Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihte Yürüyen Millet

R. İhsan Eliaçık

Bu yazıda “Biz kimiz?” ve “Nasıl bir arada oluruz?” sorusuna cevap verme girişiminde bulunacağız.

Öncelikle bu meselenin iki temel kavramı ile millet ve ırk kelimelerinin sözlük ve terim anlamları ile ait olduğu kültür iklimindeki “ilmi” açıklamaları ile başlayalım. Yani önce bilgi sahibi olalım, sonra onun üzerine fikir inşa ederiz.

 

Kelime Olarak Millet ve Irk

Millet; Arapça’da koşmak, hızlı yürümek (melv), genişlemek, uzanmak, genleşmek (muluv), yazdırmak, dikte ettirmek (imlâ), gece ve gündüz (melevân), uzunca zaman (meliyy) kelimelerinin türetildiği (MLY) kökünden gelir (Rağıp). Sözlükteki yazdırmak, dikte ettirmek demek olan imlâ masdarıyla, yani imlâ anlamıyla ilgili bir isimdir. Asıl anlamı “girilen/yürünen yol”dur ki bu eğri veya doğru yol olabilir (Zamahşeri). Bundan dolayı millet terimi din, ümmet ve şeriat anlamında kullanılır olmuştur.

Din, şeriat, millet, ümmet kelimeleri aslında bir ve aynı şeylerdir. Hepsinde de ortak anlam “bir yolda yürümek”tir. Fakat kavram olarak her biri bir özelliklere ayrılır. İtikat itibariyle din, amel itibariyle şeriat, toplum itibariyle millet, insanlığa örnek olma itibariyle ümmet denilir (Şehristani).

İnanılan ne ise amel edilen odur. Amel edilen ne ise esas itibariyle etrafında toplanılan da odur. Etrafında toplanılan ne ise onunla tarihin meydanına çıkılır. Dolayısıyla millet veya ümmet, herhangi bir insan topluluğunun tarihte uzunca bir zaman “birlikte yürümesi”, bu yürüyüşle birlikte ortak kültür, gelenek, dil, coğrafya, mekân oluşturması, böylece giderek birbirine benzeşmesi halidir. Bu haliyle diğer topluluklardan ayrılması, farklılaşması durumudur. Bu tür topluluklara millet denir. Hakkı hak, batılı batıl, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Bu durumda ümmet, milletin yeryüzüne yayılma dinamiği olur.

Türkçe’de millet 1Din, inanç, ilahi hükümlerin tamamı şeriat 2Mezhep, dini meslek 3Bir din veya mezhebe mensup olanların tamamı, ümmet (İslam milleti) 4Topluluk (Birleşmiş Milletler) 5Sınıf, kategori, cins taife (Talebe milleti, erkek milleti) 6-Halk (Millete söz geçirmek mümkün değil) 7İnanç, ortak tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk, kavim (Türk milleti, Rus milleti)bu mana 19. asırdan itibaren yaygınlaşmıştıranlamlarında kullanılmaktadır.

Irk; Arapça’da bir yere gitmek (ark), uzak yer (ırak), ağacın kök salıp kökleşmesi (a’rak), atı terletmek için koşturmak (a’raku’l-feres), asıl, kök, gövde (el-ırk), sıra sıra deve izleri (el-arak) atar damarlar (el-uruku’d-devarib), toplar damarlar (el-uruku’s-sevakin) kelimelerinin türetildiği (Arq) kökünden gelir.

Türkçe’de 1Aralarında kan bağı bulunan insan topluluğu, bir soydan gelen insan topluluğu, nesep, sülale, kök.2Cilt rengine göre ayrılan insan topluluğu; (Sarı ırk, beyaz ırk, siyah ırk, Kızılderili ırkı). 3Damar 4Bazı canlı türlerinde karakter birliği olan fertlerin teşkil ettiği alt bölüm, şube anlamlarında kullanılmaktadır.

Şu halde ırk, milletleşmeye başlayan bir insan topluluğunun yürüdüğü yolda diğerlerinden giderek uzaklaşması, başka topluluklardan iklim, gen, coğrafya, mekân, örf, dil ve kültür sebebiyle giderek ayrışması, buna paralel kendi içinde de giderek benzeşmesi halidir. Bu benzeşmenin en yoğun haline ise ırk denir. Demek ki ırk determine edilmiş bir biyoloji değil, oluş halinde bir antropolojidir.

Bir göle dökülen mürekkebin giderek göl içinde yayılması, göle rengini vermesi, rengin en koyulaştığı yerden açıldığı yere kadar ki renk öbekleri ırk, millet, kavim, ümmet, kabile, aşiret, boy vs. arasındaki farkı anlatır. Bu göl insanlık âlemidir. Bu âleme rengarenk mürekkepler dökülmekte, boyna yenileri oluşmakta, birbirine geçmekte, halden hale evrilmektedirler.

 

Kavram Olarak Millet ve Irk

Görünen o ki aslında “saf ırk” diye bir şey yok. Aslında ırk bir his ve bağlılık duygusu. Yani biyolojik gerçekliği yok. Başlangıçta hepsi de Adem çocukları olan “insanlar” vardı. Kuvvetle muhtemel ilk çıktıkları Ortadoğu’dan çevreye doğru yayıldılar. Yeryüzünün belli başlı dağ yamaçları, akarsu vadileri, göl ve deniz kenarlarında toplaştılar.

Bu anlamda eski dünyada altı önemli öbekleşme havzaları oluştuğunu görüyoruz; Şeria Irmağı (Filistin) havzası, Dicle-Fırat (Mezopotamya) havzası, Nil (Mısır) havzası, Hazar-İndüs (İran-Hind) havzası, Orhun-Sarı ırmak (Türk-Çin) havzası, Girit-Ege (Yunan-Roma) havzası. Nitekim tarihin ilk büyük milletleşme hareketlerinin bu bölgelerde başladığı görülmektedir. Yine tarihin kaydettiği büyük devlet ve imparatorluklar da bu bölgelerden çıkmıştır.

Yeryüzünün belli başlı bölgelerindeki bu öbekleşmeler giderek millet ve ırk dediğimiz oluşumları meydana getirmiştir. Bu öbekleşmelerin “millet” hatta “ırk” haline gelebilmesi topluluğun bir “gen havuzu” oluşturabilmiş ve bunu “muhafaza” edebilmiş olması ile doğru orantılı olmuştur. “Ben” ve “biz” idrakinin membaı millete ait bu gen havuzudur. İnsan toplulukları sürekli aynı coğrafi bölgede yaşamaktan, aynı dil ve kültür ortamını paylaşmaktan ve birbirleriyle evlenmelerinden kaynaklanan benzeşmeler yaşamışlardır. Biyolojik, coğrafi, kültürel gen yoğunlaşmaları sonucu meydana gelen bu benzeşmeler zamanla aynı isimle anılmalarına neden olmuş ve milletler ve ırklar meydana gelmiştir. Millet ve ırk isimleri genellikle sonradan ortaya çıkmıştır. Yoksa hiçbir millet ve ırk doğuştan beyaz, siyah, sarı veya Türk, Çin, Arap, Yunan vs. olarak yaratılmış değildir. Bütün bunlar coğrafi, kültürel (dil, din, siyaset, görenek) ve genetik yoğunlaşmanın sonucu zaman içinde şekillenmiştir.

İnsan toplulukları zamanla aşiretleşme,  kabileleşme, ırklaşma, milletleşme, devletleşme ve giderek imparatorluk aşamaları geçirmiştir. Bu noktada topluluk içinde bir tür “asabiyet” yaratarak yükselen bir gurup diğerleri üzerinde egemenlik kurmuş, oluşmakta olan milletleşme sürecine kendi ismini vermiştir. Örneğin sarı ırmak havzasındaki topluluklara egemen olan “Che-in” hanedanının ismi giderek Çin haline gelmiş ve o bölgede yaşayan insanlara Çinli denmiştir. Keza Orhun ırmağı etrafındaki topluluklar zamanla “Hun” adıyla birleşmiş, ilk kez “Göktürk” resmi devlet ismi olarak kullanılmış ve o bölgedeki insanlara “Türk” denilmiştir. İran ismi de Aryailer anlamına gelmekte olup, bölgeye Hazar denizi civarından inen Aryailerin Pers kolu zamanla “Farslar” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış ve İran milleti oluşmuştur. Bu şekilde örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görülüyor ki milletleşme ve devletleşme sürecinde İbni Haldun’un tabiriyle “asabiyet” yaratan belirleyici olmakta, sürece adını vermektedir.

 

Milletler Misyonu ve Vizyonu

Aşağıdan yukarıya antropolojik okuma ile yukarıdan aşağıya teolojik okuma aslında bir aynı şeydir. Aşağıdan yukarıya antropolojik okuma insan gözüyle olayın anlatımı iken, yukarıdan aşağıya teolojik okuma Allah gözüyle olayın anlatımıdır. Oysa olay aynı olay olup, tek bir oluştur.

Yukarıda anlattığımız aşağıdan yukarıya antropolojik dilin, yukarıdan aşağıya teolojik dildeki ifadesi yani Kur’an’daki açıklaması, birbirini tamamlayan üç ayet ışığında şöyledir. Bunlar aynı zamanda misyon ve vizyon ifade etmektedir;

1- Ey İnsanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi birbirinizle tanışasınız diye büyük büyük milletlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz takvaca en ileride olanınızdır. Allah her şeyi biliyor ve her şeyi işitiyor. (Hucurat; 49/13)

Burada yeryüzündeki öbekleşme, milletleşme, ırklaşma oluşumlarının “teolojik” izahı yapılmakta ve üç önemli insanlık değeri verilmektedir; 1- İnsanlığın birliği 2- İyilikte yarışma 3- Üstünlüğün biyolojik değil antropolojik bir değere bağlı olduğu.

Bunların anlamı şudur; İnsanlık âleminde üstün ırk, seçilmiş millet, lanetlenmiş kavim diye bir şey yoktur. Bütün insanlar Adem’in çocuklarıdır. Dil, din, ırk, kabile, millet, siyah, beyaz, sarı, kızılderili vs. tüm bunlar sonradan oluşmuştur. Hiç birisi doğuştan değildir.

Bunların böyle çeşit çeşit, rengârenk olmasının sebebi birbirinizi tanıyasınız, yani birbirinizden bilgi, görgü, insanlık alışverişi yapasınız, birbirinizi açasınız, birbirinizle iyilik, adalet, doğruluk, dürüstlük yarışına giresiniz diyedir. Böylece birbirinizden ilham alarak insanlığı ilerleteceksiniz. Bu iyiliğin ve adaletin diyalektiğidir. Daima birbirini tetikler, birinin bittiği yerden diğeri başlar. Böylece insanlık vicdanı hep diri kalır. Şu halde en üstününüz, en değerliniz, insanlaşma yolunda en ileride olanınızdır. Yani en çok vicdan ve merhamete sahip olanınız, en çok suç ve günah işlemekten sakınanınız; insanlara, çevreye, doğaya, canlılara ve diğer tüm varlıklara zarar vermekten en çok çekineniz, İnsanlığa ve tabiata en çok sahip çıkanınız, bütün varlıklara, başta Allah olmak üzere, en çok saygılı olanınız kimse en üstününüz işte odur.

Görüldüğü gibi ayette önce “durum” tespit ediliyor.

Sonra “Çeşit çeşit milletler, farklı farklı diller, renkler, kavimler, ırklar, boylar neden?” sorusuna açıklama getiriliyor. Yani durum ortaya konduktan sonra değer yargılarının ne olması gerektiği beyan ediliyor.

2- Baskı, zulüm ve zorbalık (fitne) kalmayıncaya ve adalet (din) Allah için sağlanıncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur. (Bakara; 2/193)

Ayette geçen “fitne” sözlükte “karışığını almak için altını ateşe koymak” demektir. Buradan sıkıntıya sokmak, bela ve müsibete uğramak manası çıkarılmıştır. Bu ayette bu anlamda kullanılıyor. Yani birisini memleketinden sürmek vs. baskı, zulüm ve zorbalık gibi şeyler öldürmekten daha beterdir. Baskı, zulüm, zorbalık, şiddet, can ve mal güvenliğini tehdit vb. de birer fitnedir. Şu halde fitnenin ölümden beter olması, ölümü bile aratacak zulüm, baskı ve zorbalık olmasındandır. Böylesi bir durumda 7. yüzyılda Mekke’de baskı, zulüm ve zorbalığa kalkışanlara anladığı dilden cevap verildiği gibi, herhangi bir çağda yeryüzünde baskı, zulüm ve zorbalığa yeltenenlere de karşı çıkılması, “dur” denilmesi gerekir. Barış için gerekirse savaşmaktan çekinilmemelidir. Unutmamalı ki, savaşın bir tek sebebi vardır; baskı, zulüm ve zorbalık. Bunun dışında kimseye durduk yere saldırılmamalıdır.

Görüldüğü gibi bu ayette milletlerin ve ümmetlerin ne için var olduğu, esas misyonunun ne olması gerektiği hatırlatılıyor; Yeryüzünde bir topluluk iyilik ve adaletin bekçisi olmalı, baskı, zulüm ve zorbalığa kalkışan, başka milletleri kendinden aşağı görüp onlara şiddetle, zorla egemen olmak isteyen, toprak işgal edip emperyalist emeller peşinde koşanlara geçit verilmemelidir. Dünya barışını tehdit eden, diğer milletlerin yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koyarak onların sırtından geçinmeye çalışan, onları sömürmeyi amaçlayan saldırgan milletlere karşı durulmalıdır.  Onları   makul sınırlara çekecek, hakkına razı olmaya çağıracak idealist milletler yeryüzünde mutlaka bulunmalıdır. Biri bu misyonu terk ederse diğeri devreye girmelidir. Bu olmazsa, yani milletler birbirini dengelemezse dünyanın düzeni bozulur, insanlık felaketlere sürüklenir. İnsani varoluşlar sekteye uğrar. İşte “millet” dediğimiz asabiyelerin esas “misyonu” bundan ibarettir. Ve bu görev Allah tarafından hassetsen Müslüman milletlere görev olarak yüklenmiştir.

3- İşte böylece sizi orta yolda yürüyen bir ümmet yaptık. Peygamber size örnek olacak, siz de insanlığa örnek olacaksınız. Eskiden yönelmekte olduğun Kâbe’yi kıble yaptık ki peygambere uyanla uymayanı bilelim. Bu, Allah ile yürüyen kimselerden başkasına elbette zor gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefhatli ve merhametlidir. (Bakara; 2/143)

Bu ayette de böylesi bir topluluğun (milletin/ümmetin) “vizyonunun” ne olması gerektiği açıklanıyor. Ayetin mealen tefsiri şöyledir; “Gerçekte biz canı gönülden “Allah ile birlikte yürüyen” ile yürümeyeni ayırmak istiyoruz. Allah ile yürüdüğünü iddia edip de işi din tüccarlığına dökenle dökmeyeni ayırmak istiyoruz. Yoldan çıkmış olanla canı gönülden bu yolda yürümek isteyenin bilinmesi, ayırt edilmesi gerekiyor. Kim gerçekten İbrahim’in yolunda, kim onu istismar ediyor bu ortaya çıksın istiyoruz. Bu nedenle Hira’dan başlayan vicdanın ve merhametin bu yeni sesi ile insanlığa örnek olacak bir topluluk ortaya çıkarmak istiyoruz. Bu topluluğa peygamber örnek olacak, topluluk da tüm insanlığa örnek olacak; iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, mertliğin, adaletin, ahlakın ne olduğunu gösterecek. Böylece ifrat ve tefritten uzak, orta yolda, ılımlı, adaletli, dengeli, ölçülü seçkin bir topluluk olan ümmet ortaya çıkacak. İyilik namına her ne şey varsa ona şahit, örnek ve model olacak. Cazibe ve çekim merkezi haline gelecek. Tarihin meydanında Allah ile birlikte yürüyecek. İnsanlık vicdanını diri tutacak, insanlığın ölmediğini, ölmeyeceğini gösterecek. Şimdi, kıbleyi, Adem tarafından ilk olarak yapılan, İbrahim tarafından eski temelleri üzerine yeniden inşa edilen insanlığın merkezine, Kabe’ye çeviriyoruz. Size Kâbe etrafında insanlığa örnek olacak bir insan topluluğu, bir ümmet kurma görevi veriyoruz. Bu ev Arap’ın, Acem’in, İbrani’nin, beyazın, zencinin, doğulunun batılının, kuzeylinin, güneylinin vs. değil insanlığın merkezi olacak. Burada iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük ve adalet dışında hiç bir ölçü geçmeyecek…”

 

Tarihte Yürüyen Millet

Aktardığımız dini/felsefi temellerin ışığında günümüze yönelik olarak şu perspektiflerin geliştirilmesi mümkündür;

  • Müslümanlık hareketi yeryüzünden baskı, zulüm ve zorbalığın kaldırılıp iyiliğin ve adaletin sağlanmasına yönelik insanlık vicdanının son patlamasıdır. Bu patlamanın ardından bir dizi oluşum sökün etmiştir. “Osmanlılar” da bunlardan birisi ve en sonuncusudur. Eğer İslamiyet olmasaydı Osmanlılar tarih sahnesine çıkamayacaktı. Bu nedenle bu milletleşme hareketinin ruhunda İslam kültürü vardır. Millet içinde bir damarın tanım, değer ve kavramları bu kültürle ifade etmesi, bu dil üzerinden konuşması, dayatmamak şartıyla mutlaka lazımdır.
  • Osmanlılık, milletleşme yürüyüşünün altı yüzyıllık bir kesitini ifade eder. Bu yürüyüşün son seksen yılındaki cumhuriyet dönemi bu nedenle onun bir devamıdır. Her iki dönemde tek bir millet yürüyüşünden ibarettir, birbirini inkâr edemez. Her iki dönem tek bir “ontoloji” olarak kavranır. Her iki dönemin ideolojileri değişmekle beraber ontoloji değişmez. Biz ontolojinin yani milletin tarihteki yürüyüşünün, yeryüzünde varolma iradesinin yanındayız. Çünkü buradan insanlığın ortak yürüyüşüne katılacağız. Şu halde ontoloji dönemsel ideolojileri aşar. Tabii ve varoluşsal özelliği ile milletin tüm unsurlarını kuşatır. Kim ne söyleyecekse buradan söyleyecektir. İnsanlığa bir ürün sunmak istiyorsak bunu kendi bahçemizde yetiştirmek zorundayız. İşte bu bahçe ontolojik varlık olarak millet iklimidir. Peygamber bile Allah’ın dinini kendi millet ikliminden, dil ve kültür evreni üzerinden insanlığa sunmuştur.
  • Osmanlı döneminin imparatorluk “formu”, kendi çağının karakteri olup tarihte kalmıştır. Ancak imparatorluk “vizyonu” devam etmektedir. Milletin derin vicdanında saklı tutulmaktadır. İmparatorluk formunun dağılmasıyla birlikte tabii olarak “ulus-devlet” formuna geçilmiş ancak bunda da başarılı olunamamıştır. Aslında Türkiye tam anlamıyla bir ulus-devlet de değildir. Osmanlı millet sisteminin küçültülmüş bir devamından ibarettir. Bu da İslam kültüründeki zımmi hukukunun uygulanması esasına dayanır. Zımmi hukuku geçen bin yılın imparatorluk ortamı ve savaş şartlarında oluşmuş bir hukuktur. Bugün için şartları ortadan kalkmıştır. Bu nedenle üretilecek yeni hukukta millet içinde “çoğunluk-azınlık” ayrımı yerine “suçlusuçsuz” ayrımının esas alındığı bir yaklaşım benimsenmelidir.
  • Hukuki olarak Lozan anlaşmasıyla “millet” Müslüman çoğunluk ve gayr-i Müslim azınlık şeklinde iki ana unsura ayrılmıştı. Müslüman çoğunluk devletin kurucu unsuru ve asıl sahibi telakki ediliyordu. Geçen süre de buna da tam olarak uyulmadığını görüyoruz. Ortaya çıkan sorunlar da esasen buradan kaynaklanmaktadır. Zira kurucu antlaşmaya göre Müslüman çoğunluk Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Arnavutlar vs. bütün Müslüman unsurlar ile Aleviler, Sünniler vb. bütün Müslüman mezheplerdir. Gayr-i Müslim azınlık da Ermeniler, Rumlar, Museviler, Süryaniler, Keldaniler gibi bütün Müslüman olmayan dini, mezhebi ve etnik guruplardır. Çıkan sorunlara baktığımızda Kürtler, Aleviler ve Sünni başörtülüler olmak üzere “çoğunluğun” dert yandığı sorunlardır.
  • Gelinen noktada “millet” kavramının yeniden tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Millet, “tarihte yürüyen millet” bakış açısından yeniden ele alınmalıdır. Buna göre bu millet ile yürüyen, yani bu milletle “beraber yaşama iradesi” izhar eden herkes bu millettendir. Müslüman, gayr-ı Müslim, Türk, Kürt fark etmez. Herhangi bir ön ek almaksızın tek başına “MİLLET” denilince bu kastedilir. Bunun somut ifadesi ise milletin tüm kesimlerinin bir arada yaşama iradesinin hukuki belgesinde, yani adalet ve özgürlük ruhuyla yazılmış demokratik cumhuriyet anayasasında ortaya çıkar. Anayasayı benimseyen herkes “cumhuriyet vatandaşı” olur. Bu bakış açısına göre demokratik cumhuriyet vatandaşları arasında etnik kökeni, dini, mezhebi ne olursa olsun azınlık yoktur. Böylece azınlık olsa olsa demokratik cumhuriyet vatandaşı olmayıp, Türkiye’de çeşitli sebeplerle yaşayanlar demek olur.
  • Demokratik Cumhuriyet vatandaşı olan herkese coğrafi isimden ilhamla “Türkiyeli” denilebilir. Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Arap, Sünni, Alevi, Rum, Ermeni, Musevi, Süryani, Keldani vb. bütün unsurlarıyla birlikte “Türkiyeliler” diğer insanlardan ayrı bir millet oluştururlar. Aralarında hukuk ve kanun ihlali bağlamında suçlu-suçsuz dışında herhangi bir ayrım yapılmaz. Hepsi de anayasa ile oluşmuş birlikte yaşama iradesinin unsurları yani “tarihte yürüyen milletin” evlatlarıdır.
  • Demokratik cumhuriyet topraklarının bölgesel şartlara göre Trakya, Türkiye, Kürdistan şeklinde anılması mümkündür. Tamamına resmi olarak Türkiye Demokratik Halk Cumhuriyeti denilebilir.
  • Müslüman Türkler ile diğerleri arasındaki fark şöyle ifade edilir; “Tarihin meydanında yürüyen Müslüman Türkler onlarla aynı kaderi paylaşan diğer Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Sunni, Süryani, Keldani, Arap vs. kardeşleri…” Hepsi diğer insanlardan ayrı tek bir millettir, aralarında resmi ve hukuki olarak hiçbir fark yoktur. Dinleri, dilleri, kültürleri, kökenleri farklı olabilir. Hiçbir baskı ve zorbalığa maruz kalmadan kendilerini tam olarak ifade ederler.
  • Üst kimlik diye bir şey yoktur, “birliktelik” vardır. Egemenlik değil; “ortaklık” esastır. Bu birlikteliğin adı yaygın olan genel kabul görmüş coğrafi isimden ilhamla “Türkiyeli” olabilir. Türkiyeli olan hiçbir kimseye öyle olmadığı halde “Sen Türk’sün, Kürt’sün, Ermeni’sin, Rum’sun, Alevi’sin, Sünni’sin” vs. denilmez. Kendini ne olarak görüyorsa, kendine ne diyorsa odur. Burada “Türkiyeli” resmi adı oluyor. Fakat zaman içinde birlikteliğin ortak resmi metinleri başta anayasa olmak üzere giderek dini, mezhebi, kişisel ve etnik çağrışımlardan arındırılmalı, yalnızca coğrafi isimler resmi olarak kullanılmalıdır.
  • Türkiye hakkındaki tüm kararlara Demokratik cumhuriyet vatandaşları karar verir. Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Alevi, Sünni vs. bir dış güçle iş tutarak millet hakkında karar veremez. Milletin yürüyüşüne katılan herkes aynı meclis çatısı altında karar alırlar.

 

1921 ruhu bunun en bariz örneğidir. Türkiye tekrar 1921 ruhunu yaratacaktır.

  • Milletle ümmet kavramı arasında bir çelişki yoktur. Ümmet, milletin yeryüzünde yayılma dinamiğini ifade eder. Ümmet din birliği demek değildir. Bilakis millet kavramı ile aynı anlamda olup çoğalmayı ve zenginleşmeyi ifade eder. Arada sadece çap farkı vardır. Ümmet, milletin Anadolu coğrafyasındaki ortak yürüyüşünün üç kıtada, yani Afro-Avrasya uygarlık kuşağında yeni müttefiklerle yoluna devam etmesinin adıdır. Bu durumda yürüyüşe havzada yaşayan muhtelif halk, kavim, boy, din, dil mezhep vs. mensupları katılırlar. Hepsi birden diğer insanlardan ayrı bir “ümmet” olurlar. Yani birlikte yürüme ve yaşama iradesine dayalı değerler birliği veya sosyo-politik birliktelik haline gelirler; Örneğin “Afro-Avrasya Milletler Topluluğu” veya “Ortadoğu Konfederal Demokratik Cumhuriyetleri” gibi bir “büyük bütün” oluştururlar. Dünyada hak ve adaletin, insanlıkta vicdan ve merhametin sesi haline gelirler…
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.