Düşünce ve Kuram Dergisi

Sistem Karşıtı Hareketlerin Hegemonyaya Karşı Direnişi

Abdülmelik Ş. Bekir

İnsanlık tarihi ya da daha özel anlamı ile toplumsal tarih aynı zamanda politik/ekonomik/kültürel bir tarihtir. Kadın otoritesinin merkezde olduğu; anaerkil eşitlikçi komünal toplumlardan erkek egemen klan, kabile, aşiret, ulus, devlet süreçlerinde siyasal sistemler hep var olmuştur. Sözkonusu bu sistemler de -anaerkil eşitlikçi komünal yapılar/doğal toplum özelliği taşıyanlar hariç-kendi hegemonyalarını kurarak toplumları yönetmek istemişlerdir. Anaerkil komünal, daha doğru bir deyişle doğal toplumlar dışındaki erkek egemenlikli sistemler, hegemonyayı mutlak iktidarlarını sürdürmek için yeniden yaratarak günümüze kadar gelmişlerdir. “Tarihsel süreç içerisinde toplumları egemenliği altında tutan sistemlerin ana karakteri erkek egemenlikli iktidardır. Bu iktidar yapısı merkezi uygarlık/kapitalist modernite olarak tanımlanabilir. Toplumsal tarihi iktidar merkezli, düz çizgisel ilerlemeci olarak yapılandırır.”[1]

 

Hegemonya ve Kısa Tarihi

Bu yapı, kendi iktidar ve otoritesini sürdürebilecek hegemonyayı; mülkiyetçi özelliği ile maskeler takılarak ya tanrı-kral, rahip-kral ve giderek seçkin ulus-sınıf eksenli devlet düzenlerinde, kendilerine yeni isim ve sembollerle iktidar blokları kurmuşlardır. Kurulan bu iktidar bloklarının temel özelliği özel mülkiyete dayalı, erkek egemenlikçi bir sistemdir. Hegemonik özellikler taşır. Özünde anaerkillik ve toplumsal özgürlük taşıyan doğal toplumları kendisine karşıt olarak tanımlar, toplumları bir bütünen siyasi-iktisadi-kültürel açıdan baskılayıp kendisini sürekli olarak yeniler. Bütün bilimleri, özellikle sosyal bilimleri-tarihi kendisini merkeze alarak yazar/yorumlar. İşte tam da bu noktada “hegemonya” kavramı ve oluşturulan bu hegemonyaya alternatif olabilecek sistem karşıtı hareketler ortaya çıkar. Merkezi Uygarlık/Kapitalist Modernite formunda kendisini gösterirken buna karşı doğal toplum özelliği taşıyan komünal eşitlikçi karakterdeki toplumsal yapılar, ki bunlar ağırlıklı olarak -çöllerin derinliğinde, dağların eteklerinde, ormanların içlerinde-baskı altında olsalar da kendilerini var etmeyi bilmişlerdir. Kapitalist Modernitenin hegemonik güçleri bu yapıları, yok sayan tarih ve “marjinal” kılan bakış açıları ile sınırlandırmaya hatta ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Buna rağmen doğal toplum özelliği taşıyan komünal benlikleri ile eşitlikçi-özgürlükçü dinamikleri ile bütün toplumsal tarih süreçlerinde var olmuşlardır. Bu yapılar, özünde sistem karşıtı hareketlerdir. Sistem karşıtı bu hareketler, tarihin akışkanlığında hegemonların tarih-sosyal bilim ve siyaset bilimcileri tarafından “ilkel” komünal, kabile, cadı, köle, barbar, serf, işçi, kimliksiz ulus, işçi/proleter, işsiz ve terörist gibi tanımlamalarla adlandırılmışlardır.

Biz de bu makalede “hegemonya” ve “sistem karşıtı hareketlerin” hegemonyaya karşı direnişlerini ve direnişlerin tarihi eksenini irdelemeye çalışacağız. Tarihin akışı içerisinde ‘gizil’ bırakılan, ötelenen bu anti-hegemon hareketleri anımsatarak günümüze kadar direnerek nasıl geldiklerini ve bunun günümüzdeki sistem karşıtı hareketler için “özgürlük” ilkesi temelinde nasıl bir kültürel, siyasal, sosyal ve tarihsel direniş, miras ve sosyal/siyasal form ya da formlar bıraktığını anlamaya çalışacağız. Hegemon sistemler, her dönemdeki iktidar blokları ya da egemenler tarihini de kendi belirlediği esaslar üzerinden yazıp anlatmaya çalışmaktadır. Tabiri caizse yarım asırlık sistem karşıtı bir hareketin de liderliğini yapan Abdullah Öcalan’ın ‘“tarih günümüzde, biz tarihin başlangıcında gizliyiz” sözüyle işaret ettiği gerçeklik bağlamında, hegemonyaya karşı anti-hegemon mücadelenin tarihsel seyrine değineceğiz.

Egemen yapılar, iktidar blokları Kapitalist Modernite sistemi, toplumsal yapıları egemenliği altına alıp kendisini sürdürmek için de hegemonyaya ihtiyaç duyar. Hegemonya kavramı dar anlamda bir iktidar/yönetim olgusu değildir. Bütünsel bir yapıdır. Küresel/bölgesel özellik gösterir. Her dönem dayandığı bir ideoloji vardır. Hegemonya kurmak, inşa etmek erkek egemenlikli toplum ve siyasetin iktidarının vazgeçilmezidir. Bu sistem “kurnaz erkek aklı”nı kullanarak din-bilim alanlarını da yetkince kullanarak “toplumsal rıza üretimi”ni geliştirir. Böylelikle de kendi yönetimini “kutlu, seçkin ve muktedir” bir iktidar olarak sürdürmek ister. Yasa koyucudur. “Suç ve Ceza”nın özelliklerini kendisi belirler. Toplumlar üzerinde uyguladığı şiddeti kendi yasaları ile tanımladığı bu hukuka bağlar. Şiddete ve sömürüye dayalı tarihini ise “ebedi-ezeli” hakikat olarak sunar. Tarihin bütün evrelerinde bu böyle kendisini gösterir. Hegemonyanın tarihsel akışının bir saniye bile kopmasına, kesintiye uğramasına asla izin vermez. Bunun için sisteme ve sistemi yürütenlere tanrısal öz atfetme gibi en soft yöntemlerden tutalım, bir kıyım makinesi gibi soykırım ve katliamlarla yeryüzünü adeta bir mezbahaneye çeviren en sert yöntemlere kadar her yol kullanılmıştır. Şiddet; araç ve mekanizmalarını sürekli yenileyerek ve geliştirerek “hegemonyanın” kesintiye uğramaması için nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarla insanlığın ve dünyanın sonunu getirecek bir raddeye ulaşmıştır.

Hegemonyanın kendisini somutlaştırdığı bu tarihsel zinciri kısaca somutlaştırırsak; bilinen haliyle ilk hegemon olan Akad Kralı Sargon’dan beri zincirleme halkalar halinde gelen ve günümüzde yine Sargon İmparatorluğu benzeri bir hegemon olan ABD ile devam eden bu süreç, merkezi uygarlık sistemi açısından ana nehir akıntısı gibidir. Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Mitanni, Urartu, Pers, İskender, Roma, Sasani, Bizans, Arap-İslam, Türk-Moğol, Osmanlı, Britanya ve ABD hegemonyaları ana nehri oluştururken Mısır, Elam, Harappa, Çin, Hint, Rus, Frank ile Germen İmparatorlukları ana nehrin yan kolları konumundadır.[2] A. G. Frank, “Bizler çağdaş dünya sisteminin en az 5000 yıllık bir tarihe sahip olduğunu iddia ediyoruz” diyerek iktidarcılığın, insan toplumunda şekillenmesininin başlangıcını çıtalandırıyor. Hegemonya bir yandan bu kesintisizliğe dayanarak kendini, “ezeli-ebedi” hakikat olarak sunmakta öte yandan bir anlık kesintiye dahi izin vermeyerek hegemonyanın sürekliliğini sağlamaktadır. Frank, sistemin ve hegemonyasının tarihsel akışının parçalı değerlendirilmesinin handikapları üzerinde duruyor ve bütünlüklü bir kavrayışın çarpıtılmış tarihsel hakikatlerin bütünlüklü bakış yöntemiyle gün ışığına kavuşacağını ve sistem tarafından köreltilmiş zihinlerin açılmasında önemli rol oynayacağını düşünüyor.[3] Fredy Perlman,hegemonyanın nasıl 5000 yıl önce aşağı Mezopotamya’da başladığının parametrelerini açıklarken “sürekliliğe”, “ebedi-ezeli” olmaya nasıl dikkat ettiğini lirik bir şekilde ifade eder. Perlman da, merkezi uygarlığın tarihsel akışı üzerinde durur. İnsanlık için adeta bir kıyım makinesi haline gelen kapitalist uygarlığın aşağı Mezopotamya yani Ur’da başlayan kıyım serüveninin izini süren Perlman, merkezi uygarlık ve hegemonyasının, “daha yukarı” olarak lanse ettiği tarihsel akışının insanlık adına ne menem bir “daha aşağı” gidiş olduğunu gözler önüne seriyor. Leviathan’a benzettiği kapitalist uygarlığı ve erkek egemenlikli zihniyete dayalı hegemonyasını şöyle tarifler: “Ancak Er-Tarih de, Sümer’in ve şimdi tüm Bereketli Hilal’in tekilleşmesiyle aynı nedenden ötürü tekilleşme eğilimindedir. Leviathan bir yamyamdır. Kendinden önce gelenleri de ardından gelenleri de yer. Yeryüzünden ne kadar nefret ediyorsa Leviathanların çokluğundan da o kadar nefret eder. Kendisi dışında her şeye düşmandır.”[4]

Merkezi uygarlığın düşünsel hegemonyası tarih boyunca, “ebedi-ezeli” hakikat olarak görülmesini önemli oranda sağlamıştır. Sistemin çözümlenmesine soyunan Frank başta olmak üzere, birçok düşünür dahi günün sonunda, sistemin sürekliliği ve kesintisizliği algısına kapılarak kaderciliğe sürüklenebilmiş… Sürekli hegemonyanın mekanizmalarından geçen, şiddet ve propaganda aygıtlarına maruz kalan topluluklar ise neredeyse verili sistemin dışında alternatifleri hayal edemeyecek duruma getirilmiştir. Uygarlık sisteminden beslenen ve ilintili gelişen sosyoloji, antropoloji, tarih ve siyaset gibi sosyal disiplinler her olay ve olguyu en küçük parçasına kadar irdelerken, merkezi uygarlığın tarihsel akışını, oluşturdukları zihni kodları, ideolojik argümanlarını, tarihsel toplum okumalarını tam da hegemon sistemin istediği şekilde icra etmiştir. Her merkezi uygarlık rıza üretmek ve meşruiyet sağlamak için öncelikle bu alanı denetim altına almış ve dün nasıl mitoloji, din ve felsefeyle meşruiyetini sağlamışsa bugün de bilimsellikle kendi “süreklilik-kesintisizlik” ve “ebedi-ezelilik” algısını hakim kılmıştır. Tekçiliği, faşizmi, kıyım ve katliamları, savaş ve sömürüyü bu zemin üzerinde gerçekleştirmiştir. İnsanlığa adeta kadercilik dışında herhangi bir yol bırakılmamıştır.

 

Kesintisiz Hegemonyaya Karşı Sürekli Direniş Hakikati

Bu bağlamda madalyonun öteki yüzünün görülmesi insanlık açısından her zamandan daha önemli hale gelmiştir. Verili sistemin dışında çözüm ve alternatiflerin var olduğu gerçeği insanlığın ve doğanın içine girdiği yok oluşun önüne geçmek için elzemdir. Bütünlüklü bir tarihsel okumanın yapılması, kapitalist uygarlık sisteminin dayattığı zihinsel hegemonyanın dışına çıkılması ve bunun da tarihsel, toplumsal bağlama oturtularak yapılması ilk adım olduğu gibi çıkışın da en doğru adresidir. Uygarlık sisteminin resmi tarihinin dışına çıkıldığında kapitalist uygarlık ve hegemonyasına karşı insanlığın adeta destansı bir direnişi, mücadelesi ve savaşı vardır. “Anti-hegemonik güçler de çıkışından beri merkezi uygarlık sistemine ve onun hegemonya güçlerine karşı sürekli varlıklarını oluşturup dünyanın diğer kutbunu yani demokratik uygarlık dünyasını günümüze kadar taşımışlardır. Bu dünyanın esas cevherinin demokratik, ahlaki ve politik olduğu, bitmez tükenmez demokratik konfederasyonlarla kendini hep yenileyip güçlendirdiği, anti hegemonik güçlerin genelde dinlerin ve özelde tek tanrılı dinlerin birer mezhebinde, kendi ideolojik dünyalarını inşa ettikleri ve ekonominin de gerçek üretici güçleri oldukları tartışma götürmez.”[5]

Tarih özellikle de toplumsal mücadeleler tarihi, sistem karşıtı hareketlerin yüzlerce ve belki de binlerce örnekleri ile doludur. Ancak Afrikalıların ‘Aslanlar kendi tarihlerini yazıncaya kadar avcıların hikayeleri devam eder’ sözündeki gerçeklik gibidir bu tarih. Ezilenler, özgürlük isteyen toplumlar, dışlananlar, her türlü iktidar gücüne karşı toplumsal direnişlerin tarihi; kesintisiz ve sürekli bir şekilde kendisini günümüze kadar taşımıştır. Sorun bu toplumsal özgürlük hareketlerinin akışkanlığını ve bütünsel döngüsünü ortaya koyabilmektir. Ancak egemenlik, iktidar yapıları, hegemon güçler adına ne dersek diyelim toplumu, tarihi, felsefeyi en genel anlamı ile ile bilimi modernizmin analitik ve ekonomi merkezli bölümlemesi ile tarihi de kendi kafeslerinden birine hapsetmiş ve akademilerde bunun meşruiyetini sağlamaya çalışmaktadır. Modernizmin liberal iktidar bloklarına karşı mücadele edenler ise ideolojilerini dar sınıf ya da toplumsal çatışmanın farklı katmanlarının mücadele biçimi olarak, tarihsel materyalizmin düz çizgisel ilerlemeci anlayışı ile açıklamaya çalışmışlardır. Ancak bu hep bir yetersizliği içinde taşımaktaydı.

Bu yetersizlik tam da hegemonya ve özgürlük adına savaşan iki taraftan birinin mütemadiyen inkar edilmesiydi. Her şeyin adeta kapalı sistem olarak yaşanma hali… Tek ve biricik, ebedi ve ezeli bir sistem var ve yaşanan tüm mücadeleler, savaşlar, değişim ve dönüşümler bu sistemin içinde olmak mecburiyetinde… Bir yandan hegemon güçlerin kazandığı savaşların büyüklüğünden bahsederken öte yandan bu büyük, önemli ve hayati savaşların diğer tarafının barbar, vahşi, bedevi, serf, işçi olarak ilk etapta zayıf görülmesi, ardından yok sayılması… Büyük savaşın kime karşı kazanıldığı asla yazılmaz. Yazılıp anlatılırsa karşıdaki destansı direnişin, mücadelenin ve en nihayetinde varlığın ikrarı gerçekleşecektir. Bu nedenle resmi tarih özgürlükçü-komünal hareketlerin mücadelesini sürekli, “münferit”, “kaide dışı”, “geçici” toplumsal arızalar olarak gösterme eğilimindedir. “Toplumsal tarihi ve toplumların ya da bireylerin her dönemde hegemonik güçlere karşı direnişlerini tarih içinde ‘münferit’ durum ya da vaka olarak tanımlamak tarihsel gerçekliği ters yüz edebileceği gibi tarihi anlamakta eksiklik ve etik açıdan da önemli problemlere yol açar.”[6] Nitekim bugün bahsedilen problemler; salgınlar, insani ve ekolojik kıyımlar, sömürü, yoksulluk, yoksunluk, savaşlar, salgın hastalıklar olarak kendini göstermektedir. Ne yazık ki günümüzün çok, “bilimsel çalışan” akademiyası bu neden sonuç bağlantısını mitoloji kadar çözümlemekten acizdir.

 

Anti-Hegemonik Direnişin Mitolojik Dili ve Gerçekleşme Biçimi

İktidarcılığın kendini inşa ettiği dönemde;  mitolojik anlatılarda, bu mücadelenin ne kadar çetin geçtiğini anlayabilmekteyiz. Tanrılar ve tanrıçalar şahsında somutlaşan mücadele, hegemon güçler ile özgürlükçü-komünal güçlerin nasıl başladığını, hangi evrelerden geçtiğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Destanlardaki tanrıça figürü anaç toplumu ve yarattığı değerleri, özgürlükçü ve komünal yaşamı savunurken erkek tanrı figürü ise dehşetvari bir iktidar, güç ve hegemonya savaşı yürütmektedir. İnanna-Enki, Marduk-Tiamat, Prometeus-Tanrı Tiranlar arasındaki savaş, hegemonya savaşının gelişim tarihini anlatmaktadır. Sadece bir mitoloji olarak ele alınamaz. İki sistemin kıran kırana savaşını günümüz tarih ve sosyolojisinden daha gerçekçi anlatımı olarak ifade etmek abartı sayılmaz. Dünyanın neresinde ataerkil sistem kendini inşa etmeye çabalamışsa, karşısına mutlaka ana toplumunun güçleri dikilmiş ve mücadele etmiştir. Mezopotamya ve Anadolu’dan tutalım, Hindistan’a, Afrika’dan tutalım Avrupa ve Amerika kıtalarına kadar bu tarihi süreç, farklı dönem ve frekanslarda olsa da böyle cereyan etmiştir. Mitolojik bir hikaye olarak ele alınması, görmezden gelinmesi ve itibarsızlaştırılması da kapitalist modernitenin resmi tarihçiliğinin gereğidir. Biricik ve alternatifsiz, ebedi ve ezeli algısını sürdürmesi için her zamankinden daha fazla ihtiyacıdır. “Toplumsal belleğin, yazıcıların parşömenlerine ve tabletlerine sıkışmasıyla beraber geçmişin büyük bir kısmı hatta tamamı Firavun ya da Lugal’in tek bir emriyle silinip gidebilir hale gelmiştir. Mısır’da, üzerlerinde güç bela okunan bir kadın adı, anaerkin üstünde bulunduğu birçok tablet bulunur. Hepsinin üstündeki kadın isimleri silinerek bir adamın adı yazılır.”[7] Bu ve binlerce benzeri örnek dahi kapitalist uygarlığın direniş tarihi, mirası, kültürü ve belleğine karşı nasıl bir düşünsel hegemonya kurduğu ve sürdürdüğünü çarpıcı şekilde bize anlatmaktadır.

Resmi tarihte tüm özgürlükçü-komünal izler silinse de realitede insanlık tarihinin özünü bu komünal-özgürlükçü mücadeleler oluşturmaktadır. Her ne kadar tarihi yazılmamışsa da, inkar edilerek görmezden gelinmesi de bu sistemsel mücadele, tarihin temel nehirlerinden biri olmuştur. Merkezi uygarlığın hegemonyasına karşı muazzam bir direniş ve mücadele kültürü ve mirası yaratmıştır. Kendine has idari, toplumsal ve siyasal formlar oluşturarak kendini var etmeyi bilmiştir.

Dün olduğu gibi bugün de insanlık adına, “iyi” diyebileceğimiz her şey hegemonyaya karşı direnen anti-hegemon güçlerin yarattığı değerlerdir. Mitolojik kahramanlardan tutalım, dinsel, mezhepsel hareketlere, felsefi, bilimsel ekollerden tutalım, sosyal, kültürel hareketlere kadar tamamı hegemonyaya karşı direniş temelinde açığa çıkmış ve bugün insanlık bu değerler üzerinde varlığını sürdürmektedir. Bu anlamda insanlık tarihinin verili kaynaklara karşı toplumların geliştirdiği direnişlerin tarihsel-toplumsal analizlerini hegemonik tarih okumaları dışında doğru okumalıyız.

 

Bir Direniş Biçimi Olarak Dinlerin Çıkışı

Anti-hegemonik güçler her şeye karşı bir yandan hakikat arayışını sürdürürken, öte yandan hakikatlerini de ifade etmekte, bunun mücadelesini sürdürmekten geri durmamışlar. İnanç özü itibariyle mitolojinin izahta yetersiz olduğu yerde toplumların; evreni, doğayı, varlığı ve kendini anlama çabasıydı. Hegemonya yoğunlaşmasına paralel olarak anti-hegemonik güçler de kendilerini dini hareketler olarak dönüştürmüş ve gerçekleştirmiştir. Ezidilik, Zerdüştlük, Yahudilik, Manizm, Hristiyanlık, Budizm, Taoizm çıkışları itibarıyla iktidara, hegemonyaya karşı gelişen hareketlerdir. Kıyım makinesine karşı halkların çözüm arayış ve çıkışlarıdır. “Zamanla dinlerin iktidarlarla ilişkilenmesi, hegemonlar tarafından iktidarlara meşruiyet ve rıza üreten bir aparat haline gelmişse, anti-hegemonik bir güç olmaktan çıkmıştır. Bu olumsuz dönüşümü yaşamaları dinlerin ilk etapta anti-hegemonik bir güç, öz ve muhtevada olmadıkları anlamına gelmez. Nitekim böyle olduğu için toplum bu dönüşümlere karşı tepkisiz kalmamış; ya bu dinlerin içinde onlarca mezhep oluşturarak tepkisini göstermiş ya da başka dini hareketler filizlenmiştir.”[8]

Dinlerin mevcut haliyle anti-hegemonik güç olup olmadıkları tartışmalı olmakla birlikte, tarihsel gelişim süreçlerine, geçirdikleri nitel dönüşümlere bakıldığında cevabını anlamak mümkün. İktidarla ilişkileri sonucu dini hareketlerin bir kesiminin anti-hegemonik güç olmaktan çıktığı ve merkezi uygarlık ile onun hegemonyasının eklentisi haline geldiği aşikar. Ancak dinlerin içinde gelişen mezhepsel, inançsal hareketlerin önemli bir kesiminin de ilk gün çıktığı saiklerle anti-hegemonik özlerini korudukları da diğer bir hakikattır. Bu bağlamda dinler ele alındığında düşünsel anlamda olmasa da inananları itibarıyla, içlerinden çıkan elit grupların dışında potansiyel olarak önemli oranda anti-hegemonik eksendedir. Dinler ve dahi içinden çıkan mezhepler de iktidarla ilişkileri bağlamında zamanla aynı handikapı yaşadı. Bu handikap günümüzde de sürmektedir.

Tek tanrılı dinlerin ilk çıkış mekanı olduğundan bu kesimin kapitalist uygarlıkla ilişkileri ve çelişki, karşıtlıkları bakımında önemlidir. Buradan doğru şekillenen denklem, dünyanın diğer coğrafyalarına da benzer şekilde yansıdı. “İnsan aklının ulaştığı çözümler sonuçta iki grupta toplanmaktadır. Birincisi, kötünün veya şeytanın da Tanrı tarafından yaratıldığını söyleyen ve tevhitçi dinlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre her şey Tanrı’nın iradesiyle gerçekleşmekte ve şeytan tanrıdan bağımsız bir varlık değil tamamen ona bağlıdır. İnsan özgür iradesiyle ikisi arasında tercihini yapmak durumundadır. İkincisi ise bunun tam zıttı görüştür ki, Tanrı ile şeytanı veya iyi ile kötüyü ayrı ve birbirine zıt olarak anlamaktadır. Dolayısıyla kötünün kaynağı Tanrı’nın dışında aranmalıdır. Kötünün yeri görünen bu dünyadır, maddi alemdir; burada acı çekilir ve mutsuz olunur. Yani kötünün kaynağı bizatihi maddenin kendisidir. Bu görüşün doğal sonucu olarak kötü/şeytan, Tanrı’nın sahip olduğu bütün özelliklere sahip olmaktadır. İşte bu anlayışa düalizm adı verilmiştir. Bu ise Tanrı ile şeytan arasında tam ve bağdaşmaz bir ikilik vardır anlamına gelmektedir. Bu anlamda tarihte görülmüş olan en katı ve klasik gnostik düalizm örneği Maniheizm’dir.[9] Bu ikilem dinlerin merkezi uygarlık karşıtı ya da aparatı olmasında önemli bir parametre olmaktadır.

Nihai olarak da mitolojik anlamda yaşanan mücadele, kendini inanç ve dinler üzerinden sürdürmüştür. Bu ve benzeri durumlar, ilk dönem sistem karşıtı hareketlerin biçim kazanması için prototip niteliği taşımaktadırlar. Girişilen çeşitli biçimlerdeki başkaldırıların çoğu ancak kısmen etkili olmuşlardır. Bazen baskıcıları baskı ya da sömürüyü azaltmaya zorlamışlar ama bazen de bunu hiç başaramamışlardır. Bununla birlikte, ezilenlerin bu başkaldırılarının süregiden sosyolojik niteliklerinden biri, onların ‘kendiliğinden’ ve kısa vadeli oluşlarıdır. Bu başkaldırılar, yapabildikleri ölçüde etkili olup gelip geçmişlerdir. Bir sonraki başkaldırıya sıra geldiğinde normalde bunun bir öncekiyle açıkça görülen ilişkisi pek azdır. Anti-hegemonik direnişler hegemonik güç biriktirme, sürekli kılma ve ezeli-ebedi bir algıya, gerçekliğe dönüştürmede ve görünür kılma da maalesef yeterli düzeyde başarılı olamamışlardır. Gerçekten de tarih boyunca dünyanın yönetici katmanlarının en büyük avantajlarından biri olmuştur; başkaldırının süreksizliği algısı.

 

Özgürlükçü/Komünal Akımların Kaynakları: Mazdek, Babek ve Hürremizm

Ortadoğu’nun kadim tarihi, merkezi uygarlıkların baskılarına karşı etnisite ve din temelli direnişlerle şekillenmiştir. Günümüz insanlığının en çok borçlu olduğu komünal değerler bu direnişlerde yaşatılmıştır. Ezidilik, Zerdüştlük, İbrani kabilelerinin direnişi, İbrahimi dinlerin çıkışı, Karmatilik, Haricilik, Alevilik; Hıristiyanlık içinden Heretik olarak değerlendirilen ve daha yüzlerce aşiretsel, kavimsel, mezhepsel, felsefi hareketler baskı ve zulüm karşısında özgürlük hareketleri olarak çıkış yapmışlardır. Bu görkemli direniş tarihinin Nemrutlar karşısındaki adı Hz. İbrahim, firavunlar karşısındaki adı Hz. Musa olmuştur. Sonrasında Doğu-Batı hattında Buda, Konfüçyüs, Zerdüşt, Sokrates şahsında iradi ve ahlaki yükselişi görmekteyiz. Ardından gericileşen Yahudilik karşısında gizli tarikatların en etkilisi Esseniler Hareketi’nin etkilemesiyle yoksulların kurtuluş umudu olma yolunda Hz. İsa tarih sahnesine çıkar. Bu tarihsel akış Mani dönemine gelindiğinde Esseniler (doğal olarak da İsacılık), Buda ve Zerdüşt düşüncelerinin bir karması halini alır. Bu gelişme seyri, aynı zamanda dini-kültürel etkilenmelerin düzeyini ortaya çıkarır ki, bu da hiçbir hareketin tek başına, saf olarak düşünülmemesi gerektiğini açıklar.

Zerdüştilik; İran-Sasani imparatorluğunun resmi dini haline getirilip iktidarın aracı olma derekesine düşürülünce, buna karşı tarihten günümüze kadar gelişen isyanların sebebi olan reform hareketleri baş göstermiştir. İşte bu temelde Mezopotamya topraklarının tarihsel sıralama olarak Zerdüştilik ve Hristiyanlıktan sonraki ilk büyük dini-felsefik-mezhepsel çıkışlar dönemi Mani ve Mazdek, Hürrem ile başlamış İslamiyet döneminde ise Babek, Ebu Müslim Horasani ve Hallac-ı Mansurlarla devam etmiştir. Mazdek isyanı, tarihin tanık olduğu büyük bir komünalist hareket olarak önemli bir yere sahiptir. Ondan önce komünalist fikirlerle direnen hareketler olsa da hep gizli ve küçük gruplar halinde kalmışlardır. Açık ve yaygın etkisinden ve esasen de savunduğu tam eşitlikçi-ortakçı fikirlerden dolayı Mazdek hareketi ilk komünist hareket olarak anılır. Ancak dinde reformu öngörürken; devlet yapısı içerisinde yer almasıyla geleneksel devletçi sistemin tümüyle dışında bir anlayış geliştirmediğini de eklemek gerekir. Bu durum Ortadoğu’daki direnişlerin genel handikapını oluşturmuştur. Esasen Mazdek’i en eski yaman komüncüler arasında saymak gerekir. İran-Sasani toprakları Mazdek’ten önce Mani’nin reform girişimine sahne olmuştur. Her iki hareket de katliamla bastırılmış olsa da kendilerinden sonraki tarihi de etkilemiş ve çeşitli direnişlerde çizgi olarak yaşamışlardır.

 

Çağlara Damgasını Vuran Özgürlük Akışı: Mazdekizm

Egemenlerin baskı ve zulüm tarihleri, demokratik uygarlık direnişçilerinin adları dâhil maddi-manevi tüm varlıklarının tarihten silinmeleri amacı üzerine kanla inşa edilmiştir. Bu nedenle Mazdek hakkında da tanıtıcı kapsamlı bir eser geriye kalmamıştır. Fakat günümüze ulaşabilen bilgiler bile Mazdek’in İran ve Ortadoğu demokrasi tarihinde ortakçı yaşam adına geliştirdiği sistematik fikirleri ve direnişiyle adı gururla anılacak bir halk kahramanı olduğunu göstermektedir. Zerdüşt ve Mani’nin ardılı olarak değerlendirilen Mazdek dönemi Yahudi, Hıristiyan, Budist dinleri kadar Yunan felsefi ekollerinin de Ortadoğu’da tanındığı bir dönemdir ve Mazdek’i de etkilemediği düşünülemez. Ancak Mazdek’te ana doğrultuyu belirleyen Doğu toplumsallığı olmuştur. Mazdek geliştirdiği felsefi anlayış ile Zerdüşt rahipleri ile Sasani aristokratlarının ortaklığıyla oluşan erkek egemenlikçi hegemon sisteme karşı eşitlikçi, ortakçı ve özgürlükçü bir düzeni savunmuştur.

Mazdek, düşüncelerinin felsefi temellerini Zerdüşti Düalizm ile açıklamıştır: Aydınlık ve karanlık; iyilik ve kötülük daima savaş halindedir ve Tanrı hariç her yerde bu durum zuhur etmektedir. Din adamlarının ayrıcalıklarının ve ağır dini yükümlülüklerin ortadan kaldırılmasını; tüm kötülüklerin ve günahların kaynağı olan özel mülkiyet, şiddet, haset, öfke ve açgözlülüğün insandan uzak tutularak toplumun bir sevgi ve aşk toplumu haline getirilmesi gerektiğini savunmuştur.

Varlığın ilk oluşumunu, aynı İyonyalı materyalistler gibi üç temel töz ile açıklamıştır: Ateş, toprak ve su. Diğer yandan Mazdek’e göre aydınlık tanrısı dört kişiye bahşettiği dört güç ve onların da kontrolündeki diğer güçlerle evrensel işleyişi yönetir.

Mazdek’in düşünceleri ve savunduğu toplumsal düzen anlayışı hızla toplum içinde kabul görüp yaygınlaşmıştır. Bunun en temel sebebi de Mezopotamya topraklarında yaşayan halkların ortakçı yaşama aşinalığı ve o günkü koşullarda halen canlı olan köy komünlerinin varlığıdır. Mazdek isyanının ana ekseni sayıları ve acıları giderek artan yoksullardan yana oluyor; doğal olarak da halktan destek buluyordu. Kastlaşmanın yarattığı yaşam düzeyi, farkına bağlı olarak devletin açık taraf tutar hale gelmesi ve devlet erkanının şatafatlı bir yaşam içinde yaşarken halkın giderek derinleşen ve çekilmez hale gelen sorunlarını ciddiye almaması ya da görmemesi isyanın zeminini daha da güçlendirmiştir. Mazdek, Hamedan Kürtlerindendir. Ve iktidarla bütünleşerek bozulan Zerdüştiliği reformdan geçirerek devlet yönetiminde de reformu hedefleyen Mazdek ve taraftarları gittikçe güçlenmişti.

İnanç kaynağı gereği şiddet karşıtlığını savunmuş -pasifist- olan ve devletin içine girerek reform çalışmalarına yönelen Mazdek ve taraftarları kendilerini korumayı başaramamış ve katliamdan geçirilmişlerdir. Mazdek aydınlık tanrısının dört gücünden bahsederken günün koşullarına göre ileri bir reform programını şifreler gibidir: Yargılayarak anlamayı, anladığını korumayı, koruduğunu yaymayı ve sonunda coşkuyla zaferini ilan ederek aşk toplumunu kurmayı müjdeleyen bir reform programı. Fakat ne yazık ki, tıpkı Mani’nin girişiminde olduğu gibi bu erken reform denemesi de katliamla bastırılmıştır. İran yönetimi bugün olduğu gibi politik olarak eritmeye çalıştığı güçleri kendi içine alma ve eritemediğini de katliama tabi tutma tarzını Sasani döneminde ustalıkla uygulamaya koymuş ve sonuç almıştı.

 

Tarihin İlk Sosyalist Kadın İsyanı: Hürremizm

“Ta hazardan aradım seni

Saçların kara mıdır hala

Ve döver mi dizlerini

Ey isyanın anası

Anlatabilir mi seni yıldızlar”[10]

 

Mazdek’in katledilmesinden sonra eşi Hürrem bu mücadeleyi yüklenmiştir. Tarih kayıtları ataerkil egemenlerin yazıcılarına kaldığından dolayı Hürrem hakkında pek fazla bilgiye rastlanmaz ve adeta yok sayılır. Hürrem’den beş yüz yıl sonra yaşamış olan Nizamülmülk ve kimi tarihçiler dönemlerine ulaşabilen birkaç bilgi kırıntısını aktarmış olsalar da, bir büyük gerçeğin aydınlanmasında önemli bir rol oynamışlardır. Sonraki hareketlerin özelliklerinden de anlaşılmaktadır ki, Mazdekizm Hürrem tarafından sürdürülmüş ve daha sonra Hürremizm adını alacak olan harekete de kaynaklık yapmıştır. Hürremizm, kökenleri Ezidi/Zerdüşti felsefeye dayanan komünalist bir mücadele çizgisidir. Anadolu Aleviliğinin de temel çıkış kaynağı olan Hürremizmin kavramsal olarak birden çok kökeni bulunmakta ve muhtemelen tümünün de birbiriyle bağlantılı olarak geçerliliği vardır. Hürrem burada bir simge olarak düşünülse bile neolitiğin ve Zerdüşti geleneğin İslamiyet öncesi son kadın isyanı olmaktadır. Kaldı ki Mazdekizmin ve daha sonra gelişecek olan Hürremi hareketlerin kadın eşitliği ve özgürlüğüne yaptıkları vurgu, Hürrem’in sadece bir simge değil tarihi bir karakter olduğunu göstermektedir. Çünkü bu düşünceler kadın iradesi ve mücadelesi olmadan kendiliğinden hasıl olabilecek düşünceler değildir.

Mazdekilere karşı takibatlar Mazdek’in öldürüldüğü katliamla birlikte bitmemiş, I. Hüsrev tahta geçtiğinde de ikinci dalga katliamları gerçekleştirmiştir. Bu katliamcı zihniyetten dolayı Hürremizm yayıldığı her yerde farklı adlar almış, bazen yer altına çekilmek zorunda kalmış ve kültürel olarak etkisini toplum içinde ve direnişlerde sürdürmüştür. Hüsrev ve kendisinden sonra gelen Sasani kralları Hıristiyanlık, Yahudilik gibi diğer dini inançlara genellikle idareci bir mantıkla yaklaşsalar da Mazdekçi akımlara tavırları katliamdan başka bir şey olmamıştır. Bunun nedeni bu akımların özünde var olan komünalizm ve rejime alternatif olmalarıdır. İran içte bu tür bastırma hareketlerini geliştirirken Arabistan’da yeni bir din zaferini ilan etmiş ve hızla yayılmaya başlamıştı. İlk etapta bir yoksullar hareketi olarak gelişen İslamiyet kısa sürede iktidarla buluşmuş ve bölge halklarının birçoğu zor kullanılarak müslüman yapılmıştır. Zor karşısında bile müslümanlığı kabul etmeyen aşiret ve kabileler açık veya gizli direnişlerini sürdürmüşlerdir.

İslamiyet’in devletlerin temel ideolojisi haline getirilmesi ve egemenler elinde baskı aracına dönüştürülmesi karşısında Arap-Bedevi kültürünün özgürlükçü göçebe kabileleri başta olmak üzere birçok direniş geliştirilmiştir. Bu direnişler de genel olarak Bâtıni felsefe ekseninde vücut bulmuştur. Bâtınilik Hürremizmin de bir karakteridir ve onunla kaynaşmıştır. Bir ayrım yapacaksak o da dönemler temelinde olabilir ki, islamiyetin çıkışından sonraki direnişler daha çok dini ve islami motifler taşımak durumunda kalmıştır. Hürremizm komünalist özgürlükçü bir mücadele çizgisi olarak yüzlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Emevi devletinin yıkılışı ve Abbasi devletinin kuruluşunda en önemli rolü oynayan Ebu Müslim Horasani’nin 753 tarihinde öldürülmesi ve taraftarlarının katliamdan geçirilmesinden sonra 800’lü yılların ilk çeyreğinde Hürremiler Babek direnişiyle adlarını tüm dünyaya duyurmuşlardır.

Doğu’nun Devrimci Ruhu: Babek

Mazdekçiliğin bir devamı olan Hürremizm hareketinin gücünün zirvesine ulaşması Babek döneminde gerçekleşmiştir. Babek Zerdüşti bir Kürt olan Abdullah ile Azeri olan Matar’ın oğludur. Azeri halkı daha sonra Babek direnişini kendi uluslaşmasının temeli yapmışlardır; Kürtler, taşıdığı Zerdüşti karakter ve direnişçiliğiyle sahiplenmişlerdir. Bölge halklarının bu tarz sahiplenmeleri ve kendilerinden saymaları Babek’in taşıdığı toplumcu, özgürlükçü ruhtan kaynaklanmaktadır.

Babek’in ortaya çıktığı koşullara bakıldığında muhalif halk kesimlerine zulüm etmede Emevilerden geri kalmayan Abbasi imparatorluğu başta anılmalıdır. Abbasiler dönemi İslamiyet’in parlak dönemi olarak anılırken bölge halklarının neyle karşılaştığının hesabı büyük korkularla gizlenmekte ve gerçekler çarpıtılmaktadır. Oysa Abbasi İmparatorluğu İslam’ı değil İslam’ın doğuş özüne ters düşerek Emevilere yakın bir konumla karşı-İslam’ı temsil etmekteydi. Dolayısıyla komünalist, özgürlükçü direniş hareketlerinin aslında İslamiyet ile değil karşı-İslam ile savaştığını önemle belirtmek gerekir. Babek kendi döneminde kurduğu toplumsal düzenle eşitlikçi, ortakçı yaşamı hâkim kılmış ve ezilen bölge halklarının umudu haline gelerek 20 yıl sürecek olan isyanlara katılımını sağlamıştır.

Dönemin tüm sistem karşıtı hareketlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedenlerini Abdullah Öcalan şu şekilde açıklıyor: “Özellikle Hz. Muhammed’in ölümü, Ehlibeyt’in tasfiyesi ve ardından Emevi ve Abbasi hanedanlıklarıyla birlikte giderek katı bir gerici aşamaya gelinmiştir. Halkı temsil eden çok sayıda Batıni tarikatın ezilmesiyle Ortadoğu uygarlığının üzerine tam bir karanlık çökmüştür. 10.-12. yüzyıllar arasındaki dönem, tüm tarihi etkileyecek büyük bir ideolojik-politik mücadele dönemidir. Ezilen ve yoksullaşan kesimlerin hareketi olarak ortaya çıkan Hariciler, Hürremiler, Babekiler, Karmatiler, Haşişinler, İsmaililer başta olmak üzere tüm Batıni hareketler aslında hem ideolojik hem de pratik olarak büyük bir mücadele vermişler; bir tür ilkel sosyalizmi temsil edip yaşamışlardır. Fakat üretim güçleri ve ilişkilerinin yaşanması gereken feodal biçimi henüz rolünü tam oynamadığından bu hareketlerin tam başarısı mümkün olmamıştır. Ama yine de özgürlük ve eşitlik mücadelesi tarihinde büyük bir yerleri vardır.”

 

Özgürlük ve Komünalitenin İnşası: Karmatiler

Anti-hegemon hareketler farklı niteliklerde olsa da tüm halklarda benzer süreçleri izlemişlerdir. Kapitalist uygarlık devlet formuyla güç yoğunlaşmasına dayanarak sömürücü çarkını sıktıkça halklar özgürlükçü/komünal mücadeleyle cevap vermişlerdir. Aryen toplumlarında Ezidilik, Zerdüştlük, Manicilik ve bunların oluşturduğu felsefi zemin üzerinden yükselen Mazdeizm ve Hürremizm şeklinde cereyan etmiştir. Bir hareket ve akım haline gelen Mazdeizm/Hürremizm sürekliliğini Cavidan, Babek, Ebu Müslüm Horasani, Sühreverdi ve onlarca öncüyle sürdürmüştür. Bu direniş Bilibaslar (Bêlibas-Kürtçe baldırıçıplaklar anlamına gelir) isyanıyla Kürdistan, İran, Azerbaycan ve Ermenistan’a, Arap özgürlükçü/komünal güçleri olan Harici, Alevi ve Karmatilerle buluşarak Irak, Suriye ve Yemen’e kadar yayılmıştır. Ortadoğu halklarının işçi, köylü, yoksulların katıldığı isyan dönemi, hegemon-devletçi güçleri Ortadoğu sathında yenilgiye uğratmıştır. Bilbaslar isyanının bir parçası olan Zenc isyanına dayanan Karmati hareketi 150 yıl sürecek olan özgürlükçü/komünal bir sistem kurmayı başardılar. Özgürlükçü bir komüncü olan Hamdan Karmat da Mazdek, Hürrem, Babek, Ebu Müslüm gibi anti-hegemon sistemlerin öncüleri arasındaki yerini aldı. Fars ağırlıklı olarak gelişen İsmaili akımının bir fraksiyonu olan Fatımilik de şematik olarak farkı olsa da kendini uzun süre sistemleştirerek coğrafya hakimiyeti kurmuştur. “Fatımi İsmâililiği dediğimiz bu dönem İsmâili hareketinin altın çağını oluşturur. Kuzey Afrika’dan bugünün Pakistan topraklarına kadar yayılan bu ‘altın çağ’ devri İsmâili düşüncesi ve edebiyatının doruk noktasına ulaştığı dönemdir.”[11]

 

Anadolu’ya Uzanan Ortakçılık Ruhu

Dinlerin kapitalist uygarlık kesimine eklemlenen kesimlerine karşı özgürlükçü/ komünal değerleri esas alan halkların mücadelesi Ortadoğu ve Anadoluya gelen Türk ve Türkmen toplulukları arasında da hızla yayılmaya başladı. Hegemon güçlere karşı yoksul halk kesimleri kendi değerlerine yakın bulduğu Aryen ve Arap halklarının özgürlükçü/komünal değerlerini Alevilik-Bektaşilik geleneği olarak benimsedi ve anti-hegemon mücadele, direniş ve felsefeyi Anadoluya taşıdı. Türk iktidarcı elitlerine karşı ortakçı, özgürlükçü gelenek kapsamında gelişen tüm mücadelelerde yer aldı. “Selçuklu ve Osmanlı hegemon gücüne karşı Aryen merkezli anti-hegemonya akımının devamı ve yansıması olarak Alevilik, Mevlevilik, Ahilik, Bektaşilik gibi akımlar geliştirmiş, Baba İlyas, Hacı Bektaşı Veli, Şeyh Bedreddin gibi öncüler çıkararak Anadolu’nun yoksul halklarıyla birlikte on yıllarca süren Babai ve Celali gibi isyanları geliştirdiler.”[12] İsmailikle yakın bağlar içinde gelişen bu hareketler Kafkasya’dan Anadolu’ya kadar hegemonyaya karşı anti-hegemonik mücadeleyi geliştirdiler.

 

Mezopotamya’dan Avrupa’ya Anti-Hegemonik Direniş

İnsanlığın ana kadın öncülüğünde ilk sistemleştiği bölge olan Mezopotamya bugünkü uygarlık sistemine kaynaklık eden karşı sistemin de geliştiği yerdir. Ana hücre olduğunda yarattığı, “iyilik/aydınlık” da “karanlık/kötülük” de yan hücreler olarak dünyaya yansıdı. Maalesef karanlık yön kendini sürekli hale getirerek kapitalist sistem şeklinde tüm dünyaya hakim oldu. Elbette aydınlık yönünün de benzer bir yayılma gösterdiği sarih bir hakikattır. Bu alanlardan biri de bugün merkezi uygarlık konumunda olan Avrupadır. Hegemonyanın kurumsallaşması sürecinde Ortadoğu kadar kanlı bir süreç ve buna karşı anti-hegemon güçlerin mücadelesine sahne oldu. Ana kadın toplumunun direniş mirası bu coğrafyada önemli bir direniş geliştirmiştir. Ezilen yoksulların hareketi olarak gelişen Hristiyanlık yüzyıllarca Roma hegemonik merkezine karşı gerilla savaşı dahil olmak üzere dağların doruklarından vadilerin derinliklerine, köylerden şehir varoşlarına kadar yoğun bir mücadele ve direniş içinde oldu. Ataerkil sistemin yozlaştırıcı, köleleştirici faktörüne karşı aziz ve azizelik geleneği, komünal yaşamı esas alan Manastır geleneğini geliştirdi. Öncül dinleri gibi iktidara eklemlendiği noktada da alt mezhepler şeklinde tepkiler gelişti.

“Feodalizmden evrilen kapitalist karşıdevrim öncesinde yükselen komünal mücadeleler, Binyılcı ve heretik hareketler, alternatif komünal yaşam modelleri inşasında tabandan gelen kadın hareketleri ve daha eşitlikçi ilişkiler kuran ilk örgütlü kalkışmalar, feodal iktidara karşı yükselen mücadeleler içinde doğmuştur.”[13] Din dışılık anlamına gelen Heretik olarak tanımlanan bu mezheplerin sayısı neredeyse 150 civarındadır. Direnişin bir parçası olan pagan inançlar “sapkın” olarak, kadınlar, “cadı” olarak, bilim insanları, “simyacı” olarak yaftalanarak katliamlardan geçirildi. Özgürlükçü/komünal yaşamda ısrar eden, sömürüye ve iktidara karşı direnen köylüler, işçiler benzer katliamlarla karşı karşıya kaldılar. Amerika kıtasında da Avrupa merkezli iktidar ve hegemonyanın taşınma sürecinde benzer bir direniş geliştirildi. Eşitlikçi, komünal ve özgürlükçü yaşamlarını korumak adına yüzyıllarca amansız bir direnişin içinde oldular.

Her ne kadar merkezi uygarlık güçleri gibi kendini organize etmezse de,ki bu özgürlükçü/komünal ve iktidar karşıtlığını muhteva eden karakterlerinin de bir gereğiydi, hegemonyanın olduğu her yerde muazzam bir direniş ve mücadele geleneği, kültürü ve mirası oluşturdular. Dünyanın farklı coğrafyalarında merkezi uygarlık güçleri sömürü düzenini inşa ettikçe sistem dışı güçler de direniş geliştirdiler, mücadele ettiler, alternatif modellerini inşa etmenin çabasında oldular. Asla geri durmadılar, ilk devlet ve imparatorluktan itibaren sömürgeci, talancı güçlerin korkulu rüyası olmayı başardılar. İmparatorluklarını başlarına yıkıp kale duvarlarının içine hapsettiler. Sistem dışı güçler dağlarda, ovalarda, köylerde, kırlarda özgür ve komünal yaşarken hegemon güçler kalelerin dört duvarı arasında yüzyıllar boyunca adeta zindan hayatı yaşadı. Binlerce, on binlerce askeri güç olmadan asla özgürlükçü, komünal güçler gibi rahat hareket edemediler.

Perlman’ın deyimiyle, “solucan” defalarca parçalandı, yıkıldı, dağıtıldı ancak her seferinde özgürlükçü/ komünal güçlerin anakadın toplumundan sonra yaşadığı alternatif model eksikliği nedeniyle yeniden fırsat bularak çürümüş parçalarını bir araya getirdi.  Zor aygıtlarını elinde bulundurması ve sürekli sömürüye dayalı sermaye biriktirdiğinden, savaş tekniğinin gelişimiyle iktidarcı güçler surların dışına çıkabildiler. Çıkınca da karakterleri gereği gittikleri her yere yine savaş, ölüm, kıyım ve sömürü götürmekten geri durmadılar. Uygarlığın merkezi Ortadoğu’dan Avrupa’ya kayınca sistem karşıtı güçlerin düşünsel, pratik mücadele öncülüğü de burası oldu. Mazdeklerin, Hürremlerin, Babeklerin, Sühreverdilerin, Karmatilerin yaptığı öncülüğü bin yıl sonra Avrupa’nın özgürlükçü/komünal güçleri üstlendi.

 

Bin Yılların Özlemi: Sosyalizm Pratiği

Son 200 yıldır hakim sistem olan kapitalist moderniteye karşı sosyalist mücadele bu öncüler tarafından geliştirildi. Sosyalizm düşüncesi bu doyumsuz sömürüye karşı sistem dışı hareketlerin deneyimlerine dayanarak açığa çıktı. İnsanlığın anakadın toplumundan itibaren özlemini çektiği, uğruna mücadele ettiği, büyük bedeller ödediği yaşamı kurmak için kısa sürede çığ gibi büyüyerek dünyanın üçte birini kapitalist uygarlık güçlerinin elinden aldı. İnsanlığı yeniden özlemleriyle buluşturdu. Ancak uygarlık sisteminin bin yıllardır dünyaya hakim olmasının sonuçları olmuştu. yüzyıllarca sistemin tedrisatından geçen özgürlükçü/komünal güçlerin öncüleri sistemden etkilenmiş, sistemin siyasal formu olan devletçi yapı başta olmak üzere birçok zihni kodunu özgürlükçü/komünal yaşamı inşa etmekte kullandı. Kapitalist uygarlık araçlarıyla özgürlükçü/komünal yaşam inşa çabası maalesef 70 yıl sonra  başarısızlıkla sonuçlandı.

 

Modern/Yeni Sistem Karşıtı Hareketler: Nasıl Yapmalı?

Sistem karşıtı yeni hareketlerin karakterini incelerken öncelikle dayandıkları tarihsel kültürel geçmişe bakmakta fayda var. Zira toplumsal, siyasal ve ideolojik tezahürü olan bir hareketin, ahlaki, politik ve kültürel mirastan yoksun olması düşünülemez. Bu mirasın sağlam olması ve bu mirasa güçlü bir şekilde dayanmak etkili olması ve gerçek bir sıçrama yapmasının da öncül adımıdır. Tıpkı Babek’in bin yıl önceden seslendiği gibi. Babek son sözlerini söylerken tarihten bugüne şöyle sesleniyordu: “… Tüm zalim hükümdarlar gibi sen de yanılıyorsun. Çünkü benim destanım öyle bir destandır ki, ne Babek’le başlamıştır ne de Babek’le bitecektir. Ey zavallılar, siz hiçbir zaman özgürlük yangınının ne demek olduğunu anlamayacaksınız.”[14] Bu birkaç cümlelik manifesto dahi yeni sistem karşıtı hareketlerinin nasıl olması gerektiğine dair önemli bir mesaj vermektedir. Bu çağrıya kulak verdikçe sistem dışı hareketlerin sürekliliği sağlanır ve tarih boyunca içine düşülen senkronizasyon sorunu giderilebilir. Elbette yaşanan değişim dönüşümün ya da çağın şartları, zamanın ruhu görmezden gelinemez. Ancak hareket noktasının bilinmesi, menzile varmanın ilk adımı olduğu gerçeği açısından yeni sistem dışı hareketlerin, tarihin derinliklerinden süre gelen kapitalist uygarlık karşıtı mücadelelerle düşünsel, kültürel ve ahlaki bağların iyi örülmesi gerekir. Farkında olunsun ya da olunmasın genel olarak da halihazırda sistem dışı mücadele yürüten hareketlerin bin yıllardır süregelen mirastan beslendiği açıktır. Ancak kimi farklılıkların olduğu ve bunun eşyanın tabiatı gereği olduğu da görülüyor.

Bu yönüyle farklı alanlarla bağlantılı bir oluşum çerçevesinde şekillenen yeni sistem karşıtı hareketlerin; sınıfsal yapının esaslarından daha çok çoğunlukçu bir paradigmadan yola çıktığı ve çoğulculuk temelinden beslendiği görülebilmektedir. Demokratik platformda; kitlenin yerine daha küçük toplumsal kümelenmeler şeklinde yapı oluşturulduğu ve yine salt siyasi kontekstinden daha çok grupların odaklanabileceği sorunlar doğrultusunda hareketin özdeş kılındığı bir nokta üzerinde durulmaktadır. Yeni sistem karşıtı hareketlerin filizlenmesinde farklı siyasal, toplumsal ve kültürel saiklerin etkisinin kaçınılmazlığı söz konusudur. İktidar yapısında gözlemlenen anlam genişliği ile kültürel farklılık bilincinin oluşumu, çevresel durumlara olan ilginin artışı ve toplumsal kategorilerde alt grupların yaşadığı dışlanmışlık duygusunun sosyal pratikte söylem üzerinden siyasal ve toplumsal alana açılması, hareketin yapısal biçimini teşkil etmektedir. Bunların yanı sıra postmodernizm ve küreselleşme gibi süreçlerin de etkisiyle yeni sistem karşıtı hareketler, geçmişteki hareketlerden oldukça farklı bir mahiyette kendilerini dışa vurmaktadırlar. Ancak küreselleşme ile sistem karşıtı hareketler arasındaki bağlantı hem paradoksal hem de ironiktir. Yeni sistem karşıtı hareketlere hem itici gücünü veren nokta hem de kendisine karşı çıkılan şey küreselleşmedir aslında. Küreselleşme sonrası meydana gelen yeni siyasal yapı ve mekanizmalar, sistem karşıtı hareketlerin özgün yapıya kavuşmasına olanak tanımaktadır.

Küreselleşme süreci ile birlikte yaşanan ekonomik, siyasi ve kültürel sömürü nosyonunun bir anti-küreselleşme ya da anti-Mcdonaldslaşma şeklinde tezahür etmesi çevreci, kültüralist ve siyasal hareketlerin kalıcı bir şekilde toplumsal alanda toplanmasını mümkün hale getirmiştir. Fakat bu hareketlerin kullandığı araçlar, küreselleşmenin siyasal, kültürel ve ekonomik alanda meydana getirdiği değişimler paralelinde okunabilecek bir potansiyele sahiptir. Tüm bu özellikleri itibariyle yeni sistem karşıtı hareketler ontolojik anlamda küreselleşmeden doğduğu gibi küreselleşmeye karşıdırlar da. Bu nedenle, yeni sistem karşıtı hareketler özü itibariyle ironiktirler. Küreselleşmenin mikro yapılara, heterojenliğe ve küreselleşmeye vurgu yapması, ulus-devletin makro ölçekteki siyasal iktidar anlayışını plastik bir yüke çevirerek büyük sorunlar için küçük olmasının temel bileşenlerini şekillendirmiştir. Postmodernizmin sanat alanından başlayarak modernizme yönelik ürettiği eleştirel birikim aynı zamanda siyasal ve sosyolojik alanlara da yayılarak bu disiplinlerin geçmiş yapılara yönelik eleştirel bir bakış açısıyla yeniden ele alınmasını olanaklı kılmıştır.

 

Hegemonya, Rıza Üretimi ve Sanal Toplumsallığın Eylem ve Söylemi!

Hegemonyanın toplumsal rıza üretme mekanizmasının günümüzde daha etkin hale geldiği iletişim-internet alanı ile kamusal alan gerçeklikten sanal boyutlara taşınmıştır. İktidarını yeni ideolojik aygıtlarla yeniden üreten sistem, hegemonyasına uygun alt sistemler yedeklediği gibi sistem karşıtı hareketleri de kendi çıkarına göre kullanıp yönlendirerek bu hareketleri etkisiz kılabilmektir.

Sistem kendi krizini hiçbir zaman yapısal ele almak istemez. Aksine her krizi, kendini yeniden üretmek ve güçlendirmek için bir fırsata çevirmek ister. Büyük halk yığınlarının katıldığı potansiyel devrimlerin sonuçlarını bile. Özellikle 2000’li yılların başlangıcından günümüze sistemin ideolojik aygıtlarının öz ve biçim değiştirerek gelişmesi sistem karşıtı hareketlerin ise bu gelişmeyi devrimci değişim/dönüşüm yerine statik ve kendine göre kullanımı ‘Arap Baharı, Turuncu Devrim, Yığınsal Ekolojik Hareketler vb’ potansiyel devrim dinamikleri taşıyan bu hareketleri sisteme yedeklemiştir. Çünkü sistem karşıtı hareketler Kapitalist Modernitenin iktidar bloklarının hegemon savaşları arasında ikilemde kalmış, doğru 3. Yol oluşturmak yerine var olan hegemonik güçlerin gölgeleri altında silik bir dinamik olarak kalmışlardır.

Halkların özünü teşkil ettiği her toplumsal hareketi sistemin popüler kültürü içine taşıyan, siyaseti ‘toplumların sorunlarını çözmek’ yerine sistemin ‘muhalif’ gücü ve söylemi ile ele alıp tanımlamaları, sistem karşıtı hareketlerin temel yanılgılarından biridir. Ayrıca eylemi sokaklardan-meydanlardan sanal aleme taşımaları, hala sistemin mezhebi haline gelen dar sınıf, ulus bakış açılarından sıyrılmamaları, sistemin öngördüğü yaşam kalitesinin sınırlarını “ekonomik olarak zorlamayı” başarı olarak saymaları ise sistem karşıtı hareketlerin en büyük ideolojik zaafıdır.

Hegemonik iktidar blokları arasındaki savaş ve çatışmaları “Barış” hareketi muhalifliği ile iktidarı meşru kılan sisteme karşı devrimci zor’u ise “terör, etnik çatışma vb” söylemlerle tanımlamaları sistem karşıtı hareketleri pasifist ve reformcu kılmaktadır. Ki bu da hegemonik iktidarın değirmenine su taşımaktır. Oysa gerektiğinde baskıcı iktidar yapılarına karşı devrimci zor’un kullanılmasının meşruiyetinin sistemin hiçbir yasa ve hukuku ile tanımlanamayacağının bilinmesi gerekir. Sistem karşıtı hareketler birincil temel nokta olarak içinde bulunduğu sistemi doğru tanımlamak durumundadır. Sistemin küresel ve yerel özelliklerini, dayandığı ideolojik sistemi, geldiği tarihsel geleneği, toplum ve toplumsallık tanımını, sahip olduğu etik değerleri ve bütün bunlarla oluşturduğu hegemonyayı tahlil ederken sistem karşıtlığının da ahlaki/politik/entelektüel görevlerini akılda tutmalıdır. Aksi takdirde yeniden sistemin mezhebine dönüşme riski var oldukça egemen sistemi yeniden üretmek zorunda kalacaktır.

 

Sonuç ve Entelektüel Görev: Sistemleşme

Sonuç olarak öncelikle kapitalist uygarlığın ve hegemonyasının hakim kıldığı verili sistemin, tarihin ve söylemin dışına çıkarak yazılmayan, görmezden gelinen, inkar edilen sistem karşıtı, anti-hegemonik güçlerin direnişini, mücadelesini, politik, ahlaki geleneği görmek, geleceğin inşasında önemli bir yer tutmaktadır. Kapitalist uygarlık kendini örgütler ve inşa ederken bir yandan “kesintisiz, ebedi ve ezeli” algısı oluştururken kendisine karşı direnmiş, alternatif modeller geliştirmiş özgürlükçü/komünal güçleri ısrarla tarihin dışında bırakmakta ve görünmez kılmaktadır. Böylece kendisi dışında bir yaşamın, alternatifin ve sistemin tahayyül edilmesinin dahi önüne geçmektedir. Bunu sadece söylemle sınırlı tutmadığı gibi yazılı kayıtlar başta olmak üzere tüm tarihsel bulguları tahrif etmeyi ihmal etmiyor. Kendisine karşı sistemin mirasını, kültürünü ve ahlakını tüm belleklerden silerek özgürlükçü/komünal güçleri adeta silahsız bırakmaktadır. Buna karşı yeni sistem karşıtı hareketlerin öncelikle miraslarıyla doğru parametreler üzerinden bağ kurması önemli olmaktadır. Kapitalist uygarlık, özgürlükçü/komünal güçlerini tarih boyunca “barbar, bedevi, parya, serf, cadı, vahşi, sapkın” olarak yaftalayarak katliamdan geçirdiği gibi bugün de “terörist” diyerek aynı kullanışlı araçlarla kendisine karşı direnen güçlerin kıyımdan geçirilmesini çor rahatlıkla manipüle edebilmektedir. Tarihi mirasla doğru bağın kurulması sistemin bu kullanışlı söylem ve yöntemine karşı önemli bir kalkan olacaktır.

Bu bağlamda kapitalist uygarlığın ilk ortaya çıktığı günden itibaren, bu sistemden en fazla etkilenen ve en fazla karşı mücadeleyi veren Kürdistan coğrafyası bugün yine benzer bir mücadelenin ve direnişin içindedir. İlklere analık eden Kürdistan coğrafyası Öcalan’ın deyimiyle zalimleşen, “nankör oğlana” karşı ezilen insanlıkla yeniden özgürlükçü/komünal bir yaşam inşa etmenin mücadelesini veriyor. 50 yıllık kesintisiz bir direnişin liderliğini yapan A. Öcalan öncülüğünde gelişen bu mücadele doğru bir tarihsel, toplumsal ve sistemsel okumayla bağlarını geçmişle derinlikli ve kapsamlı örüyor. Ana kadın toplumunun erkek erki ile mücadelesini de, vahşi, barbar olarak yaftalanan özgür toplulukların direnişlerini de, serf, parya ve kölelerin kurtuluş için çıkardıkları isyanları da, zulme karşı çıkan dini ve mezhepsel hareketlerin arayışlarını da, köleliğe karşı çöllerin içlerine, ormanların derinliklerine çekilen özgür insanların emeklerini de, özgürlük için kavgaya girişen tüm özgürlükçü/komünal insanların, grupların, hareketlerin ve toplulukların mirasını kendi mirası, ahlaki, politik yaratımlarını kendi yaratımı, kültürlerini kendi kültürü olarak almakta ve bunların tamamını kapitalist uygarlığa karşı demokratik uygarlık güçleri olarak kabul etmektedir. Bu tarihsel, toplumsal mirasa dayanarak ve beslenerek yeni bir model önermektedir. Yeni ya da ‘modern’ sistem dışı hareketlerin öncelikli yapması gereken tam da budur. Olabildiğince verili sistemin dışına çıkmak ve sistem dışı hareketlerin tarihsel mirasına dayanarak, buradan beslenerek, güç alarak silinen ve silinmek istenen belleği tazelemek ve geleceği buradan inşa etmektir. Öcalan’ın dediği gibi “Resmi İktidar Uygarlıkları, sermaye ve silah tekelleriyle ideolojik hegemonyayı iç içe sürdürdüklerinden Demokratik Uygarlığın ideolojisi hep zayıf ve sistemsiz kalmış, iktidarlarca sürekli bastırılmış ve saptırılmış, çoğunlukla yok edilmiştir. Nice bilge, bilim insanı, filozof, dinî önder, mezhep mensubu ve sanatçı teslim olmadıklarında ve özgür vicdanın sesini dinlediklerinde en ağır cezalara çarptırılmış ve susturulmuşlardır. Bunun tarihinin yazılmamış olması, var olmadığı anlamına gelmez. Demokratik Uygarlığı, sistematik bir tarihsel-toplum ifadesine kavuşturmak başta gelen entelektüel görevlerdendir.[15]

 

 

Yararlanılan Kaynaklar;
1-        Said Nefisi, Babek, Berfin Yayınları
2-        Ali Şeriati, Dinler Tarihi, Seçkin Kitaplar Yayıncılık
3-        Nizamülmülk, Siyasetname, Dergah Yayınları
4-        Sinan Şahin, Halk Özgürlük Eğilimi, Aram Yayınları
5-        Dalya Hazar Kalonya, https://feministbellek.org/cadi/
6-        Dimitri Obolensky, The Bogomils, Cambridge 1948, 1 vd.
7-        Abdullah Öcalan, 2010, Demokratik Uygarlık Çözümü
8-        Perlman, Er-Tarihe Karşı Leviathana Karşı, Kaos Yayınları (https://anarcho-copy.org/libre/fredy-perlman-er-tarihe-karsi-leviathana-karsi.pdf)
9-        Doç. Dr. Kadir Albayra, İznik Konsili Öncesinde ve Sonrasında Heretik Hristiyan Akımlar (http://isamveri.org/pdfdrg/D149182/2005/2005_ALBAYRAKK.pdf)
10-      Ezoterik Öğretiler Anksilopedisi, Bilgelik Okulu Yayınları
11-      Farhad Daftary, İsmaililer Tarihi ve Öğretileri, Alfa Yayınları
12-      Tuğrul Keskin, Babek-Bir İsyan, Everest Yayınları
13-      A. Gunder Frank, Barry K. Gills, Dünya Sistemi, İmge Kitapevi
[1]     Abdullah Öcalan, 2010, Demokratik Uygarlık Çözümü
[2]     Öcalan, 2010: Demokratik Uygarlık Çözümü sy.45
[3]     Dünya sistemi A.Gunder Frank, Barry K.Gills sy.41
[4]     Fredy Perlman, Er-Tarih’e Karşı Leviathan’a Karşı, sy.5
[5]     Öcalan, 2010: Demokratik Uygarlık Çözümü sy.45
[6]     Öcalan, a.g.e.
[7]     Perlman, Er-Tarihe Karşı Leviathan’a Karşı, sy.63
[8]     Sinan Şahin, Halkların Özgürlük Eğilim, Aram Yayınları
[9]     Dimitri Obolensky, The Bogomils, Cambridge 1948, 1 vd.
[10]   Tuğrul Keskin, Babek-Bir İsyan, Everest Yayınları, Hürrem’e  atfen yazılan şiirden
[11]   Farhad Daftary, İsmaililer Tarihi ve Öğretileri, sy. 74, Alfa Yayınları
[12]   Ezoterik Öğretiler Ansiklopedisi, Bilgelik Okulu Yayınları
[13]   Dalya Hazar Kalonya, https://feministbellek.org/cadi/
[14]   Said Nefisi, Babek, Berfin Yayınları, sy.123
[15]   a.g.e.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.