Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Ulus Çözümünün Arayışçısı Olmak

M. Aydın Söğüt

“Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve hegemonik sistemdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.”
Abdullah Öcalan

Arayış

Öcalan’ın yukarıdaki sözleri, tüm şiirselliğine rağmen, anlık bir romantik bir esinti sanılmamalı. Öncesindeki teorik, siyasal çalışmaları ve yaşayan çözümlemeleri bir kenara koysak bile, sadece son on yılda binlerce sayfayı bulan savunmalarda ortaya koyduğu üzere bu, özgürlük felsefesi, özgürlük etiği ve özgürlük estetiğiyle yoğrulmuş bilimsel bir çalışmadır. Yaklaşımın tarihsel toplumu ve onun sorunlarını analiz eden akademik metodolojisi kadar, devasa örgütlenmeleriyle, halk demokrasisiyle ve onun politik hattında gerçekleşen eylemsellik boyutu da vardır. Fikir ve eylem bütünselliği taşıyan bu yaklaşım gerçekte tamamlanmışlığı, bitmişliği ve donmuşluğu değil, sürekli devam eden değişimi, dönüşümü, yeni arayışı ifade eder.

“Arayış”, belki de toplumsal gelişimi zihinsel ve maddi boyutlarıyla en iyi ifade edebilecek kelimelerdendir. Kişisel yaşamdan tutalım bilimsel çalışmalara kadar, bir anlayış ya tıkanıklıktan ve ihtiyaçtan yada merak ve şüpheden doğar. Büyük dönüşümler, başlangıç itibariyle belki de çapı o kadar büyük olmayan arayışlar sonucunda mümkün olmuştur. Gerçekten bu gözle incelendiğinde, tarih bunun örnekleriyle doludur.

Bu, her çelişkinin, ihtiyacın, zorunluluğun yada her şüphe ve reddin bir arayışa götürdüğü ve götüreceği anlamına gelmez. Küçük veya zayıf çelişki ve ihtiyaçlardan hareketle, yine kafaya yatmayan veya vicdanın ve izanın kabul etmediği basit uygulama ve “doğrulara” karşı şüpheyle anlayışa girilebildiği gibi, çok büyük açmazlara ve bariz haksızlık sistemlerine çoğunluğun yaptığı ise daha çok oluruna bırakma, değiştirme gücünü ve iradesinin yoksunluğundan kaynaklı boş verme veya daha da teorize edilmiş biçimiyle nihilizm veya konformizm olabilmektedir.

Elbette her arayış da mevcut olandan sıçramalı bir çıkışa yol açacak değildir. Zihinsel kopuş kadar bunu bedenleştirecek dirayet, çalışma, örgütlülük ve eylem gerekecektir. Dolayısıyla buna güç getirememe nedeniyle, arayışın sonucunda bile nihilizm ve konformizme meyletme pekte nadir bir tavır değildir. Arayıştan zihnen doğru sonuçlar çıkarıp bedenleştirmek için kararlılık ve eylemsellik içerisinde girildiğinde dahi, bunun hep sıçramayla taçlandığı, taçlanacağı söylenemez. “Konjonktür” gibi, sıkça kullanılarak basitleştirilmiş, birazda pragmatizm kokusu sürülmüş bir kavramı kullanmadan ifade etmeye çalışırsak; eylemin birde doğru yer, zaman, koşullarda ve bütünlüklü sergilenmesi gerekecektir. Tarih yine büyük özgürlük tutkusuyla, büyük haksızlıklara karşı, büyük ütopyalarla büyük direnişlerin trajik yenilgileriyle de yüklüdür. Ortadoğu toplumları bunun hiç yabancısı değil. Kendisini dağlara, çöllere vurmuş münzeviler; hayattan elini eteğini çekmiş ve bir lokma bir hırka ile yetinen dervişler; hem geleneksel toplumun, donuklaştırılmış ahlakını hem de hegemon sistemin hukukunu tanımayan meczûblar; maddi koşullarda bir dönüşüme güç getiremeyip umudu adeta kanatlandırırcasına başka zamanlara taşırmak için canlı tutma yolu olarak “uçma” menkıbelerine kendini konu kılan evliyalar; örgütlenme ve alternatifi yaratma aşamasına da geçen tarikatlar; direnişe geçip sistemlerini kısmen yaşatan komünal topluluklar; kendi içinde yozlaşıp iktidara eklemlenen veya kendi tarz-ı iktidarını yaratan mezhep-devletler vs, bir açıdan yenilginin, ama öbür ve esas açıdan da arayışın canlı kılınarak yenilmediğinin kanıtıdır.

Çocukluğumuzdan başlamak üzere ömrümüz boyunca gerek geleneksel toplum kalıplarıyla, gerek dinsel dogmalarla ve gerekse egemenlik sisteminin dayatmalarıyla şu veya bu düzeyde çelişki yaşamayanımız yoktur. Hele hele cinsiyetçi sömürücü, sınıflı hukuk sistemiyle; onun siyaseti, polisi, bürokrasisiyle vicdan sahibi bireylerin sorun yaşamaması düşünülemez. Ülkemizde bir de bunlara eklenmiş sömürgeci imha ve inkâr sistemiyle, bu sisteme yatmış işbirlikçi otoritelerin varlığı, egemenliği ve uygulamaları, sözkonusu çelişkileri daha da görünür, hissedilir ve özgün kılınmıştır. Her şeyden önce devlet ile toplum tamamen ayrıdır. Devlet, aileleriyle asker, polis, öğretmen, memur vs ile temsil edilir. Bu bürokrasi de bir çeşit “toplum” oluşturur. Ama dil farklıdır, kültür farklıdır, zihniyet farklıdır, hatta genel anlamda mezhep bile farklıdır. Devletle, dolayısıyla egemen toplumun dili, kültürü ve tarihiyle tanışma okulda başlar. Bu başlangıcın yarattığı travmalar çokça kitaba, filme, belgesele konu olduğu için söylenecek şeyler tekrar olacaktır. Çocuk ilk önce kendi toplumuyla egemen toplum arasındaki farklılıkları algılar. Çoğunlukla da kendi toplumunu, öğretildiği biçimiyle “geri” görmeye başlar. Egemene karşı bir yabancılığın yanı sıra, bir özenti de oluşur. Kiminde bunun yerine yabancılık ağır basar ve nefrete dönüşür. Kiminde de özümsemeksizin benzeşme pragmatizmi yer edinir. Çocuk aynı çelişkileri kendi geleneksel toplum kalıplarına karşı da yaşar. En barizi kadının konumudur. Gözleriyle sabahtan akşama kadar emek sarf ettiğini, didinip durduğunu gördüğü kadının buna rağmen layık kaldığı konum ve muamele, her çocukta sorunlara yol açmıştır. Daha “neden?” diye soramadan, kendisine verili statünün öğretilmesi süreci başlar. Kanıksatılır, “doğru”nun bu olduğu belletilir. Çocuk da ileride bu konumu sürdürmenin dişlisi haline getirilir; arayış henüz başlamamışken bitirilir. Kadın kırımı, cinsiyetçiliğin yine kadın(lar)ca ilk elden çocuğa aşılandığı, tespit edilmiş gerçeklerdendir. Egemen sistemin onur kırıcı dayatmalarına inanılmaz boyun eğmeci ve pasifist duran eril yapının, gerek kadına, gerek aileye gerekse komşuya karşı ve yine en ufak bir kısır aile ve arazi anlaşmazlık ve çatışmalarında aktifleşmesi, tavizsiz bir talepkarlığa başvurması, yani kısaca “yiğit” kelimesi çocuktaki travmaların en büyüğüne sebebiyet verir, çocuk hem buna anlam veremez, hem de farkında olmadan buna göre davranmaya başlar güçlüye karşı boyun eğmenin verdiği öfhenin hıncını eşitinden veya güçsüzünden tavizsizce çıkarmayı esas alır. Çok az çocuk bu gelenekselliğe baş kaldırır. Fakat öylesine güçsüz ve çaresizdir ki, bu başkaldırı kendisini ya delilik, ya asosyallik, yada toplumsal cinsiyetçiliğin aşağıladığı davranış ve kimliklerle ifade eder. Nede olsa her çocuk putları kırma iradesini gösterebilecek bir İbrahim değildir. Bir şeylerin ters gittiği, bir şeylerin değişmesi gerektiği idrak edilir, mevcut zulüm ve sömürü düzeninin tahammül edilemezliği fark edilir, ama buna karşı ne yapılacağı bilinemez. Arayış bu ortamda başlar. Tarihte iz bırakmış halk önderleri, halk hareketleri kişi bazında başlayan arayışın demokratikleşmesi ve kitleselleşmesi sonucudur.

Kişisel  duyarlılığından,  şüpheci karakterinden, “Kürt inatçılığından”,gelişime açık zihinsel yapısından ve belki de bir miktar İbrahim’in genlere işlemiş ve ilk isyanını geleneksel geriliklere karşı başlatmıştır. İsyan, tepki duyup kendini toplumun dışına atmak yerine, arayışa dönüşmüştür. “Daha çocuk halime ailemin kurallarını yeterli ve doğru bulmuyormuşum. İlk defa geleneğe baş kaldırmak söz konusu olmuştu. Bu yönlü çelişki uzun süre devam etti. Aile sorunu kadın sorununa, kadın sorunu özgürlük ve demokrasi sorununa, demokrasi sorunu en son demokratik ulus sorununa dönüştü.” Önceleri geleneksel köleliğin reddine, sonra dinin yeterince cevap olamamasıyla çözümü Modernizm’de, ardından da sosyalizm ve ulusal devletle bulmaya çalıştım; bunun tatmin etmemesi veya cevap için yeterli olamamasıyla da demokratik ulus inşasında bulan arayışın hem Öcalan şahsında kişisel, hem de Kürt özgürlük hareketi şahsında örgütsel-eylemsel ve kitlesel öyküsünü hepimiz biliyoruz. Bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten hegemonik sistemlerin nedenlerini çözümlemeye kadar bütünlüklü bir bilimsel yaklaşımı özgürlük felsefesi, etiği, estetiği ve eylemiyle bezeyen ekol, bu kişisel isyanla başlayıp milyonların özgürlük ütopyasına ve eylemine dönüşen arayışın eseridir.

 

Neden Demokratik Ulus?

 

“Yüzlerce örneğe bir Kürt ulus-devleti eklemek, daha evrensel arayışlar peşinde olan dünyamla uyuşmuyordu.”
Abdullah Öcalan

 

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının çok klasik yorumu gereği, Kürt halkının da kendi ulus-devletini kurması “meşrudur.” Ama bu “meşru”yu tırnak içinde kullanıyoruz. Zira olanı, öğretileni, dayatılanı, olduğu gibi tekrar ettirmek ve sürdürmek, arayışından vazgeçen veya hiç arayışa girmeyen çocuğun babasından öğrendiklerini taklit etmesinden çok da farklı değildir. Bu şerhi düştükten sonra sorularımızı sıralayabiliriz: gerçekten de yüzlercesine bir de Kürt ulus-devletini eklemek neyi değiştirecekti? Sınıfsallığa mı, cinsiyetçiliğe mi, sömürüye mi, milliyetçiliğe mi deva bulacaktı? Aslında soruyu “ulus” tanımından da başlatabiliriz. Belirli tarihsel evrelerden geçen toplulukların “ulus” olarak tanımlanabilmeleri için (toprak, tarih, dil, ruh birliği olgularını tartışma dışı bırakırsak) son ve en gerekli maddi koşul “Pazar birliği”ydi. Burada söz konusu edilen “pazar” herhalde ihtiyaç ekonomisine komünal toplumların takas meydanı değildi. “Pazar”, burjuvazi için etrafına gümrük sınırları çizip üzerine kar amaçlı faaliyet yürütebileceği bir coğrafya ve o coğrafyada yaşayan toplumları merkezi bir hukuk, idare ve zor aygıtıyla yönetebileceği devlet demekti. İşin hemen başında tek para, tek fiyat birimi vs. diyemeyeceği içindetoplumu önce ortak dil, ortak tarih gibi kısmen “makul” birliklere inandırmak gerekiyordu. Kürdistan’da da henüz doğmamış burjuvazi veya sömürgeciliğe yamanmış kompradorluk için Pazar mı oluşturulacaktı? Çünkü “ulus” olabilmesi için bu gerekiyordu!

Belletilmiş ulus tanımını reddetmek, Öcalan şahsında belki de yüzyılımızın en önemli devrimidir. Evet, toplumsal devrimin varlığı bir aşama olarak bir ulus, gerçekliktir. Ama bu gerçekliğin ne kapitalist pazarda, ne tekçi egemen tarihiyle birlikte, nede sadece dil etnisite birliğiyle bağı vardır. Ulus, bunlardan önce bir zihinsel oluş, hissediş, yaşayış olayıdır. Kapitalist modernitenin “ruhsal birlikten” kastettiği milliyetçilik, ırkçılık, kendini üstün görüp başka toplumları aşağılama ve dilsel, dinsel, cinsel tek tiplilik değildir bu. Ortak zihniyet demek, aynı ütopyayı aynı yaşam felsefesini ve hatta aynı sorunları paylaşmak demektir. Bu durumda ezenlerle ezilenlerin aynı ulustan sayılmalarına imkân yoktur. Ortak idealleri paylaşmadıkça aynı dile, aynı tarihe sahip olmak da (ki ezenle ezilenin tarihi de bir olmaz) ulus olmak için yeterli değildir. Tersine dil, din, lehçe, milliyet, ırk ve hatta coğrafya çok farklı olsa da; aynı sorunlardan muzdarip olup aynı çözüm arayışında buluşmak, aynı özgürlük ütopyalarını taşımak ulus olmak için daha yeterlidir. Bu gerçeklik, ulusun bedensiz ve mekânsız olduğu / olacağı anlamına gelmez. Bir toprak üzerinde yaşamak, belirli bir ekonomik yaşayışa sahip olmak, ortak kültür, ortak dil gibi unsurların yanı sıra siyasal, hukuksal formasyonlar edinmek kaçınılmazdır. Bedenleşmeden kastedilen budur. Fakat beden bir inşa olayıdır. Her inşa içinde öncelikle zihinsel öncüler gerekir. Aslında kapitalist modernitenin “ulus”u oluşturmasıda bir zihinsel öncülüğe dayalı bedensel inşa pratiğidir. Önce ırk, millet, dil gibi kimlikler tarafından kabuller oluşturulup, sonrasında da bu kabuller sahaya yansıtılır. Bundaki temel açmaz, oluşturulan zihniyet ile inşa edilen bedenin tamamen uyuşamamasıdır. Hangi kapitalist güruh nerelere kadar el uzatılabilmişse, etrafına sınırlar örmüştür ve içeriye homojen bir kimlik ve yapı dayatmıştır. Bu nedenle de gerçekte aynı sınırlar içinde hiç de tek – homojen olmayan kimlikler yaşamaktadır. Yine aynı kimlikli yapılar farklı egemenlik alanları arasında, yeni çizili sınırlar arasında parçalanabilmiştir. Doğasında krizli yapı taşıyan kapitalizm, bedenini de krizli bir yapıda inşa etmiştir. Halkların birbirine boğazlatılmasının (tarihteki çatışmalara oranla) son iki yüz yılda dehşet boyutlarında yaşanması bu krizli yapının ürünü ve gereğidir.

Demokratik ulus tanımı da esasta ortak zihniyet dünyasını taşımaktan hareket eder. Ama demokratik ulus tanımında sınırlara, tekçi/tekli kimliklere, pazar savaşlarına yer yoktur. Dolayısıyla da hem tanım olarak hem de bedenleşme perspektifi olarak kapitalist modernite ulusçuluğunun tam tersidir. Bir devlete dayanmayı, devlet adına toplum ve toplumların tüm maddi birikimlerini bir merkezde toplamayı; siyasal rejim adına toplumların kendiişlerini ve kendi kendilerini yönetme hakkını gasp edip tek mecliste veya tek hukukta toplamayı ön görmez. Aynı komünal toplum değerlene sahip, ahlaki-politik toplum esaslarıyla kendine yeten ve kendini yönetebilen halklar; ezilen sınıf cins ve diğer tüm kimlikler din, dil, ırk, millet farklılıklarına rağmen aynı demokratik ulus olma bilincinin, dolayısıyla aynı özgürlük ütopyasını paylaşabilir ve bunu pratikleştirebilecek formasyonlara gidebilir. Ancak “evrensel arayışlar peşinde” olunarak bu düzeyde bir çoğulculuk farklılıkların bir aradalığı ve paylaşımcılığı tasavvuf edilebilir. Devlet hedefli “kurtuluş” tan, halkların tüm egemenlikçi yapıları aşabildiği demokratik kurtuluşa ve özgürlük yaşamını inşa mücadelesine varış, bu evrensel arayışçılığın sonucudur. Çocuk Öcalan da başlayıp bugün ‘demokratik ulus’a varan arayış büyük sonuçlar doğurmuştur. Ama bu arayışın asla sonu yoktur. Arayışı arayış yapanda onu herhangi politik tutumda veya dönemsel söylem ve mevzilenmeden ayıran özgünlük de burada, yani arayışın sürekliliğindedir.

 

Demokratik Ulus İnşası

 

“Kürdistan’da demokratik ulus inşacılığı hem kuram hem pratik açıdan üzerinde yoğunlaşmayı, dönüşüm geçirmeyi gerektiren, Kürt varlığının ve özgür yaşamının yani tarihsel ve toplumsal ifadesidir. Kendini gerçek aşk derecesinde adamayı gerekli kılan bir hakikati ifade etmektedir. Bu yolda hiçbir sahte aşka yer olmadığı gibi, sahte yolcularına da yer yoktur. İnsanlık durdukça tamamlanamayacak bir inşadır söz konusu olan.” 
Abdullah Öcalan

 

Tasavvufta hakikate ulaşmak için ömürlerin yetmediği bir arayış ve yolculuk öngörülür. İnsan-ı kâmil mertebesine ermek veya Hak’la bir olmak ancak binlercesinde birine nasip olur. Dolayısıyla nihilist ve pragmatik bir mantıkla, nerede ise ulaşılması imkansız bir hedefin peşine düşülmüş olur. Ve bu mantık, alaycı sorularla dervişlerin karşısına çıkar. “ulaşamadığınız neredeyse kesinken, neden yürüyorsunuz hala?” dervişlerin cevabı kesintisiz ve sonsuz arayışı en iyi tanımlayacak bir cümledir. “hakikate ermek ne kadar kutsalsa hakikat yolunda yürümek o kadar kutsaldır… ” çünkü esasında insanlar “yol”da yürürken hakikati yaşamış ve yaşatmış olurlar. Bu, kişinin nefis mücadelesinden kendini tüm ihtiyaç dışı maddiyattan kurtarmaya, insanın içindeki özü ve gücü açığa çıkarmaktan, sahip olunan maddi-manevi her şeyin paylaşımına kadar, hatta sahiplik fikrini (mülkiyet) aşmaya kadar, yolcular kendilerinde bir devrimi gerçekleştirmiş; yolcular grubu pratikleriyle farklı-alternatif bir toplumsal oluşumu yaşatmış olurlar. Demokratik ulus inşasında veya özgür yaşam arayışından söz ederken, aslında “yol”da yürümenin de kutsal olduğu ve “yol”da yürürken de hakikatin gerçeğe dönüştürüldüğü tasavvufi yaklaşımdan farklı bir şeyi kast etmiyoruz.

Demokratik ulus olmak öncelikle ortak zihin dünyasında özgür insan ve toplumların komünal değerlerini, ütopyasını temelde paylaşmak istese de bunun yaşanabilmesi için bedenleştirmekte zorunludur. Öcalan, demokratik ulus zihniyetinin beden bulmasını demokratik özerklik olarak tarif etmektedir. Kapitalist modernitenin ulus-devlet, endüstriyalizm ve kar amaçlı ekonomisine alternatif olarak aynı özgürlük ideallerini taşıyan toplumların demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlüğü paradigmasına dayalı ihtiyaç ve paylaşımı öngören komünal ve ekolojik üretim ve ekonomiyi   yaşatmanın    çok   çeşitli   biçimleri   olarak dahilindedir. Demokratik özerkliğin esprisi zaten özgün formasyon demektir. Bugün Rojava’da gerçekleştirilen biçimin başarısı iyi bir örnek teşkil etmektedir. Ama her yerin özgünlüğü ve oradaki toplumların öz kararı belirleyici olacaktır. Fakat gerek zihinsel boyutlarıyla gerekse de bedensel boyutlarıyla temel ilkelerde buluşulacaktır. Demokratik komünal zihniyet geliştikçe pratik biçimler kusurlarından arınacak; pratik ihtiyaçlarda zihniyet boyutunda dönüşüme ve gelişime yol açacaktır. Dolayısıyla zihniyet boyutuyla bedenleşmeyi birbirinden ayrı ele almak tıkanmaya ve ulusdevlet anlayışındaki gibi çatışmalara yol açacaktır. Felsefede Leibniz’ in adını koyduğu ve fakat temelde yanlış ele aldığına inandığımız “beden-zihin paralelliği” nasyonunu düzelterek izah etmek, ön açıcı olur. Leibniz’e göre zihinsel yani psişik olgularla bedensel-fiziki olgular iki ayrı gerçeklik olarak aynı anda birbirine paralel gelişir; fakat zihinsel gelişimler kendinden önceki zihinsel birikime bedensel gelişimler de önceki maddi kültüre bağlı olarak gerçekleşir; yani zihinsel ve fiziksel süreçler arasında nedensel bir bap yoktur. Temelde iki ayrı süreç olarak birbirine paralele gelişmeleri kabul edilebilir; ama aralarında nedensel bir bağ bulunmadığını söylemek zordur. O halde iken, paralel gelişim gerçekliği izah edilemez. Aksine, zihinsel ve fiziksel süreçler birbirini (gerek ilerletme, gerekse de dondurma bağlamında) koşullar. Zihniyeti geliştirmeden biçimi, biçimi de geliştirmeden zihniyeti daha fazla dönüştürmek veya zihniyeti biçimle sınamadan geliştirmek olanaksızdır. Bu bağlamda demokratik ulusta paylaşılan zihniyet dünyasının mutlaka bir form inşasına varması, sınanması, yaşam bulması gerekir. Sonuçta toplumun hiçte yabancısı olmadığı komünal, paylaşımcı, özgürlükçü, eşitlikçi öz ve biçimlerden bahsediyoruz. Ama köleliği “doğallaştıran” ve bu yolda da zihinleri ve biçimleri olabildiğine saptırmış olan iktidar gerçeği de var. Dolayısıyla demokratik ulus inşası öncelikle öncü birey veya partide zihniyet dönüşümü ve yeni yaşam inşası şeklinde gerçekleşmek durumundadır.

İlk kısımlarda ifade ettiğimiz gibi, herkes İbrahim gibi putları kırma veya Öcalan gibi geleneksel toplum geriliklerinden kopuşu kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite alternatifi formülasyonuna ulaşma özgünlüğüne sahip değildir. Ama özlü bir nefis savaşıyla derin bir özgür yaşam aşkıyla, yeterli bir insan ve toplum sevgisiyle ve elbette bunun şart kıldığı bir ahlaki, politik, entelektüel arınmayla bu yolun yolcusu olunabilir. Komünalizmi, eşitliği, cinsiyet özgürlüğünü ve ekolojik hissiyatı zihniyette edinme; bun kişisel dünya görüşüne çevirme ve en estetik haliyle yaşamsallaştırma, bulunduğu ortamda paylaşma ve yaşatma ve bunu topluma gerek bireysel duruş ve çabalar ile ve gerekse de kolektif-örgütsel eylem planlamalarıyla taşırma, günümüzde ve özellikle de ülkemizde hem kutsal bir görev ve hem de açmazları açmanın biricik yoludur. Hedeflenen, toplumun tümden bu zihniyet ve bedene kavuşmasıdır. Ama öncelik, bireysel ve örgütsel olarak bunu yaşamak ve sınamaktır.

Demokratik ulus inşası aynı zamanda öyle bir süreçtir kiöncü birey ve örgütlerin yanı sıra, daha ilk günden tüm topluma da düşen işlerle, gerekliliklerle doludur. Köylere dönüş, köyleri yeniden kurmak; yol, su, elektrik ihtiyaçları; alternatif ekonomi için toprakları kooperatifleştirmek; öz yönetim, eğitim ve sosyal yaşam için komünler oluşturmak; giderek kasaba ve şehirlerde aynı esaslarda meclisleşmelere ve paylaşım pazarlarına ulaşmak; toplumun öz yönetim hakkını siyasal bir statü olarak devletlere dayatmak; bu temelde devletleri dönüştürerek demokratik özerkliği genişliğine ve derinliğine yayıp büyütmek gibi sayısız detay vardır. Öcalan’ın dediği gibi, “demokratik ulus inşa koşullarında her insanımıza yedi yaşındaki çocuktan yetmiş yedi yaşındaki yaşlıya kadından erkeğe eğitim seviyesi ne olursa olsun herkese bir iş, hem de ibadet edercesine uğraşacağı ve kendini her koruyarak, hem besleyerek, hem çoğaltarak yerine getirebileceği, onunla özgürleşebileceği bir veya birçok iş vardır. Yeter ki demokratik ulus bilincinden, iradesinden azıcık nasibini almış olsun!”

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.