Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Kendi Yönetimi: Özyönetim

Selami Kılıçaslan

Temel bir toplumsal faaliyet olan toplumun kendi yönetimi insanlığın çıkışından günümüze kadar üzerinde çokça tartışılan bir konudur. Bu anlamda denilebilir ki tarihsel ve güncel olarak mevcut tüm toplumsal sorunların kaynağı ve ortaya çıkış nedeni esasen “nasıl bir yönetim?” sorusuna aranan cevapla ilgilidir. Üzerinde bunca tartışma ve çatışmanın olduğu yönetim sorununa ilişkin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan şöyle söylemektedir: “Evrendeki düzenlilik ve kaostan çıkış halini ifade ettiği gibi aynı zamanda toplumsal beyne de yönetim demek mümkündür.” Demek ki toplumun kendi yönetimi olan toplumsal beyni tarih boyunca devletçi iktidarcı ve uygarlıkçı güçlerin hedeflemesi ve her türden hile, komplo ve entrikalarla saptırarak topluma karşı açık bir saldırı, sömürü ve egemenlik aracı olarak kullanılması boşuna değildir. Zira toplumsal beyni dağıtmakla kendisine kolay sömürge toplumları oluşturacağı gibi iç içe geçirilmiş zor ve asimilasyon yöntemleriyle yönetimi “tecavüze uğramış” toplumun “rızası” gasp edilerek çok daha kolay yönetmeyi hedeflemiştir. Kurnaz adamın rızaya dayalı toplumsal yönetimi “halk adına” gasp etme sahtekârlığı, aslında sınıflı toplumun başından beri çok incelikli bir şekilde kurgulanmış erkek egemenlikli eril-iktidarcı zihniyetin toplumsal yönetimi dağıtma, parçalama ve ters yüz etme cambazlığından başka bir şey değildir.

Birey ve Toplum

Toplumsal dağıtılanın geleceğinin de olmayacağı tersine yok olmayla karşı karşıya kalacağı ve dolayısıyla öz benliğine, öz değerlerine yabancılaşacağı gerçeğini beş bin yıllık uygarlığın her safhasında rahatlıkla gözlemlemek mümkündür. Dağıtılan toplum aynı zamanda dağıtılan, teslim alınan ve kendisine yabancılaştırılan özgür birey gerçekliğidir. Açıktır ki böyle bir durumda bireyin özgürlüğünden bahsetmek şurada kalsın; varlığı bile tartışma konusudur. Liberalizmin sahte özgürlükçü anlayışının tersine birey ancak toplumsallığıyla vardır. Toplumsallığı dağıtılan bireyden özgür iradeli bir birey söz edilemez. Birey ancak toplumuyla toplum içinde ve toplum için oluşturacağı söz ve irade gücüne var olunur. Varlığını da bu şekilde toplumuyla birlikte, sürdürebilir. Bu ise bireyin özgür ve aktif bir şekilde katılması demektir.

Özyönetim mi, Yabancı Yönetim mi?

Toplumun kendi yönetimi zaten toplumun kendisi hakkında söz ve karar sahibi olabilmesidir. Halkın devlet olmayan demokratik sistemidir. Kadınlar ve gençler başta olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin kendi farklılıkları temelinde kendi demokratik örgütlenmesini yarattığı, politikayı kendi meclislerinde doğrudan ve özgür-eşit bireyler olarak yaptığı sisteme halk yönetimi veya halkın kendi özyönetimi diyebiliriz. Bu anlamda kendi öz güç ve öz yeterlilik ilkesiyle yaşamsal ve toplumsal tüm sorunlarından alan yeniden inşasını gerçekleştirme çabasında olan bir anlayışa atıf yapar özyönetim. Dolayısıyla toplumun siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, inanç ve mezhepsel, etnik ve kadın özgünlüğüne dayalı demokratik, ekolojik ve komünal alandaki örgütlenmelerinin birliği ve örgütlenmiş toplumun kendi kendini yönetmesidir. Özyönetim, kapitalist uygarlığın ulus-devletçi anlayışı olan tekçi, baskıcı, asimilasyonist ve bu temeldeki her türden monolitik, pratik ve uygulamalarının toplumu öğüten devletçi ve iktidarcı güçler tam da bu nedenle tarih boyunca toplumu özenle ve bin bir hileyle bu alandan uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Bunu toplumla alakası olmayan yabancı, iktidarcı, erkek egemenlikçi zihniyetin ve yönetimin anlayışının ince taktikleriyle pratikleştirirler. Toplumla alakası olmayan yabancı yönetim bu anlamda toplumun özüne ters iktidarcı, baskıcı, sömürgeci ve yalana dayalı yönetim modelidir. Bu anlamıyla iktidarlaşarak üzerinde

 

kurduğu toplumu bir ahtapot gibi yutan, baştan çıkaran, özünden koparan ve böylelikle anti-toplumcu bir yapıya sahiptir yabancı yönetim. İronik olan şudur ki, toplumun karşıtlığı üzerine kendisini örgütleyen bu mekanizmanın toplum adına ve topluma karşı çok vahşice kullanmasıdır. Bunun sonucu olarak toplum özyönetimsiz bırakılmıştır. Bu da topluma imha, inkâr, asimilasyon ve soykırım olarak dönmüştür. Bu açıdan özyönetimden yoksun bırakılmış halklar toplumlar tarihi süreç boyunca devletçi-iktidarcı güçlerin uyguladığı politikalarla yabancı yönetimlerin gazabından kurtulamamışlardır. Böylesi birçok halk tarih sahnesinden silinmiş, katliamlara maruz kalmış ve kendisinden başka her şeye benzeyen iradesi kırılmış, kültürel soykırıma uğramış, varlığı bile tartışma konusu olmuştur.

Toplum için hayati olan özyönetimi en genel anlamıyla şöyle tanımlayabiliriz: Özyönetim, kendi toplumsal doğasındaki erki düzenleme, denetleme ve böylece toplumun sürekliliğini sağlama, yaşamı iç ve dış tehlikelerden koruma ve güvence altına almayı ifade eder. Dolayısıyla toplumun kendi öz gücü ve öz iradesine dayalı yaşamın kurup korunmasını amaçlar. Başka bir ifadeyle toplumun hiçbir yabancı güce dayanmadan kendi kendini tüm farklılıkları ve zenginlikleriyle birlikte örgütleyerek yönetmesine özyönetim veya toplumun kendi yönetimi diyebiliriz.

 

Demokratik Siyaset

Özyönetim toplumunda tüm toplumsal faaliyetlerin çoğulcu, demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla yönetilmesi ve topluma egemen kılınan devletçi siyasetin aşılması için hayati derecede önemlidir. Bugüne kadar topluma empoze edilen devletçi-iktidarcı siyaset anlayışı tüm toplumsal sorunların kriz ve çatışmaların nedeni olarak açığa çıkmış ve sağladığı meşruiyet ve rıza üzerinden yürütülerek toplum bunun dışında tutulmuştur. Oysa çok iyi bilinir ki toplumun çıkarlarıyla alakası olmayan bu hâkim devletçi siyaset anlayışı kâr dışında toplumun hiçbir sorununa çözüm üretememiştir. Adeta devletçi-iktidarcı yönetim güçlerinin toplum-kırım rolünü örten asma yaprağı gibi “hukuk”, “meşruiyet” ve “teslimiyet” gibi kavramlar üzerinden manipülasyon rolünü oynamıştır. Devletçi siyasetin bu anlayış ve uygulamaları sonucu toplumun en etkin olması gereken bu toplumsal alan çalışması bir nevi boş bırakılmış ve devletçi-iktidarın topluma karşı kullanıldığı bir alan olmuştur. Hâlbuki siyaset ve başka bir ifadeyle politika toplumun kendiişlerini yürüttüğü tüm toplumsal çalışmaları ifade eder. Zaten toplumun kendi yönetimi veya özyönetim denilen şey de tam da budur. İnsanların kendi hayatlarını iyileştirmek; doğru, güzel, iyi ve ahlaki olanı yaratmak için giriştikleri faaliyetlerin toplamıdır. Bunun için de ekonomiden ekolojiye, sağlıktan eğitime, sanattan-sosyal kültürel ve askeri, savunma konularına kadar toplumla ilgili tüm faaliyetler mevcuttur.

Devletçi-iktidarcı yönetim anlayışı ise bilinçli olarak toplumun en hayati faaliyet alanlarından biri olan siyaseti sanki salt devletle “ilgili bir faaliyetmiş gibi yansıtarak topluma empoze etmiş ve bugüne kadar yürütmüştür. Siyaset “kirlidir”, “siyasetle işim olmaz”, “siyaset devlet işidir”, “ “siyasetten anlamayız”, siyaset birbirini kandırma, dolandırma, hile, entrika vb. gibi siyasetle ilgili günlük dile yansıyan yığınca anlam çarpıtmasının nedeni çok bilinçli bir şekilde topluma sunulan iktidarcı-devletçi hâkim siyaset anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu yolla aslında toplum ve üyesi olan birey siyasetten bilinçli olarak uzaklaştırılmakta ve dışına itilmektedir. Dolayısıyla toplumsal varlık olan insanın özne olarak varlık ve özgürlük problemi elinden alınarak düşünemeyen “robot birey” ve “karınca toplumuna” dönüştürülmüştür. Oysa siyasetin hem nesnesi hem de öznesi olan insan esasen toplumsal varlık haline geldiği andan itibaren siyasetin içindedir. Aynı şekilde toplumsallık ve toplumsal yaşamın olduğu yerde siyasetin olması kaçınılmazdır. Toplumsal varlık olan insanın doğası gereği de böyledir. Bu anlamda demokratik siyaseti kapitalist uygarlığın toplumu hiçleştiren, bireyi iradesizleştiren siyaset anlayışına karşı toplumun ve bireyin öz niteliklerini kazandıran bilinç, örgütlülük ve iradeleştiren özgürlükçü bir yaklaşımla yönetme ve yönetilme ilişkilerinin tamamını ifade eden toplumsal yaşam bütünselliği içerisinde pratikleştirir. Toplumun kendi özyö netimi olan yönetim mekânları bu yanıyla demokratik siyasetin en iyi hayat bulduğu mekânlardır. Çünkü özyönetimin demokratik siyaset anlayışında halkın tartışma süreçlerine doğrudan katılımı esas alan demokratik çoğulcu katılım esastır. Bunu kuşkusuz ki halkın öz örgütlülükleri olarak komün, meclis, konsey, sivil toplum gibi mesleki kurumlar üzerinden gerçekleştirir. Açıktır ki, kendini devletleştirmeye kapatmış toplumun kendi kendini yönettiği özyönetim toplum modelidir. Tüm toplumsal kesimlerin; farklı etnik, dini, mesleki, inanç gruplarının doğrudan katılımına, tartışma ve kararlaşmasına dayandıran, halkın ahlaki-politik ve demokratik esaslar çerçevesinde her düzeyde örgütlendirilmesi ne denli yaygınlaştırılırsa hem toplumun politik niteliği artar hem de özyönetimin yaşamsallaşması, ete ve kemiğe büründürülmesi hayat bulur. Bu anlamda özyönetim toplumunun demokratik siyaset anlayışı öz itibariyle dağıtılan, siyasetten düşürülen, kendisi için düşünemez, iş yapamaz ve karar alamaz duruma getirilen toplumun kendine sahip çıkma, kendini koruma ve özgürlükler temelinde geliştirme gücü kazandırma çabası ve sanatıdır da denilebilir.

Kendi kendini yönetme, Kürtçe’deki anlamıyla “xwerêvebir” tabandan örgütlenip toplumun tüm kesimlerinin doğrudan karar alma ve tartışma süreçlerine katılımını esas aldığından demokratiktir, radikaldir, çoğulcu ve de özgürlükçüdür. Günümüzün kaos, kriz, çatışma ve savaş üreten ulus-devlet yönetim anlayışının tersine öz yönetim yegane çözüm modeli olarak özgün, özerk ve evrenseldir. Kendi kendini yürüten toplumun kendisi için en doğru, en iyi ve en güzeli arama çabası onun dayandığı tarihsel toplumun demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü ahlaki ve politik toplum gerçeğiyle ilgilidir. Ahlaki-politik toplum bireyi görev ve sorumluluklarının bilincinde olup toplumun çıkarlarını esas alır. Varlığı ve özgürlüğü korunur. Zira özgürlüğün yaşamın yaşanılır duruma getirilmesi demek olduğunun bilincindedir. Varlığını ve özgürlüğünü korumanın kutsallığıyla kendisi katar ve katılır. Emek kutsaldır ve bunun kaynağında kendi emeğinin olduğunu bilir. O nedenle toplumsal yaşamın her alanında aktif katılır, sahiplenir ve geliştirmeye çalışır. Bunun dışındaki bir yaşamın yaklaşımı ve anlayışın devletçi, yabancı yönetimin hastalığı olan gasp, sömürü, hırsızlık ve emeksizliğe dayanan lanetlilik bir durum olduğunu bilir. Bu açıdan her türden lanetliliğin anti-toplumculuğa tekabül eden devletçi, sömürgeci ve yalancı güçlerin; kutsallığın ise emeğe, yaptığı işin farkındalığı demek olan sorumluluğa kavuşturur. Öz bilinç, öz sorumluluk ve varlık, özgürlük ve toplumsallık olan toplumun kendi kendini yönetme anlayış ve bilincine ait olduğu ve dolayısıyla da bunun vazgeçilmez ve devredilmez olduğunu bilir. Yaşamı buna göre anlamlandırır, farklı olanın farkındalığı ahlaki ve politik değerler temelinde zenginlik olarak tanır. Bu bilinci taşıyan birey aynı zamanda özgür, iradeli, demokratik toplum üyesi özgür yurttaş bireyidir. Dolayısıyla özgür iradeli birey toplumsal yönetim için çalışma çabası içinde olan bireydir.

Diğer yandan özyönetim toplumun, özgür yurttaş bireyi aynı zamanda varlığı koruma ve özgürlüğünü sağlamanın özyönetimle mümkün olduğunu derin bilincindedir. Zira özyönetimi olmayanın varlığı ve özgürlüğünü koruması söz konusu olamaz. Bunun en somut örneği, son iki yüz yıldır ulus-devlet yönetim modellerinin baskısı altında sürekli varlık ve özgürlük sorununu kanıtlama çabası ve mücadelesi içinde olan Kürt toplumunda görüyoruz. Yüzyıllara yayılan varlığını kanıtlama ve özgürlüğünü sağlama mücadelesi her defasında acıyla bastırıldığından büyük bedeller ödemiştir. Özyönetimini sağlayamadığı için bugüne değin varlık ve yokluk gibi hayati bir sorunla yüz yüze kalmıştır. Bu nedenle tarihin hemen hemen her döneminde yabancı, zorba ve sömürgeci yönetimlerin amansız saldırılarıyla karşılaşmış; imha, katliam, soykırım ve asimilasyon gibi devletçi yönetimlerin uygulamalarına maruz kalmıştır. O nedenle özyönetimi dağıtılan toplum hayati ihtiyaçlarını, sorunlarını, toplumsal yaşam ihtiyaçlarını yürütebilmesi düşünülemez, sağlıklı tartışıp karara bağlayamaz. Bu temelde yaşamın her alanında kendisini örgütleyemeyen eylemeye geçemeyen toplumun uğrayacağı hiçbir iç ve dış tehlikeyi yabancı yönetimlerin toplumu özünden saptıran saldırılarını engelleyemeyeceği gibi buna karşı kendini koruma, yaşamını devam ettirme ve mevcut sorunlara çözüm olma iradesini de geliştirmesi beklenemez. Bunun içindir ki özyönetimi olmayan toplum örgütsüz, dağınık ve savunmasız toplumdur diyoruz. Deyim yerindeyse böylesi haklar ve toplumlar başsız kalmış sürü misali her türlü tehlikeye açık, korumasız, dağınık ve parçalı toplumlardır. Örgütsüz toplumu yönetmek iktidarcı, sömürgeci yönetim sisteminin çarkları içerisinde dağıtılıp örgütlenmesi çok daha kolaydır. Bu nedenle iktidarcı yönetimin topluma reva gördüğü örgütsüzlük ve dolayısıyla yönetimsizliktir. Ulus-devletçiliğin böl-parçala ve yönet sisteminin dayandığı zemin özyönetimsiz bırakılmış toplum gerçekliğidir. Özyönetimi olmayan toplumun, bu anlamda dilini, kültürünü, sanatını, edebiyatını kısacası hayati dayanaklarını koruması mümkün değildir. Özyönetimsiz Toplum Ölüme Yatmış Toplumdur.

Egemenler, toplumun yönetim sistemi içerisinde söz ve karar sahibi olmasını hiçbir zaman istemezler. Devletçi, egemenlikçi iktidar sistemi anlayışında toplum, basit bir nesne olmaktan başka bir anlam ifade etmez. Kendilerini özne toplumu ise birer nesne olarak görürler. Nesnenin üzerinde her türlü uygulamayı ve tasarrufta bulunmayı kendilerine hak görürler. Çıkarları neyi emrediyor ve gerekli kılıyorsa, topluma rahatlıkla reva görür ve onun için hiçbir toplumsal değerin gözden çıkarılmayacağı, pazara sunulmayacağı yoktur. Onun için özyönetimsiz toplum olamaz. Özyönetimsiz toplum demek, bu anlamda ölüme yatmış toplum demektir. Bir metaforla ifade edecek olursak; beden için beynin önemi ne kadar hayati ve vazgeçilmez ise, toplum için özyönetim o derece hayati ve bir o kadar da vazgeçilmezdir. Özyönetimin asla ihmal edemeyeceği bir boyutda öz savunmadır.

 

Toplumun Öz Savunması

Yaşamı söz konusu olduğunda her canlı varlık kendisini her türlü tehlikeye karşı savunmak için kendine has bir savunma sistemi geliştirir. Bu anlamda yaşamı ve varlığı tehlikede olan hiçbir canlı savunmasız kalamaz. En basit bir bitkiden insana kadar bu böyledir. Ancak insanda bu daha da geliştirilmiştir. Bu açıdan insandaki savunma mekanizması, hem biyolojiktir hem de toplumsaldır. Nihayetinde toplumsal bir varlık olan insanın toplumuyla var olduğunu biliyoruz. Onun içindir ki demokratik ulus toplumunda “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” felsefesi ve ilkesiyle özyönetim üyesi tüm bireylerin toplumsal varlığı ve özgürlüğü savunması esastır. Özyönetim toplum anlayışında herkes, savunması yaşamın özgür bir yaşam olamayacağının bilincindedir. Onun için ahlaki-politik toplumun güvenlik politikasının esası öz savunma ilkesine dayanır. Toplumun iradesini kırmayı, özgürlüğünü yok etmeyi ve değerlerini gasp etmeyi isteyenlere karşı varlığını ve özgürlüğünü korumayı meşru savunma temelinde gerçekleştirir. “Savunma hakkımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” temelinde ahlaki ve politik toplum esasına dayanır.

Buna en açık örnek Kürt halkıdır. Özyönetimden mahrum bırakılmış Kürt halkı, sürekli egemenlerin hedefi olmuştur. Ülkesi parçalanmış ve her bir parçası farklı devletlerin egemenliğine verilmiştir. Kürt halkı gibi Kürdistan ismi de yasaklanmış ve yıllarca yok sayılmıştır. İnsanlığa beşiklik etmiş Kürdistan coğrafyası sömürgeci devletlerin ve yabancı yönetimlerin ret, inkâr ve imha politikaları sonucu Kürdistani halklarla (Kürt, Suryani, Ermeni vb.) birlikte vahşi politikalara maruz kalmıştır. Varlığı ve özgürlüğü yok sayılan Kürt halkının devletçi, iktidarcı güçler tarafından öz yönetimi dağıtılmak istendiği için tarih boyunca varlık ve özgürlük mücadelesi içinde olmuştur. Buna karşın işgalci, sömürgeci yabancı yönetimler Kürt halkı üzerinde askeri zor yöntemleriyle kendini kurumsallaştırmış ve bu yolla adeta doğal bir yönetimmiş gibi kendisini yansıtarak kabullendirme çabasında olmuştur. Bugün bile Kürt halkının özyönetim ilanlarına karşı “kamu düzeni” ve “terörle mücadele” adı altında geliştirilen imha saldırılarıyla halkın kendi özyönetimini geliştirme çabalarına acımasızca saldırarak halkı bundan vazgeçirmeye ve sindirmeye çalışıyor. Oysa Kürt halkının özyönetim talebi ve ilanları ayrı bir devlet kurma veya yeniden halklar arasına sınırlar çizmeyi ön görmüyor ve bunun gereğine de ihtiyaç duymuyor ve de inanmıyor da. Çünkü tekçiliğe dayalı ulus-devletçiliğin halklara acı, gözyaşı ve katliamdan başka bir şey getirmediğini yaşadığı kendi acılı tarihinden de iyi bilmektedir. Dolayısıyla demokratik ulus toplumlarının özyönetimi herhangi bir devletin sınırlarını parçalamayı, herhangi bir dil, din veya etnisiteyi bir diğerine egemen kılmayı içermiyor. Aksine her farklılığın hem farkını yaşayıp geliştirebildiği hem de farklılık gözetilmeksizin ahlaki ve politik esaslar temelinde yönetime katılabildiği bir modeli ifade ediyor. Uzun yılların deneyiminden ve ağır bedellerinden sonra Kürt halkı ayrı yönetimlerini demokratik özerklik esprisiyle gerçekleştirmek istiyor. Hukuka dayalı ve demokrasiye duyarlı egemen bir devlet açısından böylesi köklü ve kapsamlı bir sorunu bu çerçevede çözüme kavuşturmak büyük bir şans olacak iken, devletin Kürt halkının bu talebine fiili bir savaşla cevap vermiş olması, aslında derin bir korku ve telaşın sonucudur. Zira halkın yönetimi olduğu yerde egemenlikçi yabancı yönetimler hayat bulamaz. Halkın özyönetim gücü ve direniş mücadelesi buna karşı sürekli öz örgütlülük gücüyle karşı koymuştur. Bunun en canlı örneği Rojava Kürdistan’ında Kürt halkının geliştirdiği ve tüm bölge halklarının özgürlük umudu olan insanlık tarihinin en büyük kadın özgürlükçü devrimiyle gerçekleştirdiği özyönetim ilanlarıdır. Faşist DAİŞ çetelerinin tüm vahşi saldırılarına rağmen Kürt halkı Rojava’da özyönetimini kurmuş, demokratik komünal yaşamı esas alarak demokratik ulus perspektifiyle halkların kendi farklılık ve zenginlikleriyle birlikte yaşadığı Rojava Kürdistan’ında tüm insanlığa barış ve özgürlük umudu olmaktadır.

Sonuç olarak ulus-devletlerin miadını doldurduğu, Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği ve bunun için tüm bölgesel ve küresel güçlerin sahaya indiği bir dönemde halkların iradesini hiçe sayan demokratik, özerk ve özyönetim taleplerini dikkate almayan hiçbir çözüm modeli hayat bulmayacaktır. Bugüne kadar denenen ve doğal, top lumsal sorunların hem nedeni hem de sonucu olan devletçi, iktidarcı sistemin ve onun iki yüz yıllık ulus-devletçi modelin çözüm göstermediği çok açıktır. O halde yegâne çözüm modeli olan demokratik ulus ve onun demokratik özerklik perspektifiyle hayat bulan halkların-toplumların kendi yönetimi olan özyönetim sistemidir. Bu anlamda insanlığın baş belası DAİŞ çetelerine karşı insanlık onuru ve özgürlüğü korumak için büyük insanlık mücadelesi veren halkları ve inançları koruyan Kürt halkının kendi kendini yönetme hakkı ile varlığını ve özgürlüğünü koruma mücadelesini yok saymak veya kültürel soykırım politikalarıyla sonuç alacağını düşünmek mümkün değildir. Kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi savunan devlet dışı komünal bir yaşamı esas alan ve kendi öz gücüne dayanarak kendi özyönetimlerini kurmaktadır. Kendi demokratik sistemini kuran kadim Ortadoğu’nun en dinamik ve örgütlü gücü Kürt halkıdır. Sadece kendine değil tüm bölge halklarına demokrasiyi, özgürlüğü ve barışın oluşumunda öncülük yapabilecek kudrete ulaşmıştır. Ortadoğu’da parlayan yıldız gibi umudu ve özgürlüğü muştulayan Kürt halkının demokratik özyönetim gücü insanlığın kurtuluş ve özgürlük umudu olmaya devam ediyor.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.