Düşünce ve Kuram Dergisi

Sınıf Değil Komünalite

Haydar Ergül

Devletçi uygarlık tarihi, bir çatışmalar ve savaşlar tarihidir. Dünyamızın tarihinin son beş bin yılında neredeyse savaşsız geçen bir yılı olmamıştır. Neden bu kadar savaş? İnsan kendisini bitirmek için neden bu kadar savaşmakta isteklidir?  İnsan neden kıyımlara yol açıyor ve “hasmını” büyük bir iştahla yok etmeye çalışıyor? Beş bin yıl içinde çok sayıda halk topluluğu soykırıma uğratılarak tarih sahnesinden silinmiştir. İnsanlık, soykırım kavramını ikinci Dünya Savaş koşullarında tanıdı da sanki sadece Alman faşizminin Yahudilere dönük gerçekleştirdiği soykırım olmaktadır. İsrail Devleti de kendine dönük bu soykırımın bütün zamanların “tek ve biricik soykırımı” olduğunu iddia etmektedir. Gerçi son yıllarda 1915 Ermeni Soykırımından söz edilir olmaya başlandı.  Ermeni Soykırımı kabul edilsin ya da edilmesin; devletçi uygarlığın hegemonyası altında sayısı hala tespit edilmeyen yaygın bir soykırım gerçeğinden söz etmek gerekiyor.

Bir zamanlar Amerika kıtasında Maya, İnka ve Aztekler gibi çok sayıda topluluk yaşamaktaydı. Artık o toplumlardan söz edilmemektedir. Çünkü Avrupa’nın kapitalist devletleri 15. yüzyıldan itibaren soykırım uygulamaya başladılar. Yerliler yok edildi ve soyları tüketildi. Yerine Amerika Birleşik Devletleri, Kanada gibi devletçi uygarlıklar inşa edildi. Benzeri durum Avustralya’da da yaşandı ve Avustralya yerlileri -Aborijinler- yok edildi. Afrika’da ve diğer coğrafyalarda benzeri sayısız uygulamalar gerçekleştirildi.

Soykırım uygulamalarına bir de medeniyeti, uygarlığı taşıdıklarını zihinlere kazıyarak; o toplulukların barbar, gerici, çağ dışında kalmış yaratıklar oldukları tüm eğitim ve doktrin çalışmalarında sürekli işlendi. Halen pek çoğu devletsiz konumdaki bu halklar, adeta yaşamaması gerekenler olarak değerlendirildi ve değerlendirilmektedirler. Avrupa kapitalist zihniyetini ve yaşamını kabul edenlere, “uygarlaşabilenler”; buna gelmeyenler ise “imha edilmesi, ortadan kaldırılması gerekenler” olarak tasnif edilmişlerdir. Onlar “hayvan” muamelesi görmüş ve görülmeye de devam etmektedir.

Vurgulamaya çalıştığımız, kapitalist uygarlığın bazı pratiklerini ifade etmektir. İster köleci, ister feodal uygarlıklar olsun; kapitalist uygarlık kadar olmasa da sayısız soykırım pratiklerini gerçekleştirmişlerdir. Yani devletçi uygarlık bütün tarihi boyunca; boyun eğmeyenleri ve özgürlüklerinden taviz vermeyenleri imha etmeyi, katliam uygulamayı esas almışlardır. Boyun eğenleri ise hegemonyaları altına almışlar, maddi ve manevi olarak sömürülerine açmışlardır.

Öte yandan tarihi kendilerinden, yani Sümer uygarlığından başlattılar. Yüzbinlerce yıllık komünal uygarlığı yok saydılar. Özellikle kapitalist uygarlık, devletçi uygarlığın zirveleşmiş halidir. Kapitalizm, karakteri gereği anti-toplumdur. Azami kârı tek amaç haline getiren, bütün insanlık değerlerini kâr uğruna pazarlamayı esas aldığından; insanı güdümlüleştirmeye çalışmaktadır. Azami kâr, azami tüketimden geçtiğinden, aşırı tüketimi teşvik ederek, tüketim eksenli düşünen; bireyci ve egoist kişilikler şekillendirilmektedir. Bencillik arttıkça, toplum dağılmaya başlar. Kişi toplumsal bağlardan kopar, güdülerini tatmin için yapamayacağı bir şey kalmaz. Böylece birey güdü kölesine dönüşür!

Bu anlamda kapitalist uygarlık devletçi uygarlığın bütün birikimlerinin üzerinde yükselen ve onun en damıtılmış ve rafine edilmiş hali olarak billurlaşmıştır. O açıdan da kapitalizm en çok savaşı, bilimi ve teknolojiyi çarpıtma temelinde bu amacı için kullanmaktadır. Hedef kârı maksimize etmektir.

 

Devlete Karşı Çıkış

Devletçi uygarlığın saldırılarına karşı insanlık özgürleşme arayışlarını hep sürdürmüştür. Toplum bu bitirici yapıdan kurtulmak ve özgürleşmek iradesinden hiçbir zaman vaz geçmemiştir, vazgeçmeyecektir.  Çünkü insan toplumsal varlıktır, ondan vazgeçmek hakikatinden de vazgeçmek, kendisinden vazgeçmek ve özgürlüğünü kaybetmek anlamına gelmektedir. Bütün tarihi süreçlerde devletçi uygarlığa karşı ortaya konulan tüm düşünce, arayış ve direnişlerin özünde de bu tür arayışlar vardır. Bu durum dinmeyen bir sevdadır. Açıktan veya gizli, görünür ya da görünmez haliyle, yaşam biçimleriyle özgür yaşam arayışı günümüze dek sürdürüle gelmiştir.

Devletçi uygarlığın toplum değerlerine yaptığı saldırılara karşı gerçekleştirilen direnişlerin özünde komünal değerleri yaşatmak ve devleti aşma amacı bulunmaktadır. Dinsel inançların doğuşunda, köylü isyanlarında, Pir Sultan, Şex Bedrettin direnişlerinde ve Karmatilerde de özünde toplumsal değerleri esas alarak devletçi uygarlığı aşma hedefi bulunmaktadır. Ancak ya katliamlara uğratılmışlar ya da saptırılıp devletleştirilmişlerdir.

Özellikle 19. yy Avrupa’sında sosyalizmin öncüleri Karl Marx ve F. Engels o direnişçilerin başında gelenlerdir. Yaptıkları bilimsel sosyalizm çözümlemeleriyle uygarlık tarihini ve onun temel devinim güçlerini tespit etmeye çalışmış, geleceğin ütopyasını kurmayı ön görebilmişlerdir. O yüzden de dünya genelinde emekçiler, sömürülenler ve baskı altına alınan toplumsal kesimlerde büyük bir umuda yol açmışlar ve o uğurda emsalsiz direnişler ortaya konulmuştur. Tarihin temel devinim gücü ya da baş çelişkisi üzerinde yoğunca durulmuş ve tarihsel olarak devletçi uygarlığı aşan; onun yerine ezenin ve ezilenin, sömürenin ve sömürülenin olmadığı özgür bir toplum tasavvurunu işlemiş ve onun mücadelesinin tespitine koyulmuşlardı. Ancak derin teorik çözümlemeler yapmış olsalar da, devletçi uygarlığı aşamamış olmalarından ve kendi modernitelerini geliştiremediklerinden tam başarıya ulaşamamışlardır.

Tarihi Sümer devletiyle başlattılar. Öncesini çok fazla önemli olmadığı, o yaşamın ortak üretim ve paylaşıma dayalı, yani komünal olsa da ilkel ve basit olduğunu düşündüler. Tarihte doğal toplum ve komün dönemini kayda değer, fazla bir yerinin bulunmadığı kabulüne dayandırdıklarından dolayı, önemli bir çıkmaz ve hatayı baştan yapmış oldular. Buna göre köleci sistem komünaliteye göre ilerici ve devrimci olarak değerlendirildi. Dolayısıyla komünal yaşamı aştığı için de kahramanlık olarak görüldü. Bu yaklaşım, komünal değerleri küçümseyen, sıradan gören bir sonuca götürdü. Böylece on binlerce yıl kahırlı bir mücadele ile kazanılan insanlık emeği, adeta yok sayıldı ve küçümsendi. Uzun tarihi bir dönem hafiflenerek çok fazla kale alınmadı. Buradan başlayan hatalar, zincirin halkaları gibi; başta sınıf olgusu olmak üzere özel mülkiyet, iktidar-devlet gibi modernite bağlamı içiresinde yer bulan kavramlar devam edecektir. Yani egemenlere ait modernite içinde kalarak, devletçi uygarlığı aşan yeni bir uygarlığın inşa edilemeyeceği, yetmiş yıllık reel sosyalizm pratiğinde çarpıcı bir biçimde açığa çıkmıştır.

Kuşkusuz şu soruyu sormak anlamlıdır: İnsanlığın özgür, savaşsız, sömürüsüz ve tahakkümsüz bir dünyada yaşaması için devletçi uygarlık nasıl aşılacaktır? Aşılması gerekli ve zorunlu mudur? Aşmak için temel dinamiği, yani tarihi devindiren baş çelişkinin tespiti önemlidir. Bunun arayışı içinde olmak anlamlıdır. Ancak temel çelişkiyi doğru tespit etmek çok daha önemli ve gereklidir.

Bilimsel sosyalizmde baş çelişki, sınıflar arası mücadele olarak belirtilmektedir. Her sınıf iktidar mücadelesi yürütür, devlet denen aygıtı yönetmeye yönelir ve onun için mücadele eder. İşçi sınıfı da bundan muaf değil!

Başlangıçta köleci devlette köle sahibi sınıf, devrimci sınıf olarak görülmüştür. İlkel Komünal toplumu “devrimci tarzda aşarak, toplumu ileriye taşımıştır” şeklinde değerlendirilmiştir. Bu momentte ilerici ve devrimci olarak görülmüştür. Neden? Çünkü tarih ilerliyor denilmektedir. Köleci devlet ve köle sahibi sınıf gelişiminin son evresinde gericileşti. Statüsünü kurmayı esas aldı ve tarihsel devinimini ileriye akışını durdurmayı esas aldı. Artık köle sahibi sınıf devrimci karakterini yitirerek gerici bir kimliğe bürünür. Onun yerine yükselen sınıf feodal sınıftır. Çünkü üretim araçlarını ve üretim ilişkilerini geliştiren feodal sınıftır. Gericileşen köle sahibi sınıfı ve devletini yıkıp tasfiye ederek kendi devletini kurmuştur. Toplumu ileriye taşıdığı için feodal sınıf devrimci oluyor.

Ardından feodal sınıf ve onun devleti son evresinde statükoyu korumayı esas aldı ve gericileşti. Aşılması bir zorunluluk halini aldı. Onun yerine yeni bir sınıf olarak doğan burjuvazi, “devrimci sınıf” rolünü oynayacaktır. Burjuva, sanayi üretimine dayanan ve sermaye birikimiyle güçlenen sınıftır. Kapitalist üretim güçleri ve ilişkileri üzerinden yükselişe geçen bir sınıf olma özelliklerini taşımaktadır burjuvazi. Üretim güçleri ve üretim ilişkilerini büyüttüğü için çağın devrimci sınıfıdır. Tarım üretiminin ortaya çıkardığı zenginlik ya da feodal üretici güçler ve ilişkiler, kapitalist üretime nazaran verimsiz olduklarından ilerlemeyi değil, gerilemeyi temsil etmektedirler. Dolayısıyla aşılması gerekenler olmaktadırlar. Yani kapitalist üretim güçleri ve ilişkileri karşısında zayıflayacaklardır. Burjuvazi, devrimci hamleyle feodalizmi tüm ideolojik ve yapısal yönleriyle aşarak feodal sistemi tasfiye edip, yerine kapitalist sistemi kuracaktır. Bu bağlam içerisinde burjuvazinin tarihin en devrimci sınıfı olduğu, Rönesans’ı gerçekleştiren ve reformlar yaparak toplumu ilerlettiği ve bilim-teknolojide devasa gelişmeler yarattığı gibi, yığınla pozitif olgu bu sınıfa mal edilmiştir. Özellikle Fransız burjuva devrimi neredeyse bütün zamanların en devrimci hamlesi olarak gösterilecek ve kapitalizmin yer küre üzerinde meşrulaştırılmasında da sosyalizm adına ciddi bir katkı sunulmuş oldu.

Kapitalizmin sınıflı toplumun son aşaması olduğu tespitinin yapılmış olması anlamlıdır. Ancak burjuvazinin ikizi olan proletaryanın “mezar kazıcı” olarak görülmesi pek isabetli olmamıştır. İşçi sınıfının burjuvaziyi ve onun devletiyle birlikte tasfiye ederek sosyalist devrimi yapacağı öngörüsü amacına ulaşamamıştır. Proletarya diktatörlüğü altında başta kapitalist kültür olmak üzere bütün devletçi kültürden toplumun arındırılacağı, komünist yaşama ve özgürlüğe ulaşılacağını iddia etmek; devletin oluşum tarzının iyi çözümlenmediğini ve anlaşılamadığını göstermektedir. Bir ara geçiş modeli olarak tasarlanan sosyalist devlet kuramının, her tür sömürü, baskı ve tahakkümü sonlandıracağı, kendi kendisini sönümlendireceği, sonlandıracağı tezi; devlet karakteriyle çelişkilidir ve aykırıdır.

 

Tarihin Devinimi Demokratik Uygarlık

Tarihin motor gücünün sınıf savaşı olduğunu, temel çelişmenin sınıflar arası, yani sömüren ile sömürülen arasında gerçekleşeceği, antagonist çelişki düzeyinde karakter taşıdığı özenle belirtilmektedir. Komünist Manifesto’nun girişinde tarihin seyri şöyle tanımlanmakta: “Şimdiye kadarki toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”(1)Kapitalizm koşularında proletarya üretim yapıyor, ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet; proletarya ile burjuvazi arasındaki ana çelişmeyi oluşturur. Proletarya ile burjuvazi arasında bir uzlaşı olamayacağına göre sonuçta devrim gerçekleşecektir.  Proletarya hem nitelik hem de sayısal olarak büyüyüp yetkinleştikçe ve kendi ideolojisiyle donandığında, kendisi için sınıf olacaktır. Kapitalist sistemden dışlanan, sömürülen bütün sınıf ve tabakalara öncülük yaparak devrimci tarzda kapitalizmi tasfiye edecek ve yerine sosyalist devleti kuracaktır. Böylece o, insanlığı tam özgürlüğe taşıyacaktır. Diğer bir ifadeyle burjuvazi devlet erkini ele geçirinceye kadar devrimcidir, ancak bir aşamadan sonra pre-kapitalist sınıflarda olduğu gibi gericileşecektir. Artık devrimci sınıf proletarya olarak öne çıkacak, kapitalizmi tasfiye edecek, sosyalist devletle birlikte kendisini de sönümleyecektir. Yani kendi kendisini de ortadan kaldırarak sınıfsız bir topluma ulaşacaktır.

Yine kapitalizm, sermaye birikimini artı-değer sömürüsü üzerinde gerçekleştirmektedir. Diğer kimi sömürü biçimleri, özellikle de sömürgelerden elde edilen gasplar olsa da; sermaye birikiminin asıl kaynağının artı-değer olduğu, onu da tek tek işçiler üzerinde gerçekleştiren bir sömürü biçimi olmasıdır. Bu durum işçilerin birleşmesinde ve kendi için sınıf olma karakterini kazanmasında belirgin bir rol oynamaktadır. Yine proletarya fabrikalarda kolektif bir üretim yapmakta, bu durum üretim araçlarının kolektif karakteriyle birleştiğinde üretimi kolektif karaktere büründürmektedir. Üretimin kolektif olması, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile kurduğu ilişki ana çelişkiyi oluşturmaktadır. Bu durum üretim ilişkilerinin bireycileşmesini sağladığından, proletarya ile burjuvazi arasındaki “uzlaşmaz çelişkiyi” oluşturur ve devrimin koşullarını hazırlar.

Şimdiye kadar yapılmaya çalışılan, “tarihin motor gücü” olarak gösterilen sınıf teorisinin kaba bir özetidir. Bu kurama göre toplumsal sorunların çözüm bulması gerekirken, tersi bir sonuç gerçekleşmiştir. 1917 Ekim Devrimi ve ardı sıra gelişen işçi sınıfının mücadeleleri ve ulusal kurtuluş hareketleriyle yer kürenin üçte birinde sosyalizmin inşa edilmesi gerçekleşmeye başladı. Ancak 1990’lara gelindiğinde tam bir çözülme ve dağılma yaşandı. Proletarya diktatörlüğü iktidarı altında, adına sosyalist devlet denen reel sosyalizm çözülüp dağıldığında açığa çıktı ki, devlet küçülüp etkisizleşmesi gerekirken; tersine hemen her şeyi yönetimi altına alan, şiştikçe şişen, aşırı obez bir devlete dönüştü. Sonuçta patlayıp infilak etti!

Kahramanca mücadelelerle başarılan bu durum, dağıldığında sahip çıkanı olmadığı gibi; eşitlik ve özgürlüğü arzulayan ve bu uğurda muazzam bedeller ödeyen toplumsal hakikat, kapitalist devlete göre daha çok örselenmiş ve parçalanmıştı. Neredeyse o ülkelerde yaşayanlar sosyalist devletler dağıldığında fazlasıyla sevindiler. Adeta kurtulduklarına şükrettiler. 20. yy boyunca insanlığın umudu haline gelen ve halkların uğruna büyük mücadeleler verdiği, büyük kahramanlıklar sergilediği sosyalist devlet tezi böylece çökmüş oluyordu.

Umut yerini umutsuzluğa bırakırken kapitalizm büyük zafer kazanmış edasıyla yer küremizi en küçük hücresine kadar sömürüsüne açmaya başladı. “Sosyalizm bitti, tarihin sonu geldi” deyip; kapitalizm insan yaşamının vazgeçilmezi, olmazsa olmazı olarak gösterilmek istendi. Herkesin kendi kaderine razı olması, kapitalizme şükredip ne verirse onunla yetinmesi ve boyun eğmesi gerektiği yaygınca telkin edilir hal aldı.

Gerçekte çöken reel sosyalizm tek sosyalizm türü müydü? Gerçek sosyalizm o muydu? Sınıf kavramı ve ona dayalı devlet tezleri ne kadar tarihin hakikatini yansıtıyordu? Açık ki, K. Marx ve F.Engels bütün iyi niyetli yaklaşımlarıyla geliştirdikleri kuramı, ağırlıklı içinde yaşadıkları zaman ve mekân bağlamında ele almış, kapitalist modernitenin dışına çıkabilecek tarih, toplum ve yeterli doğa bilimleri bilgilerine sahip değillerdi. Avrupa’da ortaya çıkan 19.yüzyıldaki işçi sınıfı hareketleri diye tanımlanan o hareketler gerçek anlamda işçi sınıfı hareketi miydi? Yoksa o isim altında direnen, köyden kopup kent varoşlarına yerleşen, aç-susuz ve ağırlıklı komünal kültürü yaşayan ve direnen komünaliteler miydi? Bu hareketler daha yakından incelendiğinde görülecektir ki, kentle kır arasındaki kültürel farklılık diye tanımlanan durum, kentin yabancılaştırıcı ve asimilasyonist yapısı kırın, yani köyün devlet öncesi döneme ait olan komünal değerlerin ve yaşamın kültürel çatışması olmaktadır.

Neolitik devrim olarak tanımlanan köy ve tarım devrimi, kırsalda hep varlığını koruya gelmiştir. Aslında kent varoşlarında direnen bu değerler olmaktadır. Artı-değer sömürüsü bu direnişlerde sadece güçlendirici bir rol oynamıştır.  1917 Ekim devrimi de incelendiğinde işçi sınıfı devriminden çok komünal değerlerin, yani demokratik uygarlığın devletçi uygarlığa karşı bir çıkışı, direnişi olduğunun tespitini yapmak doğru olandır.

Burada kapitalist uygarlık koşullarında artı-değer sömürüsü yadsınamaz bir gerçekliktir. Kuşkusuz bir yönüyle emek sömürüsü söz konusuyken diğer yönüyle devletçi uygarlık toplumu ayrıştırdı, sınıflaştırma ve tabakalaştırmayla bir parçalanmaya götürdü ve devlet bu toplumsal parçalanmışlık üzerinde yükseldi. Bu durum, aynı zamanda ezilen sınıf ve tabakaların baskı, tahakküm ve sömürü altına alınmasıdır. Dolasıyla sınıfsal bir tavrın gelişmesi de olacaktır ve olmuştur da. Ancak tarihin temel değişim motorunun sınıf, çelişki ve çatışmaları olduğunu söylemek gerçekçi değildir. Sınıf olgusu temel çelişme değil, tali bir çelişme, yani ikincil çelişme olarak değerlendirilebilir. Temel çelişme devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındadır. Diğer tüm toplumsal çelişmeler bu temel çelişmenin ikincil derecedeki çelişmeleridir ve ona bağlı olarak çözüme giderler.

Esas alınması gereken demokratik uygarlık değerleridir. Devrimci olan onlardır. Komünal değerlerdir, komünalitede sınıf yoktur, sömürü ve baskı söz konusu değildir. Devlet öncesi süreçte gerçekleşen toplumsal hakikat ile onu parçalayan, bölen ve yine o değerleri kendi sınıf çıkarlarına göre saptırıp yorumlayarak, o değerlerden beslenen devlet arasındaki çatışma olmaktadır.

Devlet olgusu hegemonik bir karakter taşır. Sürekli yayılarak, farklı toplumsal yapıları egemenliği altına almaya ve onların zenginliklerinin gaspına dayanır. Yaşamı bu tarz bir sömürüye bağlı kılan, devlet tekelleşmesi olmaktadır. Komünal uygarlık ya da demokratik uygarlık devletin bu parçalayıcı, çatıştırıcı ve savaş temelini esas alır ve buna karşı koyar. Devlet olgusu, komünal toplumuna bir yönüyle fiziksel katliamlarla boyun eğdirmeye çalışmakta, diğer yönüyle kültürel asimilasyona tabi tutmaktadır. Bu temelde köleleştirerek onun üzerine yükselen, ekonomik ve militarist bir tekel olmaktadır devlet. Dolayısıyla devletçi uygarlığı ilerici ve devrimci addetmek, onu hiç de hak etmediği, tam tersine günümüzde insan ve doğayı imha düzeyine ulaşmış bir yapıyı, bir anlamda sosyalizm adına kutsama olmaktadır. Sanıldığı gibi artı-ürünün ortaya çıkmasıyla kent, sınıf ve onların üzerinde devlet yükselmemiştir. Ta başlangıçtan itibaren sınıflaşmanın bizzat kendisi iktidar ve devlet oluşumunun zihniyet ve kültür inşasıdır.  O inşa sonucu sınıf ve tabaka türü toplumsal ayrışma yaratılmıştır ve sınıf olgusu açığa çıkarılmıştır. Devlet bir sınıflaştırma aygıtıdır.

 

Zigguratlarda Büyüyen Sermaye

Sümer devletindeki Ziggurat gerçeği bunu çok çarpıcı ele vermektedir. Zigguratlar birer zihin inşa merkezleridir. Yani tapınağın en üst katının altında yer alan katta rahipler oturmaktadır. Rahipler tam bir zihinsel faaliyet üretmektedirler. Yeni fikirler ve düşünceler geliştirirler! Giderek çevrelerinde yer alan insanları yeni fikirlerine ikna edip katarlar.  Bu düşünceler neolitik değerleri yeniden yorumlama ve neolitik düşüncenin şiddetli eleştirisi üzerinden sınıfsallaşmayı meşrulaştıran ve rahipler düzenini kutsayan bir algıyı inşaya başlarlar. Bu zihin çalışması daha Sümer devleti öncesi başlamıştır. Sümer’in Ziggurat tapınağında sistematik bir düşünceye ulaştırılmıştır.

Yine zihin inşasına bağlı olarak bir yönüyle maddi ve manevi değerleri hep biriktiren, askerleşme temelinde onları savunan, yeri geldiğinde saldıran ve boyun eğdiren bir kurumlaşma gerçekleştirilmiştir. Neolitik değerlerin asıl yaratıcısı kadın olduğundan saldırılar da kadına dönük gerçekleştirilmiştir. Öncelikli olarak kadın düşürülmüş, köleleştirilmiş ve sömürgeleştirilmiştir. Yani ezilen, sömürülen ve baskı altına alınan ilk sınıf kadındır. Zira devlet bir erkekleşme kültürü olmaktadır. Dolasıyla ilk oluşumla devlet, cins olarak erkeği başat hale getirmiş ve kadının iradesi kırılarak köleleştirmiş; böylece ilk sınıflaşma ortaya çıkarılmış oluyor.

Erkek cinsinin güdülerine hitap eden ve kadın karşısında yüceltilmesi erkeğin, yeni zihniyetin inşasına daha yatkın hale gelmesini kolaylaştırmıştır. Dolasıyla devlet olgusu erkek ekseninde oluşmaya başladığından, toplumun sınıfsal temelde yeniden inşası da başlatılmış oluyor. Burada şu tespiti yapmak yerinde olur. Sınıf gerçeği, devletleştirmez; tersi devlet olgusu sınıfı yaratır ve sınıf üzerinden kendini her çağda inşa eder. Bu anlamda artı-ürünün ortaya çıkışı sınıfsallaştırmaz, artı- ürün toplumun ürettiği maddi ve manevi değerlerin fazlalığı izafi bir durumdur. Fazla üretim toplumun daha üst boyutta yeniden kendisini üretmesinin olsa olsa sadece zeminini oluşturur. Zenginlik tek başına toplumu parçalayıcı olamaz. O zenginlik paylaşılabilinir. Optimum bir bölüşüm sağlayacak toplumsal mekanizmalar örgütlendirilebilinir. Şayet “kurnaz adam”, yani erkek kent ortamında kurnazlığa, yalana başvurmamış olsaydı; komünal yapı, zihniyeti ve maddi varlığı toplum içerisinde eşit bir bölüşümü geliştirilebilinirdi. Ne işsizlik ne de yoksulluk söz konusu olmayacaktı. Dolayısıyla toplum parçalanmaz, bütünlüklü ortak üretim ve ortak paylaşım esasına dayalı olarak daima kendisini üst boyutlarda üretebilirdi.

Sınıfı yaratan fazla ürün değil, zihniyetteki parçalanmışlık toplumsal yarılmaya götürdü. Zihniyet temelinde devlet, tarihsel gelişimi saptırmış ve toplumu parçalanmaya uğratmıştır. Tarih devlet uygarlığı altında ilerleyen zamanlarda toplumsal yarılma ve parçalanmayı derinleştirerek sürdürmüştür ve sürdürülmektedir. Yani tarih doğrultusundan saptırıldığında savaşlar olmakta, soykırımlar gerçekleştirilmektedir. O yüzden asıl üzerinde durulması gereken saptırılan tarihi ana mecrasına yönlendirebilmektir. Toplumsal sorunların kaynağında bulunan ana çelişki budur. Onun çözümü, diğer tüm sorunları çözüme götürecektir. Çünkü o sorunlara kaynaklık eden, ortaya çıkmalarını sağlayan devletçi uygarlığın varlığıdır.  Ondandır ki, devletçi uygarlıkla demokratik uygarlık arasındaki çelişki uzlaşmazdır ve temel çelişkidir. O yüzden toplumlar tarihinde devletten önceki dönemle devlet döneminin savaşımı sürüp gelmektedir. Devlet, komünal esaslara göre inşa edilmiş toplumsal hakikati yok etmeye çalışırken; hakikat ise ona karşı direnişini yükseltmektedir.

 

Çare Demokratik Ulus

Devleti köleci, feodal, kapitalist ya da sosyalist biçiminde etiketlemek hakikati perdelemekten öteye bir anlam ifade etmemektedir. Başta zihniyet olmak üzere başlangıçtan itibaren devlet kendini inşa temelinde biriktirmiştir. Daha çok da iktidar kültürünü toplumun hücrelerine kadar yaygınlaştırmayı esas almıştır. Hegemonyasını böyle kuran ve geliştiren devletin, topluma ve bireye kattığı fazla bir şey yoktur. Bilim, teknoloji, sanat gibi toplumsal aktivitelerin yaratımı toplum tarafından üretilmiştir ve üretilmektedir. Demagojik olan devlet ise onları gasp eden, perdeleyerek sanki yaratıcı kendisiymiş gibi yanılgılı bir algı üretmiştir. Devlet algısına itibar etmeyen ve kaynağını devlet öncesi toplumsal değerlerden alan karşı çıkışları ise katliam ve savaşlarla bastırmaya çalışmakta ve itaate zorlayarak köleleştirmeyi hedeflemektedir. Daha değişik bir ifadeyle feodal sınıf köleci devleti yıkarak değil, onun yalanları üzerine kendi yalanlarını da inşa ederek sınıf ihtiyaçlarına göre biçimlendirir.

Benzeri durum burjuvazi için de geçerlidir. O da önceki devlet biçimlerinin birikimlerini sınıf çıkarlarına uygun olarak üretir. Kapitalist devlete, ulus-devlete ulaşır. Yani kapitalist devletleşme kendisinden önceki devletleri yıkıp tümden tasfiye ederek kendini kurmamıştır. Yapılan sadece sınıf anlamında feodal sınıfla burjuvazinin yer değişimidir ya da feodal sınıfın burjuva haline dönüşümüdür, adeta görev değişimidir. Bunu devrim diye tanımlamak çok abartılı bir durumdur. Benzeri durum sosyalist devlet için de söylenebilinir. Proletarya öncülüğünde diktatörlük kurularak devlet aygıtıyla sınıfsız yani komünal esaslara dayalı topluma ulaşılamaz. Çünkü devlet sınıfsızlaştırmaz, sınıfı yaratan bizzat devletin kendisidir. İşçi sınıfı da buna dahildir,devlet imalatıdır. Zihniyeti böyle yapılanmış ve kültürleşerek kurumsal karakter kazanmıştır. Devlet kimin elinde olursa olsun üreteceği sınıf, sömürü, tahakküm ve köleleştirmedir. Reel sosyalizm deneyimi bu durumu çok çarpıcı açığa çıkarmıştır. Devlet karakteri itibariyle anti-toplumdur. Onun en gelişkin biçimi ise kapitalist devlet ve onun uygarlığıdır. Devlet insanın güdülerine hitap ederek yönetir ve kültürü budur. Hele hele kapitalist devlet daha çok güdülere hitap ederek insanı insan olmaktan çıkarır. İnsanı nesne haline getirir. Kapitalizm için hemen her şey objedir. Alım satım konusudur. İnsan duyguları, düşünceleri hatta bedeni metalaştırılmıştır ve pazarlanır. İnsan bedeninin metalaştırılıp pazarlanmaya çalışılması, insan olmaktan çıkmanın dip noktasıdır.

Marksizmin sorunlara hakiki bir çözüm ortaya koyamamasının nedenlerinin başında, kapitalist moderniteyi aşamamış olması yatmaktadır. Kendi modernitesini kuramamıştır. Kapitalist modernitenin soldan bir türevi olarak kalmıştır. Dolayısıyla devleti devletle aşmayı öngörmesi, en önemli çıkmazı oluşturmuş, son tahlilde sosyalist devlet, ekonomide devlet kapitalizmi olarak vücut bulurken, devlette ulus-devlet şeklinde tezahür etmiş ve çözüm olamamıştır. Çözüm ise ulus-devlet yerine taban örgütlemesine dayanan demokratik ulus çözümüdür. Demokratik ulus, demokratik modernite esasları kapsamında, her etnik, ulusal ve dinsel topluluğun kendi kendisini yönetmesidir. Devlete rağmen, gerektiğinde onunla karşılıklı tanıma esasına dayalı oluşturulacak hukukla kendi özyönetimini inşa etmesidir. Kendisine yeter bir topluma ulaşmadır. Bunun için devletten bekleyen değil, kendisi yapan, üreten bir yaklaşım gereklidir. Özü komünal zihniyeti inşa etmek ve kendi hakikatine, özüne dönüştür. Bu temelde bir zihin devrimi gerçekleştirmektir. Toplumsal hakikatler inşa edilmiş hakikatlerdir. Devletçi uygarlık tarafından saptırılan yönleri aşarak, zaman ve mekan bağlamında yeniden inşa edebilmektir.

İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanlaşma toplumsallaşarak gerçekleşmiştir. İnsana dair her şey toplumsaldır. İnsan toplumsallaşarak bu değerleri kazanmış ve kültürleşmiştir. İnsanım demek budur. O da değerlerden uzaklaşma; bireyciliğe, egoizme ve her şeyi tüken bir canlı türüne dönüştürür ki, bu durum insanın hakikatten sapması ve kopması anlamına gelmektedir.

Günümüz kapitalizm koşullarında gezegenimizi yok edecek potansiyel oluşmuştur. Nükleer ve biyolojik silahlar, insanlarla birlikte tüm canlı çeşitliliğini yok edebilecek düzeye ulaşmıştır. İnsanlık yıkımın eşiğine gelip dayanmıştır. Çare ulus-devleti aşmak için demokratik ulusu inşa etmek ve ahlaki-politik topluma ulaşmaktır.  Bu temelde toplum hakikatiyle buluşmaktır. Yani özgürleşmek için öze dönüş, topluma dönüşü gerçekleştirebilmektir.

 

Dipnot
1.KomünistBirlik tarafından yetkilendirilen Marx ve Engels, birliğin amacını ve programını da çizer. Komünist Manifesto, proletaryanın burjuvadüzenini ve üretim araçlarının özel Komünist Parti Manifestosu (Almanca: Das Manifest der Kommunistischen Partei), Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ilk olarak 21 Şubat 1848’de yayımlanan yazı, komünizmin ilkbildirgesi mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini söyler. Pembe kapaklı olan baskısı Türkiye’de “komünist” sözcüğünün kullanımının sakıncalı sayıldığı dönemde pembe kitap olarak anılmıştır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.