Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı Nedir?

Süleyman Aslan

Üçüncü Dünya Savaşı’nı doğru değerlendirebilmek için zaman-mekân bağlamı içinde ele almak gerekmektedir. Doğruya yakın tahliller de ancak bu şekilde yapılabilir.

Dünya savaşları deyimi özellikle 20 ve 21. yy’lar içinde yaşanan kapsamlı savaşlar için kullanılmaktadır. Halbuki tarihte Asur-Babil, Helen-Pers, Roma-Mısır, Bizans-Emevi, Bizans-Selçuklu veya Osmanlı-Sasani, Osmanlı-Mısır vb. gibi güçler arasında da paylaşım ya da yeniden paylaşım savaşları yaşanmıştır. Bunlar da kendi çaplarında verili zaman-mekân koşulları içinde dünya savaşları olarak değerlendirilebilir. Verili zaman derken kullanılan araç ve teknik durum da ifade edilmektedir.

İster ilk çağlarda isterse şimdi olmuş olsun, tüm dünya savaşlarının ortak bir özelliği vardır. O da egemen küresel devletler arasında yeniden paylaşımın gündeme girmesidir. Yani Roma İmparatorluğu’nun Hunlarla ya da Cermenlerle veya kölelerle savaşına dünya savaşı denilemez. Asur ya da Babilin tek tek bölge halklarına karşı saldırısı da dünya savaşı değildir. Demek ki dünya savaşı tanımını yapmak için, verili zaman ve mekân koşullarında ulaşılabilen dünyayı birbirleriyle paylaşmak ya da yeniden paylaşmak isteyen merkezi devletlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bunlar çoğu kez imparatorluklar ya da emperyalist-kapitalist devletler olmaktadır. Bunların dışında böylesi güçlerin yanında taraf olan irili-ufaklı devletler de yer alır. Birinci dünya savaşında bunlara İtilaf ve İttifak devletleri denmiştir. İkinci dünya savaşında da Nazi Almanyasının yanında saf tutanlara Mihver devletleri, diğerlerine de Müttefik güçler denilmiştir. 

Özellikle 1905 İngiliz-Boer savaşıyla tamamlanan dünyanın paylaşımına yeniden ihtiyaç duyulmasıyla birlikte 20. yy Dünya savaşları dizisi başlamıştır. Bu savaşlar dizisinin ortak paydası da kapitalist azami kar hırsının küresel boyutta egemen güçler tarafından devreye konulmasıdır. Kapitalizmin endüstriyalizmi yani her şeyin kar amaçlı olarak metalaştırılması bu savaşlara damgasını vurmuştur. O nedenle özellikle kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte başlayan bu savaşlarda maddi-manevi doğal ya da toplumsal doğaya ait ne varsa her şey pazara çıkarılmış ve doğal olarak da paylaşımın konusu haline getirilmiştir. Demek ki 20. yy savaşlarında yeniden paylaşım adı altında, insanlık ve doğanın tümüyle pazara çıkarılarak tüketilmesi esas alınmıştır. O nedenle de çok acımasızdır. Öyle ki kapitalizmin yüz yıl içinde gerçekleşen dünya savaşları uygarlık tarihi boyunca yaşanan tüm savaşların toplamından daha tahripkâr olmuştur. Diğer yandan bu savaşlar dizisi içinde yurt savunması, demokrasi, milli değerler ya da inanç gibi kavramlar ne kadar çok kullanılmış olsa da bu vb. konularda ilkesizlik, iki yüzlülük zirveye çıkmıştır. Örneğin Yahudi düşmanı Hitlerin güçlendirilmesinde Yahudi sermayesi çok önemli rol oynamıştır. Bu durum aslında “paranın dini-imanı yoktur” halk deyimine tekabül etmektedir. Merkantilist dönemin İspanyol-Hollanda sömürge paylaşım savaşlarında Hollandalı tüccarların hem kendi ordusuna ve hem de İspanyaya silah satması da bunun tipik örneklerinden birisidir. Sermayenin en üst düzeyde ilkesizleştiği, kar dışında başka bir değer taşımadığı kapitalizmin emperyalist aşamasında yaşanan savaşlarda tüm etik değerlerden uzaklaşılmıştır. O nedenle 20.-21.yy. Dünya savaşları dizisi ahlaksızlığın zirvesi anlamına da gelmektedir. Yıkımda sınır tanımayan bu savaşların temel silahları da kitle kıyımında atom, biyolojik ya da kimyasal silahların kullanılmasına tekabül ederken uzaktan kumanda ya da güdümlü silahlarla yürütülen savaşlar tipik bir atari oyunu özelliği kazanmıştır. Yani Köroğlu’nun deyimi ile yeni dünyanın yeni silahları ile ‘mertlik’ tümden ‘bozuldu’. Bunların dışında temel ticaret yollarının karalardan denizlere taşınması sonucunda bu dönemin savaşları sadece karada sürdürülmemiştir. Okyanusların ve atmosferin giderek de uzayın derinlikleri savaşın kıyasıya yürütüldüğü mekanlar olmuştur. Özellikle ABD’nin deniz kuvvetlerini temel saldırı gücü olarak örgütlemesi ve uzay teknolojisine ağırlık vermesi bu gerçeklikle ilgilidir. 

 

Birinci – İkinci Dünya Savaşı ve Sonuçları

Birinci Dünya Savaşı’nın önemli nedenlerinden biri yeni gelişen genç Prusya emperyalizminin “benim de paylaşımda hakkım var” demesiydi. Bunun için de merkezi Ortadoğu olan “Doğuya Açılım Projesi” ‘ni çoktan başlatmıştı. Diğer yandan dünyanın öteki ucundaki genç ABD de Avrupa kapitalizmi ile bir rekabet içinde olduğunu Latin Amerika’nın yeniden paylaşımına girerek ve Wilson Prensipleri adı altındaki projesini ilan ederek göstermişti. Yani Prusya imparatorluğu 1. Dünya savaşının açık nedeni olurken ABD’ de görünmeyen taraflardan biri olarak sahnede yerini almıştı. Bu görünmeyen aktör savaşın galiplerinden biri olarak süreci tamamlamıştır. Fakat istediği sonucu tam elde edememiştir. Çünkü başını İngiltere’nin çektiği Avrupa emperyalizmi halen hükmünü sürdürme kapasitesini taşımaktadır. Ortadoğu için de güçlü mesajlar içeren bir proje olarak Wilson Prensipleri değil, bu bölgeye Skyes-Picot damgasını vurmuştur. Bu antlaşmaya göre Kürdistan yok hükmünde sayılmıştır. Diğer yandan dünyanın altıda birinde dünya halklarına ilham kaynağı olan yeni bir sistem; reel sosyalist sistem yükselmiştir. Birinci Dünya Savaşı için yarım kalmış bir paylaşım tanımlaması yapılabilir. İkinci bir dünya savaşına bu nedenle ihtiyaç duyulmuştur. Bu savaşın diğer bir özelliği de kapitalizmin dayandığı temel siyasal örgütlenme olan ve 19. yy başından beri hâkim siyasal eğilim olarak şekillenen ulus-devletçilik, yıkılan imparatorluklara (Osmanlı, Prusya, Avusturya-Macaristan, Japonya imparatorlukları ve Rus Çarlığı vb.) koşut olarak tüm sömürge ve yarı sömürgeler için temel kurtuluş aracı olarak devreye konulmuştur. Kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm sacayaklarıyla kapitalist uygarlığın tüm dünyaya hâkim olduğunu söylemek mümkündür. 

Birinci Savaşta yenilen Prusya İmparatorluğu’ndan geriye kalan Almanya, sosyalist devrime en yakın olduğu bir durumda iken hem iktidarda olan sosyal demokratlar ve hem de ABD’nin sunduğu destekle yeni bir dünya savaşına hazırlanmıştır. Bu temelde Nazizm yeni dönemin yükselen değeri olarak yeni bir paylaşım sürecine öncülük edecek şekilde güçlendirilmiştir. Ulus-devletin faşist yorumu olan bu yeni gücün hedefi bellidir. Sovyetler birliği ve Kıta Avrupası. Dikkat edilirse her ikisi de Birinci Savaş sonunda ABD’nin önünde engel olan en temel güçlerdir. O nedenle bu iki gücün yıkımını sağlayacak bir toplumsal örgütlenme ve teknik güce ihtiyaç vardır. Bu da ötekileştirmede, tek tipleştirmede, cinsiyetçiliğe-milliyetçiliğe dayalı yıkımda sınır tanımayan, endüstriyalizmin en azgın yorumu olan bir rejimi gerektirmektedir. Siyasal olarak ulus-devletçilik ve ideolojik olarak da liberalizmin en saldırgan yorumu olan Nazizm ya da genel olarak faşizm böyle ortaya çıkmıştır. Avrupa kıtasında ve SSCB topraklarında kan gövdeyi götürürken ABD kitle kıyım aracı olarak yeni geliştirdiği savaş teknolojisini de kullanarak dünyanın efendisi olma şansını yakalamıştır. Fakat ABD şahsında merkezi hegemonik güçler için yeni bir sorun ortaya çıkmıştır. Savaşın sonunda ABD kazanmıştır ama dünyanın 1/3’ünde de sosyalist söylemli devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri kazanmıştır. O nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda yerel-bölgesel savaşlar ve faşist diktatörlükler dünyanın gündemine yaygın olarak girerken iki kutuplu dünyaya, adına ‘Soğuk Savaş” denilen süreç damgasını vurmuştur. Bu süreç içinde bir yandan hızla gelişen savaş teknolojisi diğer yandan yükselen sanayileşme yarışına bağlı olarak derinleşen ekolojik felaketler insanlığın temel sorunu haline gelmiştir. 

Konumuzun başlığı olan Üçüncü Dünya Savaşı’nın tüm özellikleri ve nedenleri İkinci Dünya Savaşı sonrası geliştirilen soğuk savaş sürecinde hazırlanmıştır. Bu dönemi diğerlerinden ayıran temel özellikler nelerdir sorusuna doğru yanıt vermek, bugün bölgemizde tüm şiddetiyle yaşanan Üçüncü Dünya savaşı’nı doğru tanımlamak için gereklidir. 

Faşizme karşı mücadele içinde dünya halklarının gönlünü fetheden sosyalist hareketler, her ne kadar ulus-devlet ve iktidarcılık paradigmasını aşmamış olsa da sistem karşıtlığı anlamında kapitalizmin temel rakibi olma potansiyelini taşıdığını da ortaya koymuştur. Bu potansiyel ulusal kurtuluş hareketleri ve Çin Devrimi ile yeni bir dünyanın mümkün olduğunu insanlığa göstermiştir. İkinci paylaşım savaşı sonrası tüm örgütlenme ve eylemler bu iki kutup gerçeği üzerinden gelişmiştir. 

Marshal ve Truman planlarıyla hem dünyayı kendine bağımlı hale getirmek ve hem de sosyalist gelişmeye set çekmek için harekete geçen yeni merkezi hegemonik güç olan ABD, Kuzey Atlantik Paktı (NATO) adı altında esas olarak askeri olan bir organizasyon oluşturdu. Buna karşı da SSCB öncülüğünde Varşova Askeri Paktı ve COMECON adlı bir ekonomik dayanışma paktı kuruldu. Ortadoğu’dan Asya’nın derinliklerine doğru SSCB’yi kuşatma ve Çin’in etki alanını daraltma ve olası devrim hareketlerini bastırmayı amaçlayan ve merkezi Bağdat olan CENTO (İngiltere, Irak, İran, Türkiye, Pakistan) kuruldu. Bu pakta da ABD öncülük ediyordu. Diğer yandan yine ABD tarafından öncülük edilen ve merkezi Bogota’da olan Amerikan Devletleri Örgütü OAS, tüm Amerikan kıtasında devrimci gelişmeleri bastırmayı ve ABD çıkarlarını korumayı amaçlayan 35 devleti bir araya getiriyordu. Diğer yandan her ne kadar Marshal ve Truman projeleriyle ABD’ye bağımlı olsa da merkezi hegemonik güç olma iddiasında olduğunu göstermek için kendisini AB adı altında siyasal ve ekonomik olarak örgütleyen Batı Avrupa gerçekliği de Üçüncü Dünya Savaşı’nın temel dayanaklarından olmaktadır.

Yıkımına neden olduğu dünyayı Marshall-Truman planlarıyla ekonomik-siyasal ve askeri olarak kendine bağlayan ABD, yeni sömürge uygulamalarıyla da eski klasik sömürgelerde ulus-devletçiliği esas almaktaydı. Bu anlamda Leninist UKKTH (ulusların kendi kaderini tayin hakkı) ile Wilsoncu ulus-devletçi çözüm 20. yüzyıla damgasını vurmuş oluyordu. Bu durumun kendi başına ciddi bir sorun olduğu 20. yy sonu (reel sosyalist sistemin dağılması) ve 21. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkmaya başladı.

1950’ler sonrası dünya hızlı bir teknolojik gelişme düzeyi yakalarken pazara çıkarılmadık hiç bir değer de kalmadı. Toplumsallığa karşı sanat, seks ve sporun en etkili silahlar haline getirilerek endüstriyalizmin bir konusu olarak devreye konulması gerçekleşti. Buna bağlı olarak da tüketicilikte sınır tanımayan bir insan gerçekliği temelinde gösteri toplumları neredeyse tüm dünyaya egemen kılındı. Yer altı yer üstü zenginlik kaynaklarının talanı üzerinden gerçekleşen yağmaya bağlı olarak kıta Avrupası ve ABD dışında neredeyse tüm dünyanın denizleri, gölleri, nehirleri kimyasal ve nükleer atık çöplüklerine dönüştürüldü. Yani yeni dünyanın savaşında sadece zenginlikleri paylaşmak değil çöplükleri de paylaşmak gibi bir sorun ortaya çıkmıştı.

İkinci Savaş sonrasında bir yarış konusu olarak giderek yaygınlaşan nükleer silahlanma dünya savaşlarını eskisi gibi olmaktan çıkardı. Büyük merkezi uygarlık güçleri son iki savaşta görüldüğü gibi direkt karşı karşıya gelmek yerine psikolojik savaşa ve vekâlet savaşlarına ağırlık vermeye başladı. Neredeyse her ülke iki karşıt gücün savaş arenasına dönüştü. Diğer yandan aralarında çelişki olan güçler esas düşmanları olarak gördükleri güce karşı uzun vadeli stratejik ortaklıkları esas aldı. Bunun için de Avrupa ve ABD ilişkileri anti-Sovyet esasları üzerine kurulmuş oluyordu. Bu durum dünyayı neredeyse bir cephanelik haline getirdi. Silah tekelleri tarihinin en görkemli dönemini yaşamaya başladı. Artık dünyaya egemen olan savaş endüstriciliği oluyordu. 

Gösteri ve tüketim üzerine kurulmuş olan bu yeni dünya, geliştirilen uzay teknolojisi ile uzayın derinliklerini de paylaşımın konusu haline getirerek orasını da adeta bir çöplüğe dönüştürdü. Azami kar hırsı dünyayı ekolojik yıkımla karşı karşıya getirdi.

Merkezi uygarlık Hollywood kültürü ve coca-cola ile sembolize edilen tüketim ve gösteri toplumunu kamçılarken kadın, insanlık tarihinin en düşürülmüş noktasına çekildi. Spor ve seks toplumsal yozlaşmanın temel araçları olarak devreye sokulurken, liberalizmin temel dayanağı olan bireycilik tüm boyutları ile toplumsallığın yerine ikame edildi.

İşte soğuk savaş denilen sürecin temel argümanları olan bu gerçeği istihbarat örgütleri ve medya yoluyla daha da güçlendiren merkezi uygarlık güçleri, yeşil kuşak projesi temelinde siyasallaşmış dini etkin bir mücadele aracı olarak devreye soktu. 

Bu temel araç ve yöntemler üzerinden geliştirdiği mücadele ile reel sosyalizmi sistem olarak ortadan kaldıran merkezi uygarlık güçleri böylece kendilerine yeni bir paylaşım alanı da açmış oldu. Avrupa uygarlığı eski Varşova-Comecon ülkelerine yönelirken ABD, 1990’ların başından itibaren Yeni Dünya Düzeni projesi adı altında Ortadoğu’ya yöneldi. Prusya’ da öyle yapmıştı. Başta petrol olmak üzere yer altı zenginlik kaynakları ile iştah kabartan bu bölge 20. yy’ın başında Skyes-Picot ile İngiltere-Fransa arasında birçok devlete bölünmüştü. Doğal olarak, SSCB’nin devreden çıkmasından sonra uzun süre ortak olan bu güçler yeni paylaşıma bu bölgeden başladılar. YDD’nin arkasından Büyük Ortadoğu Projesi ve en son da genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile Mali’den Endonezya’ya bilinenler yaşanmaya başladı. 

 

İkiz Kuleler Saldırısı ve Sonrası

1990’larla başlayan bu süreç 9 Ekim komplosu ve Öcalan’ın tutsak edilmesiyle yeni bir aşamaya evrilerek Kürtler ve Kürdistan da bu paylaşım savaşı içine dâhil edildi. İkiz kuleler saldırısı bahanesiyle siyasal dinciliğin radikal yönleri törpülenerek ılımlı İslam modeli üzerinden bölge yeniden dizayn sürecine alındı. Bu reorganizasyonun adı Büyük Ortadoğu Projesi oldu. Ve AKP lideri olarak Başbakan olan R. Tayip Erdoğan da bu projenin eşbaşkanı olarak belirlendi. El Kaide’yi besleyen-büyüten Suudi Arabistan değil de, Irak İşgal edilerek Saddam devrildi. İdam edildi. O zamana kadar Irak’da yok sayılan Şiiler iktidara geldi. Kürtler federatif yapı içinde anayasal güvenceye kavuşturuldu. Kürt inkârı üzerinden şekillenen Skyes-Picot bu durumda ağır bir yara almış oldu. Yani ABD Birinci Savaş’da bölge için tasarladıklarını ancak şimdi gerçekleştirme olanağını yakalamış oldu. Çünkü ortada ne Avrupa ve ne de SSCB tehlikesi kalmamıştı. Böylece, bölge köklü bir yeniden paylaşıma açık hale gelmişti. Aslında bu, Irak şahsında yaşanan ulus-devlet modeline karşı da ciddi bir saldırı anlamına gelmekte idi. 

AB model uygulaması temelinde ortaya çıkan gerçeklik ve dünya genelindeki ulus-devletin tek tipleştirici, çölleştirici, inkârcı ve imhacı politikalarının hiç de başarılı olmadığı görülmüştü. Ulus-devlet, sermayenin aradığı güvenli alanları yaratmak yerine güvensizlik nedeni olmuştu. Yani bir zamanların azami kar olanaklarını artıran ulus-devletler şimdi artık zarar etmenin nedeni haline gelmişti. Diğer yandan tek tipleştirmeye de dayalı olsa büyük devletler giderek kontrolsüz hale gelmekte idi. Bunun için de başını ABD’nin çektiği merkezi hegemonik güçler reel sosyalizmin de yıkılıp gittiği bu koşularda artık dünyayı istediği gibi şekillendirebileceğine inanarak BOP-GOP projesi ile Ortadoğu’yu kapsamlı bir şekilde yeniden paylaşımın merkezine aldı. Yani bir anlamda köpeksiz köyde eli değneksiz gezebileceğine de inanarak paylaşım politikalarını yoğunlaştırdı. Afganistan ve Irak’ın yeniden işgalleri bu temelde ortaya çıktı.

Bu ve daha da fazla sayılacak nedenlerle yeni bir çağ değerlendirmesine de ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu ihtiyaç esas olarak sistem dışı hareketler için zorunluydu. 21. yy, bu anlamda da demokrasi ve insan hakları çağı olarak, yeni paradigmalar ve yeni örgütlenme modelleri üzerinden yeni mücadele araçlarının da devreye konulduğu bir çağ olarak adlandırılabilir. ABD ve müttefikleri bu çağda karşıtlarını ya da olası tehlikeleri bertaraf etmek için ortadan kaldırmayı esas alırken sistem karşıtı güçler, tarihin ve günümüzün tanıdığı tüm kirli araçlardan kendini arındırmayı esas alıyorlar. İktidar-devlet perspektifli tüm arayışlardan kendini kurtarma eğilimi var. Bu eğilim genel olarak toplumsal olanın açığa çıkarılması anlamında demokrasiyi, olması gereken temel özgürlüklerin yeşerdiği vaha olarak ertelenemez bir görev olarak görüyor; kadının özgürlük arayışlarını öncülük düzeyinde ele alıyor. Bunlarla beraber endüstriyalizm ve azami kar hırsının ortaya çıkardığı küresel yıkımı önleyebilmek için dönülebilmek için, ekolojik bir ekonomi politikanın şart olduğunu gözler önüne serdi. Tüm bunlar temelinde ekolojik-demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma ile insanlığın özgürlük taleplerinin yerine getirilebileceği gerçeği ortaya kondu. 

Afganistan ve Irak’la derinleşen yeniden paylaşım, kısa sürede tüm Arap-İslam ülkelerini sardı. İngiliz-Fransız ortaklı Skyes-Picot’un şekillendirdiği tüm ulus-devletler kâğıttan şatolar gibi bir bir yırtılmaya başladı. Siyasal İslamcılığın yeni ılımlı versiyonu üzerinden bölge yeniden dizayn edilmeye çalışılırken, bilinen Arap Baharları süreci ile bu proje daha da işlevsel hale getirilmek istendi. Libya’da iç savaş görünümlü ama devşirme çetelerden oluşan paramiliter güçlerle bir saldırı süreci başlatıldı. Bu bir NATO saldırısıydı. Nijerya ve Mali’de gelişenler de bundan bağımsız değildi. NATO içinde İngiltere, Fransa gibi güçlerin olması bu gerçeği değiştirmemektedir. ABD her iki savaşta da temel rakip olarak gördüğü Avrupa’nın sömürgeleri ya da ona bağlı ülkeleri kendi pazarı haline getirmekte de kararlı bir tutum takınarak bilinen DAİŞ ve Boko Haram sürecini başlattı. Ve görünen o ki, Saddamla başlayan bu süreçte “diktatör” diye tabir edilen tek adam rejimine dayalı siyasal yapılar hedef alınıyordu. Farklı biçimde de gelişse Mısır’da da benzeri bir durum yaşandı. Arkasından Suriye ve Beşar Esad yönetimi hedef alındı. 

Suriye’nin bir yıkım ve göçertme dalgasıyla birlikte Libya’daki gibi devşirme çete gruplarıyla bir savaş ortamına çekilmesinin sonrasında yeni dünya savaşının çehresi de değişmeye başladı. Rusya, bu savaşın müdahili olarak müttefikleriyle birlikte devreye girdi. Rusya ve İran bu ittifak içinde çok aktif yer alırken, Çin ve diğer Şanghay Beşlisi üyeleri de bu ittifakı destekler pozisyonda durdu. Böylece diğer dünya savaşlarına benzeyen bir ittifaklar tablosu ortaya çıkmış oluyordu. 

AB ve ABD arasındaki pazar paylaşımı mücadelesi NATO’yu tartışılır hale getirdi. Bu mücadele İngiltere’nin AB üyeliği sürecini sekteye uğratırken, AB ülkeleri yeni bir savunma gücü oluşturma projeleri üzerinden, NATO’suz bir döneme hazırlanma tartışmaları içine girdi. Rusya, Ortadoğu’ya Suriye üzerinden müdahale ederek bu savaşın direk muhataplarından biri olunca, Ukrayna üzerinden kendi içiyle uğraşır hale getirildi. 

Çin’ den Japonya’ ya Latin Amerika’dan Kanada’ya kadar bugün yeni bir paylaşım savaşı yaşanmaktadır. Bu paylaşım yeni kutuplaşmaları da beraberinde getirirken, Birinci Savaşı sonrası kurulan ulus-devletler hem hegemonik güçlerin hem de halkların değişim arayışı karşısında önemli birer direnme odağı haline geldi. Bölgemizde Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve İran şahsında bunu görmekteyiz. BOP ya da GOP mevcut bölgenin merkezi statükocu ulus-devletlerini kabul etmemektedir. Bunu çıkarlarına ters görmektedir. Diğer yandan bu devletleri, yaratılacak değişimin de birer uygulayıcısı olarak değerlendirmek istemektedir. Türkiye’ ye BOP için eşbaşkanlık ya da model ülke rolü verilmiştir. Fakat siyasal ılımlı İslam üzerinden verilen bu rol, Libya’daki ABD konsolosluğuna yapılan saldırı sonrası daha farklı bir mecraya kaymış bulunmaktadır. Bu aşamadan sonra gerek Arap baharları ile kurulan siyasal İslamcı hükümetler, gerekse Suriye’de güçlendirilen ÖSO gibi oluşumlar gözden çıkarılırken; bunların arkasındaki güç olarak konumlandırılan AKP ve BOP Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan da bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle DAİŞ’e karşı mücadele adı altında aslında yeni Osmanlıcı siyaset de bölgede etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bugün Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta yaşadığı gerçeklik budur. 

Bölgede oluşan bloklaşma mezhepler üzerinden de tehlikeli bir hale gelmiş bulunmaktadır. Yemen’ de doruğa çıkan bu tehlike DAİŞ üzerinden tarih ve kültür soykırımına dönüşmüştür. Bu savaş son yüzyılın tüm soykırımlarının bir sentezi ve en acımasızı olarak devreye konulmuştur. Dünyayı bir nükleer ya da kimyasal atık haline getiren merkezi uygarlık güçleri, liberalizmin cenderesinde baştan çıkmış, soysuzlaşmış, tepeden tırnağa tahrik olmuş ne kadar zombileşmiş insan varsa hepsini DAİŞ adı altında bölgeye yığdı. Medeniyetler çatışması kuramı üzerinden Ortadoğu halklarına yönelik olarak geliştirilen bu saldırı dalgasıyla yeni bir bağımlılık ilişkisi yaratılmak istenmektedir. 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.