Düşünce ve Kuram Dergisi

Gladio Merkezi NATO ve Türkiye Uzantıları

Ali Fırat

Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletleriyle de birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı duruma sokma hareketidir. Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip, bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar. Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinde yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb. çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk; çünkü içinde dost geçinen var, gafil yoldaş var. Kürt halkının özgürlük tarihini, bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak, abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.

1925’ten itibaren Kürtlere, solculara, İslâmcılara hatta tüm farklı düşünce, hareket ve örgütlenmelere yönelik imha, göçertme, tutuklama, işkence ve asimilasyonlarda da ağırlıklı olarak aynı tekçi ulus-devlet zihniyeti rol oynar. NATO’nun Gladio örgütlenmeleriyle bu zihniyet, daha da geliştirilmiş olarak tüm emekçi toplum kesimlerinin, Türk ve Kürt demokratları ve sosyalistlerinin üzerinden bir buldozer gibi geçer. Kürtleri inkâr ve imha politikasıyla tamamlanmak istenen ulus-devletçilik, Cumhuriyet’i çözülüşün, devasa problemlerin, sürekli krizlerin, her on yılda bir başvurulan askeri darbelerin ve Gladio ile yürütülen bir özel savaş rejiminin içine çekmiştir.

Faşist unsurlar, NATO Gladio’sundan çok önce Kürtlere karşı gizli-açık bir özel savaş geliştirmişlerdi. Görünüşte anti-Cumhuriyetçi gerici unsurlara karşı Cumhuriyet değerleri savunuluyordu. Hâlbuki Kürtlerin, Cumhuriyet’e karşı bir hareketi yoktu. Cılız da olsa Ulusal Kurtuluş sürecinde kendilerine vadedilen eşitlik ve özgürlük haklarını talep ediyorlardı. Bu talebin, 1071 Malazgirt Savaşından başlayıp, 1514 ve 1516 Çaldıran ve Mercidabık Savaşlarına, oradan 1919-1922 tarihleri arasındaki Ulusal Kurtuluş Savaşına ve geride kalan yaklaşık dokuz yüz yıllık devlet iktidarının birlikte sürdürülmesinde komşu ve dost halklar olarak bir arada yaşamalarına kadar uzanan tarihsel kökleri vardı. Dışlanmalarının, hiçbir tarihsel ve toplumsal gerekçesi yoktu. Fakat Kürtler, Kapitalist Modernitenin faşist gerçeğini tanımıyorlar, karşılarındaki faşist tezgâhı kavrayamıyorlardı. Geleneksel ortak devlet ve komşu halklar hukukuyla hareket ediyorlardı. Bu yönlü beklenti içindeydiler.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sivil faşist unsurların bastıramadığı devrimci hareketlerin ancak askeri darbeyle durdurulabildiğini gösterir. Sistemin bu en muhkem kalesi, sürekli karşı devrimci sivil faşist hareketlerle takviye edilen askeri darbelerle korunabilmektedir. 1925’ten beri başta Kürt kimliği olmak üzere faşist moderniteyi tehdit eden tüm kültürel varlıklara ve demokratik kıpırdanışlara karşı savaş halinde olan Beyaz Türk Komplocu Sistemi, açığa çıkıp teşhir oldukça daha da çılgınlaşıyordu. NATO Gladio’sunun en güçlü operasyonel birimlerine sahipti. Tüm siyasi yapılanmaları, avucunun içine almıştı. Sınırlı ölçüde bir kontrolden çıkış ya sivil faşist odaklarla bastırılıyor ya da bu güçler yetmeyince tüm ordu harekete geçiriliyordu. Proto-Siyonist bir sistem olarak rol icra ettiği için küresel hegemonik güçlerce destekleniyordu. Halkını bu denli kontrole alan başka bir örnek yoktur. Dolayısıyla Beyaz Türk Modernitesinin bunalıma girmesi, küresel sistemi yakından ilgilendiriyordu. 12 Eylül faşist darbesiyle bunalımdan çıkılmak istendi. Ekonomik alanda dışa açılma ve Küresel Finans Sistemi ile bütünleşme, ideolojik alanda laik milliyetçilikle birlikte Türk-İslâm milliyetçiliğine yönelme ve laikçi ulus-devleti, Türk-İslâm ulus-devletiyle takviye etme, temel çıkış politikaları oldu. 12 Eylül darbesi, NATO Gladio’sunun en kapsamlı eylemiydi. Tüm Ortadoğu halklarının devrimci-demokratik eylemlerini kalıcı bir biçimde bastırmakla görevliydi. Günümüze kadar bu rolünü, sistemin tüm sivil faşist odakları ve yarı-militer unsurlarıyla birlikte yürütmeye çalışmaktadır. İktidar ve muhalefetiyle tüm siyasal partiler, aynı çarkın birer dişlisi olarak en önemli rolü oynamaktadır.

Gladio Hareketinin bir numarası olarak ABD, baştan itibaren hem 12 Eylül faşist darbesinin desteklenmesinde ve tüm demokratik ve sosyalist güçlerin tasfiyesinde hem de bu hareketlerin bir parçası olan Kürt hareketini tasfiye etmede aktif rol oynadı. 1984’ten sonra uygulanan tüm askeri imha operasyonlarını destekledi. Diplomatik ve politik tecrit uyguladı. En kapsamlı Gladio eylemi olarak Abdullah Öcalan’ın tasfiye edilmesinde, tüm NATO ve reel sosyalist sistemi kullandı. Türkiye’yi, Suriye’nin üzerine saldırttı. İsrail de zaten bu politikanın bizzat hazırlayıcısı ve ustaca uygulayan gücüydü. Suriye, bu kapsamdaki tasfiye hareketlerine karşı uzun süre direndi. Ama sonunda onlar da Rusya da ulus-devlet çıkarları gereği, bazı gizli anlaşmalarla, hâkim sistemle uzlaşmaktan geri kalmadılar. Esas belirleyici hegemonyanın, ABD önderliğindeki Kapitalist Modernite Sistemi olduğu, bu tasfiye sürecinde bütün çıplaklığıyla kanıtlandı.

Kürdistan’da, özgürlük hareketine karşı savaşan esas gücün, NATO’nun gizli ordusu Gladio güçleri olduğu, netleşmiş bulunmaktadır. 1985 yılında, Almanya merkezli NATO Gladio’su, harekete geçirildi, gizli yürütülen bir savaşın söz konusu olduğu, çok sonraları anlaşıldı. NATO kurulduğundan beri gizli ordu, en çok İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Almanya’da devrimcilere karşı harekete geçirildi. Sovyet Rusya’nın tehdit olmaktan çıkması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Türkiye dışındaki diğer NATO üyesi ülkelerde önemini yitirdi. Türkiye’de ise, tersine, çok daha üst düzeylere taşındı. İran Devrimi (1979) ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali (1980), bunda önemli rol oynadı. Ayrıca Ortadoğu’da oynadığı jandarma rolü nedeniyle Türkiye Gladio’suna sınırsız destek sağlandı. İsrail’i koruma istemi de bunda önemli bir etkendir. Petrol kaynakları ve işbirlikçi iktidarların korunmasının gerekliliği, Gladio’yu hep devrede tutmaya zorlayan diğer önemli etkenlerdir.

Türkiye Gladio’su, Türk devrimcilerinin kalan son izlerini de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle temizlemişti. 15 Ağustos 1984 Hamlesi, hesapta yoktu. Gerçekleştiğinde ise, başlangıçta basit bir sol maceracı çıkış sanıldı. Klasik ordu, polis ve istihbarat güçleriyle hemen üstesinden gelineceğine inanıldı. Fakat ilk yılda işinin bitirilememesi, meselenin NATO’ya taşırılmasına yol açtı. NATO, kuruluş yasasının 5. maddesine göre müdahalede bulunmayı 1985’te kararlaştırdı. Alman devletinin aynı yıl Kürt özgürlük hareketini ‘terörist örgüt’ ilan etmesi, bu karar nedeniyleydi. 1985’ten sonra da görünüşte Türk güvenlik güçleriyle çatışıyordu. Bilinçli olarak bu görüntü verdirilmişti. Savaş, özünde NATO Gladio’suyla yürütülüyordu. Elbette Gladio’nun Türkiye’deki kolu, çok büyük rol oynuyordu. Ama tek kol değildi. Sayıca büyük olması, sonuç almasına yetmiyordu. Türk güvenlik güçlerinin tek başına, değil yıllarca bir yıl bile o kapsamda savaş yürütmesi zordu. Sürdürse bile kısa bir süre içinde devlet olarak iflası anlamına gelirdi. Dolayısıyla açıktan olmasa ve mekanizması büyük oranda gizli çalışsa da savaş, bir NATO savaşıydı. Günümüzde Afganistan’da ve Irak’ta, daha önceleri Somali’de yürütülen savaşların çok üstünde boyutları olan ve uzun süreli yürütülen bir savaştı bu. Kürdistan’daki halk savaşının düzeyi genişleyip derinliği arttıkça, bu gerçeklik, yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Almanya’dan sonra ABD ve İngiltere’nin, 1990 sonrasında Kürt özgürlük hareketini ‘terörist’ ilan etmeleri, daha önceki Papa suikastı ve Olof Palme cinayeti de dikkate alındığında, gerçeği biraz daha anlaşılır kıldı. İtalyan Gladio’sunun açığa çıkarılması, diğer önemli bir aşamaydı.

Daha öncesinde de demokratik ve sosyalist muhalefete ve Kürt halkının varlığına karşı yürütülen Cumhuriyet dönemi komplolarını hatırlamak gerekir. Mustafa Suphi önderliğindeki Komünist Parti Merkezinin on beş üyesi, komployla 1921 yılının Ocak ayı sonlarında Karadeniz’de boğdurulmuş, aynı yıl komployla Çerkez Ethem kuvvetleri de dağıtılmıştır. Lozan anlaşmasının İzmir İktisat Kongresi ve Musul Kerkük Deklarasyonu temelinde İngiltere tezlerinin kabulü ve Misak-ı Milliden verilen tavizlerle sonuçlanması, savaşta kazanılanın masada kaybedilmesi, sahte barış ve ihanet anlaşması olarak nitelendirildi. Birinci BMM tarafından onaylanmayacağının anlaşılması üzerine, Lozan anlaşmasına en önde muhalefet eden Lazistan Milletvekili Ali Şükrü Bey cinayeti ve birinci meclis feshedilir. Merkezi liste usulüyle Alman yanlısı olmaktan İngiltere yanlısı olmaya kayan ittihatçı kadroların doldurulduğu İkinci BMM eliyle Lozan’ın onaylatılması ve tekçi 1924 ulus-devlet anayasasıyla Cumhuriyetin asli müttefikleri olan Sosyalistler, Çerkezler ve Lazların tasfiyesinden sonra sıra Kürtlere gelir. 15 Şubat 1925 Piran provokasyonuyla yaratılan isyan bahanesiyle Kürtlerin varlığına yöneltilen asimilasyon ve soykırım uygulamaları, resmen (Şark Islahat Planının açıklanması) başlatılmıştır. Menemen komplosuyla da cumhuriyetin diğer müttefiki Ümmetçi Müslümanlar Sistem dışına atılır. Buna karşı gösterilen tepkiler, tek devlet, tek millet, tek dil, tek parti, tek şef nakaratları altında takriri sükûn, istiklal mahkemeleri, sıkıyönetimlerle ve en son 1938 Dersim katliamıyla bastırılıp, halkın geri kalan önemli bir kesiminin mecburi iskânıyla sonuçlandırılmıştır. Bu dönemde, İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle sağlanan anlaşma temelinde Kürdistan’ın parçalanması ve Kürtlerin kimliklerinden uzaklaştırılması için her türlü baskı, sömürü ve asimilasyon yöntemi uygulanmıştır. Amaç, homojen bir ulus-devlet yaratmaktır. Bunun için her tür özel savaş yöntemi ve komplolar İttihat ve Terakki döneminde bolca uygulanmıştır. Yine Kürt isyanlarında ve Komünist Parti’yi tasfiye etme girişimlerinde yoğunca denenmiştir. Temel özellikleri, şunlardır: Birincisi, devrimci güçlerin halkla bağını koparmak ve halkı, bu güçlere karşı çıkarmak için gerilla veya isyancı maskesi altında cinayet timleri kurmak ve işletmektir. İkinci yöntemi, gerilla komutanı veya isyan önderi olabilecek değerli kadroların hedef alınması ve öldürülmesidir. Kürt isyanlarında ve Türkiye’de solcu liderlerin tasfiye edilmesinde benzer yöntemler kullanılmış ve komplolarla önder kadroların imhası gerçekleştirilmiştir.

 

Gladio Savaşlarının Birinci Dönemi

1950 başlarında NATO’ya girilmiş, Gladio’nun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç, Türk Gladio’su olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi, Türk Gladio’sunun ilk eylemleridir. 1951 komünist tevkifatı, belki de Türk Gladio’sunun başlangıç eylemidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, daha sonraları yapılan bütün iktidar düzenlemeleri ve muhaliflerin etkisizleştirilip tasfiye edilmesi, hep Türk Gladio’sunun denetiminde gerçekleştirilecektir. Emniyet, istihbarat ve Genelkurmay, her ne kadar bağımsız güç gibi görünseler de esas güç kontrolü ve kullanımı, Gladio örgütlenmesiyle gerçekleştirilmektedir. 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte Devrimci ve Demokratik Hareketlerin tasfiyesi, sisteme iyice hâkim olan Gladio örgütüyle yürütülmüştür. Taksim ve Maraş Katliamları, Ecevit’e suikast girişimi başta olmak üzere devrimcilere, aydınlara ve halka yönelik tüm suikastlar ve katliamlar, NATO’nun Gladio ordusunun doktrin ve uygulamaları çerçevesindedir. Alaattin Kapan’ın, 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’i provokasyonla tuzağa düşürüp katletmesi, 1978 sonlarındaki Maraş Katliamı, Gladio eylemleriydi. Maraş, eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus, Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir. Maraş Katliamını, halen yürürlükte olan bu plan çerçevesinde düşünmek gerekir.

Özellikle Malatya, biçimde uygulanan asimilasyon ve Gladio eylemleri, bu bağlamda düşünülmek durumundadır. Özcesi, 1960’lardan sonra gelişen sol ve Kürt muhalefeti üzerinde Gladio’nun giderek yoğunlaşan bir denetimi ve baskısı vardır. 12 Mart 1971 darbesiyle daha da yoğunlaşan bu denetim, baskı, çatışma ve suikastlar, sistematiktir ve bu örgütle bağlantılıdır. İslâmcı ve ülkücü gruplar kadar sahte Türk ve Kürt sol grupçuklar da Gladio Savaşları çerçevesinde kullanılmışlardır. Gladio’nun Türkiye’deki varlığı, 1955-1960’tan itibaren tüm hükümet oluşumlarında, sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalarda, darbelerin planlanıp uygulanmasında, önemli suikastlar ve katliamlarda son derece etkilidir. Diğer güvenlik ve istihbarat örgütlerinin bağımsız rolü giderek sınırlandırılmış hatta bu örgütler ele geçirilmişlerdir. Tüm ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik ve iktidara ilişkin faaliyetler, devletin güvenliği kapsamında ele alınarak, Gladio stratejisi ve taktikleri çerçevesinde değerlendirilip yönlendirilmeye çalışılmıştır. Başta sol ve komünist hareketler, daha sonraları kontrolleri dışında gelişen Devrimci ve Sosyalist Kürt Hareketi üzerinde gittikçe yoğunlaşan operasyonlar yürütülmüştür. 12 Eylül askeri darbesi, NATO Gladio’sunun en önemli eylemlerinden biridir. Bu döneme kadar NATO ve Türk Gladio’su iç içe ve diğer güvenlik güçlerinden hem bağımsız hem de onların üstünde rol icra etmektedir. 1970-1980 arası dönem, operasyonların en yoğun dönemi olup, 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır. Kürt Devrimci Sosyalist Hareketinin 1980 sonrasında Ortadoğu’daki üslenmesi, kendisine de yöneltilen bu operasyonları boşa çıkarmıştır.

 

Gladio Savaşlarının İkinci Dönemi 

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlar ve 1985 yılına kadar devam eder. ABD Elçiliği’nin, darbenin tezgâhlayanları için “bizim çocuklar iyi iş başardı!” diye takdirlerini ifade ettiği bu darbenin, kısa döneme ilişkin amaç ve sonuçları bilinmektedir. Darbenin amacı, başta sol güçler olmak üzere içteki tüm muhalif hareketlerin ve şikâyet odaklarının susturulması ve tasfiye edilmesi, yerine rejim anayasası gereğince Küresel Finans Kapitalin hegemonyasına bağlanmış, ihracata (dış sömürüye açılma) dayalı bir ekonomik düzenle Türk-İslâm İdeolojisine dayalı yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel faşist sistemin tesis edilmesidir. Bu, öyle yansıtılmak istendiği gibi Türk iç güvenlik güçlerinin güdümünde gerçekleştirilen bir sistem değildir; Gladio’nun 1960’lar sonrasında yoğunlaşan ve 12 Mart Muhtırasıyla tırmandırılan savaşlarının doğal bir sonucudur. Belirleyici olan, NATO’nun, Gladio’nun merkezi ve Türkiye uzantılarıdır. Türk iç güvenlik güçlerinin rolü, destekleyici olmaktan öteye gitmez.

 

Gladio Savaşlarının Üçüncü Dönemi

1985’ten Turgut Özal’ın 1993’te ölmesi veya öldürülmesine kadar süren dönemdir. NATO’nun kuruluş yasasının 5. maddesindeki “üye bir ülkeye yapılan saldırı tüm üye ülkelere yapılmış sayılır” hükmü, 1985’te uygulamaya konulmuştur. Uygulamalar, Gladio kapsamında geliştirilmiştir. 1986’da JİTEM ve Hizbullah örgütlenmeleri devreye sokuldu. Her türlü yetkiyle donatılmış olan JİTEM, dönemin ‘Teşkilat-ı Mahsusa’sı rolünü oynamaktadır. Bilindiği üzere 1914’te kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, homojen ırkçı bir Türk ulus-devleti yaratmak için öncelikle Ermeni Soykırımında önemli rol oynamış, katliam başta olmak üzere her tür yöntemi uygulamakla yetkili kılınmış ilk faşist örgütlenmelerden biridir. Said-i Nursi ve Mehmet Akif’in de içinde yer aldığı dinci-İslâmcı bir kolu da bu yapılanmayla birlikte harekete geçirilmiştir. Bu soykırım modeli, 1986’da JİTEM ve Hizbullah (Türkiye ve Kürdistan Hizbullah’ı) uygulamaları tarzında güncelleştirilmiş, her iki örgüt, aynı kapsamda görev ve yetkilerle donatılmışlardır. JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın da bizzat itiraf ettiği gibi bu dönemde, on bin kişilik bir silahlı imha ekibinin görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Burada çok önemli olan husus, bu gücün, kanun üstü olmasıdır. Sorgusuz sualsiz her tür cinayeti işlemeye yetkilidir. Soykırım Örgütü olma niteliğini, buradan alır. Aynı yetki, halkın ‘Hizbul-Kontra’ dediği Kürdistan Hizbullah’ına da tanınmıştır. On bini aşkın faili meçhul cinayet, bu iki kardeş örgüte tanınan kanun ve hatta anayasa üstü yetkiler temelinde işlenmiştir…

 

Gladio Savaşlarının Dördüncü Dönemi 

1993-1998 yıllarını kapsar. Özal’ın öncülük ettiği Kürt Sorununa barışçıl ve siyasal çözüm yaklaşımının karşıtları, bu yeni dönemi başlatırken bazı önemli avantajlara sahipti. Dıştan zaten ABD ve İsrail’in büyük desteği temelinde harekete geçirilmişlerdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 1990 başlarında Londra’dan döndüğünde, “Bize yeşil ışık yakıldı” derken, aslında bu desteği kastetmekteydi. 1993-1996 yılları arasında Türkiye-İsrail ilişkileri, en yoğun dönemini yaşadı. ABD ve İngiltere, geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları, Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar. ANAP içinde de T. Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Türkiye’de Menderes, Özal ve Ecevit, aynı yöntemle, Gladio çalışmalarıyla tasfiye edilmişlerdi. Gladio, hizaya getirmek istediği kilit öneme haiz her kurum ve kişiyi, bu yöntemle yalnızlaştırıp tasfiye etmede büyük deneyim kazanmıştır. Türkiye yönetiminin son elli-altmış yılında, Gladio’nun etkisi göz önünde bulundurulmadan ciddi hiçbir siyasi, askeri ve ekonomik olay ve süreç doğru dürüst çözümlenemez. Temeli 1914’te atılan hatta daha öncesinde 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşünden itibaren başlatılan bu darbe ve komploların en son halkası, Gladio’dur. Beyaz Türk Faşizmini, esas olarak bu komplolar zincirinde yer alan Gladio türü örgütler yürütmektedir. Belirleyici güç, bunlardır. Yüzeyde yansıtılanlar, özellikle sivil politikacılar, maske rolünü oynamaktadır. Aralarındaki sahte tartışmalar da dipteki gerçek iktidar oyunları ve oyuncularını maskelemek ve meşrulaştırmak içindir.

1993 başlarında tarihî bir çözüme gidilebilirdi. Özal ile demokratik çözüm denemesinin Özal’ın gladio tarzı öldürülmesiyle akamete uğratılması, Güreş’in İngiltere’den yeşil ışık aldık demesi, kapitalist hegemonyanın (O dönem İngiltere’ydi) 1920’deki Kahire Konferansı’nda Kürt Sorununa ilişkin olarak aldığı kararın güncellenmesini ifade eder. Bilindiği üzere bu karar, Ortadoğu’nun hegemonya altında tutulması için Kürt meselesinin çözümsüz bırakılmasını ve bu haliyle sorunun hep canlı tutulmasına ilişkindir. Turgut Özal, çözüm için uzlaşmayı daha uygun bulmuş, Kürdistan’ı kaybetmektense federal bağlarla ortak bir devlet çatısı altında bir arada tutmanın çok önemli ve halkların birlikte yaşamasının kalıcı ve kardeşçe yolu olduğuna ikna olmuştu. İç ve dış Gladio, bu yaklaşımı, kendilerinin tasfiyesi olarak gördükleri için, bundan kurtulma ve çıkış yolunu, T. Özal’ı tasfiye etmekte buldular. Daha da önemlisi, T. Özal, Musul-Kerkük’ün Misak-ı Milli gereği federal bağlarla yeniden Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmasını öngörüyordu. Celal Talabani ile bu temelde yoğun bir ilişki içindeydi. Öcalan ile diyalogu da bu amaçla önermişti. Gerçekten tarihsel bir adım öngörülmekteydi. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in de T. Özal ile birlikte aynı plan etrafında çaba yürüttüğü bilinmektedir. Irak’a yönelik ayrı planları olan ABD ve İsrail, T. Özal ve Eşref Bitlis’in yaklaşımlarını, kendileri açısından son derece tehlikeli gördükleri için, Demirel ve Çiller’i (E. İnönü’yle birlikte) iktidara taşımaya yol açan darbeyi hayata geçirdiler. 1993 yılı, olağanüstü bir yıldır. Yılın ilk aylarından itibaren Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan büyük suikastlar (Adnan Kahveci, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in katledilmeleri, Sivas-Madımak Oteli katliamı, Bahtiyar Aydın cinayeti, sivil araçlarla nakledilen otuz üç askerin öldürülmesi, çok sayıda asker ve sivil yetkilinin katledilmesi) darbe çerçevesinde düşünülmelidir. Devlet içinde çok güçlü bir kanat, bu dönemde Kürt Sorununda barışçı çözüme hazırlanmıştı. 25 Mayıs’taki Milli Güvenlik Kurulu Toplantısında, siyasi affın görüşülmesi gündemdeydi. Bu, en az 12 Eylül askeri darbesi kadar etkili ve ağır sonuçlara yol açan bir darbeydi. Zaten yasa ve anayasa üstü yetkilerle donatılan Gladio örgütünden ötürü, bir askeri darbe yapmaya ihtiyaç duyulmuyordu. Bu seferki darbenin hedefi, barışçıl çözüm yanlısı devlet güçlerinin tasfiyesiydi. Dolayısıyla sürece yayılmış darbeyle tasfiye olanlar da yine bu devlet güçleriydi. Hâlâ karanlıkta kalan bu darbenin, mutlaka aydınlatılması gerekir.

1993 yılında, devlet içindeki barış ve siyasi çözüm yanlıları tasfiye edilirken, Kürt halkı ve özgürlük hareketi üzerinde de tarihin en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütüldü. Dört bine yakın köy yakılıp yıkıldı; milyonlarca köylü zorla, hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden göçertildi. Malları, eşyaları, evleri ve tarlaları talan edildi; koruculara peşkeş çekildi. Binlerce köylü, korucular, Hizbullah ve JİTEM (zaten iç içe geçmişlerdi) tarafından katledildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocuklar, Yatılı Bölge Okulları denilen toplu imha mekânlarında (asimilasyoncu yöntemle aşağılama ve yoğunca yaşanan tecavüzlerle) kimliksizleştirildi. Kalan köy ve kentlere gıda malzemeleri karneye bağlandı ve denetimle dağıtıldı. Kaçakçılık yönetimini ellerine geçirerek, sadece T. Çiller döneminde elde ettikleri belgelerle açıklanan yirmi milyar dolarlık ganimeti, aralarında paylaştılar. Dürüst Kürt işadamlarını ve esnafını fişleyip bazılarını öldürürken, hizaya getiremediklerini iflas ettirdiler. Geriye kalanları, kontrgerillanın uzantısı haline getirdiler. Köy Korucularının sayısını, yüz bine çıkardılar. Kendileriyle işbirliği içinde olmayan herkesi, düşman ilan ettiler. Özgürlük hareketine karşı, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı operasyonlarını düzenlediler. Bunda KDP, Korucular ve İtirafçıları sonuna kadar ve hem de en önde kullandılar. Yunanlılarla savaşta kullanılan güçlerin çok üstünde bir güçle, uzun süreye yayılmış savaş operasyonları yürütüldü. Hiçbir savaş kuralına bağlı kalınmadı. Gerilla cesetleri bile paramparça edildi. Savaşı, iç güvenlik güçlerinden ziyade Gladio-JİTEM-Hizbullah güçleri yürütüyordu. Kanun ve anayasa üstü yetkilerle donatılan bu güçler, güya ölüm kalım savaşı yürütüyorlardı. ‘Kürt tehlikesi’, Yunan ve Ermeni tehlikesinden katbekat büyüktü onlar için. Gerçekten bu konuda paranoyaya tutulmuşlardı. Mutlak bir tasfiye peşindeydiler. Çok sayıda özel komplo yürüttüler. Sırf Kürt Sorununun çözümüne ilişkin rapor hazırlattığı için Sakıp Sabancı, suikast hedefi seçildi. Bizzat Alpaslan Türkeş, “çizmeyi aşıyorsun” diyerek Sabancı’yı tehdit etti. Andıçlanmayan gazeteci bırakılmadı. Bana karşı sonuncusu 6 Mayıs 1996’da uygulanan komploda (Abdullah Çatlı, Sedat Bucak ve Viranşehir Belediye Başkanı Keleşabdioğlu’nun birlikte rol oynadıkları komplo), bin kiloluk bombanın patlatılması, yine bu dönemin göstergelerindendir. Ordudaki bölünme daha da derinleşti.

İsmail Hakkı Karadayı’yla (1994-1998 dönemi Genelkurmay Başkanı) başlayan Gladio’yla araya mesafe koyma çabaları da bu dönemin çılgın savaş tarzının bir sonucuydu. Kendisini bile etkisiz kılmışlardı. Gladio şefleri, Özal ve ekibinin tasfiyesinden sonra tümüyle iktidarın gerçek sahipleri olmuşlardı. Yüzeydekilerin siyasal figüran olmaktan öteye rolleri söz konusu değildi. 1998’de Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun, Kıbrıs’ta kendisine karşı düzenlenen silahlı saldırıda kıl payı kurtulması ve hemen arkasındaki albayın ise ölmesi, kendileri için uygun görmediklerini tasfiye etme konusunda ne kadar gözü kara hareket ettiklerini ortaya koyan diğer çok önemli bir olaydır.

T. Özal’ın girişimleriyle başlayan diyalog çabaları, 1997’de dönemin Başbakanı N. Erbakan ve ordudan bir kanalla devam etti. Barış ve siyasi çözüme yine çok yaklaşıldı. Sanırım yine aynı Gladio’nun el atması ve arkasında bulunan iç ve dış güçlerin harekete geçmesiyle, bu diyaloglardan beklenen barış ve siyasi çözüm şansı değerlendirilemedi, buna fırsat tanınmadı. Hem Başbakanlık hem de Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde niyet edilen barış ve siyasi çözüme fırsat tanınmaması, Türkiye’deki rejim üzerinde NATO, Gladio ve iç uzantılarının ne denli etkili olduğunu, gayet iyi ve açıkça ortaya koymaktadır. Cumhuriyet üzerine kâbus gibi çökmüş bir sistem söz konusudur.

1998 Eylül’ünde barış ve siyasi çözümün ciddi olarak bir kez daha devreye girmesine verilen yanıt, 9 Ekim uluslararası komplo ile Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması oldu. Suriye’den çıkış, NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. Genelkurmay Başkanları İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, başkanlık dönemlerinde sanıldığı kadar her şeye hâkim değildiler. İkisi de Kürt Sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın durmaktaydılar. Savaşın, Kürtlerin toptan tasfiyesine yöneltilmesini, hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü, hem yurtseverliğin gereği sayıyor hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyet Teşkilatından Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip, Susurluk Olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı, esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini, bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası, ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş, kural dışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirildi. Ordu içinde bu nitelikteki çelişki, 20. Yüzyılın başına hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD, hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları, özünde Ortadoğu halklarına özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı, Beyaz Türk Faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar, yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu, darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar, aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar. İşte Öcalan’ın Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Öcalan’la diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladiocu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı.

28 Şubat 1997 darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı, gerçekçi bir barış önerisi ile Özgürlük Hareketine yaklaşmıştı. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarını belirtmek gerekir. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani Öcalan’ın yakalanmasına kadar İsrail ve ABD, kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değildi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt Sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun kontrolü, özellikle Irak’ın düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilirlerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit, bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt Sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler, klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Öcalan’ın Suriye’den çıkışı da bu destekle sağlanmıştı.

Suriyeliler, 9 Ekim’de Öcalan’ın içinde bulunduğu uçak Atina’ya indiğinde rahatlamışlardı. Atina’ya inişte Öcalan’ın karşına Kalenderidis çıktı. Kalenderidis, uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Afrika’ya doğru yola çıkışta Öcalan’ın bindiği uçak, Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı. Yalnız ondan önce bir de Minsk seferi vardı. Nairobi’ye gitmeden önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapılacaktı. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekletildi. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri, uçağı dakikalarca kontrol ediyorlar. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak Öcalan’ı Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi, Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş, bir nevi ‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı, Akdeniz üzerinden süzülürken, sonraki yorumumla bu gidişi Yahudi soykırımında kurbanların tren seferleriyle taşınmasına benzetilir, Öcalan tarafından. Öcalan şahsında bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında görür, Öcalan. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde Öcalan’ın önüne üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmesi ve teslim olması; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmesidir.

9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç, müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç, bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü, sadece Öcalan’ı uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç, kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu, o kadar açıktı ki, gidilen yerlerde hiç kimse aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler, anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı, zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu. Öcalan’ın Roma’da kaldığı evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri, durumu oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri, odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti, sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere, ona, kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti; kendisine pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı, net değildi. Sonuçta yargıya havale edildi, Öcalan. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya, Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi, tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi, Gladio’nun adamıydı. Öcalan, İtalya’nın kendisini kaldıramayacağını bildiği için ayrılmak zorunda kaldı. Tabii Türkiye, bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleştiği iddia edilen süreç, aslında Türkiye’nin Küresel Finans Kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.

Büyük Gladio Komplosunun en önemli bölümü, İmralı’da yaşama geçirilmeye çalışılmıştır. Öclan’ı Adaya getiren birimin şefi, General Engin Alan’ın görevi bile bu gerçeği aydınlatmaya yeter. Engin Alan, dönemin Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın yani Türk Gladio’sunun resmi şefi durumundaydı. Adada Öcalan’ı karşılayan AB Konseyi yetkilisinin yaklaşımı, komplonun AB boyutunu daha da açıklayıcı nitelikteydi. ABD, AB ve Türk yönetimi arasındaki antlaşma, böylece açığa çıkmış durumdaydı. Operasyonun baştan sona ABD ve AB’nin siyasi sorumluluğu altında NATO Gladio’su tarafından yürütüldüğünü, bu üç göstergeden (ABD Başkanı Clinton’un özel danışmanı General Galtieri’nin açıklamaları, AB Siyasi Komiserliğinden kadın yetkilinin yaklaşımı ve Türk Özel Kuvvet Komutanlığı Şefi Engin Alan’ın rolü) daha açıklayıcı kanıt olamaz.

İmralı Adasındaki yargılama, özünde Avrupa ulus-devlet sistemi adına Türkiye Cumhuriyeti’ne yaptırılmıştır. Yani Türk devlet gücüyle gerçekleştirilen bir yargılama değildir. Türk iktidar elitinin bundaki rolü, taşeronluktan öteye gitmez. Şüphesiz bu çirkin ve kafa karıştırıcı bir roldür. Gerçeğinin doğru bir ifadeye kavuşturulması büyük önem arz etmektedir. Öcalan’a uygulanan iktidar baskısı ve hukuki oyunlar ısrarla görülmek ve kabul edilmek istenmemektedir. Son derece örtülü bir Gladio (Gizli NATO) operasyonuyla tutsak alınması gibi evrensel hukukun ve AB hukukunun açıkça ihlali anlamına gelen bir husus bile görmezlikten gelinerek, buna ilişkin dava Avrupa Konseyi’nin sorumluluğu altında bulunan ve adil olması gereken AİHM’de aleyhinde sonuçlandırıldı. Yirmi iki yıldır Öcalan dışındaki hiçbir hükümlüye uygulanmayan bir infaz statüsü altında bulundurulmak ve hem Türk yargısı hem de AİHM’nin kendi hukuki normlarına ters düşen bu adil olmayan yaklaşımları, davanın etrafındaki uluslararası komplonun hukuki alanda da sürdürüldüğünün ve Gladio’nun hâlâ işbaşında olduğunun kanıtı niteliğindedir. Zihniyet dünyası üzerinde kurulan liberal hegemonyayı -sağ ve sol halleri de dâhil- delmek, çok güçtü. Bu güçlüğü, ancak uluslararası komploya (NATO Gladio’suna) karşı İmralı Adasında yaşadığı onur savaşıyla aşabilirdi, Öcalan. En güçlü çağında gibi gözüken Küresel Finans Kapitalizmi, aslında sistemin en zayıf duruma düştüğünü ve sürdürülemez konumda tıkandığını göstermektedir. Sınırsız sömürü, toplum dışılık, barbarlıktan da öteye yaşam dışılık, Kapitalist Modernitenin vardığı son duraktır. Kapitalist sistemin sadece toplumda çürüme ve çözülmeyi geliştirmekle kalmayıp doğanın yıkımına da yol açtığı, teorik olmaktan öteye günlük olarak yaşanan pratik bir olgudur.

Öcalan savunmasını özünde bu kapitalizme karşı yapmıştır. Zaten İmralı’daki yaşamı, biyolojik sürdürümünün de bu çağın hegemonik güçlerince (Gizli NATO-Gladio) sağlandığı, tüm çirkinliği, ahlâksızlığı ve hukuk dışılığıyla ortadadır. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini, devletin tepesine oturtmak, iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, hegemonik güçler, Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio, yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef, en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını bölüp parçalamak ve çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik, sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyorlar hem de ikisini birbirine ezdiriyorlar, tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde, bu olgu, çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuvarı haline getirilmişti. Cumhuriyet tarihinin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı darbeler, komplolar, çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.

 

Beşinci Gladio Dönemi 

Sistemin hegemonik gücü ABD, Irak’ın işgaline başlamış, AKP’yi yeni uzantısı olarak seçmişti. Tarihte olduğu gibi Kürt Hareketi’ni yine tek elden manipüle etmeye çalışıyordu. Özgürlük hareketi ve Öcalan’a yönelik Gladio Savaşlarının arkasındaki temel güçtü. Elinde, güçlü işbirlikçiler vardı. Türk Gladio’sunu, yeniden oluşturuyordu. Komplonun Türk özel savaşı boyutundaki güçler, bu sefer, yeşil maskeli AKP şeması içinde hareket etmekteydiler. Kürt meselesinin bastırılmasında orduyla uzlaşma, ilk defa AKP döneminde daha planlı ve kapsamlı olarak hayata geçirildi. Bu politikanın kilit kavramlarından biri olan ‘bireysel ve kültürel haklar’, özünde Kürt Sorununu çözme adı altında kolektif ve Özgür Kürt Kimliğini tasfiye etme planını ve uygulamalarını maskelemek içindir. 2002-2004 tasfiyeciliğinin boşa çıkarılmasından sonra geliştirilen ‘bireysel ve kültürel haklar’ çözümü, KCK çözümüne karşı ordunun komuta kesimiyle birlikte ABD, AB, Irak Arap ve Kürt yönetiminin desteğiyle, 2005’ten itibaren uygulamaya konuldu. Ayrıca İran ve Suriye ile yapılan başka destekleyici bir ittifak daha devreye sokuldu. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ‘teröre karşı askeri, politik, ekonomik, kültürel, diplomatik ve psikolojik boyutlarda topyekûn bir seferberlik ve mücadele’ dönemine geçildi. AKP Hükümetinin, hiçbir hükümetin yükümlenmeye cesaret edemediği kapsamda kendi Gladio’sunu da (Beşinci Gladio Savaşı Dönemi) oluşturarak yürüttüğü bir savaş söz konusudur. AKP, savaştan vazgeçmedi; savaşın kapsam ve boyutlarını geliştirip derinleştirerek devam ettirdi. AKP, kendisinden önceki bütün devlet partilerinden daha fazla devlet partisi, hükümeti de tüm önceki hükümetlerden daha fazla ‘özel savaş’ hükümetidir. JİTEM bağlantılı tetikçi Hizbullah örgütünden daha kapsamlı bir İslami kontra örgütlenmesi yaratma peşindedir. Başta Diyanet İşleri’nin kadrolu imamları olmak üzere, birçok tarikat cemiyetinin üyelerini, Hamas tarzı bir çatı örgütlenmesi halinde çok amaçlı olarak kullanmaktadır. Ekonomi üzerindeki denetimini, özel savaşın hizmetinde yürütmektedir. Dinsel yaşam kültürünü aynı amaçla değerlendirmektedir. Diplomasinin ağırlık merkezi aynı yönde işletilmektedir. Özcesi, hükümetin faaliyetlerinin merkezinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi vardır.

Önümüzdeki aşamada TC, tam bir yol ayrımıyla karşı karşıya gelecektir. Kuruluş aşamasında İngilizlerce anti-Kürt savaşımına yönlendirilen Cumhuriyet, ne yazık ki yine aynı İngiltere ve bir numaralı müttefiki olan ABD tarafından yönlendirildiği anti-Kürt savaşımıyla, kendini daha büyük bir çıkmazın içinde bulacaktır. Zaten İkinci Cumhuriyet’in son kırk yılı, bu çıkmaz içinde debelenmekle geçti. Yaşanan sadece bir ‘düşük yoğunluklu savaş’ değildi; toplumsal değerlerin hücrelerine kadar ayrışması ve yozlaşmasıydı. Çöküş veya çözülüşten daha ağır bir toplumsal çürüme ve dağılma yaşandı. Bir Gladio organizasyonu olarak kendini icra eden irade, her tipten karanlık bir rejim olabilir ama asla cumhuriyet rejimi olamaz. Savaşta ısrar, ancak Gladio’nun son hamlesi olabilir ki, bunun da bertaraf edilmesi için sadece kozmik odadan çıkarılıp aydınlatılması yeterlidir. Cumhuriyet’in önündeki kavşakta beliren ikinci yol, Ulusal Kurtuluş Savaşında yaşanan demokratik birlikteliği tekrar Cumhuriyet’in temeli yaparak yürünecek yoldur. Cumhuriyet’i cumhuriyet yapan, 1919-1922 yılları arasındaki ulusal demokratik savaş ittifakıdır. Anti-hegemonik yönü de olan bu ittifakın reddi, demokratik cumhuriyet şansının kaybedilmesi ve yerine komplocu, proto-faşist ve Gladiocu darbe ve çete iktidarlarının kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Defalarca denenip başarısızlığı kanıtlanan bu yolun, Cumhuriyet’in gerçek yolu olamayacağı açıktır. Daha başlangıçta içine girilmesi gereken Demokratik Cumhuriyet Yolu, önümüzdeki aşamada toplumsal barışın ve sorunların çözümünün yegâne yoludur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.