Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Yol; Hakikati Patikası

Özgür Birtek

“Doğa içerisinde insan” ya da “evrende insanın yeri” konulu tartışmalar tarih boyunca yoğun yürütüldü. Bunun sonucu olarak özellikle devletin inşası ile birlikte ortaya çıkan tablo bir tür olarak insanı evrenin merkezine koyan yaklaşımları da belirlemiş oldu. Buna göre evreni kendi içinde taşıyan, kendini de evren içerisinde anlama kavuşturma çabasında olan bu türün gerçekliğinden giderek uzaklaştırılmaya çalışılan bir ‘doğru’ yaratıldı. Buna göre kendini ve dolayısıyla birinci doğayı tanımlama yollarında epey mesafe kat etmiş olan insan yeni bir sapmayla beraber bir şeylerin efendisi olma ‘ihtiyacını’ tarihin hakiki olan gidişatına kafa tutarcasına egemenliğe evriltti. Kuşkusuz bu tanımlamalar birey-toplum bağıl dengesinden koparılmış bir şekilde yapılmamalı.

Temel neden olarak ele alacağımız nesne belirleme konusunda yaşanan dilemmanın nedeni de budur. Bir sorumlu aramaktan ziyade hakikat denen ve sürekli tanımlanmaya muhtaç gibi hissettiğimiz anlatının özüne ulaşma yolunda sürekli yürümek esas gaye olabilir. Bu yüzden kendini tanımlamaya kalkan bir varlığın çarptığı iktidar duvarı birçok noktada anlam kaymasına neden olmuştur. Bir tür olarak insan, kendisini “diğeri olmayan” biçiminde tanımlarsa ‘diğeri’ olarak tanımladığı her varlığa karşı tasarruf hakkını da elinde bulundurur. Bu yüzden öncelikle yanlış tanımlamalara müdahale etmek, kavramları kendi doğasına büründürmek ve kuramları da bunun üzerinden, toplumdan koparmadan yeniden ele almak elzem bir hal alıyor. Yani yalnızca birinci doğayı esas alan yaklaşımlar kadar yalnızca ikinci doğa üzerinden değerlendirmeler yapmak da sakıncalıdır.

Tarihin devasa bir yazgıya terk edilmediği, kaos döngülerinde kendisini netleştirerek ilerlediği artık su götürmez bir gerçek. Bunda evrendeki bilinen tüm varlıklar gibi ikinci doğa olarak insanın payını da iyi görmek, değerlendirmek gerekiyor. Konu bu bağlamda değerlendirilirse belki oluşturulan “evrenin merkezindeki insan” tanımlamalarından uzaklaşılabilir. Her varlığın kendi içinde taşıdığı öz ile birlikte evrensel akışa dahil olması gibi insanın bu akışı kendi içinde nasıl yaşadığı sorunsalı burada önem kazanıyor. Özne ve nesnenin birbirinden tarihsel düzlemde nasıl koparıldığı en çok da insan türünü ilgilendiren bir durum. Doğadan -geniş ölçekte parçası ve bütünü olunan evrenden- mutlak kopma isteği, egemenlik ve iktidar anlayışının doğumuyla alakalı. Nitekim böyle bir ayrım yapma gereği duymayan insan türü bu durumu kendi içine de taşımaya evriliyor. Tam da bu yüzden başta tür olarak insanın hakiki tanımlamalarına kavuşması gerekiyor. Üçüncü yol olarak ortaya konulan teorinin bir ayağı da bu oluyor. Tanımlamaların tümünü de “ya o… ya da bu…” kıskacından kurtarabilmek.

Düşünce sistemlerinin hemen hemen tamamı bu konuda bir yaklaşımı benimseyerek sürdürüyor. Bunu bilinçli olarak ya da etkilenme boyutuyla yapıyor. Din, bilim, felsefe ve mitolojik yöntemlerin yaklaşımları Abdullah Öcalan tarafından yoğunca değerlendirilip çözümlendi. Aralarında yaşanan etkilenmeler, ayrışmalar, birbirlerini hangi noktalarda besledikleri ve esasen birinin varlığının ötekinin yok oluşu üzerine kurgulanmadığı yoğunca vurgulandı. Düşünce sistemlerinde tür olarak insanın, evrendeki ya da doğadaki yeri konusunda birbirlerine karşıt gibi görünen dinsel ve bilimsel yöntemde nasıl aynılaştığının bilinmesi gerekiyor. Dini yorumların büyük bir çoğunluğunda yaratıcının doğayı insan için yarattığı vurgusu var. Nitekim insanın yaratılması karar altına alınıyor ve ardından öncelikle insanın yaşama koşullarının yaratılması sağlanıyor. Su, bitki örtüsü ve diğer canlı varlıklar, hava vs. hemen hemen hepsi insanın yaşamasına olanak sağlamak adına var ediliyor. Bunu bir bütünen bu şekilde belirtmese de bilimsel yöntem de aynı biçimde ele alıyor. Var olan her şey insan için. Dolayısıyla sınırsız kâr adına, insanın sınırsız refahı adına ağaç katliamlarından, hayvanların öldürülmesine kadar her şey mübah.

Burada, aslında tanımlanmaya ihtiyaç duymayan hakikatin yarattığı insan-doğa algısına tam anlamıyla ters işleyen bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. “Her şey insan için” algısının “her şey insana rağmen var veyahut insan diğer her şeye rağmen var” algısına kapı aralamaması düşünülemez. Bu yüzden insanı doğru tanımlamak, tanımlanan ölçüde kendi özüne kavuşturma mücadelesi yürütmek özgürlüğe kapı aralamak anlamına geliyor. Bu da öncelikle verili olanın reddini gerektiriyor.

Peki mevcut anlayıştan -insan merkezli evren- sıyrılarak, ancak insanın değerini de yitirmeden üçüncü bir tanımlama nasıl olabilir? Ya da anlam açısından insanı ele alıyor olmanın önemi nedir? Üçüncü yolun anlamı insanda dile geliyor olsa da bilinen evrenin her yanına nüfuz etmiş bir anlayışı yorumlamak açısından, insanı evrenin merkezine koymadan onun tanımlarını aramak yerinde olacaktır.

 

Ayine-i Kâinat; İnsan

Niyetimiz yalnızca tümdengelim ya da tümevarım yöntemlerinden birini kullanarak doğru bilgiye ulaşmak değil. Var olan gerçeklikleri olduğu gibi yorumlamak. İnsanın hak ettiği değerden fazlasını ondan almak ya da hak ettiği değeri ona yeniden teslim edebilmek. Bu açıdan en büyük teknik olan insanı kendi doğasıyla birlikte incelemek bilinmezi biraz daha bilinebilir hale getirmek, birinci doğayı biraz daha anlamak, bunun üzerinden insan olarak kendini bilmek açısından önemlidir. Birinci doğanın kendine has olarak sürdürdüğü gizem, özellikle en küçük evren olan atomlarda kendini görünür kılabiliyor. Devasa anlamların saklı olduğu bir atom zerresi hakikatin sırlı perdelerini bir bir kaldırabiliyor. Bunun üzerinden birinci doğanın tanımları kendini yeni formlara büründürüyor. Bütün evreni yalnızca insanın algılarına sıkıştırmak doğru bir metot değildir.

Görünürün ötesinde varlığını sürdüren sezgisel yaşamın bütün boyutlarını gözle görünmeyen atomlarda gözlemlemek mümkün. Mikro evrende yaşam biçimleri incelendiğinde süreğenliğin iki çizgi üzerinde somutlaşmak zorunda olmadığını görüyoruz. Maddenin bu yapısı aslında birinci doğanın işleyişine dair de bir fikir veriyor. En cansız olarak tanımladığımız varlıkların atom altı dünyalarında sergilenen ve onlarda bilincin var olduğunu düşündüren yaşam formları aslında üçüncü bir yolu da gözler önüne seriyor. Yani mevcut olan, varlığını gözümüzün içine sokan -yani görünür olan- madde bizi “ya o, ya da o…” diyerek bir tercih yapmaya zorlasa da mikro evrende yaşananlar esas anlam gücünün üçüncü hatta yaşandığını gösteriyor. Gözden kaçırılan da bu oluyor. Mevcut görünür olanın insanda yarattığı his soğuk, hatta buz gibi bir yaşam gerçekliği ve akışın ancak insan gibi kompleks varlıklarda sürebildiği. Oysa görünürün ötesinde olanda bir anlam deryası var ki, varlığını sürdüren ezberlerin tamamını ters yüz ediyor, yeni yorumlar kazandırıyor. Varlığını sürdüren bu ikilemden birini seçmek zorunda olmak insanın kaderi değil. Hem de yaşamın hiçbir alanında. Sosyal yaşam için de bu durum geçerli, siyasal-politik alan açısından da bu böyle, ekoloji boyutu açısından da benzer durumları barındırıyor. Üçüncü yol yaşamın her alanında her zaman var. Ancak bunu yanlış değerlendirmek de bazı tehlikelere kapı arayabiliyor.

Sistemin kendisini analitik zekayı duygusal zekadan hızla kopararak inşa etme süreci ele alındığında, analitiğe indirgenen yaklaşımın görünürün ikiliğinde kendisini var ettiği daha anlaşılır bir hale gelir. İşte bu yüzden bütünsel yaklaşımlar hakiki olanı arama konusunda bize ışık tutacaktır. Burada kaba bir yaklaşımla mikro evrende yaşananlar esas alınarak hakikat arayışına girilsin dersek kaba anlamda bizler de bir indirgemecilik yapmış oluruz. Meramımız bu değil. Meramımız varlığın kendisini yalnızca görünürün sınırında değerlendirmemek. Bu sayede atom altı dünyadaki evrensel akışı, canlılığı, sezgiselliği de görebilmek. Tam da bu yüzden insanı inceliyoruz. Çünkü insan bilinci görünürün ötesini algılamaya da açık bir halde. Bilindiği kadarıyla da bilinciyle üçüncü yolu en güçlü hissedebilecek bir varlık. Bu sayede üçüncü doğayı yüksek bir anlam düzeyi ile yorumlamaya açık.

Bunun yanında biyolojik olarak dünyada var olan birçok bitki ve hayvan türlerini temsil etme avantajına sahip. Bu yüzden özellikle bilim tarafından ‘canlı’ olarak tanımlanan varlıkların iyi anlaşılması açısından insanı incelemek elzem bir hale dönüşüyor. Hücre yapısından ve oluşum sürecinden, geçtiği evrim basamaklarından yola çıkarak sırlar ardına saklanmış birçok gerçeği insanda incelemek mümkün oluyor. Bu durum insanın kendisini en büyük bilimsel laboratuvar haline getiriyor. Özellikle felsefede yoğun olarak ele alınan ‘kendini bil’ burada biraz daha anlama kavuşuyor. Belirtilen özellikleri insanı daha fazla kendini bilme çabasına sevk ediyor. Çünkü çok fazla uzaklara gitmeden de kendini bildiği ölçüde birinci doğayı da tanıyor. Birinci doğayı tanıdığı ölçüde de kendini tanıyor ve bu durumun muazzam dengesi sayesinde üçüncü doğanın kapılarını da aralıyor. Yeni bir bilinç düzeyine sıçrama olarak tanımlayabileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor.

Birinci ve ikinci doğanın bir arada varlığını sürdürüp ikisinin beraber bir ifadeye kavuştuğunu iyi anlayabilirsek üçüncü doğanın nasıl ortaya çıktığını da anlayabiliriz. İnsanı bilinen diğer varlıklardan ayıran diğer bir özellik de metafizik yaşayabilmesidir. Üçüncü doğanın bu denli güçlü bir tanıma kavuşmasındaki en büyük pay belki de bu. Çünkü metafizik yaşayan insan “üst insan” da diyebileceğimiz ve üçüncü doğaya dair olan toplum denen büyük akıl, ya da organizmayı meydana getirebilme yetisine sahip. Bu sayede varlığı sezme gibi bir özelliği ortaya çıkıyor ve sezdiği oranda beraber yaşamanın gücünü de hissediyor. Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimleri insanın metafizik yanlarından da beslenerek oluşuyor. İnsan türünün en önemli özelliği de bu olsa gerek. Bu yüzden bir sistem sorunu yaşanıyorsa bunun nedeni toplum denen organizmadan uzaklaştırma çabasıdır. Aynı hakikati ifade etme temelinde insan ve toplum birbirini karşılıklı olarak besler ve büyütür. Biri olmadan diğerinde anlama dair bir şey kalmaz. İnsanda gelişen esnek ve özgür zihniyet dünyası anlam arayışını da derinleştirir.  Evrende gelişen, özgürlük arayışı insanda dile bu şekilde gelir.

Sonuç olarak insan, atomların dizilişiyle, kendisinde biyolojik yapının tüm varlıklarından parça barındırmasıyla, toplumsal yapının en gelişkin haline sahip olmasıyla, metafizik yaşayabilmesi ve esnek-özgür bir zihniyete sahip olmasıyla hakikati arama yolunda güçlü bilgileri bize veriyor. Bunu yaparken dikkat etmemiz gereken nokta varlık olarak insanı evrenin merkezine koymamak. Bütün bu özellikleriyle görünürün ötesinde algılayabilen, yorumlayabilen bir insan gerçekliği düşünüldüğünde, devletin var oluşundan bu yana dayatılan iki yönlü bakış açısı da aşılmayı gerektiriyor. Yaşamın her alanına nüfuz etmiş bu bakış açısı hemen hemen her yerde iki yoldan birini tercih etmeye zorunlu bırakıyor ki, genel olarak zaten her ikisi de aynı anlayışa hizmet eden yollar oluyor. Bu yüzden üçüncü yol tanımlamalarımızda sanki iki farklı yol varmış da alternatif olarak üçüncü bir yol ortaya konuluyormuş gibi bir algı ortaya çıkmamalı. Aksine üçüncü yol başlı başına felsefi bir yaklaşımı gerektiren tek alternatiftir. Diğer çizgilerle aynı kulvarda bile değerlendirilemez.

 

Başka bir yol, başka bir yürüyüşü gerektirir

Bir rejim olarak hakikati yalnızca yeni bir yöntem önerisi olarak ortaya koymaktan ziyade yepyeni bir yaşam formu, zihniyet şekillenmesi olarak değerlendirmek, yaşam gayesi saymak önemli bir husus oluyor. Hakikatin yalnızca bir mefhum olarak ele alıp üzerine tartışma yürütmek dar olacaktır. Onu ‘gerçek’ denilenden ayıran temel özellik de burada açığa çıkıyor. Gerçek, algıladığımız kadarıyla, işin içine sezgileri katmadan gelişen bir yorum biçimidir. Oysa hakikatte durum biraz daha farklılaşıyor. Çünkü işin içine zaman, mekân ve öz sorunsalı da dahil oluyor. Eşyanın hakikatini nerede aramak, nasıl yorumlamak gerekiyor? Bunlar güçlü tartışılıp bazı paydalarda buluşulmadan rejim boyutunu tartışmak, anlamak, yaşamsallaştırmak çok daha zor olacaktır. Hakikatin geçmişten kopuk olmadığı su götürmez bir durumdur ancak, anlaşılması gereken temel nokta hakikatin yalnızca geçmiş tarihe gömülüp orada kalmadığıdır. Hakikat tüm zamanlara aittir. Kuşkusuz bir varlığı ifade edebilir, bir oluşu da vardır. Bu oluşun bir gerçekleşme zamanından da bahsedilebilir. Fakat hakikat “an” denilenin sınırsızlığında her yere nüfuz etmiştir. Onunla oynamak, değiştirmeye çalışmak insan türünü en çok tehdit edendir. Onu geçmiş tarihin herhangi bir zaman dilimine sınırlayıp orada yorumlamaktan ziyade, geçmişini bilmek, nasıl ortaya çıktığını değerlendirmek, şimdisini kavramak ve geleceğini sezmek de önemlidir. Rejim olarak kabul etmemizin altında yatan temel neden budur. Herhangi bir şeyin hakikatine dair yorum yapılacaksa onun varlığını, oluşunu ve zamanını iç içe değerlendirmek gerekir. Bunu an içerisinde nasıl bir bütünsellik ile ele alacağımız önemlidir.

Hakikati soyut, yaşamdan kopuk, bütünsellikten uzak ve tekil değerlendirmemek önemlidir. Çünkü yaşamın her anı onunla bir yürüyüş halindedir. Bu yürüyüş de insanda güçlü tanıma kavuşuyor. Tarih boyunca toplumsal yaşamı sürdürme konusunda sistem yaratmaya çalıştık. Doğal olarak akan nehir bir yerden sonra bir sapmayla çatallaşarak ‘devlet’ sürecini inşa etti. Bu süreçten sonra birçok şey doğallığından çıktı ve inşa edilmeyen tek bir gerçeklik bile kalmadı. Kendince büyüttüğü zihniyet bir süre sonra hakikatin yerine geçme çabasında olacaktı. Akışa dayanan, sezgisellik ile beslenen yaşam formları giderek belli kuralların boyunduruğuna girdi. Tarihin özgürlüğe akan ana nehrinde yaşanan bu çatallaşma varlığını sürekli devam ettirdi. Ancak hakikatin bir özelliği daha vardı. Hangi karşı çabalar sergilenirse sergilensin bastırılmayacak bir çağlayandı. Bu yüzden devletçi akıl insan hakikatine ket vurma çabasını sürdürse de insanların akış heyecanı, özgürleşme isteği hiçbir zaman bitmiyor, bitmeyecek de. Kendini aşma çabasında olan, merak eden, anlamak isteyen herkesin içinde çırpınan bir hakikat var. Fakat temel mesele onun bilinç düzeyine çıkarılamaması, ruhani bir durummuş gibi içte bir yerlerde kalması. Hakikat rejimi bir bütünselliği tanımlıyor aslında. Bilen, sezen, hisseden, yaşamın her alanına nüfuz etmesi gereken bir bütünsellikten bahsediliyor. Duygularıyla, ruhuyla, biyolojik olarak, zihinsel-fikirsel olarak ona dair olmayan her algı bir şekilde çatallaşmış nehrin öteki karanlığına doğru savruluveriyor. Bir hakikat insanının, bir bakış açısının, bir penceresinin olması gerekir. Pencere dediğimiz, var olanı daraltan bir durumu ifade etmiyor. Aksine var olan bütün dar ufukları genişletiyor. Zihniyet, bakış açısı, yorumlar, yaşam biçimleri, yaklaşımları, hisleri ve hatta mimikleri de ona dair olmayınca başka birinin gerçekliği yaşanıyor. Üçüncü yol yeniden bu pencereden bakabilmektir aynı zamanda. Mevcut olanı reddetmekle başlamak nasıl olur? Ret ile başlamalı her şey. Hakikat rejiminin retleri kabul ölçülerini de belirleyecektir. Önümüzde uzanan zamanları büyük düşler kurarak düşünebilmek belki böyle mümkün olabilir. Aksi halde savrulmanın kahredici hislerini yaşamaktan başka bir şey gelmeyecek elimizden.

 

Üçüncü Yolda Yürürken Yöntem Sorunu

Hakikat rejimi mevcut olanı reddeden, yeniyi yaratmak için yeni bir pencere sunan bir algı yaratıyor. Bu durum yöntem sorunsalını da kendi içinde taşıyor. Reddin yöntemi, kabulün yöntemini de belirleyebiliyor. O yüzden bir düşüncenin yöntemi de o düşünceye dair olmalıdır. Bir sistem düşlüyoruz, o sistemin penceresinin hakikat rejimi olduğunu belirtiyoruz. O halde yürürken atacağımız adımlar ile pencereden bakarken gördüklerimiz birbiriyle uyum halinde olmalı. Aksi halde yaratmak istediğimiz alternatiften ziyade mevcut olanın yedeği olma durumuna düşeriz.

Yöntem sorununun temelini beslendiği kaynak oluşturuyor. Tarihte var olan direnişlerin büyük çoğunluğunun yeterince başarılı olamamasının altında da bu yatıyor. İdealler doğru, ancak onlara yürürken kullanılan yöntemler ondan uzak olunca bir süre sonra karşıtına dönüşme ihtimali de oluyor. Büyük emeklerle verilen mücadelelerin, bedellerin boşa düşmemesi için bunun daha anlaşılır hale gelmesi gerekiyor.

Yöntemleri belirlemek kadar o yöntemlere dair yaşayabilmek de sorunun aşılması konusunda önemli bir yer teşkil ediyor. Öcalan yöntem için, “amaca ilişkin en kestirmeden götüren yol, sağduyulu yaklaşım biçimleridir” yorumunu geliştirirken buna atıfta bulunuyor. Yöntem, yaşamın kendisi olmalı. “Amaca götüren her yol mubahtır” sapmasından kurtulmak üzere tanıma “sağduyulu yaklaşım biçimleri” de ekleniyor. Çünkü sağduyunun kendisi de hakikate dair. Ondan uzaklaşmak ciddi bir yöntem sorunu yaşamak anlamına gelir ki yöntemin zaferi kesinleştirme konusunda en etkili alan olduğunu zaten biliyoruz. Yanlış yöntemlerle doğru sonuca gitme şansı yoktur. Ulaşılsa bile ulaşılmak istenen yere dair ciddi bir anlamsal gedik açmış oluruz ki bu da oluşacak olan yeninin kalıcı olmasını darbeleyecektir. Bir süre sonra tıpkı şu an kapitalizm illetinin verdiği gibi sürdürülemezlik sinyalleri verecektir.

Üçüncü yol, hakikat rejiminin penceresinden bakarak yürünebilir ve haliyle kendine has bir yürüyüş tarzı, yani yöntemi olmalıdır. Bu yöntem iyiyi, güzeli arayan, ona dair yaşamayı kendine huy edinmiş, ondan uzaklaşmamak uğruna bedel ödemeyi göze almış insanın yoludur. Yaşamda en yüksek anlam düzeyini aramayı ve onu yorumlamakla da kalmayıp ona dair yürümeyi gerektirir. Çünkü iddiası büyüktür. Çok büyüktür. Basit yaklaşımları, sıradan bir yaşamı, verili olandan kopamamayı kabul etmez. Bu yüzden yöntemleri de çok zengin ve çeşitlidir. Bütün bu zenginliğe rağmen hiçbir yöntemi de doğru, demokratik ve sosyalist değerlerle çelişmez, en ufak bir sorunu bile devrim sonrasına ertelemez, ona dair yöntemlerle anda çözmeyi esas alır. Bütün bu belirtilenler sonradan bir insan tarafından icat edilen düşünceler değil, insanın tüm zamanlarını kapsayan hakikatidir.

 

Çizgiyi Aşanlar

Olan ile olması gerektiğini düşündüklerimizi bir arada ortaya koymaya çalıştık. Ancak yöntem sorununa paralel olarak bu yöntemi uygulayacak güçlere de değinmek gerekiyor. Eskisi gibi bilmem kaç kutuplu dünya tanımlamalarını geride bırakalı çok oldu. Daha önce de bu konuda yorumlar yapılırken yanıldığımız olmuştu. Kutuplarla uğraşırken esası gözden kaçırma gibi bir hataydı bu. Dünyada bulunan hangi devletler arasında, hangi konuda çelişkiler var, çıkar savaşları nasıl gelişiyor gibi konularla uğraşırken esas savaşı gözden kaçırdık. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra ortaya çıkan tablo biraz daha netti. Ancak esas netlik özellikle 90’lar ile beraber filizlenmeye başlayan üçüncü dünya savaşı temelinde yaşandı.

İşin görünen yüzü halen devletler arasında çelişki yaşanması olsa da özellikle son yıllarda Ortadoğu’da ve dünyada gelişen halk ayaklanmaları esas savaşın devlet ve halklar arasında yaşandığını ortaya koydu. Bu esası gördükten sonra üçüncü yolun penceresinden olan bitenleri yorumlamak daha hakikate temas eden durumları gözler önüne serecektir. Öyle sanıldığı gibi dünyada devletlerarası bir kutuplaşma yok. Dönem dönem mevcut birinci çizginin, yani kapitalist modernitenin zihniyetini sürdürmede kimin hangi rolü alacağı konusunda sıkıntılar, çelişkiler yaşansa da durum pek de görüldüğü gibi değil. Eğer bir kutuplaşmadan bahsedilecekse bu kutupları devlet ve halk olarak tanımlamak daha yerinde olacaktır. Bu konuda birinci çizgi olan kapitalist modernitenin temsili ile ikinci çizgi olarak ulus-devlet statükoculuğu arasında yaşanan savaşı danışıklı dövüş olarak düşünebiliriz. Sahte çelişkilerle bir şekilde baskı altında tutulan, sömürülen, susturulan, bastırılan bir halk gerçekliği var. Hele de Ortadoğu gibi bütün politikaların kilitlendiği yerlerde. Burada halklar ve onları temsil eden direniş yapılanmaları bu iki çizgiden birini tercih etmeye zorlanıyor.

Yukarıda belirttiğimiz yaşamın her alanına sinmiş ikililerden birisi de budur. Birine karşı alternatif arayan diğer tarafa yaklaşıyor. Bir şekilde iyi niyetle ortaya konulan direnişler de var ancak anlaşılması gereken nokta ortada iki çizgi olmadığı. Bir çizginin iki yanılsamasının olduğu. Bizim üçüncü yol diye tanımladığımız yaklaşım biçimini bu yüzden onların yanına koymamakta fayda var. Yani sanıldığı gibi birbirinden farklı iki çizgi var ve biz bu ikisine de uymayan üçüncü bir yolu yürümek istiyoruz gibi bir sonuç eksik kalacaktır. Çünkü ortada bir çizgi var ve bu çizgi ulus-devlet statükoculuğunun, kapitalist modernitenin iktidar çizgisidir. Bir de tarihin derinliklerinden gücünü alan, halklarla beraber hakikatin tozlu patikalarında yürüyen demokratik toplum çizgisi. Bu yüzden “üçüncü yol” esasen insanı özüne kavuşturacak olan yoldur.

Üçüncü yol her şeyi yeniden değerlendirip, çözümlemenin ve mevcut olan her argümana karşı geçmişe, ana, geleceğe dönük hakikat rejiminin gücüyle alternatifler üretebilendir. Bu yüzden kurumsallaşmasının güçlü olması gerekir. Anarşistler, feministler, sosyalistler, demokratlar ve alternatif bir yaşam düşleyen herkesin yoludur. İktidarı bir hedef haline getirmeden dünyayı değiştirmeyi esas alır. İttifaklarını, anlaşmalarını, yol arkadaşlarını buna göre belirler ve değişen zamana, sürece göre kendisini sürekli yeniler. Ekonominin çarpıtılmasına karşı mücadele edilirken, kapitalizm tarafından ters yüz edilmiş ‘ekonomi’ esas anlamına kavuşurken üçüncü yolun yaklaşımları esas alınır. Yine kadının toplumdaki öncü rolüne kavuşması, gençliğin esas rolünü oynaması, eğitim programları, özerk yönetimler, kültürel soykırımlara karşı güçlü kültürel direnişler, sanatın hak ettiği yere taşınması, toplumun savunulması, toplumsallığın korunması, ekolojik bilincin oluşması üçüncü yolda yürümeyle mümkündür. Bütün bunları yeni ve kapitalizme dair olmayan, onu küçülten yaklaşım biçimleriyle gerçekleştirebiliriz.

 

Üçüncü Yol’da nesneleşmek yok

Non-düalist yaklaşım son zamanlarda daha çok tartışılıyor. Bir sistemi düşlerken, onun içerisinde nasıl rol oynamak gerektiğini düşünürken karşısında durulan sistemin yaklaşımlarını ekarte etmek için de hakikatin kendisi elimize çok büyük bir güç veriyor. Çıkıp “dünya düzeni, insanlar ve doğa hiç de bize dikte ettiğiniz gibi değil” demek çok zor değil. Üçüncü yol uzun zamandır bizi buna çağırıyor zaten. Hakikatin tek olduğuna dair her düşünce sistemi kendi doğrusunu ona yükleyerek yorumlar yapıyor. Oysa teklik ile birlik birbirinden çok farklı. Hakikatin doğası düşünülünce “hakikat birdir” yorumu önem kazanıyor. Yani evrende her varlık ‘birdir. Ancak her varlığın kendi ‘birlik ilkesinden de kopmadan oluşturduğu başka bir ‘bir’ olma durumu da vardır. Kendi özgünlüğünü yitirmez ancak dahil olduğu ‘bir’in ahengini de bozmaz. Bunu biraz daha somutlaştırılalım.

Bütün evren ‘bir’ dir. Bu evreni oluşturan sonsuz sayıda başka ‘bir’ler de vardır. Bu ‘bir’lerin özellikleri birbirinden farklıdır ancak evrendeki yerini de sekteye uğratmaz. Bu durumda bilindiği kadarıyla aykırı duran yalnızca insandır. O da devletin oluşumundan sonra… Şimdi örneği biraz daha yakına getirelim. Dünyada yaşayan herkes ‘bir’lik ifade eder. Yani insan ‘bir’dir. Ancak bu ‘bir’i oluşturan çok sayıda başka ‘bir’ler vardır. Ermeniler, Kürtler, Türkler, İngilizler, Fransızlar. Hepsi aynı ‘bir’ olan insanı oluşturandır. Ancak hepsinin birbirinden farklı dilleri, kültürleri, düşünceleri, kimlikleri vardır. Bu yüzden ‘bir’ kelimesini ‘tek’ kelimesine yeğliyoruz. Hepsinin bir araya gelip oluşturdukları insan gerçekliğinin yanında korumaları gereken özgünlükleri de vardır. Başta belirttiğimiz bir akış halinde olan ana nehirden çatallaşarak ayrılan devletçi-iktidarcı kol bunu sarsma çabasında oldu. ‘Bir’ diye bahsettiğimiz hakikati ‘tek’ olarak algılatmak istedi. Globalleşme denilen de bu oluyor. Dünyada her yıl direnilmediği için yok olan, entegre olan kültürler var. Bu durumun da temelinde özne-nesne ayrımı yatıyor.

Parçalanan, bütününden kopan, yani bağlı olduğu ‘bir’den uzaklaşan her şey güçten düşer. Spekülasyona açık hale gelir ve zamanla dejenere olur. İfade ettiği bir hakikat kalmaz. Bunun için sistemin en etkili yöntemi de özne ve nesneyi birbirinden ayırmak oldu. Bütün hakikat paramparça edilerek yalnızca özgünlük üzerinden yorumlanmaya çalışıldı. Madde-enerji, erkek-kadın,  beden-ruh, insan-doğa. Oysa hepsi aynı ‘bir’in iki faklı görüngüsüydü yalnızca. Erkek ve kadın insan ‘bir’inin iki farklı görüngüsüydü.

Hakikatten uzaklaştırma çabası evrensel bütünlük algısının yıkılmasıyla başlamış olabilir. Çünkü birbirinden ayrılan ‘bir’lerin birisi özne haline diğeri nesne haline getirildi ve nesneleşen üzerinde her türlü tasarrufun yaratılabileceği bir hale getirildi. Üçüncü yol bunun da ötesinde bir durumu ifade ediyor. Çünkü üçüncü yol bütünlüğü de, özgünlüğü de esas alıyor ve herhangi birini diğerine nesne haline getirmiyor. Bilime tanrı sözü gibi bakıp her şeyi ille de ona dayandırmaya inanmıyoruz ancak bilimsel dayanaklar da yok değil. Maddenin en küçük yapı taşı olan atomlarda (çok daha küçük parçalara da ulaşıldı) devinime bakılırsa bazı şeyler daha iyi algılanacaktır. Atom altında onlarca parçacık var ve her birinin işlevi, rengi, dokusu birbirinden farklı. Bütün bu renk cümbüşüyle beraber ortaya çıkardığı ‘bir’ atomun kendisi oluyor. Herhangi bir özne-nesne ayrımı yok. Toplum da böyledir. Renk cümbüşüdür ve şu an var olan düzen bunun tamamen yok olmasını istiyor. Üçüncü yol yeniden renk cümbüşüne yürümenin yolu oluyor.

Bu yüzden bir sistemi düşlerken bütün kapsamını, yürüyüş biçimini, yöntemini, yaklaşımını bir arada değerlendirip ona göre yürümek gerekiyor. Politik alanda da böyledir. Üçüncü dünya savaşının esasen devletler ve halklar arasında yaşandığını belirttik. Bu savaş ‘an’ içerisinde geleceğe çok büyük bir tesirde bulunuyor. Var olan yanılsama kutuplarının birinin yanında yer almak zorunda değiliz. Çünkü kutup olarak nitelendirilen ‘süper güçler’ , petrol zengini ulus-devletler, yerel statükocular bir bütünen özne-nesne ayrımına dayanarak yaşamını sürdürüyor. Bu yüzden dünyanın ihtiyacı olan tek şey var ki, o da üçüncü yolun sistemleşmiş ifadesi olan demokratik modernite.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.