her türlüsünün mubah sayıldığı çok kritik bir eşik olan doksanlı yıllar bu mutabakatın habercisi olacaktı. Peki sözü edilen 90’lı yıllar nedir ve bugüne bağlanmamızda ne gibi bir etkisi vardır? Türk devletinin Kürdistan özelinde yürüttüğü politikalar, modern savaş stratejileri bağlamında nasıl ele alınabilir? ‘93 Konsepti’ olarak hafızalarımızda yer eden sürecin yıkıcı etkileriyle hesaplaşmadan Kürt meselesinde gelinen yer neresidir?

Neoliberal kapitalizmin yönetilememe sorunu anlamına gelen siyasal hegemonya krizinin yarattığı boşluk, iç savaş koşullarıyla da elini sürekli güçlendiren Türk ordusu tarafından dolduruldu. Bu bağlamda, Charles Tilly’nin ‘Savaş yapmak, devleti yapmaktır.’ ifadesi, Türk devletinin Kürt meselesi karşısındaki sürekliliğin en kristalize hali olarak görülebilir. Zira; Kürt sorununun militarizasyonu ve sürekli iç savaş hali, ordunun siyasal alan üzerindeki vesayetini güçlendirdi. Güvenlik mefhumu içerisinde devlet yeniden üretildi. Özellikle, 1992-1993 yıllarında Kürt sorununun militarizasyonunda bir eşik aşıldı. Formel-enformel ve legal-illegal bağlantılarıyla paramiliter bir savaş makinesi inşa edildi. Devletlerin resmi güvenlik güçlerinin dışında oluşturulmuş devlet yanlısı silahlı grupları tasvir etmek için kullanılan paramiliter terimi hükümet yanlısı milisler, kontrgerilla, ölüm timleri vb. şiddet gruplarını kapsamaktadır.

Yani nitelik olarak, ölüm timlerinden devleti korumayı kendine misyon edinmiş kalabalık güruhlara, organize suç örgütlerinden aşırı-milliyetçi yapılanmalara kadar farklı kategorideki birçok silahlı grup, paramiliter başlığı altında ele alınabilir. Bu bağlamda Dr. Ayhan Işık’ın Türk devletinin paramiliter yapılanması konusunda tespitleri oldukça açıklayıcıdır: ‘‘Söz konusu yapılanmaların resmi silahlı birliklerden ayrıldıkları noktalar uzmanlar tarafından şöyle izah edilir: Birincisi yarı resmi veya gayri resmi devlet yanlısı silahlı gruplar olmaları onları ayrıcalıklı kılan bir durum. İkincisi, güvenlik bürokrasisinin hiyerarşik yapılanmasına oranla daha esnek ve farklı bir organizasyonel yapıya sahiptir. Bu yapı, onların dışa çıkma çeperlerini oldukça genişleten bir muhtevaya sahiptir. Üçüncüsü, eylemlerinden ötürü devlet kurumları tarafından reddedilebilir esnek bir ilişki ağına sahiptir. Dördüncüsü , askeri ve/veya siyasi stratejilerin parçasıdırlar. Beşincisi ortak ve genel özellik olarak iç-savaş benzeri çatışmalarda kullanılırlar. Altıncısı gerçekleştirdikleri eylemlerden dolayı kişisel ekonomik çıkar sağlamaları da örgütlenmelerin görünmeyen ve psikolojik harp unsurlarıyla perdelenen rant faktörüdür.’’[11]

Türk devletinin paramiliterizm siyaseti Osmanlı’dan günümüze kadar çeşitli kırılmalar ile birlikte bir süreklilik içinde ele alınabilir. Lakin; PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadele sürecini başlattığı 1984 yılı, Türk devletinin paramilitarizm siyaseti açısından oldukça hassas bir dönüm noktasına işaret eder. Bu tarihten itibaren Türk devleti kademeli olarak dördüncü nesil savaş stratejilerine odaklanmaya başlayacaktır. Oluşturulan gizli ya da açık Kuzey Kürdistan merkezli tüm sivil ve askeri yapılanmalar, yine Kürt toplumunu çözmek adına geliştirilen tüm sosyo-politik uygulamalar ve yeniden dizayn edilen hukuk sistemleri, mezar-zindan-sürgün arasına sıkıştırılan yaşamların sıradanlaştırılması, Türk devletinin savaş stratejisinin en belirgin işaretleri olarak okunabilir. 1985 yılında Köy Koruculuğu sistemi, 1982 yılında kurulan ve hem 1986 yılında, hem de 1993 yılında yeniden yapılandırılan Özel Tim yapılanması, 1987 yılında kurulan JİTEM ve asıl kuruluş tarihi 1980’lerin başı olan Hizbullah örgütlenmesi PKK ile mücadelenin aygıtları olarak inşa edildiler. Kürdistan’daki paramiliter yapılanma, 1985-91 yılları arası ağırlıklı olarak istihbarat toplama faaliyetleri içerisindeyken ‘Düşük Yoğunluklu Savaşın denge aşamasına gelmesi sonucu söz konusu yapılar, 1991-1996 yılları arasında ölüm mangalarına evrildiler.

1990-1994 yılları arasında genelkurmay başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Doğan Güreş İngilizce aslı “Low-instensity Conflict”den çevirip ilk kez süregelen çatışmaların adını koyacaktı: ‘Düşük Yoğunluk Çatışma.’ DYÇ konsepti, nizami olmayan savaşları imlemesi açısından oldukça önemlidir. Uluslararası literatürde; çete savaşları, küçük savaşlar, gerilla savaşları, ayaklanmalar, ayaklanmaları bastıran kontrgerilla savaşları, bölgesel savaşlar, ihtilalci savaşlar, ulusal kurtuluş mücadeleleri, uzun erimli halk savaşları DYÇ konsepti içerisinde tanımlanmaktadır.

DYÇ, savaşın kontrol edilebilir ve kabul edilebilir bir seviyede tutularak ortaya çıkan siyasal belirsizlik ve yönetememe krizinin dengelenmesi, aynı zamanda siyasal erkenin devamını sağlamaya dönük bir düzeni de ifade eder. Agamben bu durumu şöyle izah eder. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin de bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir.[12] Artık temel bağlam, gerilla hareketi ile destekçileri arasındaki bağın koparılmasını içeren ‘su-balık’ metaforuyla simgeleşen diyalektik üzerinden tasarlanmıştır. Böylelikle Türk devletinin Kürdistan’daki varlığı, psikolojik harp teknikleriyle toplumsal yapıyı bozarak Kürtlerin iradesini teslim almak için asimetrik bir uzamda işleyen savaş makinesine dönüşmüştür. Bu makinenin temel yönelimi ve çizdiği satıh ‘silahlı muhalif grup/gerilla hareketleri’ yerine onu destekleyen sivillerin hedeflenmesini içerir. Düzenli savaştan farklı olarak, sahada çarpışan askerler olmaksızın bugünkü biçimiyle esas olarak kitle iletişim araçları vasıtasıyla yürütülen gayrı nizami harbin biçimlerinden olan psikolojik harp teknikleri devreye alınır. Psikolojik harbin odak noktası ise hedeflenen kitlelerin zihinlerini ele geçirmektir. Bunun için en etkili araç olan medya organları savaşın kumanda karargâhı içerisinde yerini alır. Diğer sivil toplum kuruluşları, iş çevreleri, dernekler, sendikalar önce ele geçirilir, sonra algı operasyonlarıyla topluma karşı yürütülen savaşın parçası haline getirilirler.

1987-2002 yılları arasında Kuzey Kürdistan illerini kapsayan sınırsız bir kapsam ve yetki genişliğiyle donatılan ‘Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği’ mekânsal anlamda bir istisna hâlinin hâkim olması demekti. Mekânsal temeldeki istisna hali ‘öldürme bölgesi’ anlamına gelmektedir. Bu bölgede yaşayan insanlar, her türlü insan hakkından mahrumdur. OHAL, dışlayıcı bir devlet mekanizmasının bütün kurum ve kuruluşlarıyla, öldürme yetkisi de dâhil olmak üzere, bütün yetkilerin ‘özel savaş’ konseptine dayalı olarak gerçekleştirildiği ve hukukun kendini askıya aldığı bir düzeni ifade eder. Burada esas yetki ‘Özel Harp Dairesi’ ve uhdesindeki paramiliter güçlerdedir. Olağanüstü Hal Uygulaması kapsamında köylerin boşaltılması ve tahribi, mülklerin ve çevrenin yakılması, insanların ve malların hareketine sınırlama getirilmesi, faili meçhul cinayetler, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, yargısız infazlar ve bitip tükenmeyen psikolojik baskının orada yaşayan bütün insanların hayatın her alanına nüfuz ettiği ‘zincirleme travmalar’ dönemi olarak da tanımlanabilir.

Toplumu kırıma uğratan tüm ağır insan hakları ihlalleri hayatın olağan bir parçası haline geldi. Bu güvenlik siyasetinin temel belirleyicisi ordu iken, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organları, yeniden yapılandırılmaya başlanan dönemin polis teşkilatı da Neoliberal Milli Güvenlik Devleti’nin diğer kritik aygıtlarıydı. Terörle Mücadele Yasası kapsamında devlet eliyle gerçekleştirilen yaşam hakkı ihlalleri iddiaları genel olarak soruşturulmadı, açılan davalar çok uzun sürdü, karar verilen davalarda ise görevli sanıklar güçlü delillere rağmen aklandı. Cezasızlık, dokunulmazlık kural haline geldi. Ayrıca 1992-94 yılları arasında yapılan MGK toplantılarında da gündemin birinci maddesini PKK ve onun destekleyicisi olduğu iddia edilen Kürt iş insanları oluşturuyordu. Kamuoyuna Kürt işadamlarının çok zengin oldukları hatta Türkiye’nin en zengin yüz iş insanının yarısının Kürt olduğu pompalanıyordu. Kürt iş insanlarının her ay milyarlarca lira bağış toplayarak bunu PKK’ye gönderdiğine dair iddialar, iş insanlarının infazlarının alt yapısını oluşturmaya dönük psikolojik savaşın bariz bir taktiği olarak işlev görüyordu. 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren Özgürlük Hareketine karşı Türk devletinin yürütmüş olduğu savaş tarzı ise, yine dördüncü nesil savaş stratejilerden biri olan ‘şok ve dehşet’ doktrini uygulamasıdır ve ‘çöktürme planı’ çerçevesinde bu uygulamanın toplumsal ve siyasal yıkımları içerecek geniş bir kapsam içinde ele alınmaktadır. Bu savaş doktrini çerçevesinde devletin bütün baskı, zor ve ideolojik aygıtları harekete geçirilmiştir. Türk devletinin Kürdistan’da yürütmekte olduğu güncel savaş stratejisi, DYÇ’den beslenmekle birlikte ağırlıklı olarak gazeteci ve yazar Naomi Klein tarafından kaleme alınan ‘Şok Doktrini/Felaket Kapitalizmin Yükselişi’ adlı kitapta açıkladığı şekli ile, bir ‘şok doktrini’ üzerinden ilerlemektedir: “Normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal yapı-ekonomik sistem şok doktrinle kabul edilebilir hale getiriliyor.

Doğal felaketler, ekonomik krizler, darbeler, savaşlar, işgaller, 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı benzeri büyük terör eylemleri, Korona gibi önlenemez virüs salgınları, insanlık için birer trajedidir belki. Ama neoliberal açıdan bulunmaz fırsat kapılarıdır. Şok ve Dehşet, genelde tehditle işleyen toplumun belirli unsurları/kesimlerine, genelde insanlara ya da yönetim kademelerine anlaşılmaz gelen korkular, tehlikeler ve yıkıma yol açan olgulardır. İçinde yaşadığımız ve fırtınalar, kasırgalar, depremler, sel baskınları, kontrol altına alınamayan yangınlar, açlık ve hastalıkla şekillenen doğa, şok ve dehşet doğurabilmektedir.”[13] Çatışmasızlık sürecinin sona ermesinden bugüne Türk devletinin Kuzey Kürdistan ve Türkiye alanlarındaki pratiği dikkatli bir şekilde incelendiğinde; 177 insanı diri diri yakmaktan kendi elleri ile darbe yapmaya, olağanüstü hal ve pandemi koşulları altında toplumu yönetmekten kapsamlı sistem değişikliğine kadar, birçok uygulamanın bir şok ölçeğinde ele alınmakta olduğu görülecektir. Mevcut savaş stratejisinin zamana yayılan bir mantık üzerinden kurgulandığı ve temel amaçlarının ise Kürt halkının mücadele etme azmini kırmak, PKK’nin gelişmeler üzerindeki kontrolünü kaybettirmek ve devlete karşı stratejik düzeyde bir karşı hamle olasılığını imkânsızlaştırmaktır.

Öte yandan, Ortadoğu’da IŞİD sonrası süreçte savaşın doğasında küresel düzeyde bir değişim yaşandı. Robot ve bilgisayar teknolojisinde yaşanan muazzam gelişmeler, savaş teknolojisini de ciddi oranda etkiledi ve savaş konseptlerini farklılaştırdı. Duyuları artırıp zenginleştiren araçlar da insan unsurunun savaştaki rolünü ziyadesiyle değiştirdi. Çıplak insan varlığı bazı direnişler gösterebilir ancak artan teknik kapasite karşısında etki gücü oldukça sınırlı kalmaktadır. Coğrafyayı ve doğayı yaratıcı kullanma ve halk içinde derinlik kazanmayı amaçlayan ‘uzun süreli halk savaşı’ gibi seçenekler, konvansiyonel ordular karşısında kazanmayı sağlayabiliyordu. Ancak sözü edilen teknolojik gelişmeler şehirleşmenin seyri ve değişen üretim/tüketim alışkanlıkları ile birlikte ele alındığında direniş hareketleri açısından da savaşın kavranışına dönük yenilikçi değişimlerin olması kaçınılmazdır. Örneğin teknolojinin sunmuş olduğu fırsatlarla devletler için üretilen savunma sanayi araçlarının yeni gözetleme kapasitesi, direniş hareketlerinin kırsal hareket kabiliyetini oldukça sınırlandırsa da buna karşı etkili tekniklerle önlemler oluşturulabilir. Ayrıca Türk devleti özelinde sıklıkla reklamı yapılan ve aktif savunma ya da önleyici savaş bağlamında üretilmiş ‘insansız hava araçları’ (İHA) ve ‘silahlı insansız hava araçları’ (SİHA) yeni nesil savaşın seyrini belirlemektedir. Buna karşı da aynı oranda önleyici tedbirlerle direniş hareketi büyütülebilmektedir.

Türk devletinin yeni güvenlik ve savunma doktrini, Kürt meselesini giderek Ortadoğu bağlamında kavramakla birlikte, olası müzakerelerde güçlü olmanın yegâne şartını sahada kuvvet kullanmaktan geçtiğine odaklamaktadır. PKK’ye karşı savaşını Kuzeyden Güney ve Batı Kürdistan parçalarına kaydırarak, insanî ve finansal maliyeti yüksek olan askeri hamlenin altından kalkmayı hedeflemektedir. Lakin; Türk devletinin giderek daha geniş sahada PKK’ye karşı savaş vermesi, 1984 yılından beri ilk defa devletin bu savaş bağlamında asıl arzusunun bir örgütü yenilgiye uğratmakla sınırlı olmadığını ortaya çıkarmıştır. Türk devleti, değişen dünya dengeleri ve yeni jeopolitik unsurlara dayanarak, Kürt toplumunun tamamını demografik ve fiziki soykırım dahil hedef almış durumdadır. 4.nesil savaş stratejisini bütün teknik ve imkanlarını bu amaç temelinde kullanmaktadır. Türk devletinin sömürgeci karakterinin bir izdüşümü olarak görülebilecek mevcut savaş konsepti ile varlığını inkar ettiği Kürdistan coğrafyasını bütünlüklü bir şekilde kavramakta ve siyaseten süreklilik yakalayabilmek adına hem uluslararası ilişkilerin yapısal krizlerini, hem de devlet-içi çelişkileri fırsata dönüştürerek bir ‘ilhak ve işgal diplomasisi’ yürütmektedir.[14]

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki 1921 Anayasası ve sonrasındaki bürokratik, oligarşik cumhuriyete damgasını vuran inkârcı-tekçi zihniyet arasındaki ikilem de konumuz açısından baktığımızda, kapitalist modernite tarafından esas alınan “ulus-devlet” zihniyet ve modeli ile demokratik modernitenin demokratik ulus anlayışı ve modeli arasındaki ikilemi günümüzün görünür olanıdır. Yeni Savaş doktrini, düşük yoğunluklu çatışma, savaş dışı harekât, asimetrik savaş ya da kalkışma ile mücadele gibi yeni kavramlar tarihsel savaş makinesinin yeni organları olarak toplumsal bilinçaltına nüfuz eden ulus-devlet iktidarlaşmasının yeni formasyonu olarak, özellikle Ortadoğu ve Kürdistan sahasında, 3. Dünya Savaşı’nın stratejik ve taktik yönelimleriyle yeniden üretime tabi tutulmaktadır.

 

[1]       Burak Çakırca. Savaşı Siyaset ile Okumak: Clausewitz Paradigması Ne Söyler?. Muhafazakar Düşünce Dergisi. 56/6. 2019
[2]       Michel Foucault. Ders Özetleri 1970-1982. Çev: Selahattin Hilav. Yapı Kredi Yayınları. 2001
[3]       Abdullah Öcalan. Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü. Mezopotamien, 2010
[4]       Haldun Yalçınkaya, Kadir Tamer Türkeş. Yirmi Birinci Yüzyılda Çatışma Alanlarında Görülen Yeni Unsurlar. Güvenlik Stratejileri Dergisi 4/7. 2008
[5]       Metin Gürcan. Savaşın Evrimi ve Teorik Yaklaşımlar. Atilla Sandıklı (ed.). Teoriler Işığında Güvenlik, Sava ve Çatışma Çözümleri. Bilgesam Yayınları. 2012.
[6]       Ebru Canan Sokullu. Savaş Türleri. Güvenlik Yazıları Serisi / 22. 2019
[7]       Kıvılcım Romya Bilgin. Clausewitz’in Savaş Teorisi ve Yeni Savaş Çalışmaları. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi. 2015
[8]       Kıvılcım Romya Bilgin. Clausewitz’in Savaş Teorisi ve Yeni Savaş Çalışmaları. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi. 2015
[9]       İsmet Akça. Türkiye’de 2000’ler: Güvenlik Merkezli Siyasetin ve Siyasal Güvencesizliğin Devamlılığı. Başlangıç Dergisi. 2016
[10]   Muzaffer Ercan Yılmaz. Westphalia’dan Günümüze Savaş. Mustafa Aydın (der.). Uluslararası İlişkilerde Çatışmadan Güvenliğe Seçme Makaleler. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 2012
[11] Ayhan Işık. Devletin ve Toplumun Paramiliterleşmesi. Bianet. 2020
[12]  Giorgio Agamben. İstisna Hali. Çev: Kaan Atakay. Otonom Yayıncılık. 2006
[13]  Naomi Klein. Şok Doktrini: Felaket Kapitalizmin Yükselişi. Çev: Selim Özgül. Agora Kitaplığı. 2010
[14] Rênas Cûdî. Yeni-Kolonyal Müdahale ve İlhak Diplomasisi. Yeni Özgür Politika. 2020
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.