Düşünce ve Kuram Dergisi

Yahudilik, Türk-İsrail İlişkileri ve Kürt Sorunu

Sinan Türkmen

Yahudiliğin Ortadoğu’da etkisi tartışılmazdır. Hem inanç bağlamında, hem de siyasi dengeler açısından üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor. Bugünü anlamak, sorunlara çare üretmek istiyorsak; tarihin arka planını iyi yorumlamalıyız. Kürt sorunu ve onun yaratmış olduğu dar boğazdan çıkışın yolu buradan geçer. Kürt coğrafyasını egemenliği altında tutan Türk siyasal sistemi ve onun arkasındaki güçler, tarihsel olarak gücünü nereden alıyor? Yahudi inancı, düşünce gücü ve onun yönlendirici etkileri bu meselede ne kadar etkilidir? Bunları ele almaya çalışacağız. Bugünkü Türk siyasal sisteminin şekillenmesinde Yahudilik çok etkilidir. Yahudilik anlaşılmadan Türklük ve onun dayanakları anlaşılamaz.

Musevilik öncelikle bir kabile dini olarak, daha sonra da bir toplumun dini olarak şekillenmiştir. Bu önemli bir ayrım noktası olmakla birlikte tek ayırıcı konu değildir. Yine merkezi uygarlık karşıtı olmakla birlikte, bunu aşmayı değil, aynı uygarlık zihniyeti ve araçlarıyla yapmaya çalışmıştır. Merkezi uygarlık zihniyetinin alternatifi, merkezi uygarlık zihni ve uygulamalarının geliştirilmesi, yetkinleştirilerek geliştirilmesi olmuştur. Bu çok önemli bir ayrımdır. Diğer dinsel inanç sistemleri farklı olarak, bunu reddederken, bu reddediş üzerinden var olmaya çalışırken, Musevilik reddedişi, temelden değil, onu ele geçirme geliştirme kendine mal etme tarzında yapmıştır. Tarihi gelişim seyrinde bugün ortaya çıkanlar ışığında ele aldığımızda bunun sonuçları çok net olarak anlaşılacaktır.

Bu dinsel inanç sistemi, Babil, Mısır ve Hitit gibi merkezi güçlerin egemenlik mücadelesi içinde oldukları zamana denk gelir. Her üç gücün Mezopotamya’da egemenlik kurmaya çalışmaları, kendi aralarındaki rekabete de yansımaktadır. Dönemin birikim tarzı ticaret kadar, savaş ekonomisi ve kısmen tarımdır. Ticaret önemli bir birikim tarzıdır. Her kabile güçlü topluluk ticaret ile yakından ilişkilidir. “İbrahim’de kurumlaşan ticaret sınıfının bir ferdidir.” Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan hayvancılık yapmakta, uzak diyarlara seferler düzenlemektedir! İbrahim de sürüleri ile birlikte hareket halindedir. Museviliğin temelinde de bu çoban kültürünün önemli yer tuttuğunu hemen belirtmeliyiz. Hayvan ticareti kadar, köle ticaretinden de söz edilir. Ticaret kervanları uzun mesafeli yolculuklar yapmaktadır. Mısır’a kadar uzandığı söylenebilir. Nitekim bölgede oluşturulan ticaret kolonileri, Mezopotamya tarihinde önemli yer kaplar. Asur, Babil, Hitit ve Mısırlılar bu konuda mesafe kat etmişlerdir. Her ticaret kolonisinin bulunduğu alanlarda, kabile dinleri ve tapınaklarının da varlığı, dinsel inançların yoğunluklu olarak bu ticaret merkezlerinde geliştiğini gösterir. Ticaret merkezlerindeki bu tapınaklar birbirlerini etkilediği gibi, bir rekabette söz konusudur. Tarihte kabilelerin savaş ve mücadeleleri, bir anlamıyla tanrıların rekabetidir de. İktidarın merkezileşmesinin serüvenini burada aramalı, izleri sürülmelidir. Gerçekten de merkezileşmiş iktidar merkezileşmiş tanrıyı da doğurmuş. En güçlü kabile, en güçlü Tanrıya da sahiptir. İbrahim de bir kabile lideri olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Dönemin en güçlü uygarlık gücü konumundaki Babilliler İbrahim’in yaşadığı Urfa’da iktidardır. Babil adına o zamanın iktidar temsilcisi Nemrut’tur. Nemrut acımasız Babil gücünün sembolüdür. Zaten Nemrut ismi kötülük, acımasızlık, güç ve kudretle özdeştir. Bu güç ve kudret ürkütücüdür. Astığı astık, kestiği kestiktir. Halen Urfa’daki yerli halk tarafından ismi anıldığında kötülüğün ve büyüklüğün iç içe geçtiği ulaşılamayacak bir iktidar akla gelir, bir insan değil. Başı göklere değen, kendini Tanrı ilan eden ve Tanrı ile kavgayı da göze alacak kadar kendi iktidarına güvenen biridir. Binlerce yıl öncesinde yaşamış olan bir sembolün bugün bile böyle tanımlanması ilgi çekicidir. Bugünkü çağrışımlar bize Urfa’daki dönemin Nemrutlarının uygulamaları konusunda fikir vermektedir. Anlaşılıyor ki Nemrut bir isimden ziyade, bir unvana karşılık gelmektedir. Unvan kişiselleştirilmiştir. Bu unvanı alıp, Babil adına hüküm sürenler, kendi merkezi uygarlık güçlerini korumak için tavizsiz çalışmışlardır. Oradaki kabileleri baskı altında tutmuş, egemenliğini kabul ettirmiştir. Babil’in tanrıları da en güçlü tanrılar olduğu muhakkak iktidar gücünü kendi tanrılarına biçtikleri Nora’dan almışlardır. Bununla iktidarlarını kutsamışlardır. Kutsallık maddi olarak Babil’in putlarında ve onun adına Babil’in iktidarında, Nemrut’ta somutlaşmıştır.

Tarihin yorumlanmasından anlıyoruz ki İbrahim’in babası Nemrut’un hizmetindedir. Hem de tanrılara bekçilik yapacak kadar yüksek bir mevkide yer almaktadır. Tanrı Panteonunun kilidini taşıyor, iktidarın sembol güçlerinin en yakınında yer almaktadır. Ancak bu aralarında bir rekabet olmadığı anlamına gelmez. Merkezi uygarlıkların tümünde temel bir düstur vardır. Mutlaka bir rekabeti öngörür. Merkezi uygarlık rekabet olmadan el değiştiremez, gelişim kaydedemez. İbrahim’in kabilesi yörenin en güçlü kabilesi olduğundan, yörede egemenlik peşindedir. Bu doğası gereği kaçınılmazdır. Babil’in egemenliği en güçlü rakiptir. Onu yenmek için öncelikle dayanacağı bir zihni altyapı olmalıdır. Dönemin en güçlü zihniyeti dindir. İbrahim’in kabilesinin dini, Babil’in dini formu ve inanç sistemi ile mücadele etmeden, kurtuluş mümkün değildir. Ancak görece olarak güçlü olsa da gerçekte Babil’e karşı yapabileceği pek bir şey yoktur. Bir mucize gereklidir. Yeni ittifaklar ve bunları bulacağı bakir topraklar, İbrahim’in Tanrı Panteon’daki tüm putları kırması hikâyesi ve sonrada baltayı büyük putun boynuna asması metaforu, yeni inancın temel zihniyetinin işaretidir. Nemrut ile aralarında geçtiği varsayılan diyalog çarpıcıdır. Nemrut’un suçlamalarına karşı, kendini savunmakla kalmıyor, cansız varlıkların, putların Tanrı olamayacağını söyleyerek, onun tanrılarını zihniyet boyutuyla yener. Nemrut onu kaleden mancınıkla ateşe atar. Ateş söner, odunlar balığa dönüşür. Bu mucize anlatımı, artık İbrahim’in dininin üstünlüğüne delalettir. Sonraki örneklerle bunu detaylandıracağımızdan şimdilik özet olarak geçiyoruz.

İbrahim mevcut koşullarda, Babil egemenlik gücüyle baş edemeyeceğini bildiğinden, kabilesinin önemli bir bölümünü de yanına alarak hicret eder. Kabilesinin kurtuluşu için yeni alanlar gereklidir. Bunu yapmak zorundadır. Uzun yolculuğu, Harran’a dönüşü ve ardından Mısır’a kadar gidişi, hep merkezi uygarlık karşısında yükselen kabile direnişinin anlatım hikâyesidir, çok güçlü iktidarların olmadığı yerleri, uzak diyarları arıyor. Aynı zamanda uygarlık makinası Babil’e karşı ittifak yapacak güçlerin peşindedir. Babil daha o dönemde bile pozitif hukuku geliştirmiş, oldukça kurumsallaşmış bir yapıya sahiptir. Öyle ki Tevrat’ın anlatımında, insanın Tanrı ile boy ölçüşecek kadar ileri gittiği anlatılır, bu anlatım bize Babil konusunda fikir verecektir. Tevrat’taki kule hikâyesi şöyledir: İnsanlar başlangıçta aynı dili konuşuyorlar. Birbirlerini rahatlıkla anlıyorlar. Sonradan bu insanlar bir kent inşa ediyorlar. İnsanlar kentin inşası ile birlikte bir kule de inşa ederek, göğe ulaşmaya çalışıyorlar. Tanrı insanların ne yaptığını merak ederek gökten aşağı iniyor. Ardından da insanların niyetlerini anlıyor. Bunun üzerine öfkelenen Tanrı, insanların dillerini farklı kullanarak ve sonradan yan yana gelmesinler diye de onları dört bir tarafa dağıtıyor. Bu anlatıma benzer mitolojik anlatımların geçtiği tarihler çok bilinmiyor. Çok eskilere dayalı böyle mitler vardır. Ama Tevrat’ın anlatımındaki kulenin Babil zigguratları olduğu anlaşılıyor. İnsan artık Tanrı ile yarışıyor ya da kendini Tanrı yerine koyuyor. Babil merkezi uygarlığı bu mitolojik anlatımda iyi resmedilmiştir. Babil o dönemin en güçlü iktidar ve dolayısıyla merkezi konumundadır.

Museviliğin dini formunda ve zihniyetindeki ipuçlarını Tevrat’tan okumalarla izlemeye devam edelim. Daha ilk anda uygarlık silahının dönüştürülüp, sahiplenilmesini amaçlamış ise de, Tevrat’ta çok önemli tarihi anlatımları satır aralarına serpiştirilmiş ve yorum değeri güçlü hikâyeler bolca bulunur. Örneğin; Havva’nın yasaklı ağaçtan meyve yemesi ve ilk günah anlatımı çarpıcıdır. Bu sadece ilk günah olmakla kalmadı, yeni sonuçlar doğurdu. Kısaca özetleyelim: Havva doğurduğu Habil (Çoban anlamına geliyor) ile Kabil (Demirci anlamına gelir) Tanrı’ya sundukları hediyenin ardından kavga ederler. Çünkü Tanrı Habil’in sunmuş olduğu hediyeyi kabul eder, onun sunduğu hediyeyi beğenir. Kabil 82 DEMOKRATİK MODERNİTE bunu kabul etmek yerine kıskanır ve kardeşiyle kavgaya tutuşur. Kabil Habil’i öldürür. İlk kardeş kavgasıyla kan dökülür. Sonradan Kabil’in soyundan olanlar şehirler kurar. Tunç ve demir aletler yaparlar. Yani tunç ve demiri kullanarak, teknikle ilerleyen, şehirleri kuran Kabil’in soyu ilk cinayeti de işlemiş olanlardır. Kentli ve teknik buluşların sahipleri ilk büyük günahı, cinayeti işleyen kültür ve zihniyettir. Bu “uygarlık” diye övülen, düşün ve kültürün kendisidir. Bu anlatımın özünde, açıkça çoban kültürünü yücelten bir yaklaşım var. Sürekli hareket halinde ve özgürlüğüne düşkün bir kabile kültürünün dışavurumunu görüyoruz. Habil çobandır, Kabil ise tarımla uğraşıyor. Tanrı Habil’in hediyesini kabul ederek, takdirini ondan yana kullanıyor. Bunun ticaret ile olan yakın ilişkisini görmek gerekiyor.

Bir başka reform ise insana ilişkindir. İnsanlar tanrılardan farklı olarak ölümlüdürler. İnsanlar Tanrı olamaz, onunla boy ölçüşemezler. Adem, Havva ve oğullarının ömrü uzun yıllara, yüzyıllarla ifade edilir. Onlar da ilahi bir güç vardır. Ancak bu ilahi gücü olanlar insan kızlarla birleşirler. İlahi güç ile insani güç birleşmiştir. Bu nedenle Tanrı insanın yaşını 120 ile sınırlayarak yeni bir ayrımı getiriyor. Bu anlatım tekniğinin de mesele insanın kaç yıl yaşadığından ziyade, kanımızca İlahi güç ile insani gücün birleşmesi metaforuyla, insanda tanıdığını suretinden olduğu, lakin aynı olmadığı yorumuna da gidebiliriz. Çünkü dönemin kralları kendilerini Tanrı ilan etmekte, bu yolla da kendilerini kutsamaktadırlar. İnsanlar Tanrı olamaz, Ancak eksik Tanrı’dırlar. Tanrısı mükemmeldir, egemen güç ve yaratandır. Bunlar çok önemli ve dönemin Zihni gelişimi ve sınırları açısından radikal reformlardır. Mükemmel soyut Tanrı’ya karşı, Tanrı’nın suretinden olan eksik ve ilk günahı işlemiş olan insan tanımlanması, aynı zamanda “uygarlık” kavramının üzerinde şekillendiği kodları da bize verir.

Musevilik ’teki ahlaki değerler de çok güçlüdür. Nuh tufanını yorumu bu yönlüdür. Ahlaki çürüme, bozulan insanlık, dolayısıyla toplum karşısında Tanrı’nın Öfkesi büyüktür. Öfkenin cezaya dönmesi gecikmeyecektir. Üstelik Tanrı bu yıkımdan dolayı hiç üzülmez, yıktığı kadar. İnşayı da düşünen Tanrı, Nuh, çocukları, eşleri ile yeni inşayı amaçlamıştır. Dünyadaki ahlaki bozulmanın boyutları konusunda fikir vermekle birlikte muhtemelen insanın güç ve iktidar için. Uygarlık canavarının yaratmış olduğu manevi yıkımın tepkisidir. Çünkü Nuh tufanına benzer bir anlatım, aynı Tufanın varlığı Gilgamêş ve başka anlatımlarda da görülmektedir. Habil- Kabil kavgası ile birlikte bu tarz bir yorum yanlış olmaz.

Tanrı bu durumu aşmak için, İbranilerle bir sözleşme yapma gereği duymuş. Tekvin’in on ikinci babında bize Musevilerin seçilmiş halk olma hikâyesi şöyle anlatılır. “Yahve Avram’a şöyle der; ‘Ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git. Seni büyük bir millet yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın, seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.’”( 12;1-3)

İbrahim Keldanilerin Ur şehrinden ayrılıp, Mezopotamya’nın kuzeybatısındaki Harran’a geçmesi, daha sonra güneye geçmesi, en sonunda da Filistin ile Mısır arasında yerleşip kervanlarını getirmesi anlatımı ve bu uzun yürüyüşün sebebi ise şöyle yorumlanabilir. İbrahim kabilesinin özgürlüğü için, merkezi uygarlık güçleriyle çatışmış ve onlardan uzak bir diyarda yerleşerek hicretini gerçekleştirmiştir. Ancak burada da olamayacaktır. Uygarlık makinesi buralarda da onları bulacaktır. Mücadele kesintisiz devam etmek zorundadır. Tanrı’nın seçilmiş milleti olarak, zamanı geldiğinde iktidarı ele geçirip merkezi uygarlığının tam ortasına yerleşeceklerdir. Ama bunun için zamanın gelmesi ve Tanrı ile aralarındaki sözleşmeye uymaları gerekiyor. İbrahim’den sonra ikinci uzun hicret ve uygarlık merkezlerinden uzaklaşma, yukarıda bahsettiğimiz sözleşmenin sonuçlarıdır. Musa’nın çıkış hikâyesindeki iç içe geçmiş paradoksu ve bugüne ışık tutacak zihniyeti anlamak açısından stratejiktir. 46. ve 50. Bablardaki “Çıkış ve Sayılar” kitabında; çoğunun doğrudan tanrının direk müdahalesiyle gerçekleşen olayları anımsayalım. Yakup ve oğullarının Mısır’a yerleşmesi; birkaç yüzyıl sonra İsrailoğullarının ilk doğan bebeklerinin öldürülmesine ilişkin Mısır firavununun Emri ve baskıları, kardeşlerinden birinin dövülmesine kızıp, Musa’nın bir Mısır askerini öldürmesi ve bu olay sonrasında Musa’nın başından geçenlerdir. Midyan çölüne kaçış, alevli salının Musa’ya görünmesi (Yahve ile ilk karşılaşma), Tanrı’nın ona, Mısır’dan halkını çıkarma görevini vermesi ve Tanrı’nın adının Musa’ya bildirilmesi. Firavuna boyun eğdirmek için Tanrı tarafından gönderilen on felaket, İsrailoğullarının yola çıkması, Kızıldeniz’in sularının yarılması, İbranilerin geçişi sonrasında Firavun’un ordusunun Kızıldeniz’de yok olması. Sina Dağında Tanrı’nın Musa’ya görünmesi Yahve’nin halkıyla yaptığı Ahit ve Vahye’nin içeriğindeki tapınmayı kapsayan buyruklar, çölde 40 yıl boyunca süren yürüyüş ve mücadele, Musa’nın ölümü ve Yeşu komutasında Kenan ülkesinin fethi…

Musa’nın katliamdan kurtulduktan sonra saraya yerleştirildiği ve Saray kültürüne yabancı olmadığı yorumları oldukça fazladır. Ramses II ile ilişkilere ve aralarındaki tartışmalara bakılınca, bu yorumun en doğru yorum olduğu anlaşılıyor. Ayrıca o dönemde MÖ. 1375-1350’lili yıllarda Amon tapımının yerini Güneş Tanrısı Aton’a yönelik tek tanrıcılığı geçiren “Akhenaton” reformuna da şahitlik etmiş olabileceği değerlendirme konusudur. İki din ve inanç sistemi arasında güçlü benzerlikler de bulunmuştur.

Bu minvalden bakıldığında, ikinci bir çıkış olarak uygarlıktan uzak diyarlara göç tekrarlanmaktadır. Güçlü iktidarlar altında özgürlük çıkışı imkânsıza yakındır. Babil’den uzaklara göç, yerini Mısır’daki uygarlık göçüne dönüşüyor. Her iki egemen gücün de, bölgenin en güçlü merkezi uygarlık merkezleri olduğu ve zaman zaman merkezler el değiştirirse de, özü itibariyle aynı kuralın işlediği anlaşılırdır. İbraniler özgürlük için her fırsatta ayaklanmış, durumu kabullenmemişlerdir. Tercih hep uzak yerler ve uzun yürüyüştür. Tek çare uygarlık güçleri karşısında rekabet edebilecek yeni bir iktidar gücünü inşa etmektir. Ahlaki açıdan radikal reformlar yapsa da, siyasi anlamda mevcut olanları öykünme hatta geliştirme arayışı vardır. Hatta onunla da kalmıyor, iktidarın zihniyet dünyasında yadsınamayacak gelişmelere de imza atıyorlar. İktidarlarını kutsallaştırmalarını da, “seçilmiş millet” olmaya dayandırarak, bir anlamı ile kendileri şahsında iktidar ve meşruiyet kaynağı da üretmiş oluyorlar. Bunlar tarihsel katkılardır. Kutsallaştırmanın diyalektiğini anlamlandırmak gerekiyor. Kutsallaştırma aynı zamanda insan aklının sınırlarının dışına çıkma, bir aşkın hale gelmeyi de ifade eder. İnsan anlamaktan ziyade inanmak ve kesin bir itaatle onu yüceltmek durumundadır. Kutsal olmayanın kutsallaştırılması ve onunla özdeşleştirilmesi Merkezi iktidarcı uygarlığın büyük başarısıdır. Bunda Museviliğin rolü oldukça önemlidir. Özellikle kapitalist modernite açısından bunu belirtiyoruz. Eğer kırk küsur yıl boyunca İbraniler vaat edilmiş olana ulaşamıyorsa bu İbranilerin tanrı ile yapmış olduğu ahite uymamaları ile ilgilidir. Yolculuk boyunca defalarca eski putlara tapmaktan tutalım da, ahlaki değerleri ihlal etmiş, Tanrı’nın öfkesini üstlerine çekmiştir. Tanrı kavramının çerçevesi çok net ve keskindir. Öfkeli ve acımasızca cezalandırıyor. Başka tanrılara tapınmayı kesinlikle yasaklamıştır. Yorum yapılamaz, esneklik gösterilemez. Çok merkezi bir konumdadır. Bu uzun yürüyüş boyunca Musevi topluluğun sık sık her fırsatta eski pagan inancına yönelmeleri ayrıca ele alınmayı hak ediyor. Aslında bu durumu, doğal topluma olan özlem biçimde ele alınması gerektiğini belirten epey yorum ve değerlendirme de vardır. Yani Museviliğin içine yerleşmiş olan “uygarlık” zihniyetine bir başkaldırı işaretidir. Çünkü uzun yürüyüş ikili bir yapıdadır. Bir yandan özgürlükçülüğü ifade eden kavim direnişi var, diğer yandan ise, çıkış olarak uygarlığın öngördüğü iktidarlaşma var. Bu kısa yorumun ardından, yeniden anlatımımıza dönelim:

Yeşu yönetiminde MÖ 1250 Kenan’a giden İsrailoğulları Saul’un kral ilan edilmesini “hâkimler çağı” olarak isimlendirir. Burada kraldan, komutanlardan, danışmanlardan, hukuk adamlarından söz edilir. Tanrı (Yahve) bu dönemde savaşa direk müdahil olur. Parlak zaferlerden söz edilir. Gökten yağan iri dolularla düşman askerlerinin binlercesi öldürülür. Kenan kralına karşı kazanılan “zafer” ardından, kendi tanrılarının Kenan tanrısından güçlü olduğu belirtilir. Savaş “Yahve” adına yapılmıştır. Savaşta ganimet haramdır. Her şeyin yok edilmesi salık verilir. Mabetler yıkılacak Kenan’ın tanrıları yerle bir edilecektir. Nitekim bu bölümde yıkılan, talan edilen, fethedilen kentler ve bu kentlerin fethetme mücadeleleri zafer öyküleri olarak anlatılır. Bir uygarlık makinesinden kaçarken, kendi elleriyle yeni bir uygarlık makinası inşa ediliyor, üstelik çok güçlü bir tanrının desteği ve kutsallığını da arkasına alarak. Kendilerini o kadar güçlü görüyorlar ki, tanrılarıyla güreşiyorlar. Bu kadar büyüklük duygusu tarihte başlarına bela olmuş, tarihin en kanlı vahşi soykırımlarına uğramalarının bir nedeni de bu üstünlük iddiasıdır. Kapitalist modernitenin örgütlenişi, onun ekonomik ve para teorisinin temelinde de bu hükmetme arzusu vardır. Nemrut ve firavun şahsındaki kolektif köleciliğe darbe vurmuş ve kısmen yumuşatmış. Ama aynı liberal yan, kapitalizmin örgütlerinin toplumu sarmasına da neden olmuştur. Özellikle örgütledikleri para teorisi ve uygulamalarıyla kapitalist birikimi toplumun gözeneklerine kadar ilerletmişlerdir. Ama aynı zamanda evrensel çapta etkili olan entelektüel-bilimsel ve sanatsal dehalar da yetiştirmiş, dünya insanlığının hizmetine sunmuşlardır. Böylesine paradoksal bir rolleri vardır.

Musevilik merkezi uygarlık açısından taze bir kan olmuş, uygarlık canavarını mükemmel denecek düzeye taşırmışlardır. Bu katkılarını görmeden, merkezi uygarlıktaki belirleyici (kapitalist modernitedeki) yerlerini göremeyiz. Museviliğin özgür kabul edilen direnişindeki rolünü görüp, hakkını teslim etmekle ve onun merkezi uygarlık karşısında bir direniş hareketi olarak tanımlamanız, Museviliğin iktidarcı merkezi uygarlık açısından taze bir güç, itici bir faktör olduğu yönündeki yorumlarımız çelişki yaratmaz. Bu ikili diyalektiğin bir başka yanına ilişkin yorumumuzu haklı çıkarır. Diyalektik hep ileri doğru ve aynı yönde ilerlemez; bazen geriye, bazen yükselişe, bazen inişe ve ileriye de evrilebilir. Musevilikte de özgür kabile edilen direnişi egemen güce başkaldırmış, hatta ahlaki bir çıkışla yeni bir toplumun öngörmüştür. Bu anlamıyla halkların direniş mirası olarak tarihteki yerini almıştır. Lakin bunun dayandığı zihniyet kalıpları, egemenin zihniyet kalıplarını parçalamamıştır. Bu zihniyet kalıplarını sağlam dişlilere kavuşturmuş, makineyi daha da ileri bir düzeye taşımıştır. İktidarın etrafına ördüğü duvarlarla, ezilen halklar açısından ciddi bir karşı güç üretmiştir. İktidarı kutsallaştırması, ona dokunulmazlık zırhı yaratması, milliyetçilik ve son tahlilde ırkçılık temelini buradan alıyor. Ulus-devlet formunun inşasına katkısı da belirleyicidir. Ekonomide yaratmış olduğu dönüşüm birikimin biçimini değil, aynı zamanda bunun derinliğine ve genişliğine toplumda yayılarak meşruluk kazanmasının da yolunu açmıştır. İktidara karşı yükselişe geçen özgür kabile direnişi, yeni bir iktidar formu ile iktidarı tarihin belki de en güçlü kalesi olarak yeniden kurmuşlardır. Museviliği ele alırken bu gerçeği gözden kaçıramayız. Bu tarihsel bir gerçektir. Hem teorisi ve hem de pratikteki rollerini yansımadan objektif olarak ele almakta büyük yarar vardır.

İktidar ve din ilişkisi Yahudiliğin sembollerinde çok nettir. Genel olarak Yahudiliğin sembolü yedi kollu şamdan (Menorah) ve altı köşeli yıldızdır.(Magen David) Magen David, İsrail’in milli sembolüdür. Bu sembol bayraklarında da yer almaktadır. Menorah da Yahudilerin dini sembolü olarak bilinir. Manevi bütün kurum ve kuruluşlarda dini motif olarak bulunur. Siyasal ve dini kurumlar iç içedir ve birbirlerini sürekli beslemektedir. Bugün de aynı şey söz konusudur. Bu durumu Roma döneminde Hristiyanlığın çıkışında da görüyoruz. İsa’nın çarmıha gerilmesinde, statükocu, iktidar odaklı din adamlarının rolü neredeyse tüm tarihçilerin ortak fikridir.

 

Türk-İsrail İlişkileri

Yahudiliğin bu tarihsel gelişimi gözden kaçırılmadan Türk-İsrail ilişkileri ele alındığında bugüne ışık tutacaktır. Hazara Türk/ Yahudi Devleti’nden bugüne kadar süregelen ilişki köklüdür. Osmanlı’dan cumhuriyete kadar süren bu ilişki bugün için daha da boyutlanmıştır. Biraz geriden başlayarak açıklayalım. Türklerle Yahudilerin ilişkisi oldukça geriye gitmeyi gerektiren tarihsel bir derinliğe sahiptir. 6. ve 7. yüzyıldan günümüze kadar devam eden ve özellikle Osmanlı’nın son döneminden başlayarak cumhuriyetin kuruluşuna kadar sürer. Osmanlı’nın 18.yüzyıldaki tarihsel kesiti içinde çok önemli roller oynamışlardır. Özellikle Osmanlı ekonomisinde üstlendikleri misyon yine kültürel ve sosyal alanda izledikleri yol Yahudileri Osmanlı’da etkili kılmışlardır. Osmanlı-Yahudi ilişkileri karşılıklı çıkara dayalı olmakla birlikte, aynı zamanda Osmanlı hanedanlığı yaşadığı dar boğazdan çıkmak, Avrupa karşısındaki ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal zayıflıktan kurtulmayı Yahudi sermayesi ve zihniyet dünyası ile aşmayı hedeflemiştir. Yahudiler de tarihsel rüyalarını gerçekleştirmek, bir Yahudi ülkesi yaratmak, bu topraklarda güçlü bir müttefik edinmek, bölgede güç olmayı başarmak üzerinden ilişkilerini geliştirmişlerdir. İspanya’dan sürülen Yahudilerin tüm birikimleriyle Osmanlı’da yurt edinmeleri Edirne, Selanik ve İzmir’de yoğunlaşmaları bu çabanın ürünüdür. Çünkü ilk göç ettikleri ve vaat edilmiş topraklar bu sınırlar içindedir. Bu çaba güncel ve konjonktürel değildir. Hem Yahudi inancına göre, hem de iktidarcı merkezi kapitalizmin tarihsel gelişimine uygun olarak şekil alan ve form kazanan stratejik bir ilişkidir.

Yahudilerin tarihsel rüyaları dikkate alındığında şaşılacak bir, durum yoktur. Pragmatist ve karşılıklılık ilkesi gereği Osmanlı-Yahudi ilişkisi tarihsel bir akış içinde zamanla başka türlü bir yönde seyredecektir. Çünkü dönem ulus-devletler dönemidir.

İçinde güçlü bir Yahudi damarın olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti bu ilişkinin başka türlü işlemesine öncelik edecektir. Eski ve artık canlandırılması imkânsız bir imparatorluk zihniyetinden, günün ve tarihin ruhuna uygun yapılar inşa etmek olanaksızdır. Bunu en iyi bilen Yahudilerdir. Bu nedenle İttihat ve Terakki’de önemli roller alan Yahudiler yönlendirici güçleriyle yeni cumhuriyetin temel parametrelerini adım adım örmüşlerdir. Burjuvazisi zayıf Batı ile arasındaki mesafe giderek açılan, kendi iç sorunlarına da boğulan, toplumsal muhalefeti de geri olan bir yapıdan, dönemin devlet ve zihniyetini ortaya çıkarmak çok zordur. Devreye giren Yahudi düşünce gücü buna çare üretmiştir. Tıpkı geç uluslaşmasını tamamlayan Almanlardaki gibi yeni cumhuriyetin temellerinin atılmasında başat bir rol oynamışlardır. Osmanlı hanedanları yerine, o dönemde güçlü bir etnik yapı olan Türklükten, Türkçülük fikrini geliştirmişlerdir. Türklüğün motive edici gücüne dayanarak ulus-devlet için gerekli olan ve özünde Anadolu ve Mezopotamya’nın yabancı olduğu Batı yaratımı milliyetçiliği inşa etmişlerdir. İkinci koşul olan gerekli sermayeye zaten sahipler. Böylelikle dışarıdan örgütlendiler. Sermaye aracılığıyla, eski devletin en geri ve tortu yapılarından türedi bir burjuva sınıfı ortaya çıkarılmıştır. “12 Eylül faşizmi ve PKK Direnişi” adlı eserinde, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu oluşum biçimini çok çarpıcı bir tanımlamayla Alman Bismarckçılığına benzetmiştir.

Yeni cumhuriyet aşağıdan yukarıya baskı uygulayan toplumsal muhalefetin dayatmasıyla açığa çıkmış bir yapı değildir. Aksine, bir toplumsal mühendislik, kurgulanmış aklın eseri olarak hayat bulmuştur. Bu nedenle oldukça merkeziyetçi otoriter ve baskıcı karakteriyle nevi şahsına münhasırdır. Hastalıklıdır ve batıdakilerine benzer biçimiyle esnek ve uzlaşmaya açık değildir. Ulus-devlet değil, devlet-ulus şeklinde karşımıza çıkar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bunu “kışla kültürü ve darağaçları sistemi” olarak çözümler. Devleti ve özellikle de kışlada kabul görmedikçe sistemin içine hiçbir şey giremez. Temelde askeri ve militaristtir. Başta Yahudilikte çözümlediğimiz iktidarcı damarla karşılaştırılırsa aradaki muazzam benzerlik görülecektir. Adeta Yahudilikteki iktidarcı ruh Türkiye Cumhuriyeti’nde vücut bulmuştur. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesindeki ruhlar bu ruhun Yahudilikle ilişkisi İttihat ve Terakki geleneğinde gizlidir. İsrail Devleti ile Türkiye arasındaki ilişki stratejiktir. Güncel planda zaman zaman sorunlar yaşasa da stratejik planda onların kaderini birlikte ele almayı gerektirir. Bu hem kapitalist modernitenin bölgedeki kaderi açısından, hem de Yahudilerle Türkiye’nin geleceği açısından böyledir. Göbek bağı ile birbirine bağlı olan her iki yapının da Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasında üstlendikleri rol kapitalist modernitenin bekçiliği kadar düzenleyici unsurudurlar da. Bir yanıyla merkezi iktidarcı sistemin devamlılığını sağlarken, öte yandan düzenleyici olma vasfı ile de buralarda gelişen özgürlükçü, demokratik muhalefeti sindirmek dönüşüme uğratarak kapitalist modernitenin sınırları içinde çekmektir. Her iki yapının da böylesine hayati bir rolü vardır. İsrail’deki Filistin ve Türkiye’deki Kürt sorunu ele alınırken, bu durumu asla göz ardı etmemek gerekir. Bu durum ıskalanırsa sonuç alınamaz.

 

Kürt Sorunu

Kürt meselesi baştan beri Türkiye’nin bir iç sorunu olarak ele alınmamıştır. Kürt sorunu aynı zamanda İsrail’in bekası açısından çok önemlidir. Kürt sorunu sadece bir ulusal mesele değildir. Tek başına kültürel haklar ve sosyal adaletsizlik de değildir. İktidarı ve devleti ele geçirme, ya da Kürt patentli bir devlet kurma arayışı, çabası olarak da ele alınamaz. Başka reel sosyalizmin etkileri olsa da bünyesinde kapitalist modernite karşıtlığını taşıyan, çok boyutlu ve katmanlı bir sistem karşıtlığı meselesidir. Problemin özüne bakıldığında bölgesel sınırları da aşan oldukça iddialı ve cüretkâr bir ihtiras hareketidir. Kapitalist modernite karşısında demokratik modernite olarak kendini formüle etmiş ulus-devlet, liberal serbest piyasa ekonomisi, cinsiyeti paradigma, temsili demokrasi ve tahakkümcü iktidara karşı, demokratik ulus ve onun siyasal örgütlü yapısı olarak konfederalizm, piyasayı reddetmeyen, fakat vahşi bir rekabeti dışlayan, dayanışmacı, katılımcı, kadın merkezli demokratik bir ekonomik yapı, kadın özgürlükçü, ekolojik, doğrudan demokrasi, dolayısıyla demokratik özerklikte kendini somutlaştırmış yerelleşmeyi iktidar ve tahakküm yerine yönetime ve koordineyi öne çıkaran bir sistem öngörüsüyle ortaya çıkmıştır. Yani Kürt sorunu çoktan kendi sınırlarını aşmış, evrensel anlamda bir sistem mücadelesine dönüşmüştür.

Kürt sorununun etnik ve kültürel yanı bu problemin gerçekten de yüzde 10’u bile değildir. Bu sorunda bütün dünyanın Türkiye’nin arkasına dizilmiş olmasının anlamı budur. İsrail’in neredeyse bütün gücüyle Kürt özgürlük hareketine yönelmesinin anlamı budur. Kürt düşmanlığı ile izah etmek yanıltıcıdır. KDP ile ilişkiler, Güneydeki yapının “bağımsız” bir yapıya dönüşmesi için harcamış olduğu mesai dikkate alındığında bu görülecektir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İsrail’in ve ABD’nin ortak işbirliğiyle Türkiye’ye teslim edildi. Uluslararası komplo bu stratejik yaklaşımın bir ürünü olarak geliştirilmiştir. ABD ve özellikle İsrail rolü belirleyicidir. T.C sadece teslim almıştır. KDP tarzı bir zihniyet ve yapı ortada tek alternatif olarak kalmış olsaydı Kürt meselesi günümüze her dört parçada önemli oranda sonuçlandırılmış olurdu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın paradigması bu yönelimlere rağmen sisteme eklemlenemedi. Anti-merkezci, anti-kapitalist, anti-iktidarcı yani sistemi tehdit etmekten vazgeçmedi. Bu nedenle de PKK’yi içeriden fethetme yaklaşımdan hiç vazgeçmediler. PKK tarihi bir yanıyla tasfiyecilerle mücadele tarihidir. Kürt sorununa bu pencereden bakmayan her politika eksiktir ve başarısızlığa mahkûmdur.

Günümüzde Ortadoğu’da Kürt sorunu etrafında kopan fırtınanın en önemli nedenlerinden biri tıkanmış olan küresel sistemin çözümsüzlüğü karşısında Kürt siyasal hareketinin alternatif üretmesidir. Sistemi inşa eden küresel güçler krizi idare ederek zaman kazanmaya çalışırken, aynı zamanda uzun vadede bu krizin yönetilebilir olmadığını da iyi biliyorlar. Üçüncü, dördüncü elden sisteme eklemlenmiş olan despotik, baskıcı ulus-devletler ise mevcut statükoda direniyorlar. Kürtlerin Bakur’da, Rojava’da, Başur’da henüz fazlaca güncel olmasa da Rojhilat’taki çıkışları bütün dikkati üzerinde toplamıştır. En zayıf halka olan Başûr’da KDP ile sürece müdahale eden küresel güçler Rojava’da ise direkt kendisi ilişkilenerek içeriden fethetmesi arzulanmaktadır. Bakur’da ise ileri karakolu olan Türkiye ile birlikte en acımasız katliamları tehdit etmekte, boğmaya çalışmakta, çelişki ve çatışmayı derinleştirmektedir. Başta da belirttiğimiz gibi, çok katmanlı ve karmaşık bir sorun haline gelen Kürt sorunu, yeni sistemin nasıl olacağının da ipuçlarını bünyesinde taşımaktadır. Bakur’da, Rojava’da veya Başur’da konfederal yapı içinde demokratik özerklik inşa edilecek olursa, burada hayat bulmuş olan siyasal sistemin etkileri küresel sistem sahipleri açısından öngörülemez değildir. Sonuçları abartısız sarsıcı ve yıkıcı olur. Ama aynı zamanda tıkanmış ve kendini üretemeyen sistem çıkış da yapamıyor. Kürtler ve halklar açısından en büyük şansı da bu tıkanmışlık halidir. Eğer tarihsel bir hata yapılmaz ise Türkler ve Kürtler şahsında halklar gerçekten de bir bahar yaşayabilirler. Bakur, Başur ve Rojava’da bir kez halka kırılsın, gerisi art arda gelecektir. Bütün dünyanın Rojava’ya bu kadar odaklanmasının esas nedeni gösterilen askeri başarı değildir. Bu cehennemde inşa edilen sistemin yaratmış olduğu motivasyon ve bütünleştirici ruhudur. Bütün farklı yapıların, farklılıklarını bir kenara koymadan, kendinden feragat etmeden, kendini inkâra yatırmadan, egemen ve güçlü olanın içinde erimeden, bu sistemde kendisi olarak var olabilmesi ve bununla da yetinmeyerek, diğerleri ile birlikte evrensel-ahlaki yasanın gereği olarak hem değişmesi hem de değişime uğratmasıdır. İşte bunun adı demokratik modernitedir. Kürt sorunu tam da budur. Türk-İsrail ilişkileri bu minval üzerinden okunması gerekir.

İsrail yeni duruma müdahale etmek için, Kürt sorununa devlet formu içinde çözüme kavuşturmaya çalışarak, Kürt hareketinin sistem meselesi haline getirdiği atağı bertaraf etmeye çalışıyor. Güneydeki oluşum üzerinden bağımsızlık yönünde çabalarını ilerletirken, küresel sistem de bunun altyapısına dönük çabaları bizzat yürütmektedir. Türkiye’nin ekonomik siyasi ve diplomatik ilişkilerini de buna eklemek gerekir. PKK’ye karşı Türkiye ile KDP’nin ittifakını da buna eklemeyi unutmayalım. PKK’nin Güney Kürdistan’daki askeri varlığı kadar siyasal, sosyal ve en önemlisi de paradigmasal olarak gücü mevcut durumu zora sokan yegâne gelişmedir. Bu gelişmeden duyulan rahatsızlık KDP ile Türkiye’yi ve KDP ile İsrail daha yakınlaştır- 87 maktadır. KDP’nin İsrail ile ilişkileri derindir. Bu Baba Barzani öncesine kadar uzanan tarihsel bir boyutu içermektedir. İsrail’in özelde kendi güvenliğini garanti altına alması, genelde de küresel aktörlerin ittifak dengeleri içinde yeni çevre oluşturma planlarının da bir parçası olmaktadır. Küresel sistemin merkez-çevre ilişkisi dikkate alındığında, Türkiye-İsrail ittifakının yanında bir de Güney Kürdistan-İsrail ittifakı bir sigorta olarak görülüyor. Bunun önünde en büyük engel PKK ve onun Önderlik gücüdür. İçinde bulunduğumuz uluslararası komplonun 17. yıldönümünde bu daha iyi anlaşılmaktadır. Kürt sorununun bu bağlamda etkileri gerçekten de köklüdür. Son dönemlerde kimi pratik politika konuları ve bölgesel gelişmelerden kaynaklı krizler incelensin. Bu krizli bir durum karşısında takınılan tutumlar ve Kürt hareketinin gelişim dinamiği karşısında ortaya çıkan yeni duruş bütün bu çözümlemelerimizi doğrulamaktadır. Gazze’ye yönelik ablukayı kırma amacıyla denizden geliştirilen eylem ve sonrasındaki Mavi Marmara olayı uzun zamandır Türk-İsrail ilişkilerini derinden etkilemektedir. Görünürde ciddi bir çelişki ve çatışmadan söz edilir. Bir yere kadar bu analiz anlamlıdır. Bunu tümüyle inkâr etmek yanıltıcı olur. Ama Suriye’deki, Mısır’daki, Irak’taki ve İran’daki gelişmeler dikkatle analiz edildiğinde çatışma ve çelişkinin köklü olmadığı görülür. Irak, Rojava ve Türkiye’de etkili olan Kürt özgürlük hareketinin gelişim dinamiklerinin seyrine bağlı olarak, İsrail ile Türkiye çelişkileri bir yana bırakmış, yakınlaşma ve stratejik ilişki canlanmıştır. Nitekim Türkiye’de en ateşli Yahudi düşmanları bile İsrail ile ilişkilerin oturtulmasını istemişlerdir. Aynı biçimde ABD İngiltere ve Almanya’daki Yahudi lobileri harekete geçmiş, Türkiye ile tarihsel ilişkilerini canlandırma ihtiyacı duymuşlardır. Rojava’daki gelişmeler üzerinden bölge dengelerine müdahaleyi öngören bu ittifak aynı zamanda sistemin en ateşli savunucularıdırlar da.

Dikkat edelim en güçlü ve dinamik olan Kürtlerle bu iltifat aranmıyor. Tam tersine kaybeden ve zorlayan Türkiye ile eski ittifaklarını canlandırıyor. Kürt çözümünün kendi içinde sistemin çözülmesi olduğunu biliyorlar. İktidarcı, devletçi İsrail aklı gelişmelerin seyrini nereye doğru evrildiğinin ayrıdındadır. Rojava’daki deneyimin pratikleşmesi halinde bütün Ortadoğu’da olduğu gibi İsrail’de de çoklu yapıya uygun anti devletçi, toplumların ortak ve eşit yaşamını öngören konfederal yapının boy vereceğinden korkuyor. Bu tahakkümün sonudur. Yahudi inancının iktidarcı, tahakkümcü damarı bunu asla içine sindiremez. Gelişmeleri kendi güvenliği açısından çok riskli görüyor. Şimdiye kadar sürdürdüğü, pratik, ektiği nefret tohumlarının kendisine fazlasıyla dönmesinden korkuyor. Türk devleti ile ilişkisi bu nedenle tahakkümün devamı yönündedir. Bu ortaklık Kürt sorunu şahsında yeniden kendi tarihsel akışına uygun olarak gelişiyor. Kürt özgürlük hareketinin paradigması ve bu önderliksel gücün pratik sahadaki kuşatıcılığı İsrail ile Türkiye’yi korkutmaktadır. ABD’nin Rojava’daki ilişkilenmesi de bunun dışında ele alınamaz. ABD Kürtleri sahada yakınında tutarak denetlemeye ve ona sınır çizmeye çalışıyor. Son tahlilde kendi stratejik ittifaklarına döneceklerinden en ufak bir kuşku duyulamaz. Önemli olan bunun bilincinde olarak ilişki içinde olmak, halklara dayalı bölgesel ittifakları geliştirerek sahada kurumsallaşmaktır.

Kürt sorununun böyle bir boyutu vardır. Kürtler sadece halk olarak kendi halklarının mücadelesini vermiyor; Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek tarihsel bir role de soyunmuştur. Küresel bütün aktörlerin bulunduğu bir coğrafyada, sistemin içinde sistemin bizzat merkezinde özgürlük mücadelesi veriyor. Belirsizliklerle dolu, ama aynı zamanda tarihin belki de en büyük şans ve olanaklarını da içinde taşıyan fırsatlar ortaya çıkmıştır. İmkânsızlıklar çok, lakin başarı şansı ve olasılığı da yüksek. Kazanmanın da kaybetmenin de imkân dâhilinde olduğu bu mücadelede şans Kürtlerden yanadır. Kürtler ve halklar kazanacaktır.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.