Düşünce ve Kuram Dergisi

Marksizmde İktidar ve Devlet Sorunu

Halil Dağ

Marksizm açısından iktidar ve devlet sorununun ne olduğuna dair bugün yeterli verilere sahibiz. Kuramın 150 yıllık tarihi boyunca ortaya çıkan gelişmeler, pratikleşme süreçlerinin yol açtığı sonuçlar ve en nihayetinde de Sovyet Devrimi gibi uygulamalar, devlet-iktidar sorunları bakımından ziyadesiyle problemli deneyimleriyle yeterince veriyi bize sunuyor. Hiç kuşkusuz Marksizmin iktidar ve devlet sorunsalı konusundaki tezleri ve bu tezlerin dayandığı tarihsel, politik, sınıfsal, felsefi analizlerin tümünü kapsamı sınırlı bir yazıya sığdırmak mümkün değildir. Konunun kompleks bir nitelik taşıması nedeniyle dar bir çerçeve içinde bazı vurgularla yetinmek daha yararlı olabilir.

Soru şudur: Nasıl oldu da ezilenler adına söz söyleyen, yol gösteren ve tarihe engin devrimci deneyimler miras bırakan Marksizm, iktidar ve devlet olgusunun kuramda ve kuramın takipçilerinde yarattığı/yaratabileceği yarılmayı öngöremedi? Hangi ideolojik, felsefi referanslar ve politik mücadele tasarımları kuramın uygulama aşamalarında krizlerle yüz yüze kalmasına yol açtı? Ve sönümlenmesi gerektiği söylenen devlet nasıl amaç haline getirildi?

Bu soruların yanıtını ararken öncelikle kurama etki eden temel düşünce sistemini irdelemek gerekiyor. Özellikle pozitivist düşünce sisteminin etkisi, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Pozitivizmin “toplumu düzenleyen yasaları bulma” tahayyüllerinin biçimlendirilmesi noktasında belirleyici bir rolü vardır. Bu belirleyicilik pek çok kuram gibi Marksizm için de geçerlidir. Başlangıçta burjuvazi, yükselen devrimci bir sınıf olarak kabul edilmiştir. Pozitivistlerin yeni sistem kurgularında burjuvaziye bu rolün biçilmesi modern devlet için yeni bir meşruiyet alanı yaratma arzusuyla ilgilidir. Modern devletin bu yeni meşruiyet alanı kendisini aydınlanmayla birlikte ortaya çıkan teknik ve endüstriyel gücün, kamusal zeminde burjuvaziyle yeni bir sınıfsal güce kavuşmasıyla kurumlaşmıştır. Burjuvazi ve onun iktidar teknikleri yükselen bir “değer” olarak ortaya çıkarken bunun karşısında devrimci sınıf olarak proletarya üzerinden kurgulanan yeni bir sınıfsal iktidar tekniği ön plana çıkmıştır. Tıpkı Hegel’in burjuva toplumunun erişebileceği “üstün durum” olarak ifade ettiği “Geist” gibi Marx’ta bu yeni devrimci sınıfı ezilenlerin erişebileceği “üstün durum” olan komünizme varmada temel bir toplumsal dinamik olarak belirlemiştir. Buradan bakıldığında proletarya diktatörlüğü diskurunun en azından biçimsel olarak Hegelyen felsefenin sosyal bilimlere yerleştirdiği kimi kavramlaştırmalara ve ondaki diyalektik eklektizmle bağlantısı vardır. Her iki eklektizm durdukları yer bağlamında iktidarın farklı iki uçtaki tanımını yapmışlardır. Hegel’de ‘Geist’ burjuvazinin ve onun iktidarının öncü özne olarak görülmesine yol açar. Marx’ta ise proletarya ve proletarya iktidarı öncü ve özne olandır. Marx Geist’i reddetti ama bunu yaparken yerine başka bir şey koydu ve yükselen yeni sınıf proletaryayı yerleştirdi. Dolayısıyla monolitik bir sınıf toplumu beraberinde yine monolitik bir iktidar tekniğini gündeme koydu.

Monolitik toplum tasarımı toplumsal sistemde içsel olarak sadece iki ilişki sistemini tanır. Ya antagonizma ya da kusursuz işlevsel uyum! Marx’ın çözümlemelerinde zıtların diyalektiğinin görünümüne sıkça rastlanır. Bunun yol açtığı sonuç iki tip toplumun; sınıflı ve sınıfsız toplumların basitleştirilmiş bir şekilde sunulmasıdır. Marksist sosyolojiyi boydan boya kaplayan ve aynı zamanda kuramın temelini oluşturan bir bakıştır bu. Bu temel fikir çeşitli toplum türleri arasında gerçek ya da olması muhtemel farklılıkları şemalaştırır, genelleştirir ve indirgemeci bir tarzda ele alır. Pozitivist anlayış sosyolojiye egemen olduğu andan itibaren benzer bir yadsıma tutumunu hakim kılmıştır. “Toplumu düzenleyen yasaları bulma ve bu yasalarla toplum mühendisliği yapmak” pozitivist sosyolojinin özünü oluşturur ve bu öz iktidar tekniği açısından modern devleti ve onun iktidarı önceleyen hukuksal düzenini kutsar, devleti de yararlı ve düzenleyici bir olgu olarak kabul eder. Şemalaştırma, kaba indirgemecilik, genellemecilik temel bir yaklaşımdır burada ve tarih yorumunda da monistik bir tarih anlayışı içerir. Birebir benzerlikler içermese de Marksist kuramın da bu düzlemden etkilendiğini belirtmek gerekiyor.

Marx’ın Hegel’i okuma biçimine damgasını vuran şey Hegel’in ilerlemeci diyalektik pozitivizmine materyalist katkılar sunma biçiminde bir karşılık verilmesidir. Bu durum proletaryanın sınıf ve özne olarak öncü bir güç olarak belirlenmesi, toplumun ve sonuç olarak her şeyin (iktidar ve ulus-devlet dahil) ekonomik bir işlevsellik içerisinde ele alınmasına yol açmıştır. Marx’ta yeni devrimci sınıf olarak ulaşılması gereken en üst aşama olan modern komünal topluma varmanın aracı olarak proletarya, burjuvazinin karşısında kamusal alanı kapsayan bir iktidar öznesi olarak belirmiştir. Proletaryanın öncü sınıf olarak belirlenmesi pozitivist aydınlanmacılığın akıl ve aklın öznesi olarak belirttiği kurum ve sosyal yapılarla tıpatıp benzeşmektedir. Pozitivist aydınlanmacılık toplumu birey ve öncü özne üzerinden kurgular ve onun gelişimini bu öznelere dayandırır, ona bağımlı sayar. Akıllı, halka aydınlanma götüren öncü rolündeki aktör Marx’ta proletaryadır. Ne var ki bu yeni öncü özne tarihsel ve toplumsal açıdan haklı ve meşru gerekçelere dayanan bir mücadelenin aktörü olsa da, içinde boy verdiği zeminin iktidar tekniklerinden azade olamadı. Paradoksal bir biçimde karşısında durduğu sistemin iktidar tekniklerini kendi mücadele yöntemlerinde bir araç olarak kullanma durumuyla yüz yüze kaldı. Bu çelişki en çok da Sovyet deneyimiyle kendini yüzeye vurdu. “Sosyalist iktidar” kavramı tüm iyi niyetli izahatlara rağmen iktidarın uygarlık bağlamında artık-ürünü elde etmeye ve ele geçirmeye yönelik her türlü toplumsal faaliyet olarak tanımlanan doğasının doğru kavranılamamış olması nedeniyle sosyalizmin toplumsal niteliğinin ortadan kaldırılmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda ulus-devlete teslim olma gerçekleşmiştir. Örneğin; Marx ve Engels Alman ulus-devleti kurulduğunda bunu olumlu bir gelişme olarak görmüşlerdir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “Daha Marx ve Engels döneminde işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezli ulus-devleti olarak benimsenmesi tüm yanlışlıkların anasıdır.” derken tam da iktidarın doğasına göndermede bulunmaktadır. Bu doğa komünalitenin, köylü hareketlerinin ulus-devlet karşısında gerici bir nitelik taşıdığını iddia etmiştir ve Marx ve Engels’in merkezi ulus-devletin desteklenmesi yönündeki görüşleriyle Marksizm, iktidar ve devlet olgusu karşısında belki de ilk yenilgisini almıştır. Bu öyle bir yenilgidir ki, sonraki tüm gelişmelere etki etmiş ve iktidar, ulus-devlet yapılarının bir araçtan da öteye sosyalistler tarafından neredeyse bir amaç haline getirilmesine yol açmıştır.

Marksist kuramın iktidar tanımında kategori, katman ve fraksiyon gibi terimlerin genelde kullanıldığına tanık oluruz. Bu kavramların her birinin kendi bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde anlamı olabilir ancak tüm bu kavramlar, hepsini kapsayan iktidar kavramı ile ifade edilmediğinde söz konusu terminolojinin iktidar yapılarının tezahürü olan bu kategorileştirmeleri önemsizleştirme tehlikesini içinde barındırır. Yanı sıra bu kategorileştirme tutumunun kendisinin de problemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü toplumsal kategoriler kavramının doğrudan pozitivist sosyolojiyle bağı bulunmaktadır. Marksizmin de bu noktada pozitivist sosyolojiden etkilendiğini belirtmek gerekiyor, çünkü toplumsal kategoriler denildiğinde çeşitli grup ve yapıların ekonomik ve ekonomik olmayan yapılar üzerindeki üstten belirleyici etkinlikleri kastedilmektedir. Bu yapıların sadece sınıfsal konumlanma bağlamında yerlerinin ne olduğuna dair vurgularda bulunulması aynı yapıların işçi sınıfının politik gücü ve örgütlenmesi içinde oynayabilecekleri iktidarcı rolün görülmemesi sorununun özünü oluşturur. Her ne kadar Lenin “işçi aristokrasisi” gibi bir tanımlamayla bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmışsa da tehlikeyi bertaraf edecek tedbirler fazla alınmamıştır. Dolayısıyla olumlu-olumsuz katmanlar, kategoriler biçiminde ayrıştırılan toplumsal yapıların iktidar zihniyeti alışkanlıkları açısından yaşadıkları geçişkenlik önemsenmemiş, bu da Lenin’in “işçi aristokrasisi” dediği ama özünde tarihsel olarak iktidar hastalığından kaynağını alan eğilim ve anlayışların sisteme sirayet etmesine yol açmıştır. Kategorileştirme sonuç itibariyle bizzat devrim için yola çıkan güçlerin kendi içinde iktidar savaşına girmesine neden olmuştur.

 

Politik Sınıf Mücadelesi

Yukarıda aktarmaya çalıştığımız tüm bu süreçlerin politik mücadele perspektifi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Her ne kadar Marx’ın gençlik yapıtlarında politikayı devlet ile olan bağıntılılığına indirgeyen “sadece politika” anlayışını mahkum etme ve politika uygulamasının amacının devlet değil, ancak toplum ve üretim ilişkilerinin dönüşümünü sağlamak olduğu yönündeki yaklaşımlar görülse de; daha sonraları devletin toplumsal kurum düzeyleri arasında birleştirici etken olmak gibi özel işleve sahip olduğunu öne süren bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Devletin bu biçimde yorumlanması, yani devletin karmaşık bütünün düzeylerini birleştirici ve sistem olarak bütünsel dengesini düzenleyici öğe olarak görülmesi beraberinde devleti hedef alan politik mücadelenin, bu aygıtın kontrol altına alınmasıyla bütünsel dönüşümler üreteceği yönünde bir algıya sebep olmuştur. Daha sonraları Lenin’in “Her devrimin temel sorunu devletin içindeki güç olmaktadır.” biçimindeki söylemi, politik mücadelenin üst yapı kurumu olarak görülen bu aygıtın ele geçirilerek dönüştürülmesi ön kabulüne dayanmaktadır. Benzer bir biçimde Lenin “Sınıf mücadelesinin ancak politik alanı sardığı gün, yaygın bir biçime bürüneceğini söylemek yeterli değildir

Marksçılık için sınıf mücadelesi, politik düzeyi özünden -devletin yapısal gücünü- sardığı gün, tüm ulusun ortaklaşa, yaygın bir mücadelesi haline gelir.” der. Bu şekilde politik mücadelenin tıpkı Marx’ın “İşçi sınıfının politik hareketinin son hedefi politik gücün elde edilmesidir.” tespitine dayanarak (Buradaki politik güç, iktidar ve devlettir.) devletin yapısal gücü üzerinde kontrol sağlayarak bunun, mücadelenin amaçlarından biri haline gelmesini ön görür. Engels’in “Politik mücadeleden özgül hedefi devlet iktidarı olan mücadele anlaşılır” biçimindeki tespiti de referans alınmaktadır. Zaten “Tüm iktidar Sovyetler’in” sloganı Lenin’in düşüncesinde Sovyetler’in ikinci bir devlet gibi onay görmesiyle ilişkilidir. Zaten bunu açıkça belirterek şöyle der: “Toplumun gerçek özü burjuvaların genelde onu aradıkları yerde değil fakat özgün bir devletin yaratılmasındadır. Oysa Rusya’da zaten bu tarzda bir devlet doğmuştur. Bu Sovyetler’dir.”

Bir iktidar aygıtı olarak devletin politik mücadelede bir araç olarak kullanılabileceği fikri Marksizm açısından bir handikap olmuştur. Çünkü devletin sönümlenmesi gerektiği kabul edilmesine rağmen onun politik mücadelenin hedef olarak önüne koyduğu ve elde etmeye yöneldiği bir yapı gibi görülmesi zaman içinde -özellikle de reel sosyalizm deneyiminde- aracın amaçlaştırılmasına yol açmıştır. Handikap, kâr, sömürü, bürokrasi, tekelleşme, militarizm ve daha da sıralanabilecek özellikleriyle devletin araç olarak ele alınabileceği algısından kaynaklanmaktadır. Burada devleti ele geçirerek sönümlendirme yaklaşımının bir paradoks içerdiğini belirtmek gerekiyor. Çünkü ortadan kaldırılması gereken bir olguyu onu kullanarak ortadan kaldırmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Bırakalım ortadan kaldırmayı, bu tutum kullanılan aracın onu kullananı kendine benzetmesiyle sonuçlanır. Nitekim reel sosyalizm bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu yaklaşım aynı zamanda Marksizm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi de sorunlu hale getirmektedir. Çünkü toplumsal doğada içkin olan demokrasi ve komünalite tüm bunların inkârı anlamına gelen devlet ve iktidar gibi toplumsal doğaya dayatılan zor ve sömürü araçlarıyla keskin bir çelişki ve çatışmayı bağrında taşır. Kullanılan bu araçların sosyalist etiketli olması sonucu değiştirmediği gibi sırf bu isimle söz konusu araçların kullanılmış olmasından kaynaklı olarak Marksizme ve sosyalizme yönelik reaksiyoner algıların oluşmasına yol açmıştır.

Bunun yanı sıra işçi sınıfının politik mücadelesinin odağına devlet ve iktidarın ele geçirilmesi gibi bir hedefin konulması, politika ve özgürlük arasındaki dolayımsız ilişkiyi de sakatlamıştır. Çünkü iktidar ve devletin politikası olamaz. Bu tarihsel bir doğrudur. İktidar ve devlet toplumsal politikayı inkâr ettiği ölçüde ortaya çıkan ve güç kazanan kurumlardır. Politikayı toplumun doğrudan özgürlük eylemi olarak kabul ediyorsak o zaman devlet ve iktidarın bu “doğrudan özgürlük eyleminin” dayanaklarını ve pratiklerini ortadan kaldırdıkları ölçüde varlık bulabileceklerini ve bulduklarını görebiliriz. Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizmde devlet ve iktidarı temel sosyalist inşa araçları olarak öngörmeleri politika ve özgürlük, sosyalizm ve özgürlük arasındaki ilişkiye zarar vermiştir denebilir.

Devletin (Sovyetlerde olduğu gibi) rolünde, ekonomik işlevinin egemenliği, toplumsal oluşumunun nitelik kazanmasında politik düzeyin ya da iktidar perspektifinin baskın hale gelmesine yol açar. Doğası gereği düzenleyici, disipline edici bir rol oynayan devleti, sosyalist ekonomiyi kurumsallaştırmada bir araç olarak kullanma yanılgısı; Sovyet deneyiminde trajik biçimde geleneksel devlet oluşum ve uygulamalarının toplumsal doğaya yıkıcı biçimde sirayet etmesine yol açmıştır. Merkezi ekonomik planlamalar, yaygın bürokrasi, gücün Sovyetler yerine onun tepesine çöreklenen iktidar odaklarının elinde toplanması, iktidar savaşları, güvenlik ve kapitalist devlet aygıtlarının etkilerine karşı tedbir adı altında gerçekleştirilen baskıcı-otoriter uygulamalar; Sovyetler’in tipik bir kapitalist devlet aygıtına dönüştürmekle yetinmemiş, sosyalizmin özünü oluşturan demokrasinin ve komünalitenin yani toplumun iktidar ve devlet dışında doğrudan kendi kendini yönettiği bütün süreç ve pratiklerin katledilmesine yol açmıştır. Devlet bu şekilde bütünlüğü koruyucu bir unsur olarak görülmüş ve devletin politik-ekonomik işlevinin hangi ad ve etiketle olursa olsun son tahlilde egemen sınıfın politik çıkarlarını sağlamak olduğu göz ardı edilmiştir. Lenin’in devletin teknik ekonomik işlevine -muhasebe işleri- önem vermesi bu sürecin gelişmesinde tetikleyici bir unsur gibi görülse de, sonraki uygulamalarda işin daha da çığırından çıkartılarak devlet ve iktidarın amaç haline geldiğini söylemek mümkün. Bu yönüyle Sovyet Devleti, proletarya diktatörlüğünün problemli özelliklerini katlayarak tam bir baskı mekanizması biçiminde hayata geçirildiğini belirtmek gerekiyor.  Devletli uygarlık tarihi boyunca oynadığı lanetli rolü değişmeyen devlet aygıtı adeta proletarya diktatörlüğünün ve sosyalizmin kendisi olarak sunulmuştur. Problemin kaynağında toplumsal doğayı salt ekonomiyle izah eden ve ekonomiyi de devlet gibi bir araçla düzenlemeye yönelen anlayış yatmaktadır. Kapitalizmin zorunlu bir aşama olarak görülmesi otomatik olarak bu “zorunlu aşamanın” kullandığı araçların da geçiş süreçlerinde kullanılabileceği yaklaşımına yol açmıştır.

Abdullah Öcalan, devleti iktidar bağlamında değerlendirerek “İktidarın hukuklaşmış tüm biçimlerine devlet demek mümkündür” der. Bu tanımlama temel olarak devletin, sınıf çatışmasını susturmak, dengede tutmak, kaos halini ortadan kaldırmak olmadığı kabulüne dayanmaktadır. Lenin’in “Her devrimin temel sorunu devletin içindeki güç olmaktadır.” cümlesinin yansıttığı yaklaşımı bir bakıma devletin düzenleyici gücünü kullanma anlayışına dayandığını belirtmiştik. Eğer devlet sınıf çatışmalarını susturmak, dengede tutmak, kaos halini ortadan kaldırmak işlevlerine sahip değilse o zaman proletaryanın bu yapının içindeki güç olma mücadelesinin veya politik amacının bir sapmayı ifade ettiği açıktır. Gerçekten de devletin düzenleyici bir güç olarak görülmesi ve bu gücün proletarya diktatörlüğüne giden yolda işlevsel bir araç olarak kullanılabileceği yaklaşımı, devlet ve iktidarın beş bin yıllık kodlarını doğru kavramamak anlamına gelmektedir. Hele hele sosyalizmin devleti kullanarak, yani onun içindeki güç olarak gerçekleşebileceğini iddia etmek tam da karşısında olunan şeye dönüşmek demektir. Devlet ve sosyalizm yan yana gelemeyecek iki kavramdır. Her hâlükârda devletin doğasından kaynaklı nitelikleri, yani tekelleşme, iktidar savaşının merkezi olma, otoriterlik, anti-demokratik olma vs. sistemin ruhuna işleyecektir. Böyle olduğu için de beş bin yıllık uygarlık geleneğinin artık ürün sızdırma kurumu olan devlet eliyle sosyalizm inşa edilemez, edilmeye kalkıldığında ortaya kapitalist devlet modelinden daha tehlikeli bir yapı çıkar. Devletin sosyalizme geçiş sürecinin ön aşaması olarak ifade edilen “ulusal demokratik devrim” sürecinin gerekliliği olarak görmek de bu derecede vahim bir yaklaşımdır. Bu monolitik bir sistem için demokrasiyi araçsallaştırmayı ifade etmektedir. Yanı sıra toplumsal doğayı nesneleştirmek anlamına gelmektedir. Çözüm, içinde veya yanında devlet ve iktidar kavram ve uygulamalarının yer almadığı, herhangi bir sınıfın tek toplumsal özne haline getirilmediği demokratik sosyalizmdir. Bunun dışındaki çözümlerin denenmiş ve sonuç vermemiş olduğu son derece açıktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.