Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumun Varlığını Sürdürme Çabası: Öz Savunma

Metin Yamalak

“Radikal demokrasi” bağlamında özsavunmayı incelerken kavramlara yüklediğimiz özgün anlamı vurgulamak yararlı olacaktır. Her kuram ve paradigmanın kavramları kendi ilkelerine göre anlamlandırdığı gerçeği göz önüne alındığında radikal demokrasi ve öz savunmanın da birçok yorumunun olması doğaldır.

“Radikal” kavramının güncel, toplumsal literatürdeki anlamı, negatif anlamda “aşırıcı” tutum ve eylemleri ifade etmektedir. Radikal dinci, radikal sağcı, radikal solcu, radikal eylemci, radikal örgüt vb. dogmatik, ezberci bakış açısıyla aşırıya kaçmış, ölçüyü kaçırmış anlamında yerleşik, egemen ve hegemon zihniyetin ve iktidar bloklarının “radikal” kavramına yükledikleri anlam budur.

Bookchin, “Ekolojik Bir Topluma Doğru” kitabının girişinde, “modern radikalizm”i eleştirerek başlıyor. Postmodern fikirler etrafında oluşan çevrecilikle tanımlanış “ekoloji”; yasalara bazı hakları yerleştirmekle sınırlanmış “feminizm”; sivil toplumculuğu aşmayan “toplumsal örgütler”i kapitalist modernite karşısında gerçek bir toplumsal ve ekolojiyi oluşturmadıkları için, var olan sistemi “modern radikal” sürdürücüleri olarak eleştirir. Aynı şekilde; “modern radikalizmin geleneksel merkezi yani işçi hareketi artık ölmüştür.”[1] eleştirisiyle reel sosyalist gelenek ve devamcılarını da radikalliği temsil etmediğini, edemediğini belirtir. Liberal veya sol modern radikalizmi, idareci radikalizm olarak tanımlayıp, “…radikalleştirmek yerine öncelikle idare etmekle ilgilenir”[2] şeklinde değerlendirir. Kendi “radikal” tanımını; “…yalnızca sınıf oluşumlarına değil, hiyerarşilere ve yalnızca maddi sömürüye değil her türlü tahakküm ilişkisine kafa tutan”[3] “ekoloji”, “feminist” ve “cemaat hareketleriyle” kapitalist moderniteye alternatif oluşturan yeni bir sistemin oluşturulması olarak ifade eder.

Bu bağlamda radikallik bir eleştiri ve karşıtlık içermektedir. Ancak bu karşıtlık sekterlik ve fanatizm değildir. Sekterlik ve fanatizm radikalliğin eleştirel derinliğini değil, sığ ve yüzeysel anlayış ve tutumun dogmatizm ve yıkıcılıkla pratikleştirilmesidir. “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabında radikallik ve sekterlik özgürlükle ölçülür ve şöyle ifade edilir: “Fanatizmle beslenen sekterlik her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima yaratıcıdır. Sekterlik gizemleştirir ve böylece de yabancılaştırır. Radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içerisinde barındırır ve böylelikle somut ve nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir.”[4] Radikallik, eleştiri ve var olanı karşıtlığı ifade etmekle beraber, onu karşısında doğru olanı inşa etmeyi içermektedir. Böyle bir özgürleşen inşayı içermeyen tutum ve anlayışlar gerçek anlamda radikalliği ifade etmemektedir.

Biz ise, bu yazıda “radikal” kavramını demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma bağlamında, devletçi uygarlığın ve günceldeki ifadesi kapitalist modernitenin bütün zihniyet ve yapılarına karşıtlık anlamında kullanıyoruz. Kapitalist modernitenin iktidarcılığına, devletçiliğine, endüstriyalizmine, cinsiyetçiliğine, dinciliğine, milliyetçiliğine, militarizmine karşıtlık ve bunlardan kopuşu ifade eden bir radikalliktir. Biz radikal olanı toplumsal özgürlükler lehine pozitif anlamda kullanıyoruz. Bu, yeni bir birey, toplum, doğa inşasını içeren bir radikalliktir.

Bu tanımla bağlantılı olarak “radikal demokrasi” devletçi, iktidarcı demokrasi olan liberal, katılımcı, temsili, parlamenter, dini, sınıfçı “demokrasi”lerden ayrışmaktadır. Radikal demokrasi, “ahlaki ve politik toplum”la somutlaşan bir kavramdır. Demokrasi toplumun ahlaki ve politik niteliğinin işlevsel olmasından doğan zihniyet ve ilişkiler bütünü, onların gerçekleşme tarzıdır. Demokrasi toplumun kadın, erkek, genç, yaşlı tüm üyelerinin engelsiz, aracısız bir araya gelip yaşamları hakkında tartışıp kararlar alması, bunların pratikleşmesi için gerekli görevlendirme ve örgütlenmeye ulaşmasıdır . Böyle bir toplum demokratiktir, ahlaki ve politiktir. Kendi kaderini doğrudan aracısız, kendisi kararlaştırıp belirleyen toplumdur.

Bu şekilde tanımladığımız özgür demokratik toplum; toplumsal işlerine devleti, devletçi anlayışları, sınıfları, iktidarcılığı, eşitlik ve özgürlüğü yok eden hiçbir şeyi karıştırmadan, bizzat kendisi, kendini komün, kooperatif, meclis, akademiler şeklinde örgütleyerek sorun ve ihtiyaçlarına cevap olur. Toplum böyle bir örgütlülüğü oluşturup işlevselleştirdiği oranda kendi “beden”ini oluşturur. Bu “beden”, kapitalist modernite ve ulus-devletten ayrışan bir toplumsal sistem şeklinde somutlaşır. Yani “demokratik özerklik” sistemini inşa eder. Demokratik özerklikteki “özerklik” kavramı, devlet ve kapitalist sistemden ayrışmayı, dışında olmayı, ondan bağımsız olmayı, her konuda kendi kendine yeter olmayı, kendi kaderini kendisi (toplum) belirlemeyi ifade eder. Bunun işleyişine radikal demokrasi, toplumuna ise demokratik-ahlaki ve politik toplum diyoruz.

Demokratik bir toplum, radikal demokrasinin gereği olarak elbette ki kendi güvenliğini ve savunmasını da kendisi belirleyip; gerekli nicelik ve nitelikte oluşturmak durumundadır. Öcalan, “demokratik özerkliğin boyutları” arasında “öz savunma”yı radikal demokrasinin güvenlik, meşru savunma anlayışı olarak kavramsallaştırır. Öz savunma, yani toplumun kendi kendini, kendi “varlıklarını koruması yani öz savunma”sı[5] her türlü iktidar hegemonyasının ve devletlerin örgütleyip oluşturduğu militarizm ve zordan ayrışır.

 

Varlığını Sürdürme Çabası

Özsavunma varlık olmanın temel koşuludur. Varlığın doğası ‘beslenme, korunma ve üreme” olarak üç temel koşula bağlıdır. Her varlıktaki zıtların itim-çekim, etki-tepki yasaları, biyolojik türlerdeki savunma organlarının gelişimi, ölü taklidi yapma gibi zekâ içeren taktikler, öz savunmanın ontolojik özellikte olduğunu gösterir. Biyolojik yaşamda küçük bir birim olan hücrenin kendini dış etkenlere karşı korumak için oluşturduğu koruyucu zar, zehirli veya dikenli bitkiler, böceklerin zehirleri, kıskaçları, daha büyük canlıların pençeleri, dişleri, insanın analitik aklı aynı zamanda özsavunma araçlarıdır. Her varlık kendini savunup koruyabildiği oranda geleceğe taşırabilir. Bu bağlamda öz savunma varlık olmanın temel koşullarındandır. Özsavunmayı böyle bir yaşam-varoluş diyalektiği içinde kavramak olguya doğru yaklaşmak için de gereklidir.

İnsan toplumu da bu genel varoluş diyalektiğine bağlıdır. İlk oluşumundan günümüze kadar birçok değişim yaşamış olmakla beraber, her toplum bir öz savunma tutumu içinde olmuştur. Her toplumsal form kendi toplumsal bütünlüğünü hem zihniyet ve kültür olarak, hem de fiziki olarak korumak için özsavunma tutumu ve eylemine sahiptir. Özsavunmanın gerisindeki bu zihniyet ve bilinç irdelendiği zaman karşımıza varlığın kendine ve çevresine anlam vermesi çıkar. Kendisine ve çevresine bir anlam veremeyen varlık; yaşamını sürdürmeyi anlamlı görmeyen bir bilinç ve irade, onu savunma eylemi ve çabası içine de girmez. Varlıklar âleminde, özellikle biyolojik varlıklar ve insan toplumunun kendi kendini korumak için içine girdiği sayısız eylem tarzı, bunun için geliştirdiği bilinç ve zihniyet zenginliği, öz savunmanın ardındaki anlam ve bilinç zenginliğine de işaret etmektedir. Bu hakikati görmeden, anlamlandırmadan özsavunmayı da anlamak mümkün olmaz. Özsavunma anlaşılmadan, özsavunma ile zıtlık oluşturan her türlü militarizm, zor-şiddet araçları ve eylemi de ayırt edilemez, karşıtlığı anlaşılamaz.

 

Bu bağlamda özsavunmayı öncelikle bir zihniyet olarak kavramak gerekir. Özsavunmayı tarihsel zihniyetiyle tanımladıkça toplumların günceldeki eylemlerini (kurumlaşma, miting, boykot, silahlı direniş, ayaklanma gibi) anlamak, nedenleriyle kavrayıp tanımlamak mümkün olur. Bu anlaşılmadığında bir zihniyet bulanıklığı ve çarpıklığı egemen olur. Devlet, iktidar sisteminin toplumsal muhalefeti bastırmak için en çok başvurup kullandığı ve geliştirdiği durum bu zihniyet, bilinç karmaşası ve çarpıklığıdır. “Meşru savunma her şeyden önce bir zihniyet işidir. Dolayısıyla meşru savunmayı sadece askerlikle ilgili bir iş ya da silah olayı olarak görmemek gerekir. Meşru savunma bir zihniyet, bir anlayış, bundan doğan bir örgütlenme ve duruştur.”[6]

Toplumsal muhalefeti devletin yasal sınırları içine hapseden, onun dışına çıkan eylem ve tutumları demokratik görmeyen ve mahkûm eden liberal ideoloji, toplumun özsavunma bilincinin bulanıklaştırılıp çarpıtılmasından yararlanmaktadır. Bireylerin ve toplumun hak arama ve haklarını örgütleme eylemlerini devletten istemekle sınırlayan, yasaların ve devletin koyduğu hukuki sınırları zorlamayan bir düzeyle sınırlayan liberal demokrasi anlayışı ile öz savunmayı ve radikal demokrasiyi anlamak ve tanımlamak mümkün değildir. Bu nedenle yasaları, idari sınırları zorlayan eylem ve örgütlenmeler hep terörizmle özdeşleştirilir. Buna karşı, devletin, iktidar güçlerinin her türlü müdahalesi, zoru ve işkencesi meşru ve haklı görülür.

Liberalizm, kapitalist modernite ideolojisi olarak toplumu pasifleştirip devlet köleliğine mahkûm etmektedir. Kapitalist moderniteye karşıtlık içinde alternatif olma iddiasıyla gelişen Marksist Leninist geleneğin sol-sosyalist “devrim” anlayışı da, öz savunmayı toplumsal doğa ve radikal demokrasi bağlamında kavramaktan uzaktır. Kaynağını Marks’ın “Komünist Manifesto”daki “Komünistler amaçlarına bütün mevcut toplumsal koşullarda zor yoluyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler.” ve “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir.”[7] tanımlarından almaktadır. Bu tanımlar da özsavunmayı toplumsal varoluşun bir parçası, ontolojik bir özellik veya varlığını korumanın koşulu olarak görme ve öyle değerlendirme yoktur. Tersine, iktidarcı, devletçi anlayışın zor aracına yüklediği ve uyguladığı anlamın aynısını yükleyerek onu işçi sınıfı iktidarı için (devrim) kullanmayı öneren bir anlayıştır. Zora, yeni toplum inşa etmek için ebelik rolü, proletarya iktidarını inşa etme görevi verilmektedir. Bu görev var olan burjuva iktidarını yıkarak proletarya diktatörlüğünü kurma anlamında “devrim” yapma görevidir. Böyle bir anlayış toplumun savunma bilinci ve eylemini geliştirmemiş, tersine militarist anlayışın ailede, toplumda, doğaya karşı, devletle sürdürülmesini sağlamıştır.

Hem liberal anlayışlar, hem de iktidarcı sosyalist anlayışlar (firavun sosyalizmi) tarihsel militarist anlayışların devamıdır. Avcı kültürünü iktidar olma sanatına dönüştürmeyle başlayan; din, tanrı anlayışında “çoban, sürü diyalektiği” olarak kendini sürdüren, T. Hobbes felsefesindeki gibi, insanların “…bir iktidar olmadan yaşadıkları sürece şu savaş denilen durum içerisinde bulunurlar ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.”[8] yorumuyla devam eden; evrim kuramında seçilim yasasının “güçlü olanın hayatta kalması” şeklinde yorumuyla pekişerek “bilimsel” bir içerik kazanan militarist yorum ve felsefelerdir. Aynı anlayış iktidarcı devletçi uygarlık tarihi boyunca biçim değiştirerek süregelmiştir.

Bu anlayışların özsavunma anlayışı ve zihniyetiyle bir ilişkisi yoktur. Özsavunma anlayışı köken olarak doğal-ahlaki ve politik topluma dayanırken; militarizm ve zor aracıyla toplum inşa etme iktidarcılık ve devlete dayanmaktadır. Öcalan özsavunmayı iktidar, devlet ve militarizmin yıkıp yok etmek istediği doğal toplumla, varlığın ve toplumun doğasıyla bağlantılı ve uyumlu olarak tanımlamaktadır.

Bu devredilemez bir sorumluluktur. “Özgür bir yaşamın savunulması”[9] varlığını koruması amacıyla toplumun özsavunmasını ifade etmektedir. Özgür toplum, iktidar, sınıf, devlet, sermaye tekellerini tanımamış, onların hegemonyasına girmemiş, kendini ahlaki ve politik olarak örgütlemiş toplumdur.

 

Radikal Demokrasi ve Özsavunma

Toplumun varlığını sürdürme çabası olarak özsavunma iki boyutta gerçekleşmektedir:

  1. Toplumun demokratik özerklik şeklinde örgütlenmesi ve bedenleşmesi
  2. Örgütlü yaptırım gücünü pratikleştirmek. (imza kampanyasından silahlı direnişe kadar, özsavunmayı yapılan saldırının oranına cevap olacak nitelikte geliştirmek.)

Bu iki boyut iç içe ve birbirini tamamlayarak gelişen bir diyalektiğe sahiptir. Sarmal bir gelişim örgüsü vardır. Örneğin toplumun siyaset kurumu olan meclisler veya siyasi partiler toplumun kendi kendisini yönetmenin ve politika üretmenin araçları olarak toplumsal bedenin bir boyutunu oluştururlar. Bu oluşum aynı zamanda örgütlenmiş bir toplumsal güçtür. Kendisine ve toplumuna saldırı olduğunda bunun karşısında örgütlü gücünü eyleme geçirerek gerekli yöntem ve araçlarla, yapılan saldırılara cevap vermek, iki boyutun iç içe geçtiği toplumsal özsavunmadır.

Max Weber, iktidarcı, devletçi bir bakış açısıyla: “Sınıflar, statü katmanları, bütün partiler gücün toplum içinde nasıl bölüşüldüğünün en iyi görülebileceği yerlerdir.”[10] demektedir. Bizim kastettiğimiz toplumsal güç bu anlamda değildir. İktidarcılıkta güç; toplum, topluluk tarafından oluşturulsa da topluma değil o topluluk içindeki elit iktidar erkine aittir. O yönetir; onunla ne yapılacağına o karar verir. Radikal demokraside ise bunun tersi geçerlidir, yani güç toplumu yönetmez. Toplum kendisinden doğan gücü yönetir ve bunu bir irade olarak (gerektiğinde) karşıtlarına dayatır. A. Giddens, “Güç bireylerin ya da grupların kendi çıkarlarının ya da düşüncelerinin dikkate alınmasını, başkaları buna direnseler bile sağlayabilme yeteneğidir.”[11] şeklinde bir güç tanımı yaparken, liberal bireyciliği de içine katarak, iktidarcılığı ve toplumu birbirinden ayırmaz. H. Arendt bireyciliği bu aşamada reddeder: “Güç asla salt bireyin mülkiyetinde olan bir şey değildir: Hep bir gruba aittir, grup birlikte eylemeyi sürdürdükçe varlığını sürdürmektedir.” demektedir. Toplumların ilk doğuş tarihlerine ve nedenlerine baktığımızda da insanlar bir araya gelip toplum oluşturdukça doğa tehlikeleri karşısında güç olmuşlardır. Gücün bireysel değil toplumsal olduğu bütün toplum bilimcilerce de doğrulanan bir gerçektir. Ancak insanlık devlet ve iktidarcılığın doğuşuyla çatallanıp iki ayrı kol şeklinde yoluna devam ettiği için ve bugün egemen olan iktidarcı, devletçi güç anlayışı olduğu için gücü neye dayandırdığımızı açıklamak, farkını belirginleştirmek durumundayız. Radikal demokrasinin oluşturduğu toplumsal güç bu farkı belirginleştiren, ayrıştıran özelliği ifade etmektedir.

Toplumlar iktidar ve sermaye tekeli olan ulus-devletlerin soykırım saldırıları altındadır. Ulus-devlet “topluma karşı savaş halidir.” Toplumların bütün değerleri ve varlığı saldırı altındadır. Buna karşı bir direnç ve öz savunma zorunludur. Bookchin bunu, “Öz eylemlilik olmaksızın özyönetime dayalı bir toplum olmaz.”[12] şeklinde ifade etmektedir. Bu konuda öncelikli adımlar, bağımlılıktan kurtaran örgütlenme ve kurumlaşmalara gitmektir. Ulus-devletler en derinleşmiş iktidar, sermaye tekelleri olarak tepeden tırnağa her şeyini belirleyen en geniş hegemonyadır. tek tek insanların veya genel olarak toplumların kendi iradeleriyle yapabilecekleri çok az şey bırakılmıştır. Bu durumda toplumlar devlet köleliğine yatırılmış durumdadırlar. Radikal demokrasi bu kölelikten kurtulma ve demokratik özerklik temelinde örgütlenerek toplumun özgürleşme olanaklarını yaratmadır. Bu örgütlenme ve kurumlaşma soykırım politikalarını ve uygulamalarını boşa çıkardıkça toplumun özsavunması da gerçekleşmiş olmaktadır. Ulus-devletin asimilasyon, açlıkla terbiye, sınırsız sömürü, toplumsal değerlerin talan edilmesi gibi soykırım politikaları ve saldırıları; demokratik özerkliğin politik, hukuki, eğitim, sağlık, basın, ekonomi, savunma, diplomasi gibi boyutları ile örgütlendirilip, meclis, komün, kooperatif, akademi, dernek, parti, sendika, gazete, televizyon gibi toplumun her ihtiyacını giderecek örgütlenme ve kurumlaşmalarla boşa çıkarılır, alternatifi oluşturulur. Örneğin ekonomik alanda kurulacak kooperatifler insanların sömürü sistemine işçi-köle olmasını ortadan kaldıracaktır. Üretim komünal niteliğe kavuşacağı için demokratik bir yönetim, ekolojik bir üretim gelişecektir. Orada üretilecek ürünler kâr amacıyla üretilmediği için toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere ücretsiz veya çok ucuza mal edilecek ve bu ürünlerin temini konusunda toplum kapitalist modernite tekellerine bağımlı olmaktan kurtulacaktır. Toplumun ihtiyaç duyduğu bütün ürünler böyle bir kooperatif-komün sistemine kavuştukça kapitalist modernite ve ulus-devletlerin ekonomik sömürgecilik ve soykırım rejimi işlevsizleşecektir. Aynı şey demokratik özerkliğin bütün boyutlarında gerçekleştikçe toplum kapitalist sisteme bağımlı olmaktan kurtularak kendi kendine yeter hale geldikçe özerkleşir ve özgürleşir. Böyle bir örgütlenme aynı zamanda kapitalist modernite karşısında direnişi örgütleme, varlığını koruma ve özsavunmasını gerçekleştirme eylemidir. Özsavunmanın birinci boyutu bu şekilde toplumun örgütlenmesi ve kurumlaşmalarıyla gerçekleşir. Radikal demokrasi ve öz savunma arasındaki ilişki birinci aşamada toplumun kendini yönetmesi ve iradeleşmesidir.

Özsavunmada ikinci boyut ise örgütlü toplumsal gücün, saldıran güçler (devlet, iktidar, sermaye vb.) karşısındaki engelleyici bir yaptırım olarak gerçekleşmesidir. Bunlar ise, imza kampanyası, basın açıklaması, yürüyüş, miting, yaşamın her alanında geliştirilecek boykotlar, yazılı-görsel protestolar, korsan gösteriler, ayaklanmalar, silahlı direnişler şeklinde geniş bir çerçevede gerçekleşirler. Bunların hangisinin tercih edileceğini yapılan saldırının boyutu belirler. Örneğin topyekûn saldırı ve soykırım uygulamalarıyla topluma saldıran bir devlet karşısında, o toplumun sadece imza kampanyası veya basın açıklamasıyla yetinmesi, radikal demokratik tutum ve özsavunma anlayışı bakımından yetersiz ve yanlıştır. Çünkü öyle devasa bir saldırı karşısında önleyici niteliği olmayan basın açıklaması toplumun varlığını koruyamaz. Saldırıyı püskürtecek, etkisiz kılacak nitelikte bir özsavunma hem kuramsal ve paradigmasal gerekliliktir, hem de toplumsal varlığı korumanın şartıdır.

Liberal demokrasiler toplumu basit protestoculukla sınırlandırmaktadır. Toplumsal özsavunmayı kabul etmemekte, devletin yasalarını ve idari kurumlarını esas almaktadırlar. Toplumu ise sivil toplumculukla, yani yasal sınırlarla sınırlandırılıp, yasal sınırları aşan eylem ve direnişleri meşru saymamakta, mahkûm etmektedir. John Locke, “…kilin çömlekçinin istencine boyun eğmediğini ve pişmiş toprağın kendisini yapan çömlekçinin eliyle kırılamayacağını kim söyleyebilir” metaforuyla toplumu “kil” yani nesne, devleti de “çömlekçi” yani özne olarak tanımlayıp devletin toplumu istediği gibi biçimlendireceğini ve toplumun buna itirazının olamayacağını belirtir. Bu metafor genel liberal anlayışın özetlemesidir ki, toplumu devletin malı olarak gören ve öyle kalmasını, asla başkaldırmamasını isteyen bir anlayıştır.

Radikal demokratik tutum ise devleti ve yasalarını değil,toplumu, toplumun varlığını korumayı sürdürmeyi esas alır. Radikal demokrasi için meşruluk yasalarla değil toplumun özgürlüğüyle belirlenir. Toplumun özgür yaşamasını engelleyen her politika, tutum, uygulama karşısında önleyici eylemde bulunmak meşrudur, haktır. Bir eylemin devlet yasalarına göre olup olmaması veya silahlı olup olmaması onun meşruluğunu belirlemez. Yasaları veya silahı ölçü olarak yapılan meşruiyet tartışması özsavunmayı saptırır. Özsavunmanın meşruluğu her türlü saldırı karşısında toplumun varlığını savunmakla alakalıdır. Toplumun varlığı sadece toplumla sınırlı değildir. Anarşist Mones’in dediği gibi: “Varlıklarımız, içinde yaşadığımız biyolojik topluluğu kuşatan daha büyük bir varlığa aitse, öyleyse ağaçlara, kurtlara, nehirlere yapılan bir saldırı hepimize yapılmış demektir. Yerin savunması bir meşru savunma haline gelir.”[13] Özsavunmayı tartışmaya ve anlamaya buradan başlamak gerekiyor. Özsavunma bir saldırı, işgal, talan eylemi değildir. Böyle bir amacı yoktur. Varoluş sebebi bu tür saldırılardır. Topluma soykırımı dayatan güçlere karşı önleyici nitelikte karşı koyma, onu eyleminden vazgeçirme, geri adım attırma eylemidir. Silahlı da olabilir, silahsız da olabilir; yargılama ölçütü silah değil saldırının anlayışı ve niteliğidir. Öcalan bunu, “dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız; bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.” (14) şeklinde ifade etmektedir. Bu ilke her toplum için geçerlidir ve buna göre olmayan, bu ilkeye uymayan her güce karşı özsavunma meşru savunmadır, haktır, adildir, gerekekli ve zorunludur.

Ulus-devletler birer soykırım sistemi, “topluma karşı savaş hali” olduklarından toplumun kendisini demokratik özerklik çerçevesinde örgütlemesine müsaade etmez, kendi hegemonyalarına bir saldırı olarak görürler. Bu yüzden ulus-devletten bağımsız örgütlenmek isteyen her toplum özsavunma araçlarını ve örgütlerini oluşturmak zorundadır. Toplumun radikal demokratik tarzda örgütlediği kurumlar, örgütler ve bunların bütün üyeleri ulus-devletin bürokrasisinin, yargı gücünün, ekonomik gücünün, askeri gücünün saldırısına maruz kalır. Bu durumda ulus-devletin soykırım saldırıları karşısında etkili bir özsavunmayla “uzlaşı” dengesi yakalaması birinci çözüm yoludur. Yani ulus-devlet, özerk toplumsal örgütlenmeyi kabul edip saldırmazsa (yasal olarak tanıyabilir de, tanımayabilir de) toplumun özsavunma örgütleri de devlete ve kurumlarına da saldırmaz. Bu uzlaşma dengesinde toplum kendisini inşa edip sürdürürken ulus-devletle mücadelesi ideolojik, politik ve toplumsal örgütlenmeyi geliştirme şeklinde sürer. İkinci yol ise; devlet hiçbir şekilde toplumun kendisini örgütlemesine izin vermez. Bütün kurumları ve tekelindeki güçleriyle imha etmek için saldırırsa radikal demokratik toplumun (ahlaki ve politik toplumun) takınacağı tutum, gerekli olan bütün olanaklar ve yöntemlerle sonuna kadar özsavunmayı geliştirmek, bu özsavunmayla iç içe olarak, devlete rağmen kendi demokratik özerk kurumlarını (bedenini) oluşturmak ve işlevselleştirmektir..

 

 

 

 

 

[1] . Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1996, s.20.
[2] . Age, s.28
[3] . Age, s. 22
[4] . Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2017.
[5] . Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 5, Amara Yayıncılık, 2015.
[6] . Duran Kalkan, Kürdistan’da Demokratik Siyasetin Rolü Üzerine, Çetin Yayınları, 2016, s.146.
[7] . Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev. Erkin Özalp, Yazılama Yayınevi, 2007.
[8] .Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lin, Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 62.
[9] . Abdullah Öcalan, age, Cilt 1, s. 126.
[10] . Max Weber, “Sınıflar, Statü ve Parti” makalesi.
[11] . Anthony Giddens, Sosyoloji, çev. Ülgen Yıldız Battal, 2016, s.361.
[12] . Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1996
[13] . Jon Purkis, James Bowen, 21. Yüzyıl Anarşizmi, çev: Şen Süer Kaya, 1998, s. 84.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.