Düşünce ve Kuram Dergisi

Tıbbi Endüstriyalizm: Bedenlerimize Karşı Bir Savaş

Ramazan Adak

Kapitalist modernitenin 19. Yüzyıl itibariyle toplumda yarattığı çözülmeler belirgin bir hal almaya başladı. Sanayileşmenin bu döneme denk gelmesi tesadüf müdür? Endüstri tarih boyunca hep var olmuştur; endüstriyi sanayi devrimi ile sınırlamak yanılgılı olduğu gibi endüstri devrimini kapitalizmle bir tutmak da diğer bir sorunlu bakıştır. Endüstri devriminin kendine has tarihsel, toplumsal süreçleri vardır. Üretimle ilgili her yeni araç, bilgi, yöntem sanayide bir gelişmedir. Kapitalizm, endüstriyel gelişmeyi sadece kar amaçlı ele alır ve endüstrinin mutlaklığı ile gelişen anti toplumcu bir sistemdir. Aynı zamanda endüstriyalizm devlet tekelciliğinin azami kâr aracıdır. Kapitalist modernitenin üçlü sac ayağından olan endüstriyalizmin toplumda yarattığı çözülmeleri göz önünde bulundurarak, günümüz pandemi şartlarını değerlendirmek yerinde olacaktır. Yine ulus-devlet ve endüstriyalizm ilişkiselliğini de ıskalamamak gerekir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki ulus-devlet ve endüstriyalizm arasındaki ilişki varlıksal bir ilişkiye dayanmaktadır. Ulus-devlet var olmak için endüstriyalizme ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, endüstriyalizm de varlığını sürdürebilmek için bir o kadar ulus-devlete ihtiyaç duyar. Ulus-devlet ve endüstriyalizmi, topluma karşı iç içe geçmiş ortak bir ideolojik, askeri, ekonomik saldırı hattı olarak görmek gerekir. Burada önemli olan kapitalist modernitenin endüstriyalizme yüklediği misyondur. Kapitalist modernite endüstriyalizme salt üretim ilişkileri geliştirme ve teknolojik ilerlemelere öncülük etme misyonunu biçmemiştir. Buradan göreceğimiz bir endüstriyalizm kapitalist modernite ilişkisi çok dar ve yetersiz kalır. Çünkü kapitalist modernite endüstriyalizme, genelde ekonomik toplumu, özelde de tarım köy toplumunu iktidar ilişkisi kurulmadık tek bir yapı dahi bırakmadan çökertme misyonunu biçmiştir. Kapitalist modernitenin demokratik moderniteye karşı saldırılarının en yoğunlaştığı dönem 19. Yüzyılın sanayi dönemidir. Kapitalist devletli uygarlık tarım köy uygarlığına karşı çelik kömür uygarlığı ile kendini var etmeye çalışarak teknolojiyi, tekniği, endüstriyi toplumsal yararlılık ilkesi temeli yerine, azami kâr merkezli bir yaklaşım ile üretimi sürekli kılmaya çalışmıştır. Liberalizmin kalkınma ve ilerlemeci ideolojisiyle de üretimin mutlaklığını toplumda meşru kılmıştır. Bu üretim anlayışı bir tarafıyla tarım köy toplumunun yıkımını getirirken aynı zamanda doğanın talanı ve yıkımına neden olmuş, tarım köy toplumu yerine sanayi kent toplumu cilalanarak yükseltilmiştir. Kır köy yaşantısı içerisinde tarımla içli dışlı olan toplum, yığınlarla kentlere göç ettirilmiştir. Kanser gibi büyüyen kentler, aynı şekilde büyüyen orta sınıfları da yaratmıştır. İşsizlik, yoksulluk, ölümler, hastalıklar bu dönemin günümüze yoğun olarak taşıdığı emarelerdir. İnsanlık açısından unutulmaz bir bellek bırakan dünya savaşlarının da bu döneme denk gelmesi hiç tesadüf değildir; Hitler ile daha da görünür olan faşizmin endüstriyalizmle bütünleşip kendini bugüne, tüm ulus-devletlerce taşıyabilme özelliğine sahip bir dönemdir diyebiliriz.

Ulus-devlet ile oluşturulan vatan kavramı tam anlamıyla toplumu bir kafese hapsetmiştir. Çizilen bu sınırlarda geliştirilen milliyetçilik ile ulusal kalkınma ve ilerleme isteğinin körüklenmesi tam anlamıyla “ulusun” endüstriyalizmin cenderesine alınmasına neden olmuştur. Kamçılanan milliyetçilik duygusu ile ulus-devletin bekası için yer altı ve yerüstü zenginliklerinin talanına neden olmuştur. Üretimin hızlandırılması için oluşturulan kalkınma planları üretimin tek tipleşmesi, homojenleştirilen kültür ile şekillenen tüketimin tek tipleşmesi, gelişimin önünde engel olan toplumsal çeşitliliğin yok edilmesi ile her şeyin “tip”lerle ifade edildiği bir standartlaşmaya neden olmuştur.

Doğa ile karşılıklı yararlılık ilkesine ve ihtiyaçlara dayalı tarım köy uygarlığı aynı zamanda ekonomi toplumuydu. Endüstriyalizmin ideolojik hegemonyası ile kendini aynı zamanda ekonomi olarak yansıtan kapitalizm gerçek anlamda bir ekonomi karşıtıdır. Ahlaki ve politik toplum değerleri ile yürümesi gereken ve toplumun var olma hali olarak görülen ekonominin çarpıtılması, ekonomi toplumunun da çözülüşü anlamına gelmektedir. Ekonomik toplumun çözülmesiyle de kapitalizmin azami kâr kanunu işlemeye başlar.

Ekonomik toplumun çözülmesiyle devreye giren kapitalizmin azami kâr kanunu, bilimsel teknolojik devrimin getirdiği gelişmeleri ne yazık ki daha çok kapitalistlerin hizmetine sunmuştur. Son 200 yılda üretim çok hızlanmıştır. Bu hızlanmada buhar, elektrik, telekominikasyon ve çip teknolojisi önemli basamaklar olarak sıralanabilir. Erken dönemde kömür, ardından petrol ile devam eden ve günümüzde nükleer ve yenilenebilir enerji ile endüstri, üretim için gerekli kaynağı gezegeni yok etme pahasına bulmuştur. Bu doğanın sınırsız bir hammadde kaynağı olarak kullanılması ile devam etmiştir. Dahası artık doğa kapitalist modernite için sadece sınırsız hammadde kaynağı değil, aynı zamanda sömürgeleştirilerek doğrudan sermaye birikimine katkı sağlar hale gelmiştir. Yenilenebilir olmaları açısından zararsız sayılan doğal kaynaklar dahi sınırsız üretime enerji sağlamak adına hunharca kullanılmakta, rüzgar ve güneş panellerinin çevreye etkisi yok sayılmaktadır. Makinaların kullanımı, otomasyon, bilgisayar tümleşik üretim ve günümüzde robotlar ve yapay zekanın devreye girmesi ile üretimin hızlanma ivmesi daha da artmıştır. Toplum için değil, kâr için üretim yapma anlayışı sınırsız üretim ile sonuçlanmıştır. Hızlı ve devasa miktarlarda olan üretim yaratılan tüketim toplumu ile kullanıma sokulmuştur. Üretimin hızı aynı zamanda ürün çeşitliliğini de getirmiştir. Gıda maddelerinde dahi ürün çeşitliliği çok artmış ve tüketilmesi için her an hazır hale getirilmiştir. Tüketmenin yolu erişimden geçtiği için, mezralarımıza kadar elektrik ve yol döşenmiş, kapitalist uygarlık için dünya artık her yanına ulaşılabilir, kontrol edilebilir küçük bir köy olmuştur. Hızlanan ulaşım ve dağıtım mekanizması ile günlük ihtiyaçlarımız dünyanın hemen her noktasından elde edilebilir hale gelmiştir. Neoliberal kapitalist dönemin carpe diem (anı yaşa) ideolojisinin hazzı topluma dayatması, hep daha fazla ve durmak bilmeyen bir tüketimi devreye sokmuştur.. Aşırı tüketim ile insanlar obezleşmiş, kentler her santimetresi kapitalist modernite tarafından işgal edilmiş devasa yaşam alanları haline gelmiş, tüketimin emrine sunulmuştur. Kapitalizmin emrindeki bilim ve ARGE’lerin üstün gayretleri ile kullanım süresi sınırlanan ürünlerin (gündelik yaşamda en yaygın kullandıklarımız) değiştirilme zorunluluğu, evlerimizi, işyerlerimizi, yaşam alanlarımızı, kentlerimizi, gezegenimizi atık deposu haline getirmiştir. Tüketmek için daha fazla çalışmak zorunda kalan insanlık, bir yandan derin emek sömürüsü, emek yağmasına uğrarken gezegenin yok oluşuna da aracılık etmiştir. Dahası ele geçirilen insanlığa günün 24 saati yetmez hale gelmiştir, zaman olsa daha fazla tüketecek o kadar seçenek vardır ki, gözümüz hep arkada kalmaktadır (Marks’ın Metanın ölüm parendesi diye adlandırdığı, üretilen her ürünün realize olması için mutlaka kullanıma sokulması zorunluluğu, kapitalist için olmazsa olmazdır. Bu nedenle her kapitalist, hızlanan ve artan üretimini bizlere tükettirmek zorundadır). Kapitalist modernitenin üçlü sac ayağından endüstriyalizm ile azami kâr kanunun birlikteliği bilimi de emrine alarak, yok oluşta anahtar rol üstlenmiştir. Bu döngünün altında yatan, kapitalizmin büyü ya da yok ol yapısal çelişkisidir.

Endüstriyalizmi bu kadar insan merkezli ele almak, meselenin bir başka sorunlu boyutudur. Sanayi devrimi ile beraber, salt ilerlemeci pozitivist bilim aklı doğaya karşı olan tahakkümünü de başka bir boyuta taşımıştır. Yoğun savaşlarla beraber artan hammadde ihtiyaçları ve bunun şekillendirilmesi yeni bir ekolojik düzeni yaratmış olup, geçmişe ait olan toplumsal yaşantıyı dezenforme edip ahlaksızlığı, politikasızlığı, doğanın talanını, insan yığınlarının işçileşme süreçlerini arttırmıştır. Zeka ve estetik algısıyla kendini doğadaki canlılardan üstün gören insan toplumu, bu ekolojik dengenin bir parçası olmaktan kendini sıyırmaya çalışmıştır. Buradaki insan toplumundan kastımız bilimin pozitivist aklını önceleyip, yaptığı buluşlarla bunun öz olduğunu varsayan bir zümre ya da gruptur. Bu akıl dün de bugün de hala ekolojik bir canlı olmama halini önceleyip yarattığı tahribatlara karşı doğanın bir tepkiselliğinin olmayacağını düşünmektedir. Biliyoruz ki doğa da canlıdır, en iyi biçimde örgütlenmiş sistematiği vardır ve insan da bunun bir parçasıdır. Kendini bunun bir parçası olarak görmeyen insan yaşadığımız pandemi sürecini de doğru çözümleyememektedir.  Doğa, sürekli kâr peşinde koşan bu insanla beraber yürümeyi terk eder. Çünkü onun genetiği ahlaki ve politiktir. Kapitalist modernite ise endüstriyalizmle bu ahlaki politik olma haline tasfiyeci yaklaşır. Kapitalist akıl dönem dönem ekolojik felaketlere kulak vermeye çalışır. Hiç kimsenin kaçamayacağı küresel ısınma gerçeği gibi. Ama burada da kendini üst akıl olarak dayatır. Sorunsallığı kendinde aramaz; kendi doğallığında gelişmiş bir sorunmuş gibi görüp, kendi bilim ve teknolojisi ile buna çözüm olacağını sanır. Bu çözüm mekaniği, var olan sorun yumağını öteleme halinden başka bir şey değildir. Çünkü geliştirilen toplumsallıktan, ekolojik olmaktan uzak hatta tasfiyecidir.

Birçok ülkede sadece normalleşme süreçlerinde değil pandeminin pik yaptığı dönemlerde de  belli başlı sektörler için fabrikalarda çalışmak serbestti. Bu ulus-devlet aklının pandemiye ne kadar endüstriyel yaklaştığının bir yansımasıdır. İnsanların sağlığının yerinde olup olmaması, karantinada yaşayıp yaşamamalarına indirgenmiştir. Toplum üzerinde arttırılan denetim mekanizmaları ve yeniden üretim ilişkileri azami kâr kanununun gerçekliğidir

 

Tıbbi Endüstriyalizm

Geldiğimiz noktada, Covid-19 pandemisi sorununun küresel olduğu su götürmez bir gerçektir. Sadece insanlık olarak değil, ekosistem olarak da birçok virüs ve bakteri ile beraber yaşadık, yaşıyoruz. Kuşkusuz bunun insanın toplumsallaşması, hayvanların evcilleştirilmesi ile ilişkisi vardır. İnsanların bunun bir parçası olduklarını görmeme hali, onunla beraber yaşamak yerine yok etmeyi öncelemek hali temel bir soruna dönüştü. Bugün hala bu pandemi sürecinde tüm ulus-devletler ve onların taşeronu olan DSÖ yoğun bir aşı bulma, patent alma, bundan elde edilecek kârı düşünerek günlerini geçirmektedirler. Bu süreç tıbbi endüstriyalizm diye adlandırabileceğimiz eğilimin devamıdır. Tıbbi teknolojinin tıbbın emrine daha hızlı sunulması, ne için kullanacağımızı bilmeden devreye girmesi ve yaygınlaşması… Tıbbi cihaz çeşidi 1900’lü yılların son yarısında yüz civarındayken, bugün ana kategoriler bazında dünya pazarında yaklaşık 10 bini bulmaktadır. Bunların değişik versiyonları ve farklı modelleri dikkate alındığında, sayılar 90 bin ile 1,5 milyon arasında değişmektedir (Kiper M, 2018). Hastane dışı, evde tıbbi cihaz kullanımı (tansiyon aleti, kan şekeri ölçen cihaz, pulsimetre, spirometre vb.) yaygınlaşmıştır. Yedi ülkeyi kapsayan bir çalışmada sağlığı için evinde tıbbi cihaz bulunan vatandaşların oranının %20-35 arasında değiştiği gösterilmiştir (Betts, ve Korenda, 2019). Tıbbi teknoloji ve donanım sağlık hizmet üretiminde tarihsel olarak ciddi farklılaşma göstermiştir. Sağlık emek gücünün her üyesinin beceri-hüner, bilgi ve deneyimi erken kapitalizm döneminde çok önemliyken, üretim aracı olarak alet kullanımının baskın olduğu geç kapitalizm döneminde makine (tıbbi teknoloji ve donanım), sağlık hizmet üretimine hakim hale gelmiştir.

Tedavide, tanıda ve girişimlerde kullanılan tıbbi teknoloji çeşitliliği, kapitalist tıbbın hazırladığı algoritmalarla daha fazla, hızlı ve yaygın kullanılır hale geliyor. Tıbbileştirilen yaşam ve diğer tüm belirleyicilerden bağımsızmışçasına bireyin sorumluluğuna indirgenen sağlık ile tıbbi endüstriyalizm hegemonyasını sağlamış durumda. Sayıca artan hastalıklar, esnekleşen tanı spektrumu, normal yaşam döngülerinin hastalık sayılması, artan nüfus ve kronik hastalıklar ile kapitalist modernitenin hasta kıldığı toplum, sağlıkta bağımlı hale gelmiştir. Bağımlılık hem hasta hem de sağlıklı olma durumunda geçerlidir. Popüler sağlıklı yaşam söylemi ile Foucault’un yaşatarak kontrol altında tutma diye adlandırdığı denetim toplumu devreye girmiştir. Sağlıklı olduğumuzu kanıtlamak için daha fazla ve daha sık sağlık kurumuna gitme, daha fazla ve daha çeşitli tıbbi tanı, girişim ve tedavilerden yararlanma, sağlıklılığımızı sürdürmek için bile ilaç kullanma, fitness merkezlerine gitme, sağlığımızı sürekli izleme ve tıp kurumları ile ilişki içinde olma, hastane duvarlarını aşıp evlerimize giren tıbbi cihaz kullanımı vb. tıbbi endüstriyalizmin yansımaları olarak okunabilir.

Tıbbi endüstriyalizmin ulaştığı noktayı The Bleeding Edge filmiyle örnekleyebiliriz. Film, kapitalizme içkin özelliklerin, sağlık üzerinden nasıl bir istismara yol açtığını anlatıyor. Şöyle ki, ABD’de sağlık ile ilgili bir ürün (ilaç veya medikal cihaz) piyasaya sürülmeden önce bazı zorunlu onaylardan geçiyor. Ürün ilk olarak ön onay işlemleri için Pre-Market Approval (AMP)’a geliyor. İncelenen ürün, insanlar üzerinde yeterince denenip, veriler toplandıktan sonra sonuçlar güvenli ve etkiliyse onay için Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nin onayına sunuluyor. Bu onay işlemlerine, sürekli yenilik yapma telaşında olan şirketler itiraz ediyor. İleri sürülen gerekçeler: zaman ve maliyet kaybı. Asıl gerekçeyi tahmin edebilirsiniz: hızla büyüyen, devasa ve karmaşık olan tıbbi cihaz endüstrisi pastasından daha fazla pay alma… Ne yazık ki itirazlar karşılık bulmuş durumda. Şirketlerin yeni ürün dedikleri tıbbi cihazlar, hâlihazırda piyasada olan başka bir cihazla büyük oranda eşdeğer olduğunun kanıtlanması halinde, ön onaydan geçmiş kabul ediliyor. Bu kural aslında 510 (K) olarak adlandırılan istisnai durumlar için kullanılıyordu. FDA’nın iki dönem başkanlığını da yapan Dr. David KESSLER’in konu ile ilgili demeçleri itiraf niteliğinde: “Eşdeğer ürünler konusunda istisna olarak düşünülen yasal boşluklar, zamanla kurala dönüştü ve birçok ürün bu yasal boşluk üzerinden piyasaya sürüldü, böylece tıbbi cihazlarla ilgili gelişmeyen bir sistem geliştirdik.” Günümüzde, halen ABD piyasasındaki bulunan cihazların %98’inin ön onay işlemlerinde 510 (K) sürecinden yararlanılmış. The Bleeding Edge filmi, tıbbi cihazların bu yasal boşluktan yararlanmasının olumsuz etkilerine odaklanıyor. Şirketlerin ön onay için 510 (K) ile yasaların etrafından nasıl dolaştığı, yeterince test edilmeden ve kullanacaklara yeterli eğitim verilmeden tıbbi cihazların piyasaya nasıl sürüldüğü filmde tüm boyutları ile anlatılıyor. Tıbbi endüstriyalizm diye adlandırabileceğimiz bu sürecin, tıbbi teknolojinin üretim amacının kullanım değeri (birey, toplum ve doğa yararına) olmamasının, değişim değeri (artı değer üretme, karı maksimize etme) amaçlı olmasının bedenlerimize karşı bir savaşa döneceğini gözler önüne seriyor.

 

Pandeminin Fırsata Çevrilmesi ve Endüstriyalizm    

Kabaca toparlayacak olursak, ulus-devletler, içinde bulunduğumuz uygarlık krizini fırsata çevirmek için çabalıyorlar. Pandemiye yaklaşımlarını üç boyutta ele alabiliriz: Yeni bir toplumsal düzen dizayn etme, endüstri toplumunun ve tıbbın endüstriyalizminin devamı, işsizliğe-açlığa karşı sınırsız para basma.

Sermayenin krizleri fırsata çevirme kurnazlığı ile ulus-devletlerin genetiği tüm dünyada aynı yol ve yöntemleri izledi diyebiliriz. Hemen karantina ilan ederek toplumu kapatma, toplumda emeğin kâr kazançlı üretim ilişkilerinde rolü azalanları ötekileştirerek ölüme terk etme, fabrikaların kontrol altında üretime devam etmesi, halktan boşalan sokaklara güvenlik güçlerini yerleştirme… Ulus-devletler içinde bulunduğumuz krizi kendisine ait değilmiş gibi görüp, topluma daha fazla otoritesini hissettirerek ve eskisinden daha fazla polis devleti olacağını hissettirerek yeni bir toplumsal düzeni inşa etmeye çalışıyor.

İçinde bulunduğumuz kriz halinin bize, topluma ait olmadığını bildiğimiz gibi endüstriyalizmin de bize ait olmadığını bilmek gerekir. Elbetteki toplumda yaşanan ahlaki çürümüşlüğü, yozlaşmayı, narsizmi, fırsatçılığı da iyi çözümlemek gerekir. Lakin kapitalist modernitenin bize endüstri toplumu ile dayattığı kriz daha önceliklidir. Bitkilere, hayvanlara, insanlara bu kadar piyasacı akılla yaklaşan zihniyet, çözümü de hala piyasa mantığında aramaktadır. Modern tıp aklı, bir an önce aşı bulup satma, daha fazla hastane inşa etme, daha çok tıbbi malzeme üretip satma derdiyle, hem pandemiyi hem kendi aklıyla bulduğu çözümleri biyolojik bir silah hattı olarak görmeye devam etmekte; sermayenin ve ulus-devletin ihtiyaçlarına fabrika bacası olma misyonunu üstlenmekte. Gelişmiş teknolojileri kullanan tıp bilimi, bu duruma çare olamayacağını, üreteceği çözümlerle sadece bu sorunu öteleyeceğini bilmelidir.

Bilim ve teknoloji ile kendini bu kadar kutsayan ulus-devletler, bugün açlık, yoksulluk, evsizlik gibi temel sorunlara bile çözüm bulamadığını kabul etmelidir. Bazı devletler çözüm adına merkez bankaları aracılığıyla sınırsız para basmakta, bastığı paraları da dağıtmaya çalışmakta. Hem daha önceki krizlerde edindiğimiz tecrübeler hem de sosyalist dediğimiz Sovyetler ve Kamboçya deneyimlerinden de aldığımız dersler ortadadır; para basmaları, halkları açlıktan, sefaletten, kırımdan kurtaramadı. Kendini bu dönemin aklından ileride gören devlet aklı bilmelidir ki bu sorunlara yaklaşımı sorunludur. Para basmak ya da basmamak veya parasız bir toplum inşa etmeye çalışmak bile basit bir yöntemden ötesi değildir. İçinde bulunduğumuz bu kriz haline, karşımıza modern para teorisi gibi bir üst akılla gelmeye çalışmaları beyhudedir. Biliyoruz ki yarattıkları enflasyon canavarları her geçen gün bizi yutmakta.

Kapitalist moderniteye ve onun kalıcılaştırmaya çalıştığı düzene karşı sesimiz yükselmekte. Polis şiddetini en çok hissettiğimiz bu dönemde ırkçı, faşist liderlerin söylemlerin artık bizi durduramayacağı bilinsin istiyoruz. Biz demokratik modernitenin salt savunucuları değiliz aynı zamanda kurucuları ve öncüleriyiz. Modern tıbbın toplumda yarattığı çarpıtılmış sağlık algısına karşın geleneği bugünle buluşturmak  niyetindeyiz. Sürekli bizi tahakküm altına alan eril doktor aklına, kadın sağlık hareketiyle karşı çıkıyoruz. Maske, dezenfektan, karantina üçleminde değerlendirilen bu pandeminin bundan fazlası olduğunu biliyoruz. İşsizliğe, yoksulluğa, ekolojinin talanına, kadın cinayetlerine karşı çözüm olabilecek bir ütopyamızın olduğu bilinmelidir ve hissedilmelidir. Ulus-devlet aklının bizimle bu kadar çatışmasının sebebi, tam da budur.

Son olarak; Ortadoğu toplumsallığının ekolojik ve ekonomik topluma en uygun zemin olduğunu bilerek ulus-devlet anlayışının olmadığı, tüm iktidar ilişkilerinden arınmış, toplumu hasta ilan edip kapatmak yerine hasta etmemeyi önceleyen bir yerde olduğumuzu belirtmek isterim.

 

Yararlanılan Kaynaklar:
    • Ortadoğu’daUygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
    • Fidelitas Lex – Parasız Toplum Üçlemesi
    • Ata SOYER Sağlık ve Politika Okulu Kolektif Üretimleri
    • 510 (K) Tıbbi Endüstriyalizmi Açık Ediyor/ Hasan DENİZ- Mehmet ZENCİR
    • Kiper M (2018) Dünyada Ve Türkiye’de Tibbi Cihaz Sektörü Ve Strateji Önerisi, Türkiye Teknoloji Gelistirme Vakfı- TTGV, TTGV/ TTGV – T/2013/002, 2.baskı, 2018
    • Betts D, Korenda L. (2019) A consumer-centered future of health: Deloitte’s 2019 global health care consumer survey finds evidence that the future is now.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.