Düşünce ve Kuram Dergisi

Kıyametin Kapısında Ekolojik Kriz ve Modernitenin Sürdürülemezliği

Erdal Ergin

İletişim çağı da denilen çağımız gerçeklerin en fazla filtre edildiği, çeşitli prizmalardan geçirildiği ve sistemin görülmesini istediği hale getirildikten sonra topluma servis edildiği bir manipülasyon çağı olarak da adlandırılabilir. Gerçeklerin perdelenmesi için manipülasyon araçlarının olağanüstü kullanımına tanık oluyoruz. Buna rağmen gerçekler son derece inatçı ve görünür olmak için oldukça ısrarlı. Toplumsal, ekolojik, politik ve ekonomik sorunlar ile her türden eşitsizliğin, baskı ve sömürünün yol açtığı dehşet verici sorunlar ve çelişkiler her türlü perdelemeye ve çarpıtmaya rağmen her geçen gün daha yalın bir biçimde ortaya çıkıyor. Kapitalist modernitenin sürdürülemezliği yaşanan her toplumsal sorunla bir kez daha kanıtlanıyor ve köklü bir toplumsal dönüşüm ihtiyacı tercihten ziyade kendini dayatan bir zorunluluk olarak beliriyor.

İnsanlığımız kendini var eden iki temel olgunun dayanma sınırlarını zorlayan bir saldırganlıkla karşı karşıya. Kendisiyle birlikte tüm canlı hayatın sürdürülüp sürdürülemeyeceği, geleceği için direniş temelinde yeni kararlar alıp alamayacağıyla, bu kararların doğruluğu ve uygulanabilirliğiyle doğrudan bağlantılı bir duruma işaret ediyor.

İnsanın en temel hakikati olan toplumsallığı; çatışma ve kargaşa, açlık ve yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik, tek tipleşme ve yozlaşmayla, artan nüfus sorunları ve işsizlikle nefessiz kalmış ve çözülmeyle karşı karşıyadır. Kapitalist uygarlığın saldırıları altında adeta intihar çizgisinde seyretmektedir. Direkt buna bağlı ve bundan kaynaklı olarak gelişen ekolojik kriz en az toplumsal kriz kadar ciddidir. Çeşitli bilim insanları, felsefeciler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri içinde bulunduğumuz süreci ‘kıyametin öngünleri’ olarak adlandırmaktadır ve bu hiç de abartılı bir tanımlama değildir. Yaşadığı zorlanmayı afetler, iklim değişiklikleri, küresel ısınma, akarsu kaynaklarının kuruması ve çölleşme gibi olgularla dışa vuran doğamız; havası, suyu, toprağı ile alarm sinyalleri vermektedir. Toplumun krizli gerçeğine ek olarak ve en az onun kadar yakıcı bir ekolojik kriz kapımıza dayanmış bulunuyor.

Beş bin yıllık devletçi uygarlık tarihinin hiçbir döneminde toplumsallığımız ve doğamız böylesine büyük sorunlarla karşı karşıya gelmemiştir. Toplumsallığımızın ve doğamızın kapitalist modernite döneminde karşı karşıya getirildiği sorunlar ve bunların yol açtığı sonuçlar, devletçi uygarlığın ortaya çıkışından bu yana geçen beş bin yılın toplamından daha büyük ve derin yıkımlara yol açmıştır ve bu katlanarak devam etmektedir.

İnsanlığın geçmiş süreçlerde yaşadığı krizli ve kaoslu süreçlerden farklı olarak bugün gerek doğamızda gerek toplumsallığımızda ortaya çıkan sorunlar ülkesel ve bölgesel olmaktan daha fazla küresel bir nitelik taşıyor. Toplumların bünyelerinde ortaya çıkan hiçbir ekonomik, siyasal, sosyal krizin kendiyle sınırlı olmadığı; hem küresel krizden kaynaklandığı hem de küresel krizi derinleştirerek tüm insanlığı ilgilendirir hale geldiği her geçen gün daha fazla anlaşılıyor.

Durum böyle iken yani hem toplumsallığımız ve hem de doğamız varlık/yokluk gibi ontolojik bir kriz yaşarken günümüz insanlığı bugün karşı karşıya geldiği bu sorunları bırakalım aşmayı, bu sorunları tanımlama ve nedenlerini ortaya koyma gücünü bile gösterememektedir. Bu temelde yürütülen çabalar bir hayli yoğun olmakla beraber, öylesine büyük bir zihinsel keşmekeşle, bilgi kirliliğiyle, yöntem karmaşasıyla karşı karşıyadır ki içinden çıkıp her şeyi yerli yerine oturtmak hiç de kolay görünmemektedir. Bu anlamda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb. sorunlardan daha fazla zihinsel sorunlar çözüm beklemektedir.

İnsanlığımız tarihin çeşitli süreçlerinde olduğu gibi kendi geleceğiyle ilgili olarak kapitalist sistemle, dayandığı tarihsel arka planla bir kez daha yeniden hesaplaşmak ve kaybettiği yerden kazanmayı başarmak durumundadır. Zira çözmek zorunda olduğumuz sorunlar toplumsallığımızın ve doğamızın kendini devam ettirip ettiremeyeceğiyle ilgilidir. Çapı ve derinliği tüm insanlığımızı ve doğamızı kapsamaktadır. Dolayısıyla sorgulama düzeyimiz bu denli kapsayıcı ve kucaklayıcı olmak, ülkesel ve bölgesel bazdan daha öte küresel bir perspektife, şimdiki zamandan tüm zamanlara ulaşmak zorundadır.

Doğa, oluşumu ve işleyişi itibariyle insan iradesi dışında, insan yaratımı olmayan bir gerçekliktir. Sağladığı olanaklar ve sunduğu koşullar ile toplumsallığımızı üzerinde var ettiğimiz, geliştirdiğimiz doğayı yeniden inşa etme, ‘bu eskidi yerine yenisini yapalım’ deme şansımız ve lüksümüz yoktur. Ancak kapitalist uygarlığın dayattığı yıkımı engelleyecek, doğamızın kendi kendisini yenilemesine destek olacak bir uygarlık sistemini açığa çıkararak katkımızı sağlayabiliriz. Bu yaşanan doğa sorunlarının aşılması için yeterli olacaktır. Tüm çabalara ve hâkim olma uğraşlarına rağmen doğanın kendi iç yasalarıyla yürüdüğü, insanın da tabi olduğu bu yasaları değiştirmenin mümkün olmadığı, kendisiyle uyumlu bir yaşam kurgulanmadığı ve var olan kapitalist uygarlık yaklaşımları sürdürüldüğünde doğanın buna dayanamayacağı artık genel kabul görmektedir.

Açığa çıkan temel bir gerçek insan toplumsallığında yaşanan bozulmanın ve bunun doğada yol açtığı yıkımın doğamızın kaldıramadığı bir düzeye geldiğidir. Artık kabul edilmektedir ki ekolojik yıkım toplumsal yapıda ortaya çıkan bozulmanın ve sapmanın tarihsel süreç içinde derinleşmesiyle ve kapitalist sistemde bunun zirveye taşınmasıyla ilgilidir. Kendi içinde eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü özelliklerini yitiren, egemenlik, sınıflaşma, ayrıcalık, baskı, sömürü, yalan, şiddet ve zor sarmalına dolanarak önce zayıf düşen sonra hastalanan ve günümüzde ölümcül bir duruma ulaşan sorunlu toplumsallığımız karşı karşıya bulunduğumuz ekolojik yıkımın da temel nedenidir.

Doğadaki yıkıma da neden olan toplumsal bozulmanın önüne geçmek mümkündür. Zira toplumsallığı insanın kendisi yaratmış ve geliştirmiştir. Yine bozulması ve tahrip edilmesi de insanın eseri olarak gelişmiştir. Bilebildiğimiz kadarıyla evren içinde canlılık özelliklerini en üst düzeyde temsil eden, evrim zincirindeki en son halkayı oluşturan insan türü, sadece kendi varlığıyla değil, tüm canlı hayatın sürdürülmesini sağlama zorunluluğu ve sorumluluğuyla da yükümlüdür. Kendi dışındaki tüm evrene karşı sorumluluklarını yerine getirmesinin ön koşulu ise içinde bulunduğu ve yıkıma uğratılan toplumsallığını yeniden kurmasından geçmektedir.

Tarih hiçbir zaman egemenlerin göstermeye çalıştıkları gibi sadece imparatorların, kralların, şah ve padişahların yani iktidarcı ve devletçi güçlerin ellerinde şekillenmemiştir. Sermaye ve iktidar tekelleşmesinin damgasını vurduğu uygarlık tarihinin her aşamasında emekçiler, etnisiteler, dinsel ve mezhepsel direniş hareketleri de tarihin şekillenmesinde rol oynamışlardır.

Bu anlamıyla tarih egemen, devletçi iktidar güçlerinin olduğu kadar halkların, emekçilerin, etnik ve dinsel direniş hareketlerinin yani bizlerin yaşanan sorunları kavrayabilme ve bunlara müdahale gücümüzle bu günkü haline ulaşmıştır.

Toplumsal hakikatin yitimi ve ekoloji sorunsalı “Şimdi yeryüzüne geri dön. Aklın karışmış ve kalbin kararsızsa, Yolu açıkça göreceğin yere, En başa geri dönmelisin.” Toplumsallaşma bir insan yaratımı olarak tarih içinde sayısız kere değişikliğe uğratılmış, bu değişiklikler değişik felsefeler, dinler ve sosyal bilimlerce farklı adlandırmalara konu olmuştur. İlkçağ, ortaçağ, yeniçağ, ya da anaerkil dönem, kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi adlandırmalarla ifade edilen bu süreçlerde insan toplumsallığı farklı kurallar, farklı öncelikler çelişkiler ve sorunlar temelinde gelişme göstermiştir. Ezileni ve egemeniyle insan soyu kapitalist uygarlık aşamasına kadar insanlığın temel hakikatlerini yani toplumsallığını ve doğasını bir biçimde gözetmiş, zaman içinde artsa da yaşanan çelişki ve çatışmaların tüm insanlığı ve doğayı tehdit edecek bir boyuta ulaşmasına izin verilmemiştir. Ağırlıkla dinsel düşünüş ve inanç biçimleri temelinde temel hakikatler bir biçimiyle korunmuş, egemen sınıflar ve iktidar sahipleri bile yaşanan çelişkileri ve karşıtlıkları insan toplumsallığını ve parçası olduğu doğayı varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya getirecek uygulamalardan ve yaklaşımlardan özenle uzak durmuşlardır. Ancak toplumsal krize paralel derinleşen ekolojik kriz kapitalist modernite ile birlikte ölümcül bir hal almıştır.

Doğal toplumun bağrında ve ona karşıtlık temelinde ortaya çıkan hiyerarşik ve devletçi uygarlığın başlangıcıyla birlikte başlatabileceğimiz ekolojik kriz bu anlamda toplumsal krizle ayrılmaz bir bütünlük içindedir. Doğal toplum olarak adlandırdığımız toplumsal sürecin her türlü yabancılaşmadan azade olduğu insan-insan, insan-doğa ilişkisini son derece eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı ve bütünsel bir kavrayış temelinde yaşadığı biliniyor. Bu muhteşem uyumun M.Ö. 4.000’lerden itibaren sorunlarla karşılaştığı buna paralel tahakkümcü ve iktidarcı bir eğilimin gittikçe kendini özellikle aşağı Mezopotamya topraklarında –kent merkezlerindegösterdiğini de artık biliyoruz. Sümer rahiplerinin tapınaklarda geliştirdikleri mitolojik öykülerle yeni bir zihni şekillenmeye gittikleri; doğal toplumun zihniyetini belirleyen doğal din, ana tanrıca kültü ve komünal yaşam kültürünün yerine yaratıcı tanrı fikrini, erkek tanrı bilincini ve sınıflaştırmaya dayalı devletçi hegemonik kültürü geliştirdikleri çeşitli bilimsel verilerle de kanıtlanmış bulunuyor. Bunun iki bin yıllık bir mücadele ve çatışma sonucu öncelikle Sümer şehir devletlerinde hakim zihniyet ve toplumsal biçimleniş haline geldiği ve diğer uygarlık alanlarına buradan taşındığı, günümüze uzanan gelişme öyküsünün başlangıcının ana hatlarıyla böyle olduğu iyice açığa çıkmış bulunuyor.

İnsan toplumsallığının bu temelde içine girdiği yeni süreç öz itibariyle kendi toplumsallığına giderek yabancılaştığı ve ana/evlat ilişkisi içinde uyumu esas aldığı doğadan giderek koptuğu ve ters düştüğü bir süreç oluyor. Ana tanrıça kültürüne yönelik saldırganlığı içeren bu yeni kültürün esasında tanrıça kültürünün taşıyıcısı olan kadını hedeflediği, kadının toplumsal yaşamdaki öncü konumunu dayandırdığı doğal dine saldırganlık temelinde geliştiği yapılan araştırmalarla artık daha iyi anlaşılıyor. Bu anlamda kadının kaybedişi aynı zamanda toplumun ve tabi doğanın kaybedişi oluyor. Bu temelde kadınla başlayan sömürgeleştirme, kategorileştirme ve sınıflaştırma giderek tüm topluma ve doğaya yansıtılmış oluyor. Gerisi bunun derinleştirilmesi, daha gelişkin kuram ve kurumlara kavuşturulmasıdır.

Devletçi uygarlık süreciyle başlayan yaratıcı erkek tanrılardan alınan güçle topluma ve doğaya hükmetme, toplum ve doğa güçlerini hakimiyet altına alma yaklaşımı, kapitalist uygarlığın ulus-devleti, kar amaçlı üretimi ve endüstriyel gelişmeyi temel almasıyla en üst seviyeye çıkmıştır. Ulus-devlet çatışı altında Endüstriyel gelişimin ve kar amaçlı üretimin, toplumsal ilerlemenin başat ölçütü olarak görülmesi doğaya saldırgan ve talancı bir temelde müdahaleye neden olmuş, büyük tahribatlara yol açan bir seyir izlemiştir. Başlangıçta çevre kirliliği ve doğal dengenin bozulması sorunları olarak gündemleşen ekolojik bozulma kapitalist moderniteyle birlikte ölümcül bir küresel krize dönüşmüştür.

“Doğal toplum ekolojik toplumun kendiliğinden bir halidir. Ekolojik toplumun devlet toplumunun derinlik ve genişlik olarak gelişmesiyle adım adım geriletilmesi, günümüze kadar en temel toplumsal çelişkilerden biridir. Toplumun iç çelişkisi ne kadar gelişmişse, dış ortamla çelişkisi de o denli artmaktadır. İnsana tahakküm doğaya tahakkümü getirmektedir. İnsana acımayan bir sistemin doğaya her kötülüğü yapmaktan çekinmeyeceği açıktır. Zaten hakimiyet, fetih en gözde olgular olarak egemen sınıf ahlakında yer bulmaktadır. Doğaya hükmetmek insana hükmetmek kadar bir hak, soylu bir davranış olarak görülmektedir. Doğal toplumun doğa canlıcılığı, kutsaması yok sayılmıştır. Bir düşman gibi fetih konusudur. Devletçi toplumun zihniyet ve davranışlarına bu kavramlar egemen olunca, artık günümüzde dev boyutlara ulaşan çevre felaketlerine ardına kadar yol açılmış demektir.”

Kadında temsilini bulan komünal, dayanışmacı ve eşitlikçi toplumsallığın zayıflatılmasıyla at başı giden doğadan uzaklaşmanın günümüzde geldiği boyutu “ekolojik kriz” olarak tanımlıyoruz. Buradan şu çıkarsamayı yapabiliriz, ekolojik sorunların gelişimi toplumsal sorunların gelişimiyle direkt bağlantılıdır. Bunu artık net bir biçimde söyleyebiliyoruz. Zira insan ve toplumu doğanın evrim zincirinin ortaya çıkardığı en üst canlı formudur ve ekolojik bir olgudur. Dolayısıyla doğanın işleyiş yasalarına tabidir ve varlığı bu yasalara bağlı kalmasıyla mümkündür. Ekolojiyi sadece çevrebilimi ya da bitkiler ve hayvanlar aleminin yaşam koşullarıyla sınırlı bir disiplin olarak ele alamayacağımız kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İnsan ve toplumu doğanın en gelişkin bir üyesidir ve onun gerek iç ilişkileri, gerekse doğayla olan etkileşimi ekolojinin temel uğraşı olmak durumundadır.

Devletçi ve sınıfa dayalı zihniyet yapılanmalarında insanın temel hakikati olan toplumsallığı nasıl ki ikinci plana itilmişse, doğası da aynı biçimde ikinci plana itilmiştir. Hatta doğa üçüncü plandadır. Denklemi şöyle ifade edebiliriz; toprak bitkiler için, bitkiler hayvanlar için, hayvanlar insanlar için, insanlar ise tanrı ya da onun yeryüzündeki tezahürü olan devlet içindir. Doğa, bu durumda yaşamın bir parçası değil, sadece insanın üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabileceği, hoyratça kullanıp, sömürebileceği tükenmez bir kaynak deposu, ruhsuz bir araçtır. Bu yaklaşımların ardında devletçi uygarlığın mitolojik ve dinsel paradigmaları yatmaktadır.

Oysa biliyoruz ki, insan toplumsallığının var olması kadar var kalması da doğayla ilişkisine bağlıdır. Kapitalist modernite süreciyle birlikte ortaya çıkan kâra endeksli ekonomik etkinlik insanı ve toplumsallığını olduğu kadar doğayı da sınırsızca sömürmekte ve tahrip etmektedir. Doğanın insanın var oluş ve toplumsallaşmasında tali, araçsal bir öğe derekesine düşürülmesi insanın en temel hakikatlerden biri olarak doğadan kopmasına yol açmakla kalmamış onun toplumsallığını parçalayan bir olguya dönüşmüştür. Bozulan ve zayıf düşen toplum doğayı bozmuş ve zayıflatmış, doğa içine sokulduğu krize paralel toplumsallığın bozulmasını ve zayıflamasını derinleştirmiştir. Birbirini besleyen bu ikili handikap günümüzde toplum ve doğanın uçurumun kenarına gelmesiyle sonuçlanmıştır.

İnsanın toplumsallaşmasında doğa en az zihniyet yapılanmaları ve emek kadar etkilidir. Toplumsallığın her gelişme aşamasında doğanın dolayımsız etkisi söz konusudur. Toplumsallaşan insan toplumsallaşan doğa demektir. Toplumsallaşarak kendi farkına varan insan özünde kendi farkına varan, kendini insanda anlaşılır kılan doğa demektir. Dolayısıyla insan, toplumsallaştıkça doğayı da toplumsallaştırır, doğayı da dönüştürür. İnsanın toplumsallığı doğada yansımasını bulur ve bu karşılıklı bir diyalektik halinde işler. Doğa da kendi potansiyellerini, renklerini, dinamizmini insana ve toplumsallığına katar. Bozulan toplumsallık bozulan doğa demektir. Hem de dolayımsız bir bozulmadır bu. Doğanın en üst formu olan insanın ve onun yarattığı en büyük hakikat olan toplumsallığın tahribi doğanın da en can alıcı yerinden tahrip edilmesi demektir.

İnsanın en temel hakikatlerinden biri olarak toplumsallığın günümüz sosyal bilimi tarafından bilim adına bir kadavra misali parçalanması onun gerçekliğinin bütünlüklü kavranması önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Parçalı, bütünlükten yoksun devletçi ve sınıf eksenli bakış açılarının ortaya çıkardığı çevreci hareketler ve ekolojik akımlar insanlığın bu temel sorununa dönük belli bir duyarlılık oluşturmuş olsalar da gelinen noktada olumsuz bir rol oynamaktadırlar. Ekolojik sorunu toplumsal sorunlarla ilişkisi içinde değil yalnızca çevrecilik boyutunda ele almak artık kabulü mümkün olmayan bir yaklaşım durumundadır. Çevrecilikle uğraşmak, bir duyarlılık göstergesi olmasına karşın, son derece yetersiz kalan bir yaklaşımdır. Kendisini politika dışı veya ötesi görme çabasındaki çevreci yaklaşımlar ise gerçek dışı ve derinlikten uzak bulunmakta, ekoloji sorununa derinlikli yaklaşım ve köklü çözüm arayışlarını saptırıcı bir rol oynamaktadır.

Ekolojik sorunlar köklüdür ve acil çözümler gerektirmektedir. Ancak politika ötesi ve dışı ele alındığında tam bir çıkmaza saplandığı artık daha net görülmektedir. Bu temelde gittikçe politik bir anlam kazanmakta ve küresel, bütünlüklü bir toplumsal ideolojik kavrayış ve işbirliği içinde kendini ifade etmeye çalışmaktadır. Bu elbette ki doğası ve toplumsallığı imhayla karşı karşıya olan insanlığımız için sevindirici bir gelişmedir ancak yeterli değildir. Bu çabaların yeterli olabilmesi evrensel düzeyde olduğu kadar yerelde de yaşanan ekolojik ve toplumsal sorunlara kuramsalkavramsal ve kurumsal doğru yanıtların geliştirilmesiyle mümkündür.

Günümüz dünyası toplumlar arası iletişim ve etkileşimin olağanüstü derecede arttığı bir süreci yaşıyor. Egemen sistem nasıl ki evrensel düşünüp evrensel bir hareketlilik içinde varlığını sürdürmeye çalışıyorsa demokratik uygarlık güçlerinin de aynı biçimde evrensel bir kavrayış ve hareket tarzı içinde toplumsallığına ve doğasına sahip çıkması, onu koruması ve geliştirmesi bir zorunluluktur. Çünkü hangi yerelde verilirse verilsin evrensel ölçekte ve evrensel bütünlükte yürütülen her mücadele hiçbir tarihsel süreçle kıyaslanamayacak kadar büyük bir hızla ve kapsamda bölgemizi ve dünyamızı etkiliyor. Bu yerel Ortadoğu olduğunda burada yürütülen her mücadelenin evrensel sonuçları dünyanın tüm yerellerinden daha etkili ve sarsıcı oluyor.

Yalnızca tek bir soruna odaklanan çabaların diğer sorunlarla ilişkisi kurulmadığında marjinalleştikleri ve giderek egemen ideolojinin ve iktidar tekellerinin güdümüne girdikleri Demokratik uygarlık güçlerinin özgürlük mücadelelerinin uzun tarihinden çıkarılması gereken en önemli sonuçlardan biridir. Elbette, en öncelikli sorunlarımız bizim en yakınımızdakiler ve bizi en fazla etkileyenlerdir. Bunların yaşamımızı daha fazla çekilmez hale getirmesine engel olmalıyız. Ama perspektifimizi yalnızca bizi doğrudan etkileyen sorunlar değil, toplumsal sorunların tümü oluşturmak durumundadır. Yalnızca ekonomik eşitliğin sağlanması, yalnızca ulus devletin aşılması, küresel finans tekellerinin sınırlandırılması, cinsiyetçiliğin giderilmesi, dinsel-kültürel-siyasal kimlik farklılıklarından kaynaklanan dışlanmanın ortadan kaldırılması veya yalnızca ekolojik yıkımın ve ölümcül teknolojilerin durdurulması gibi haklı talepler, tek başlarına ekolojik krizin aşılması, toplumsal dönüşümün sağlanması ve demokratik özgürlükçü bir toplumun kurulması için yeterli değildir. Öte yandan, küresel kapitalizm çağında bu sorunlarla tek tek ilgilenmek de artık anlamsızdır. Bunlar, her birinin çözümü diğerlerinin çözümüne bağlı olan, tarihsel veya yeni toplumsal sorunlar olarak sürekli üst üste yığılmakta ve iç içe geçmektedir.

Dolayısıyla demokratik ve özgürlükçü bir toplum ve onun uygarlığını geliştirme yönündeki kavrayışımız, hiçbir saptırmaya düşmeden demokratik uygarlık tarihinin bize miras bıraktığı özgürlükçü düşünceleri aşmak, onların yetersizliklerini gidermek ve günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak kapsamda ve derinlikte olmak zorundadır. Bu ihtiyaç eğer tutarlı ve bütünlüklü bir evrensel düşünce tarafından karşılanamazsa, ya kapitalist modernizmin yenilgiye uğrattığı dogmalaşmış ve insanlığın ihtiyaçlarına yanıt oluşturamadıkları kanıtlanmış ideolojiler bu boşluğu dolduracak, ya da kapitalist modernizmin devasa propaganda mekanizmalarıyla hakim kılmaya çalıştığı umutsuzluk hakim olacaktır. Tarih bunun da çarpıcı örnekleriyle doludur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.