Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Sorunlarda Sınıf ve Bürokrasinin Rolü

H. Yasin Doğan

“…Tarih bilinci olmayanların toplumsal yaşamlarının bir anlam ifade edemeyeceği çok iyi bilinmelidir. Ne kadar tarih bilinci varsa o kadar anlamlı bir toplumsal yaşama tekabül edeceği unutulmamalıdır. Sadece bu kadar da değil” Anlam kadar maddi yapılar, kültürler olarak da tarih yaşandıkça toplumsal yaşamın değerli olduğu ifade edilebilir…”

Günümüzde yaşanan ister ulusal, ister bölgesel isterse dünya ölçeğinde olsun ekolojik, sosyolojik, ekonomik, siyasal, kültürel vb. gibi cinsiyetçilikten kaynağını alan tüm sorunları, tarihsel kökleriyle birlikte ele alıp değerlendirmek önemlidir. Çünkü bugün, tarihin başlangıcında gizlidir. Diğer yandan son beş bin yıllık tarihle öncesini ayrıştırmak, bizi kök hücrelerin toplumsal sorunların çözümündeki rolünü daha iyi anlamaya götürür. Ki, ancak bu bağlamda toplumun sınıf ve bürokrasi sorununu doğru temellerde çözmek için ele alabiliriz.

Bugün sınıf ve bürokrasi denilince önemli oranda kaçınılmaz bir olgu olduğu ve toplumsal gelişim tarihinin zorunlu sonuçları olarak günümüze ulaştığı varsayılır. Doğal olarak da bu bakış açısı nedeniyle de halen yaşanan birçok sorun sanki doğalmış gibi değerlendirilir. Hâlbuki durum hiç de böyle değildir. Bugün normalmiş gibi görünen olguları, insanlık tarihinin başından beri bağrında taşımadığı rahatlıkla söylenebilir. Hatta son beş bin yılda gelişerek normalleşen ve bir kanser uru gibi büyüyerek tüm toplumsal hastalıklara kaynaklık eden sapkınlıkların, uygarlık öncesi topluluklara yabancı olduğu bilinmektedir.

İnsanların üretim araçları karşısındaki durumu, onların yerini ve konumunu, emek ürünlerinin dağılım şeklini ve toplum yönetimindeki yerini belirler. Ya da hiyerarşik dönemden bu yana insanların yönetimdeki konumu, üretim araçları karşısındaki yerini ve konumunu, emek ürünlerinin dağılım şeklini belirlemeye yarar. Yani herhangi bir kişinin herhangi bir sınıfta yer alması için öncelikle mutlaka üretim aracına sahip olması gerekmemektedir. Özellikle kamu yararı ve güvenliği adına birileri topluluk adına işlere el atmaya başladığı andan itibaren bu işin böyle geliştiğini görmek gerekir. Devletçi toplumların karakteri gereğiönce topluluğa ait olan her şey, sonra topluluk adına devletlülerin eline oradan da tüccarların vb.lerinin eline geçer. İşte bu temellerde üretim ve tüketim sürecinde aynı konuma gelen yani belirli ölçüde aynı maddi-manevi yaşam koşullarına sahip olan insanlar grubundan oluşan sınıf, sözcük olarak Arapça kökenlidir. Sözlüklerde sınıf, sosyolojik olarak“…bir toplumda, aynı görevi yapan, aynı menfaati sağlayan, aynı şartlarda yaşayan büyük insan grubu” diye tarif edilmektedir. Bir başka yerde de sınıf için “yaşam biçimi, eğitim, saygınlık gibi özellikler bakımından birbirine benzeyen ve bunun bilincinde olan insanlar tarafından oluşturulan bütün” denilmektedir. Yani hangi bakış açısından ve hangi dil grubundan bakarsak bakalım sınıf denilince ilk önce toplumda bir ayrışma olduğunu anlıyoruz. Eğer bu ayrışma sadece bir farklılaşma biçiminde olsa, bu durum için belki toplumsal yaşamın zenginliğine katkıda bulunan bir işbölümüdür diyebiliriz. Ama sosyolojik ya da ideolojik ciddi bir derinliği olmayan her iki tanımdan yola çıktığımızda bile, durumun hiç de sıradan ve toplumsal yaşama zenginlik katan farklılık biçiminde değerlendirilemeyeceği açıktır. Bu iki tanımda derin bir toplumsal yarılma olduğu hemen görülmektedir. Örneğin birinci tanımda menfaatlerin aynı olması ve aynı şartlarda yaşanılması sınıf olmak için gereklidir sonucu çıkmaktadır. Burada söz konusu olan toplumsal çıkarların bir anlam ifade etmemesi ve bir tarafa atılmasıdır. Yani bir grup insanın çıkarları ve yaşam koşullarının esas alınmasıdır. İkinci tanımda ise eğitim ve saygınlık gibi özellikleri aynı olan insanların bir araya gelmesi olarak tanımlanmaktadır. Yani insan, topluluğun eşit ve özgür üyesi olarak saygı görmemektedir. Yaşamsal ihtiyaçları buna göre karşılanmamaktadır. Sadece içinde yer aldığı sınıfa göre değerlendirilmektedir. Kısacası sarayda yaşayana saygı duyulacak kulübedekinin de yüzüne tükürülecektir. Bu nedenle her iki örnek tanımın açılımından sınıflılık ilişkisi denilince,çıkarları farklılaştığı için birbirleri karşısında ya da dışında konumlanmış insan kümelerinin yaşadığı sorunlu-hastalıklı toplum akla gelmektedir.

Diğer yandan Fransızca kökenli olan ve “kırtasiyecilik” ya da “kamu yönetimi” anlamına gelen bürokrasi sözcüğü ile toplumun sınıflara bölünmesi arasında direkt bağlantı kurulabilir. Doğal olarak bürokrasi tanımından da anlaşılacağı gibi sınıflar üzerinden ayrışan ve çatışmalı hale gelen toplumun yönetilmesi ve bunun için de bir takım kurallara bağlanması gündeme gelmektedir. Yasa-kanun ya da tüzük-yönetmelik gibi kuralları anlatan hukuk, yani ahlakın yerine ikame edilen kurallar bütünlüğü, aynı zamanda kırtasiyecilik anlamına da gelmektedir. Doğal olarak ahlak ve politika yerine konulan kamu yönetimi ile de toplum adına, hatta ona rağmen toplumu yönetme gücüne sahip bir erk anlatılmaktadır. Böylesi bir yönetim erki de, toplumun farklı çıkar gruplarına yani sınıflara bölünmesini gerektirmektedir. Yani bürokrasi denilince hastalıklı bir toplumsal yapının sürdürülmesinin yol-yöntemi akla gelmelidir ve iktidar-devlet gibi olgularla da mutlaka bağlantısı kurulmalıdır. Aynı durum sınıf için de geçerlidir. İktidar-devlet ikilisi hiçbir zaman sınıf gerçekliğinden ve mekan olarak da kentten bağımsız olarak ele alınmamalıdır.

Bu temelde konu başlığı itibarıyla ele alınan sınıfbürokrasi virüsünün hiyerarşi ile doğduğu, sınıfsal parçalanmanın simgesi olan kentlerde büyüdüğü ve devlet-iktidar ikilisinin koruması altında günümüze ulaşarak toplumu-toplumsallığı tümden kemiren kanserli bir hastalığa dönüştüğü rahatlıkla belirtilebilir. Kısacası sınıf ve bürokrasi, ahlaki-politik toplumun inkârı demektir.

Sınıf ve bürokrasinin daha ortaya çıkmadan önce insanlığın nasıl yaşadığına ilişkin tarihsel bir perspektif oluşturmak için F. Engels’in Karl Marx’ın ölümünden önce tuttuğu bazı notlardan ve Amerikalı bilim insanı Lewis Morgan’dan esinlenerek yazmış olduğu “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri, hem tarihe ışık tutmakta ve hem de bilimsel sosyalist öğretinin, her yeni veri karşısında kendisini derinleştirme ve geliştirme temelinde gözden geçirme özelliğine sahip olduğunu da göstermektedir.

‘‘…Her gens, kendi saşem (barış zamanında şef) ve şefini (askeri komutan) seçer. Saşem’in gens içinden seçilmiş olması gerekirdi ve buradaki görevleri soydan geçmeydi (héréditaire); şu anlamda ki, görevin boşalması halinde, hemen yeni bir saşem seçilmeliydi; askeri komutan, gensin dışından da seçilebilirdi ve bir zaman için olmasa da olurdu. Bir önceki saşemin oğlu asla saşem seçilmezdi.

“Gens, istediği zaman, saşemi ve askeri şefi görevinden alır. Bu iş de erkeklerle kadınların bütünü tarafından kararlaştırılır. Görevden alınan büyükler, artık öbür insanlar gibi, basit savaşçılar haline gelirler.

“Gensin bir konseyi, kadın-erkek, herkesin oy hakkına sahip bulunduğu, bütün ergin gens üyelerinden kurulu demokratik bir meclisi vardır. Saşemleri ve askeri şefleri bu konsey seçer, bu konsey görevden alırdı; öbür ‘iman koruyucuları’ için de durum aynıydı…’’ .

“…Ve bütün saflığı ve yalınlığıyla, bu gentilice örgütlenme, ne hayranlığa değer bir yapılaşmadır! Askersiz, jandarmasız, polissiz, soylular sınıfı yok, ne kral, ne hükümet, ne vali, ne yargıç, hapissiz, davasız, her şey düzenli bir biçimde gider. Bütün kavgalar, bütün çekişmeler, ilgili kimselerin topluluğu, gens ya da aşiret ya da kendi aralarında çeşitli gensler tarafından bir sonuca bağlanır, -aslında bizim ölüm cezamızın, uygarlığın bütün üstünlük ve bütün sakıncalarıyla, uygarca biçiminden başka bir şey olmadığı kan davası (vendetta)tehdidi, yalnızca son ve ender uygulanan bir çare olarak işe karışır. Kamusal işlerin günümüzdekilerden çok daha büyük sayıda olmalarına karşın ev ekonomisi, bir dizi aile içinde ortaklaşa ve komünist bir niteliktedir; toprak, aşiretin mülkiyetindedir: yalnızca küçük bahçeler, geçici evleklere bırakılmıştırgene de bizim geniş ve karmaşık yönetim aygıtımıza hiçbir gereksinme duyulmamıştır. Her şeyi ilgililer kararlaştırır ve çoğu durumda, yüzlerce yıllık bir töre, her şeyi önceden düzenler. Yoksul ve gereksinenler bulunamaz -komünist ev ekonomisi ve gens, yaşlılar, hastalar, savaş sakatları karşısındaki görevlerini bilir. Herkes eşit ve özgürdürkadınlar da dahil. Henüz genel olarak yabancı aşiretlerin köleleştirilmesi için olduğu gibi, köleler için de yer yoktur…”

Engels’in belirtmiş olduğu bu toplumsal gerçeklik, insanlık tarihinin yaklaşık yüzde 99’unda hakimdir. Yani insanlık özel mülkle-sınıfla, asker-sivil bürokrasiyle doğal olarak da devlet ve iktidarla tanışmadan Engels’in de hayranlıkla bahsettiği bir şekilde yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Bu hayranlık verici dönem, neredeyse üç milyon yıla yakın sürmüştür. Bugün de tarihe hakim olan bu toplumsal yaşam kökü, dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi bölgemizde de hem gelenekler biçiminde varlığını sürdürmekte ve hem de halkların özgürlük umutlarını mayalamaktadır. İşte bu umut mayalayan özelliklerin ortadan kalkmasını insanlık açısından bir düşüşün başlangıcı olarak değerlendiren Engels, aynı zamanda bu toplumsal özelliklerin “gücünün kırılması gerekiyordu” diyerek de sanki insanlığın önünde başka bir seçenek yokmuş gibi bir düz-çizgisel yaklaşım içine girmektedir. Bu determinist yaklaşıma rağmen “ilkel” klan-kabile ya da gentilice toplumlara karşı hayranlığından bir şey kaybetmemektedir. Onları “yürek temizliği ve ahlak yüksekliği”nin simgesi olarak göstermektedir.

Bu aşamadan sonrası için de Engels aynı eserinde uygarlığın başlatıcısı özellikler için şunları söylemektedir:

“Yeni uygar toplumu, sınıflı toplumu başlatan şeyler, -açgözlülük, zevk düşkünlüğü, cimrilik, ortak mülkiyetin bencil yağması gibien aşağılık çıkarlardır; eski sınıfsız toplumu kemiren ve yıkılmasını sağlayan şeyler, -hırsızlık, zor, kalleşlik, ihanet gibien utandırıcı araçlardır. Ve bizzat, yeni toplum, varlığının iki bin beş yüz yıllık süresince, küçük bir azınlığın, büyük bir sömürülenler ve ezilenler çoğunluğu zararına gelişmesinden başka hiçbir şey olmadı ve bugün, her zamandan da çok, böyledir.”

Engels’ten neredeyse 2300 yıl önce yaşamış olan Grek şair Askralı Hesiodos’un yazdığı bir şiirinde aynı Engels gibi düşündüğü ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Yazar Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi adlı kitabında Hesiodos’un özleminden bahsediyor. Bu özlem için “…Yüzyıllarca önce, kuzeyden gelerek Balkan yarımadasının güneyine inen İyon, Dor ve Eolya boyları, buraları ele geçirerek yerleştiler. Çobanlıkla geçiniyor, eşitlik ve özgürlük içinde yaşıyorlardı. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu. Herkes doğadan ortakça ve eşitçe payını alıyordu. Bolluk vardı ve yoksulluk bilinmiyordu. Düzeni, doğal yasalar sağlıyordu. Devlet, yasa, dış ve iç baskılar yoktu. Hemen hiçbir suç işlenmiyor, buna karşı da hiçbir ceza düşünülmüyordu. Mutluydular…” demekte ve devamla” …İşte Askralı Hesiodos, bu çağın özlemini çekmektedir. Çiftçi çocuğudur. Kardeşi Perses, soylu kişilerden seçilen yargıçlara para yedirerek mallarının üstüne oturmuştur: Şiirinde kardeşine seslenirken o dönemin temel özelliklerini de ortaya koymaktadır.”

“ Ey Perses, kulağına küpe et diyeceklerimi:

…………

Artık üleştik mirasımızı, ama çok şeyleri Çalıp götürdün, hediye yiyici baylara Yaltaklanıp iyice, gönüllüdür onlar böyle işlere. Budalalar bilmiyorlar yarımın bütünden ne kadar çok olduğunu Ebegümecinde ve çiriş otunda ne büyük yarar bulunduğunu. Çünkü artık mal kavgaları vardır, yasalar vardır. … Bir sürü dalavereler dönmektedir. Eşitlik bozulmuş, insanların kimi güçlenirken kimi güçsüzleşmiştir. İnsanlığı utanç ve pervasızlık kaplamıştır: Kötü bir utanç yoksula yoldaşlık eder. Utanç insanlara hem dokunur hem de yarar. Utanç yoksullarda, pervasızlık zenginlerde bulunur. Malın çalınmışı değil, Tanrı vergisi olanı hayırlıdır. Bir kimse büyük varlık toplarsa yumruk gücüyle Ya da diliyle, yağma ederse çok kez olduğu gibi Kazanç hırsı aklını yanıltınca İnsanları, utanmazlık utancı susturunca.”

Şiirde de görüldüğü gibi Askralı Hesiodos esas olarak sınıflaşma-bürokrasinin ve buna bağlı olarak gelişen zorrüşvet, istismarın tarihte nasıl bir rol oynadığını kısaca izah etmiş oluyor.

 

Toplumun Sınıf ve Bürokrasi Sorunu

Tarihi yalnızca sınıf mücadelelerine indirgeyerek izah etmeye çalışmak doğru değil. Ama tarihin yazımında sınıf mücadelelerini de görmezlikten gelmek bir o kadar yanlış. Hangi biçimde olursa olsun sınıflılığı olumlu görmek kadar, sınıfın tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıktığını varsaymak da bir anlamda tarihe kör bakmak anlamına gelir. Bu kör bakış yani tarihin determinist yorumundan yola çıkılarak sınıf tahliline ulaşmak, doğal olarak da en büyük ve kapsamlı bürokratik aygıt olan devletin ortaya çıkışı ve varlığını sürdürmesine olumlu misyonlar yüklemek demektir. Halbuki tarihsel gelişim içinde sınıflılık ve devlet yani bürokrasi, toplumsallığın parçalanmasında en önemli rolü oynayan olgular olmuşlardır. Öyle ki özellikle de 20. yy. boyunca ve halen, bürokratikleştiği oranda devlet yapılanmalarıyla uyumlu hale gelen dev şirketlerin de katkısıyla devlet ve iktidar üzerinde askeri-sivil bürokratik organlar ya da kişiler yoluyla, el değiştirme mücadeleleri veya kanlı savaşlar yürütüldüğü hiç de sır değildir. Bu sır olmayan gerçeklik, sınıflar arası değil de iktidar güçleri arası savaşımın yöntemi olmaktadır. Örneğin yakın tarihimiz veya güncelde yaşanan askeri darbeler, ya da suikastlar, komplolar bunun tipik örnekleridir. 1960’lı yıllarda ABD’de yaşanan Kennedy ailesine yönelik suikastların arkasında, yine bir ABD emniyet ve istihbarat örgütü olan CİA ya da FBİ, ordu ve diğer bürokrasinin önemli bir kesiminin olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Birçok ülkede devlet kademelerindeki üst düzey görevlilere (başbakan, Cumhurbaşkanı ya da bakan vb.) ilişkin gündeme getirilen yolsuzluk iddiaları, sesli ya da görüntülü belgelerin bir biçimde deşifre edilmesinde istihbarat-emniyet ya da ordu veya farklı bürokratik örgütlenmelerin yer aldığı bilinmektedir. Bu nedenle de böylesi durumlar görüldüğünde devlet içi güçlerin, dış güçlerle ittifak halinde ya da onların çıkarları doğrultusunda iktidar savaşımı verdiğinden rahatlıkla bahsedilmektedir.

Özellikle son 50 yıl açısından düşünüldüğünde bölgemizde Türkiye ya da Suriye, Irak veya İran’da yaşanan darbeler, iktidar güçleri arasında bürokratik alanların devreye sokulmasıyla nasıl bir savaşım yürütüldüğünü açık bir şekilde göstermektedir. Son yirmi yılda Türkiye’de yaşanan suikastler, (Özal, Eşref Bitlis, Adnan Kahveci, Bülent Ecevit, çeşitli rütbeli subaylar vb.ne karşı gerçekleştirilen öldürme olayları) ve en son Ergenekon davaları ve MİT, Emniyet-yargı arasında yaşanan çatışmanın Cemaat-AKP çelişkisi diye yorumlanması, bürokratik aygıtların farklı çıkar grupları adına nasıl bir rol oynadıklarını ortaya koymaktadır. Bir anlamda gelinen bu aşamada yaşanan bu örnekler sayesinde bile sınıf ve bürokrasinin tarihte de nasıl bir rol oynadığını rahatlıkla anlayabiliriz. O zaman bu bakış açısı ışığında sınıf ve bürokrasinin oluşum ve gelişim sürecini ele alabiliriz.

Engels’in de belirttiği gibi, tarihin klanlar ya da kabileler döneminde sınıf ya da bürokratik özelliklere rastlamanın koşulları yoktur. Çünkü o topluluklarda mülk topluluğa aittir ve topluluğun tüm üyeleri ortaklaşa kararlara ulaşmaktadır. Her topluluk aynı zamanda birer meclis gibi çalışmaktadır. Geçici ya da kalıcı olarak askeri, sivil ya da inanç öncüleri, topluluğun iradesi ile seçilmektedir ya da görevden alınmaktadır. Gençyaşlı, kadın ya da erkek olmak bir avantaj ya da dezavantaj değildir. Rahip, askeri şef ya da kabile reisi olmak o kişi ya da yakın çevresine maneviyat dışında maddi bir yarar sağlamamaktadır. Her şey topluluğun ortak çıkarlarına uygun olarak belirlenmektedir. Kamu yararı ya da güvenliği konusundaki sorunların çözümünde ahlaki değer yargıları ya da gelenekler hiç bir bürokratik kurala bağlı olmaksızın devreye girmektedir. Bu özellikleri ile tarih, hiyerarşik döneme kadar ya da etnisite (aşiret) örgütlenmelerinin aşılmasına yani kavimler kapısına kadar devam etmiştir.

O zaman nedir etnisite ya da aşiret?

Etnisite veya aşiret, klan-kabile gibi yerleşik olmayan topluluk örgütlenmelerinin aşılması ve toprağa yerleşiklikle de belirginleşen soylara dayalı olarak çıkarların farklılaştığı topluluk örgütlenmesidir. Bu özelliği ile etnisite kimlik bilincinin en üst düzeyde gelişmesini de anlatmaktadır. Çünkü ortak inanç, dille daha da şekillenen ortak üretim, etnisitelerle birlikte ortak yurt üzerinde kalıcı kimliğe dönüşmüştür. Bu durum, topluluğu birbirine daha çok bağlamıştır. Özellikle farklı çıkarlar üzerinde de şekillenen bu topluluklar yani etnisiteler, dış saldırılar karşısında daha da güçlü aidiyet ve dayanışma bilincine ulaşmıştır. İşte bu bilinç aynı zamanda etnisitenin varoluş tarzını da belirlemektedir. O tarza bugün kısaca demokrasi denilmektedir. Kimlik bilinci ile donanmış etnisitelerin demokrasisi klan ve kabilelerinkinden daha da gelişkindir.

 

Bu nokta üzerinde Engels de oldukça kapsamlı durmuş

“…İrokualılar,1651’e doğru Erielileri, “tarafsız ulus”u yendikleri zaman, onlara eşit haklarla konfederasyona girmeleri önerisinde bulundular; ancak yenilenler bu öneriyi kabul etmedikleri zamandır ki, topraklarından kovuldular. Ve böylesine bir toplum, ne [yaman-ç.] erkekler, ne [yaman-ç] kadınlar yetiştirir; buna, bozulmamış yerlileri tanımış bulunan bütün Beyazlar, bu barbarların kişisel onur, doğruluk, karakter gücü ve yiğitliği için duydukları hayranlıkla tanıklık ederler.”

Engels’in farklı soylar olarak Amerikan yerlilerinin çıkarları gereği birbirleriyle giriştikleri çatışmalarda mutlaka egemenlik ya da kölelik ilişkisi ve buna bağlı olarak da bir egemenlik aracı olan devlet örgütlenmesini ortaya çıkarmadığını görmekteyiz. Bu durum da gösteriyor ki, kadın ve toprak üzerinde erkek egemen özel mülk ilişkisinin kurulmadığı topluluklarda sınıfdevlet ya da bürokrasi olmazsa olmaz gibi bir sonuç değildir.

Diğer yandan bir kabile ya da aşiretin savunma gücü mutlaka onun düzenli-donanımlı-eğitimli ordusu ile de ilgili değildir.

… Birkaç yıl önce Zulular,( 1879-87) birkaç ay önce de Nubiyenler(1881-84 )-gentilice kurumların henüz ö1memiş bulunduğu iki aşirethiçbir Avrupa ordusunun yapamayacağı şeyi yaptılar. Ateşli silahlardan yoksun, yalnızca kargı ve mızraklarla, -meydan savaşında dünya birincisi olarak tanınanBritanya piyadesinin çabuk atışlı tüfeklerinin kurşun yağmuru altında, silahların arasındaki büyük farka karşın ve askeri hizmet nedir, talim nasıl yapılır bilmedikleri halde, İngiliz süngülerinin ucuna kadar ilerlediler ve onları birkaç kere sarstılar, hatta püskürttüler. Nelere katlanıp neler yapabileceklerine, bir Kafr’ın, yirmi dört saatte, bir attan daha çok yol alabildiğinden yakınarak, bizzat İngilizler tanıklık ediyorlar; bir İngiliz ressamı, [bu adamlarda -c.] en küçük kasın bile kabarık, bir kamçı kayışı gibi sert ve gergin olduğunu söylüyor.”

Ve Engels sınıflar-bürokrasi devlet nedir ortaya çıkmadan önceki insanlığı hayranlıkla incelemeye devam ederken kendi zamanıyla da bir kıyaslama yapıyor:

“… Eğer onların durumunu, günümüzdeki uygar insanlardan büyük bir çoğunluğun durumuyla karşılaştırsak, bugünün proleter ya da küçük köylüsüyle, gensin eski özgür üyesi arasındaki farkın büyük olduğunu görürüz.”

Belki konu bağlamı açısından oldukça uzun bir alıntı ile Engels’ten aktarmaya devam etmek zorunda kalıyoruz ama bilimsel sosyalist öğretinin sınıf-devletkent öncesi insanlıkla oldukça ilgili olduğunu görmek önemli olmaktadır. Engels aşiret konfederasyonlarından ötesini uygarlık döneminin hanesine yazıyor. Ve soylu insanlık değerlerinin bu aşamadan sonra sınıfbürokrasi(devlet)ekseninde nasıl ayaklar altına alındığını ortaya koymaya devam ediyor.

…Ama, bu örgütlenme aşiretten öteye geçmedi; … , aşiretler konfederasyonu, …gerilemenin başlangıcını oluşturur. …Aşiret, insan için bir sınır olarak kalıyordu: yabancı karşısında olduğu kadar, kendisine karşı da: aşiret, gens ve kurumları, kutsal ve dokunulmazdı; bireyin duygu, düşünce ve eylemlerini tamamen egemenlikleri altında bulunduran, doğa tarafından verilmiş üstün bir güç oluşturuyorlardı….

İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya ayni şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. ..Atina demokrasisinin halk ordusu, boyunduruk altında tuttuğu kölelere karşı, aristokratik bir kamu gücüydü; ama, yurttaşlara da söz geçirebilmek için, …,bir jandarma kuvveti zorunlu oldu. Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentilice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir. Bu güç, sınıf karşıtlarının henüz gelişmemiş bulunduğu toplumlarda ve ücra bölgelerde, hemen hemen yok denecek derecede önemsiz olabilir; …

Ama, devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş devletler daha büyük ve daha kalabalık bir duruma geldiği ölçüde, onun da gücü artırılır; …

Bu kamu gücünü yaşatmak için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir vergiler. Bu vergiler, gentilice toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi. … Uygarlığın ilerlemeleri ile, …; devlet, gelecek üzerine poliçe çeker, ödünç paralar alır. -devlet borçlan. …

Kamu gücünü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun üzerinde yer alırlar. … topluma yabancılaşan bir gücün dayanakları olarak, onların otoritesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla, sağlama bağlamak gerekir. Uygar devletin en bayağı polis memuru, gentilice toplumdaki bütün organizmaların bir arada sahip olduklarından çok “otorite” sahibidir; ama en güçlü prens, en büyük devlet adamı, ya da uygarlığım en büyük askeri şefi, en küçük gentilice şefin mazhar olduğu içten gelme ve söz götürmez saygıyı kıskanabilir. Bunun böyle oluşu, [bunlardan -ç.] birinin toplumun bağrında yaşarken, öbürünün, toplumun dışında ve üstünde [olan -ç.] bir şeyi temsil etme durumunda bulunmasındandır.”

Bu alıntılar aynı zamanda sınıflararası dengesizlik oranı ile devlet-bürokrasi arasında bir paralellik bulunduğunu göstermektedir. Buraya kadar ki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi sınıf ve bürokrasiye toplumsal varlığın gerekleri olarak bakmak doğal olarak da bu konuda yaşanan sorunları doğru temellerde değerlendirmemek anlamına gelir. Bu yanlışlık, esas olarak sınıf ve bürokrasinin kendisinin sorun olmadığı ama pratik olarak sorun çıkartabileceği şeklinde bir değerlendirme yanılgısına götürebilir.

Bu yanılgılı duruma düşmemek için doğru bir tarih bilincinin gerekliliği kadar doğru bir toplum ve toplumsallık tanımı da zorunlu olmaktadır. Bu nedenle de yazı içinde Engels’ten ve onun tarih yaklaşımından oldukça geniş alıntı yapıldı. Bu alıntılarda da görüldüğü gibi toplum ve toplumsallık varlığını hiçbir zaman sınıfbürokrasi, kent, devlet gibi olgular üzerine kurmamıştır. Belki bu toplum dışı oluşumlar uygarlığın başlangıç dönemlerinde kent örneğinde de yaşandığı gibi insanlık için ciddi bir ağırlık teşkil etmemiştir. Ama günümüze doğru devasa sorunları açığa çıkmıştır. Tarihin başlangıcında ya da günümüzde toplum açısından ne anlam ifade etmiş olursa olsun sınıf ve bürokrasi, ahlaki-politik toplum yapısı açısından tümüyle gereksiz ve ona karşı oluşmuşlardır. Eğer tarih ciddi bir anlamlandırma temelinde gözden geçirilirse, tarihte toplumsal ögelerle sınıf ve bürokratik yapılanmalar arasında geçen şiddetli savaşımlara sıklıkla tanık oluruz. Halkların ve esas olarak da etnisitelerin sınıflı-devletli ve kent merkezli bürokratik yapılanmalara karşı amansız bir direniş içinde olduklarını görürüz.

Belki bu konu ele alınırken toplumsal doğanın farklılaşma üzerinden nasıl bir gelişim seyri geçirdiği ortaya konulabilir.

İnsan topluluklarının evrimsel gelişim seyri içinde doğal olarak bir çeşitlenmenin ortaya çıktığını görürüz. Kadınla erkek arasındaki doğal iş bölümü gibi tarımla hayvancılık arasındaki ayrışma ya da madenlerin kullanımına bağlı olarak da yetkinleşen zanaatçılık bir toplumsal zenginleşme ve gelişmeyi anlatmaktadır. Diğer yandan farklı klanların bir araya gelmesinden oluşan kabileler ya da bu kabilelerin oluşturduğu aşiretler(etnisiteler) çeşitlilikten beslenen çok zengin bir inanç dünyasına sahiptir. Bir anlamda devletçi topluma geçişin şafak vakti de olan Aşiretler konfederasyonu, diğer zenginliklerin dışında aynı zamanda bir diller mozaiği gerçekliğini ifade eder. Dikkat edilirse bu zenginleşmenin devlet-iktidar ya da sınıfla bir bağlantısı yoktur. Özel mülk, egemenlik, memurlar, düzenli askeri güçlerin olmadığı bu toplumsal örgütlenmeler çatısı altında tüm farklıkları ile topluluklar kendi kendilerini doğrudan demokrasi ile yönetmektedir. Her şey topluluk yararı ve güvenliği için tüm topluluk üyelerinin eşit katlımı ile çözüme kavuşmaktadır. Bu zengin bileşim içinde belki kentlere de rastlanmaktadır. Yani kentler kadar pazarlar da topluluğun çıkarlarının esas alındığı merkezler olarak oluşmuştur. Bu oluşum içinde kar yoktur. Topluluk adına yönetme gücünü elinde bulundurma yoktur. Mülk halen topluluğa aittir. Topluluk çıkarına çalışması gerekenler seçilmekte ve gerektiğinde görevden alınmaktadır. Yani atama yoktur. Seçilme esastır. Kanun yoktur. Yargıçlar yoktur. Hapishaneler, vergi memurları yoktur. Yani daha sonradan sanki doğalmış gibi kabul edile gelen bu olgular toplumsallığın değil toplumsal hakların gaspı üzerinden şekillenmiştir. Doğal olarak da bir zenginleşmenin değil çölleşmenin nedenleri olmuştur. Bu çölleşmede diller, inançlar giderek tekleşmiş. Ulus-devletler çağıyla birlikte tarihin temel devindirici güçleri ve demokrasinin teminatı olan etnisiteler neredeyse tarih sahnesinden silinme noktasına gelmişlerdir. Bu nedenle tüm bu olumsuz gelişmelerin arkasında olan ve özellikle ulus-devletler dönemiyle birlikte azgınlaşan sınıf ve bürokrasiyi bir zenginlik ya da doğal gelişme sonucu olarak görmek mümkün değildir. Bunlar uygarlıkla birlikte toplumların tüm hücrelerine kadar sızmış olan kanser urları gibidir.

Diğer yandan burjuvazi son beş yüz yıllık tarihte 5000 yıllık uygarlık tarihinin toplamından daha fazla sınıfsal yarılma ve bürokratikleşmeye yol açmıştır. Toplumsallık karşısındaki bu sınıfsal ve bürokratik aşırı yüklenme sonucunda aşırı bir toplumsal çözülme ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de son beş yüz yıllık tarih toplumsallığın her alanda çözülme tarihi olmuştur. Diğer yandan toplumun kendini savunma refleksi de bu yüzyıllar içinde daha fazla gelişmeye başlamıştır. Tarih içinde ortalarda yürüyen ama son yüzyılların egemeni olan burjuvazinin hegomonik yoğunlaşması megakentleri ve faşizmi doğururken, sanat ve spor dahil olmak üzere yaşamsal tüm alanlar endüstriyalizmin metası haline getirilmiştir. Sonuç olarak da bütün bu gelişmelere bağlı olarak insanlık neredeyse ekolojik yıkım makinası haline gelmiştir.

Bu nedenle de insanlık değerlerinin en çok çiğnendiği bu dönemler aşırı bürokratlaşma ve sınıfsal derinleşme ve çevresel yıkım yüzyılları olmuştur. Yine bu yüzyıllar, yıkımla karşı karşıya kalan toplumun kendini bulma anlamında ideolojikpolitik ve eylemsel arayışlarının olduğu dönemler olmuştur.

Bu arayış faşizme karşı mücadeleleri, çevre hareketlerini, feminist mücadeleleri, etnisitelerin yeni yorumlarla direnişlerini, inanç ya da bölgesel kültür hareketlerini ortaya çıkardı. Anarşizmi, bilimsel sosyalizmi, ulusal kurtuluş hareketlerini de bu arayış ortaya çıkardı. Demokratik-ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması da bu arayışın en kapsamlı sonucu olarak şekillendi.

Bu paradigmasal gelişim tarihin ve sınıflılığın değerlendirilmesinde de yeni bir dönemi başlatmıştır.

Buna göre nasıl burjuvazi ve bu sınıf temelli olarak her zamankinden fazla güçlenen bürokrasi, toplumsal yıkımda her alanda bir doruk noktası olarak değerlendiriliyorsa, işçi ya da köylü sınıf öncülüğü gerçekliği temelinde de bu yıkımı durdurmak mümkün görünmemektedir.

Burada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yapmış olduğu orta sınıf tanımına ve buradan yola çıkarak geliştirdiği burjuva değerlendirmesine bir bakmak gerekecek. .

“Orta sınıf zihniyet bakımından pozitivisttir. Yani özden, derinlikten en yoksun, yüzeysel, olguları ölçüp biçmekten ötesini görmeyen, çıkarları gereği görmek istemeyen yapıdadır. Pozitivizmi ‘bilimcilik’ kılıfıyla sunmasına rağmen, tarihin en putperest (Heykel bolluğu, bu sınıf döneminde çığ gibi büyümüştür) sınıfıdır. Görünüşte laik ve dünyevidir, özde en dinci ve hayalperesttir. Buradaki dinciliği, bağnazlık derecesinde ‘olgucu’ inanç ve düşünceleridir. Olguculuğun asla gerçeğin bütünlüğü olmadığını biliyoruz. Sözde laikliği, özde ise laiklik karşıtlığı en hayali projeleri (bir nevi ahiretlik projeler) toplumun önüne utanmadan habire sunmasıdır. Sermayenin ekonomik, politik, askeri, ideolojik ve bilimsel tekelciliğini küresel çapta geliştiren sınıftır. Dolayısıyla toplum karşıtlığı en gelişmiş sınıftır. Toplum karşıtlığını iki yolla, yani toplum kırım ve soykırım tarzında yürütür. Bir halkı, bir topluluğu soyundan, ırkından, dininden ötürü ortadan kaldırması, burjuva sınıf karakteriyle mümkün olmuştur. Daha da vahimi, toplum kırımcılığıdır. İki yolla toplum kırımcılığı yürütür: Birinci yol, ulus-devlet ideolojisi ve iktidar kurumlaşmasıyla kendisini toplumun tüm gözeneklerine kadar militarizm ve savaş olarak dayatmasıdır. İktidarın devletle bütünleşerek topluma karşı yürüttüğü topyekûn savaşıdır bu. Burjuvazi başka türlü toplumu yönetemeyeceğini deneyimleriyle iyi bilir. İkincisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında patlama gösteren ‘medya ve bilişim’ devrimiyle birlikte hayata geçirilen hakiki toplum yerine hayali, sanal toplum yaratma eylemidir. Daha doğrusu, medyatik bilişimsel bombalama savaşıdır. Son yarım yüzyıl bu ikinci savaş biçimiyle başarıyla yönetilmektedir. Hayali, sanal, simülakr toplum gerçek toplumsal doğa yerine geçtiğinde, öyle sanıldığında toplum kırım rolündedir. “

Bu anlatımdan sonra Kürt Halk Önderi, köle-serf ve işçi sınıfı gibi ezilen sınıfların değişik ele alınmasından yana olduğunu belirtir. Öcalan’a göre bu sınıfların özne olması ve toplumsal gelişmede demokratik rol oynaması çok sınırlıdır. Çünkü bu sınıflar aynı zamanda karşıtı diye gösterildikleri efendilerinin zihin yapısını taşımaktadırlar. İktidar, egemenlik ya da mülkiyet gibi konularda efendileri gibi düşünmektedir. Bu yönüyle de onun adeta bir uzantısı rolünü oynar. Ki, ulusal kurtuluş ve reel sosyalizm gerçekliği bu durumu açık olarak ortaya koymuştur. Ortaya çıkan bu gerçeklik ve tarihteki örnekler de göstermiştir ki, kendisi özne olamadığı için ezilen sınıflar efendilerini devirme ya da ortadan kaldırma gücünü gösterememişlerdir. Aksine egemen sınıfların iktidar ağaçlarını güçlendiren gübre rolünü oynamışlardır.

Bu nedenle de Kürt Halk Önderi, “toplumu köle, efendi, serf, aristokrasi, işçi veya burjuvazi toplumu şeklinde adlandırmak, yanlış bir terminoloji üretmeye çok açıktır. Sosyal bilim bu konuda yeni bir adlandırma ve tanımlama geliştirmek durumundadır. Ağacı nasıl dalla tarif edemezsek, toplumu da bağrından çıkan sınıflarla adlandıramayız. Ayrıca ve daha önemlisi, köle, serf, işçi, küçük burjuva gibi sınıfları özneleştirme, övme ve kendilerine önemli devrimci rol yükleme yaklaşımlarının, reel sosyalizm ve anarşizm tarihinde de örnekleri bolca görüldüğü gibi sonuç alıcı olmadığı, bunun temelinde bu sınıflara yanlış bir özne değeri biçme ve devrimci rol yüklemenin yattığı kanısındayım. Doğru tutum her tür sınıflaşmaya karşı olmaktır. Belki köle, serf ve işçi sınıfı da başlarda, geçiş aşamasında yarı-toplumda iken (çoğunlukla yarıköylü, zanaatkâr) olumlu öznel, devrimci rol oynamış olabilirler, oynamışlardır. Ama o da kalıcılaştığı, büyüdüğü oranda yozlaşmış, üst sınıflarla uzlaşmış ve işlevsizleşmiştir.” demektedir.

İşte bunun içindir ki, sınıflaşmayı toplumsal doğaya ve toplumsallığa karşıt olarak görüp ona karşı mücadele etmek demokrasi mücadelesinin esasını oluşturmaktadır. Bu nedenle verili zaman içinde iktidar ve devlet zoruyla egemen ideolojilerle gerçekleşmiş olan bu sınıflaşma olgusunu her şeyden önce kesilip atılması gereken bir ur gibi görmek gerekir. Bu nedenle Öcalan’ın da belirttiği gibi “ Özne olamayacağı halde kendisine özne payesi verilen, devrim yapamayacağı aşikâr iken kendisine devrimci rol yüklenen, bu tip sosyal mücadeleler tarihinde örneği bolca görüldüğü gibi yenilmekten kurtulamaz. Yenilginin nedeni sorunu doğru anlamamak, sınıflaşmaya yanlış rol atfetmektir. Yeni dönem, 21. yüzyıl sosyal mücadeleleri bu köklü yanlışlıktan döndükleri oranda başarılı olabilir.”

Diğer yandan bürokrasi konusunda da yine Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’dan bir alıntı yaparak konuyu kapatalım:

“Bürokrasinin her ne kadar tarih boyunca egemen sınıfların kurumsal uygulama aleti olduğu doğruysa da, günümüze doğru son iki yüzyılın ulus-devlet biçimlenmesiyle daha da boyut kazandığı, adeta bağımsız sınıf rolü oynadığı, iktidardaki ve devletteki ağırlığını arttırdığı, kendini bizzat devlet saydığı da rahatlıkla söylenebilir. Toplumu demir kafese alan ağırlıklı bir güç haline geldiği ve tüm toplumsal alanlara (eğitim, sağlık, yargı, ulaşım, ahlak, politika, çevre, bilim, din, sanat, ekonomi) el atarak bu rolünü pekiştirdiği de reddedilmesi zor bir gerçekliktir. Günümüz toplumunda (kapitalist modernite) sadece devlet bürokrasisi azmanlaşmamıştır; adeta onun izinde tüm tekel dünyası “Aile şirketi olmaktan çıkıp, profesyonellerce yönetilen şirketler haline gelelim” adı altında kendi bürokrasilerini çığ gibi büyütmüşlerdir. Bürokrasinin aşırı büyümesi şirketlerin bu yeni gerçekliğiyle bağlantılıdır. Bir nevi şirketlerin ‘devletleşmesi’ de denebilir. Gerçekten ulus-devletin artık yetersiz kaldığı, yeni devlet inşasının gündemde olduğu koşullarda küresel ve yerel şirket devletleşmeleri hâkim bir eğilim olarak gelişim göstermektedir.

Toplumun bu iki kıskaçtan kaynaklanan sorunları günceldir. Adeta tüm tarihin ‘şimdisi’dir. Hatta daha da ileri giderek, bu ikilinin toplumsal doğayı (geleneksel toplumu) ahtapot gibi kolları arasında tutup boğduğu ve erittiği de söylenebilir. Buradan çıkarılacak sonuç en bunalımlı kaotik bir sürecin yaşandığı, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikliğin ancak demokratik uygarlık yapılı bir sistemle mümkün olduğu, bunun da doğrultulmuş bilimle inşa etme mücadelesini gerektirdiğidir.”

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.