Düşünce ve Kuram Dergisi

Deleuze & Guattari: Demokratlar

Mark Purcell

Giriş

Deleuze ve Guattari nadiren demokrasi sözcüğünü kullanırlar. Dolayısıyla, ilk bakışta her iki ismin çalışmalarındaki derin demokrasi arzusunu okumanın hem olanaklı hem de verimli olması garip görünebilir. Demokrasi derken, seçilmiş temsilcileri, partileri ve yasalarıyla liberal-demokratik devletten bahsetmiyorum. Daha ziyade, radikal demokrasiyi, insanların kendi meselelerini kendileri için doğrudan yönetmelerini kastediyorum. Demokrasi insanların kurucu gücünün sürekli olarak eylem ve pratik halinde olduğu bir yaşam biçimidir. Deleuze ve Guattari bu terimi kullanmamış olsa da, bu türden bir demokrasi için cesur ve heyecan verici bir vizyon sunduklarını düşünüyorum.

Ancak bence Deleuze ve Guattari mekan hakkında düşünce için daha az kullanışlıdır. Bana kalırsa, mekana, mekânsal tasavvur açısından ilgililer fakat bu ilgi somut ve pratik olmaktan çok metaforik ve kavramsal düzeyde. Mekanı sadece Deleuze ve Guattari ile düşünebilirsiniz ancak bence özellikle kentsel mekan üzerine daha iyi düşünebilmek için Deleuze ve Guattari’yi Henri Lefebvre’nin çalışmalarını eklemeliyiz. Lefebvre politik olarak Deleuze ve Guattari ile bir çok noktada ortaklaşmakla birlikte bize mekan ve kent hakkında geniş ve belirgin bir külliyat sunar.

 

Demokrasi nedir?

Deleuze ve Guattari’nin demokrat olduğunu iddiasını savunmam için demokrasiden ne anladığımı anlatmama izin verin. Ve burada söyleyeceklerim son yıllarda yayımlanan kitabımdaki uzun anlatımların sadeleştirilmiş versiyonundan oluşuyor.

Bunu etimolojiyle yapalım. Demokrasi demos ve kratos’tur. Demos’u ikinci aşamada ele alacağım ama öncelikle kratos’tan bahsedelim. Genellikle kratos’u hükmetmek, ya hükümet ya da otorite olarak düşünürüz. Fakat ben bu kelimeyi daha derin bir anlamıyla, yaratma gücü, yeni birşeyler keşfetme gücü, üretme gücü olarak düşünmek istiyorum. Kratos’un kökeninde, potestas, pouvoir ya da kurulu iktidar değil; potentia, puissance ya da kurucu güç olduğunu tartışmak istiyorum. Ya da daha ziyade, bu ilk anlamların Grek toplumunda gelişen bazı talihsizliklerin sonucu olduğunu düşünüyorum.

Demos’a gelince… grekler için demos sözcüğü genellikle sadece yoksulları ifade etmiştir, fakat Hardt ve Negri’nin iddiğa ettiği gibi modern çağda demos herkes anlamına gelir. O halde, bugün demokrasi demos ile kratos’u, yani herkesi, tüm insanları kratos’ları ile, puissance’leri ile, güçleri ile yeni bir şeyler yaratmaları için bir araya getiren bir düşüncedir. Bu, insanların hep birlikte ve doğrudan bir şekilde bir dünya yarattığı ve bu dünyayı kendileri için yönettiği yaşam biçimi anlamına gelir.

(Ve demokrasi, liberal demokrasi, liberal demokratik devlet ya da refah devleti devleti anlamına gelmez, gelemez. Hobbes’un da açık bir şekilde gösterdiği gibi bu tertibatlar oligarşilerdir. İnsanların kratos’larını mutlaka bir potestas’a, onlara hükmeden bir Leviathan’a, Hobbes’un “herkesi korku altında tutabilecek bir iktidar” dediği şeye teslim etmelerini gerektirirler)

Böylece demokrasi, insanları kratos’ları ile tekrar bir araya getirir. Fakat demokrasiyi bu biçimde, yani kratos’umuzu tümüyle sürdürmemiz ve kullanmamız anlamında demokratikleşme olarak düşünürsek, bu bizim sürdüremeyeceğimiz bir şey olabilir. Çok fazla etkinlik ve çaba gerektirebilir. Ve bu bizi bunaltabilir. Bu nedenle demokrasiyi bir yapı olarak değil, bir oluş olarak düşünmemiz gerekiyor. Demokrasiyi bir demokratikleşme mücadelesi olarak düşünmeliyiz. Kratos’umuzu tanımamız ve onu etkin bir şekilde kullanmayı öğrenmemiz için herkes, hepimiz tarafından verilen bir mücadele.

 

Deleuze ve Guattari

Deleuze ve Guattari’deki bu akışları biliyorsunuzdur. Onların entelektüel ve politik projelerinin merkezi bir özelliği elbette kendi yaratıcı ve üretici yetilerimizi, kendi “arzu-üretimleri”mizi vurgulamak, aramaktır. Anti-Oedipus boyunca, arzu üretimi Oedipus tarafından yakalanır, kontrol edilir. Ancak arzu üretimleri makineler/tertibatlar içinde çalışır. Böylece, şizoanalizin amacı arzu makinelerimizi keşfetmek, öğrenmek ve kendi doğrultumuza göre işletmek için onları özgürleştirmektir.

Deleuze ve Guattari arzu-üretiminin birincil ve tüm üretimlerin kaynağı olduğunda ısrar ederler. Makineler üretken değildir; sadece arzu-üretiminin kuvvetlerini içerirler. Bu düşünce, insanların tüm gücün kaynağı olduğu ve Devlet’in bu gücün üzerinde zorunlu olarak parazit olduğu konusunda ısrar eden Hobbes’ta da bulunur. Aynı şekilde, Emeğin tüm değerin kaynağı olduğunu açıklayan David Ricardo ve akabinde Sermayenin bu değeri bir vampir gibi emmek zorunda olduğunu gösteren Marks’ta da.

Bu durumda ne yapmalı? Deleuze ve Guattari, Bin Yayla’da projemizin arzu üretimlerini kurtarmaya yardımcı olması, kendi uçuş hattını oluşturması gerektiğini ileri sürerler. Ancak Deleuze ve Guattari tek hat uçuşları sürdürmenin çok zor olduğu konusunda bizleri uyarırlar.

Bu nedenle, kurtulmuş elemanların diğerleri ile olan bağlantısını sağlamak için birbirlerinin hızlarını arttıran ve ele geçirilmekten kaçıp uçuşta kalmalarına yardım eden kaçış elemanlarının rizomlarını oluşturmanın çok önemli olduğunu söylerler.

Bir yandan, bu kaçış-ve-bağlantı yıkıcıdır. Her arzu elemanı kaçarken bir makine parçasını da beraberinde getirir. Uçuşlar gitgide başlarken, makine de artan bir şekilde terk edilir ve aşınır, çürür ve parçalanır.

Fakat daha da önemli olarak diğer yandan, kaçış-ve-bağlantı yaratıcı bir eylemdir: Deleuze ve Guattari uçuş halindeki elemanların, rizomlarla bağlantı kurarken mütemadi uçuşlarının, yeni bir düzlemin, yeni bir dünyanın ve yeni bir toprağın planını çıkardıklarını söylerler. Şizoid tarafından bırakılan yoğun izin ve arzu üretiminin moleküler elemanlarının yayıldığı yeni bir topraktır bu.

Makinelerin bu yeni topraklara yeniden döneceğini biliriz; kapitalist aksiyomatikler, molar yığışım, tâbigrup ve egemen Devlet kendilerini ağırlıklarını tekrar koyacaktır. Deleuze ve Guattari’ye göre hicret/çıkışın asla bir seferde başarılamaz. Makineler sürekli olarak defedilmelidir. Özgürlük, özgür olmak diye bir şey yoktur, sadece özgürleşme vardır. Kurtuluş bitimsiz bir mücadeledir. Demokratikleşme mücadelesidir.

Şimdiye kadar, arzu üretimini kuramsal düzeyde ele aldım, fakat Deleuze ve Guattari bunu ayrıca daha spesifik ve farkedilebilir politik mücadelelere yönelten bir şey olarak düşünürler. Örneğin Anti-Oedipus’ta, öznenin psikoanalizi ile Ödipal üçgen tarafından gelen dayatmayı reddetmek ve kendi arzu üretimlerimizi bilmemiz için insanlardan şizoanaliz ile ilgilenmelerini ister. Ya da, Bin Yayla’da, günümüzde Devlet tarafından yönetilen, devletten kaçan ve kendilerini yöneten insanları düşünürler. Ya da ekonomik değerin üreticilerden kapitalist aksiyomatikten kaçmalarını ve kendileri için üretimi yönetmelerini ister. Özetle, yeni topraklara herhangi bir socius’un ötesinde arzu üretimleri yayılmıştır. Fakat aynı zamanda yeni topraklar, daha özel olarak, Devletin ötesindeki demokratik toplumun; kapitalizmin ötesinde özgür etkinliğin sarmaladığı topraklardır. Yeni topraklarda insanlar yeni dünyayı üretmek için mücadele ederler kendileri için meselelerini çözüme kavuştururlar. Kendi puissance’lerini, kendi kratos’larını tekrar keşfeder ve kullanmak üzere pratikleştirirler. Potestas ve pouvoir’ın tekrar dayatılmasından uzak dururlar. Yeni topraklarda kendilerini ortak bir biçimde yönetmek için kratos’larını kullanarak oligarşiden kaçan insanların öz yönetimi hakimdir. Bu son derece anti-oligarşik bir siyasettir. Açıkça demokrasidir.

 

Lefebvre

Deleuze ve Guattari’nin pürüzsüz, yivli ve hatta boş mekandan konuştuğunu biliyorum. Deleuze ve Guattari yersizyurtsuzlaştırma terimi ile tanınırlar, çölü geçen göçebelerden bahsederler, bizden ‘yeni bir ülke’yi keşfetmemizi isterler. Ama bununla birlikte mekan hakkındaki düşüncelerinin büyük ölçüde kavramsal ve metaforik düzeyde kaldığını düşünüyorum.

Henri Lefebvre’nin çalışmaları dikkatini açık bir şekilde mekanın hem sembolik hem de somut boyutlarına yöneltir. Politik analizleri Deleuze ve Guattari’ninkilere oldukça benzer. O da demokrasiyi benzer şekilde, insanların kendi güçlerini gerçekleştirme ve bu gücü kendi meselelerini kendileri için yönetmeleri doğrultusunda kullanma mücadelesi olarak anlar. Ama o, politik mücadele analizlerini mekan analizi üzerine yerleştirir.

Lefebvre argümanını şu şekilde sürdürür: kapitalizm ve devlet müşterek kuvvetler olarak toplum üzerinde hakimiyet kurarlar. O, bu müşterek kuvvete “Devlet Üretim Tarzı” der. Devlet Üretim Tarzı’nın topluma hakim olmak için mekan üretimini zorunlu olarak kontrol etmek durumunda olduğu konusunda ısrar eder. Devlet Üretim Tarzı, Lefebvre’nin soyut mekan dediği şeyi üretir; mekanın karmaşıklığını bütünüyle homojenize ve standardize edilmiş, özel mülkiyet rejiminin ölçülebilen, kayıt altına alınabilen ve pazarda mübadele edilebilen eşdeğerli varlıklar olarak tanımladığı bir sisteme indirger.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Lefebvre, Devlet Üretim Tarzı’na karşı mücadelenin zorunlu olarak mekan üretimi üzerine bir mücadele olduğunu iddia eder: Devrim devlet düzeyindeki politik değişim (ve) üretim araçları üzerindeki kolektif ve devlet mülkiyeti açısından tanımlandı…. Bugün artık böylesi sınırlı tanımlamalar yeterli değildir. Toplumun dönüşümü, “ilgili taraflar”ın (mekanın sakinleri ve kullanıcıları) daimi katılımı baz alınarak mekanın kolektif mülkiyetini ve yönetimini gerektirir(Mekanın Üretimi, s. 42).

Devrim soyut mekandan farklı olarak, sakinlerinin ya da kullanıcılarının mekan üretimine tekrardan el koyduğu ve ortaklaşa üretip yönettikleri diferansiyel mekan için mücadele etmelidir.

Lefebvre bu genel mekan analizini özellikle kent ve kentsel mekan konusuna uygular. Kapitalizm altında üretilen endüstriyel kent, özel mülkiyetin ve değişim değerinin düzenlediği, insanların birbirlerinden ayrı tutulduğu ve Lefebvre’nin habitat olarak adlandırdığı steril yaşam alanlarında istiflendiği kenttir. Bu ayırım insanları politik olarak pasif hale getirir ve kentsel yaşama aktif katılım sağlayan katılımcılardan ziyade işçiler ve tüketiciler olarak işlev görürler. Endüstriyel kentin amacı kapitalist ekonomik büyümenin motoru olmaktır. Bu kent, sakinleri için, bir kaç uzman ve şirket yöneticisi tarafından yönetilen bir oligarşidir.

Buna karşın kentsel toplumda sakinler kentsel mekana el koyarlar, onu tekrar kendilerine ait kılıp kendi gereksinimlerini karşılamak için kullanırlar. Kentsel toplum, sakinlerini herkesin birbiri ile karşılaşmasını ve ne türden bir kent arzuladıkları konusundaki kolektif ve anlamlı müzakereleri sağlayan mekanlarda bir araya getirir. Bu karşılaşmalar, paylaşılan ortak bir amaç anlayışını inşa eder. Ama aynı zamanda sakinlerin aralarındaki tözel farklılıkların, kentin geleceğine birlikte karar verirken yönetecekleri ve harekete geçecekleri farklılıkların farkında olmalarına hizmet eder.

Kentsel toplumda, sakinler sosyal ve politik olarak aktiftir. Lefebvre’nin l’inhabiter dediği (ve habitat ile karşıtlık içinde ele aldığı) süreç boyunca, sakinler kent yaşamına bütünüyle katılırlar. Kentsel toplumda, kentin amacı ekonomik birikim sağlamak değil, her bir insanın potansiyelinin özgür gelişimidir. Kısacası, kentsel toplum kent sakinlerinin kent mekanlarını devletsiz ve sermayesiz bir şekilde kendileri için ürettikleri ve yönettikleri şehirdir. Bu mekânsal özerk yönetim(autogestion) ya da özyönetimdir. Bu radikal demokrasidir. Şunu söylemek önemli ki kentsel toplum Lefebvre için bir ütopya, beklenen ideal bir toplum değil. Daha çok bir gerçek (virtual object), henüz tam oluşmamış olası ve fakat halihazırda mevcut endüstriyel kentin bedeninde ortaya çıkan süreçte bulunan bir dünyadır. Lefebvre nereye bakacağımızı bilirsek, açığa çıkan kentsel toplumu, ara sıra ve bir anlığına görebileceğimizi söyler.

Bu bağlamda demokratikleşme, gelişen bu kentsel toplumun, bu mekânsal özerk yönetimin farkına varmak ve kendi koşullarına göre ona gelişmesi ve zenginleşmesi için yardım etme mücadelesidir.

Bence Deleuze ve Guattari’nin yeni ülkesini somut, canlı ve gerçek kılarken Lefebvre’nin kentsel toplumunu okuyabiliriz. Kentsel toplum, mekana el koyup onu ortaklaşa bir şekilde yönetmek; kentin geleceği hakkında anlamlı tartışmaları yapmak; kendi arzu makinelerini, kendi puissance’lerini, kendi kratos’larını keşfetmek ve bu gücü birlikte nasıl kullanacaklarını öğrenmek; potestas’a direnmek; kenti, kendileri için yönetmek üzere bir araya gelen ve endüstriyel kentten kaçan kent sakinleridir. Bir demokratikleşmedir; daima zorunlu olarak hem kentsel hem mekânsal olan bir demokratikleşmedir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.