Düşünce ve Kuram Dergisi

Sömürgecilik ve Irkçılıktan Kadın Devrimine Mi?

Dr. Mechthild Exo*

Giriş

Kadın – Adalet – Vicdan, bu makale için bana verilen üç anahtar kelimeydi. “Demokrası ve Adalet” bu sayının odağı olduğunuda öğreniyorum. Türkiye’de ilk kez “Demokratik Modernite” adıyla ümit vaat eden bir derginin varlığını öğreniyorum ve çok seviniyorum.

Üç terimle ne yaptım? Adalet, özgür bir toplum ve arzu edilen küresel sosyal yapı için temel bir ilkedir/prensiptir. Merceğimi özellikle Avrupa’nın tarihsel sömürgecilikte önemli rolüne yöneltiyorum. Sömürgecilik dünyayı, insanlar arasındaki ilişkileri radikal ve haksız değiştirdi. Bizi ve sosyal yapıyı hala derinden etkilemekte. Güç ve bilgi ilişkileri sömürgecilik tarafından şekillendirilmeye devam ediyor. Yeniden değerlendirme ve değişim için sorumluluk almalıyız. Bu devredilemez, ancak geleceği sosyal/toplumsal olarak şekillendirmenin bir parçası haline gelmelidir. Burada belirli bir vicdanı etikle ve etik-demokratik bir toplum inşa etme düşünceleriyle ilişkilendiriyorum.

Kadınlar arasındaki bağlantılar ve demokratik bir dünya kadın konfederalizminin yaratılması için, yani her yerde özgür toplumları hayata geçirmek için beni-bizi yönlendiren ve motive eden ütopya için, ırkçı alt bölümlere, Avrupa merkezli üstünlük düşüncesine ve birçok sömürge ve ırkçı katliyamları tartışıp/işleyip üstesinden gelinmeli.

 

Jineolojî’ye İhtiyacımız Var; Veya Sorunları Nasıl Çözmeli?

Büyük sosyal dönüşümlerin acilen gerekli ve mümkün olduğunu ve yeni bir bilim biçimine ihtiyacımız gerekliliğini varsayıyorum. Kapitalist ataerkilin mevcut iktidar ilişkilerinin radikal değişikliklere ihtiyacı var. 21.Yüzyılın kadın devriminin yüzyılı olacağına katılıyorum. Genel durum bir kriz içinde, ancak bu tür istikrarsızlık ve belirsizlik dönemleri aynı zamanda özgür ütopyaları gerçekleştirme şansı olan bir alan.

Mevcut egemen Kapitalist -ataerkil sistemi herhangi bir perspektif vermemekte. Artan toplumsal eşitsizlikler, doğanın ve biyolojik çeşitliliğin tahrip edilmesi, gitgide daha fazla savaş, geçim kaynaklarının tahrip edilmesi, dünya çapında bir tecavüz ve kadın öldürme sistemi üretiyor- bunlardan sadece birkaçı. Sorunları iyi anlamalıyız. Sorunlar nerede başladı? Sorunları nasıl çözebiliriz? Bildiğimiz şekliyle modern bilim, egemenliği sürdürmek için geliştirilen bir bilim sistemidir. Günümüzün vahim temel sorunları, yıkıcı koşullar bu bilimle çözülmez. Aksine, modern bilim mevcut krize katkıda bulunuyor. Bu, bilimin yeniden tanımlanması gerektiği anlamına gelir.

İhtiyacımız olan bilim, modern bilimden çok farklı. Bu yeni bilim gerekli değişiklikleri destekleyen sistem olmalı. Jineolojî, yeni kadın ve yaşam bilimi olarak Kürt (kadın) hareketinden önerilmiş ve geliştirilmiştir. Jineolojî, kadın devrimi ve nasıl özgür bir toplum inşa edilir sorularını yanıtlamamıza yardımcı oluyor. Jineolojî analiz eder, araştırır, bakış açılarını aktarır: Mevcut duruma nasıl geldik? Var olan sorunlar göz önüne alındığında ne yapabiliriz? Jineolojî, bilimsel cevaplar vermek ve alternatifler geliştirmek istiyor. Jineolojî, cinsiyetten bağımsız, ekolojik ve toplum temelli, demokratik toplumların gerçekleştirilmesine yönelik araştırma bilimidir.

İhtiyacımız olan bilim, modern bilimden çok farklı. Bu yeni bilim gerekli değişiklikleri destekleyen sistem olmalı. Jineolojî, yeni kadın ve yaşam bilimi olarak Kürt (kadın) hareketinden önerilmiş ve geliştirilmiştir. Jineolojî, kadın devrimi ve nasıl özgür bir toplum inşa edilir sorularını yanıtlamamıza yardımcı oluyor. Jineolojî analiz eder, araştırır, bakış açılarını aktarır: Mevcut duruma nasıl geldik? Var olan sorunlar göz önüne alındığında ne yapabiliriz? Jineolojî, bilimsel cevaplar vermek ve alternatifler geliştirmek istiyor. Jineolojî, cinsiyetten bağımsız, ekolojik ve toplum temelli, demokratik toplumların gerçekleştirilmesine yönelik araştırma bilimidir.

İhtiyacımız olan bilim, modern bilimden çok farklı. Bu yeni bilim gerekli değişiklikleri destekleyen sistem olmalı. Jineolojî, yeni kadın ve yaşam bilimi olarak Kürt (kadın) hareketinden önerilmiş ve geliştirilmiştir. Jineolojî, kadın devrimi ve nasıl özgür bir toplum inşa edilir sorularını yanıtlamamıza yardımcı oluyor. Jineolojî analiz eder, araştırır, bakış açılarını aktarır: Mevcut duruma nasıl geldik? Var olan sorunlar göz önüne alındığında ne yapabiliriz? Jineolojî, bilimsel cevaplar vermek ve alternatifler geliştirmek istiyor. Jineolojî, cinsiyetten bağımsız, ekolojik ve toplum temelli, demokratik toplumların gerçekleştirilmesine yönelik araştırma bilimidir.

Jineolojî yeni bir bilim alanı olarak, toplumun bilgisi ile bağlantılı/ilişkilidir. Özellikle kadın bilgisi ve dünya çapında sömürgeleştirilmiş toplumların bilgisi ile geliştirilmiştir. Modern bilim tasarımında bunların yeri yoktu. Jineolojî’nin bakış açısı ve yöntemleriyle çalışmak için birçok yeni şeyi tanımlamamız gerekiyor. En azından kadın olmak ne anlama geliyor? Çünkü referans noktası kesinlikle mevcut toplumun ataerkil kadını olmamalı. Tarihte geri gidecek olursak merkezi yaşam ataerkilden önce anaerkil yaşam tarzıdır. Sosyal yardım ve topluluk olduğunu, hiyerarşi, kontrol ve güç merkezli olmadığı görülüyor. Tarih boyunca Ataerkil zihniyetinin kadın kimliğini nasıl şekillendirdiğini buradan anlayabiliriz.

Bize ait olmayan nedir? Nasıl yaşamak istiyoruz? Nasıl olmak istiyoruz? Nasıl bir fark ile diğer kadınları anlayabiliriz, farklı boyutları: sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel, biyolojik ve diğerlerini de içerini içermek kaydıyla.

Bu yolu tercih ettiğimizde, erkeklerin buna karşı sergilediği anlayışı, erkekliği ve ataerkilliği tanıyabiliriz. Cinsiyet anlayışı Jineolojî tarafından kapsamlı bir şekilde sorgulanıyor. İki cinsiyet eksenli (düalizm) düşünce tarzını; kadın ve erkeklere dönük egemenlerin kategorizesini Jinelojî ataerkil bir yapı olarak ele aldığı için red ediyor. Bunun yerine cinsiyetlerin özgürce biçimlendirilmesi ve sosyal birlikteliğin güçlendirilmesi esas alınıyor. Jinolojî kendi kendimizi tanınabileceğimiz, baskın (dominant) olmayan ilişkiler üzerinde çalışma süreçlerini destekliyor. Bu yeni toplum bilimi bizim kendimiz olmamıza ve toplumla bağ kurmamıza arka çıkıyor.

Cinsler arası baskın ilişkiler aşmamız gereken temel bir sorundur. Bunun için de öncelikli olarak da kadın ve erkeğin ataerkil tarafından nasıl yaratıldığına bakmalıyız. Çünkü bu durum toplum ve doğayla kurduğumuz bütün ilişkileri etkiliyor. Yani toplumsal ilişkimizi yeni-iktidar ve dominantlıktan uzak[1]biçimde yeniden nasıl kuracağımıza dair sorulara odaklanmalıyız; ortaklıklar, dostluklar, diğer sosyal ilişkilerimiz, hatta doğayla ilişkilerimiz nasıl olmalı? Bu birlikte yaşam yani “Hevjiyana Azad” Jineolojî çalışmasının hedefidir.

Şimdi Almanya’dan ve Kürtlerle hiç bir ailesil bağı olmayan biri olarak yazıyorum. Bir feminist ve enternasyonalist olarak şunu görüyorum; Almanya/Avrupa’da feminist süreçlerin ortaya çıkması ve organize edilmesi Jineolojî tarafından zenginleştirilip, güçlendirilmeli. Çünkü burada feminist hareketler çıkmaz bir sokağa sapmışlar: Gereksimler devlet tarafından karşılanıyor ve kadın hakları da devletin amaçları doğrultusunda veriliyor. Bazı kuruluşlar tanınırken, cinsiyet çalışmalarında uzmanlaşma adı altında izole ediliyor. Meslek eğitimi olarak üniversitelerin tekeline dönüştürülüyor. 1970’ler, 1980’ler öncesine ait canlı, somut ve büyük değişimleri muştulayan büyük hayellerin bu tarzda hayat bulması mümkün değil. Feminist düşünceler en asgari formla asimle edilerek ortadan kaldırıldı.

 

Etik-Politik Toplum ve Adalet

“Hevjiyana Azad”ın hedefi olan özgür birlikte yaşamı esas alıyorum ve şunları soruyorum; birlikte yaşamla bağlantılı olarak vicdan ve adaleti nasıl hayata geçireceğiz? Sorumu somut olarak; bütün hareketlerin/inisiyatiflerin özgür ve demokratik toplum yolunda beslendikleri feminist örgütlenmeyi nasıl uyguladıklarına göz atarak yöneltiyorum.

Devletten değişim için umut beklemek, Avrupa’daki feminist hareketlerin durağanlaşma, asimilasyon ve böyle ele alınmalarından edinilen tecrübelerden dolayı hatalı olacağını işaret ediyor. 1994 yılında Chiapas Meksika’da Zapatista ile ilk devrimci hareket oluşmuş, devlet olmadan dünyayı değiştirmek için çalışmalara başlanmıştır. Temel demokratik alternatifler inşa ediliyor, sosyal yapılar derinlemesine devrimcileştiriliyor ve kadınların kurtuluşuna büyük önem veriliyor. Devlet iktidarını fethetmek söz konusu değil.

1990 yıllarında Kürt hareketinde de bir paradigma değişimi başladı. 2000’li yıllarında Abdullah Öcalan’ın cezaevi yazılarıyla görünür ve anlaşılması kolay hale gelen bir paradigma değişimi yapıldı. Devlet gücü veya ayrı Kürt ulus-devleti hedefi bir hata olarak değerlendirildi ve temelden yıkıcı bir güç olduğu içinde reddetmiştir. Toplum temelli tabandan demokrasi, her zamankinden daha büyük bir özgürleşme ve kendi kendine organize edebilen düşünce geliştirildi. Güç-saplantılı, devlet odaklı düşünme aksine, demokratik konfederalizm, bu yeni modelin adıdır. Ve etik-politik toplum tarafından karakterize edilir.

1990 yıllarında Kürt hareketinde de bir paradigma değişimi başladı. 2000’li yıllarında Abdullah Öcalan’ın cezaevi yazılarıyla görünür ve anlaşılması kolay hale gelen bir paradigma değişimi yapıldı. Devlet gücü veya ayrı Kürt ulus-devleti hedefi bir hata olarak değerlendirildi ve temelden yıkıcı bir güç olduğu içinde reddetmiştir. Toplum temelli tabandan demokrasi, her zamankinden daha büyük bir özgürleşme ve kendi kendine organize edebilen düşünce geliştirildi. Güç-saplantılı, devlet odaklı düşünme aksine, demokratik konfederalizm, bu yeni modelin adıdır. Ve etik-politik toplum tarafından karakterize edilir.

Şayet adalet ve vicdanın hayat bulmasına kafa yorarsak, sorumluluk alma ve politik-etik topluma çıkarız. Öcalan, etik çerçevenin belirlemesine neden olan siyasal toplumların red edilmesini vurguluyor, ona göre mevcut krizin nedeni burada yatıyor. İstikamet bütün toplumsal süreçlerin demokratikleşmesi ve toplumun bütün canlı alanlarının güçlendirilmesine doğru olmalı, örneğin; okulda, iş yerinde, kültürel alanlarda, üniversitelerde, köylerde, taşrada ve direkt veya dolaylı adaletsizliğin baş gösterdiği her yerde. Bütün toplumsal grupların/kimliklerin kendisini ifade etmesi ve etkin hale gelmesi için siyasal toplum demokratik siyasetle şekillenmeli.

Bu şu anlama geliyor: Şayet komşu evde bir kadın dövülüyorsa, veyahut sokakta ırkçı ayrımcılığa tanık oluyorsanız görmemezlikten/duymamazlıktan gelmeyin, bu durumları kişiselleştirin. Sayıları çok az olan kadın sığınma evinde bir yer bulmayı şiddete maruz kalmış kadın için bireyselleştirilmiş korunma seçeneğinden rahatsızlık duyun. Bunun yerine sahada, yaşam alanlarında sosyal ilişkileri değiştirerek, kadının şiddete uğraması ve aşağılanmasına insani ilişkiler boyutunda yerinin olmadığını gösterin, nihayetinde şiddet uygulayan erkeğin gerekli ve önemli kişisel değişime uğradığını göreceksiniz.

Bu şu anlama geliyor: Şayet komşu evde bir kadın dövülüyorsa, veyahut sokakta ırkçı ayrımcılığa tanık oluyorsanız görmemezlikten/duymamazlıktan gelmeyin, bu durumları kişiselleştirin. Sayıları çok az olan kadın sığınma evinde bir yer bulmayı şiddete maruz kalmış kadın için bireyselleştirilmiş korunma seçeneğinden rahatsızlık duyun. Bunun yerine sahada, yaşam alanlarında sosyal ilişkileri değiştirerek, kadının şiddete uğraması ve aşağılanmasına insani ilişkiler boyutunda yerinin olmadığını gösterin, nihayetinde şiddet uygulayan erkeğin gerekli ve önemli kişisel değişime uğradığını göreceksiniz.

Kişiliklerimiz kapitalist-ataerkili özellikler altında eziliyor, nihayetinde şiddet dolu, haksız sistem hayatta kalmaya devam ediyor. Böylelikle de tecavüz kültürü; kadınlara yönelik öldürmeler, tecavüzler, taciz, haklardan mahrum etme, hakaret biçimlerinde kalıcı hale geliyor. Yönetim/ üretim gücüne bağlı toplumun parçasıyız, kişisel avantajlar doğrultusunda başkasının rakibi olarak çalışıyoruz. Araba kullanıyoruz, uçak seyahatleri gerçekleştiriyoruz ya da Güney Afrika’dan getirilen yaban mersinini yiyoruz ve tüm bunların faturası doğa ve iklime kesiliyoruz. Karşılıklı üretiyoruz, bu sadece insanların birbirinden değil aynı zamanda insanı doğadan ayırıyor. Burada amacım kendimize yüklenmek değil, çünkü siyasal doğruluk ve suçlamanın çözüm olmadığını düşünüyorum.

Var olmanın gereği olarak toplumsal birlikteliğin sorunlarının mesuliyetini üstlenmek önemli. Kadın devrimi yolunda kişiliğimize yönelik geliştirdiğimiz eleştiriler kadar, toplumsal sorumluluğun gereği olarak uzun süredir meşru görülen eşitsizlik ve adaletsizlik üzerinde çalışma da hayati bir öneme sahiptir. Bundan dolayı adaletten ne anladığımıza birlikte kafa yormak zorundayız.

Kapitalist-ataerkil sistemin etkileri ve izleri üzerinde toplumsal sorumluluk ve kişisel çalışmaya dair global sömürgecilikten bir örnek vermek istiyorum. Avrupa ve Amerika’da liberal adalet teorileri hakimdi. Bu durum, küresel ilişkilerin tek yönlü şekilde ataerkil yaklaşıma meşruiyet sağladığı gibi, dünyanın güney cephesi kuzeyin yardımıyla, Avrupa ve Kuzey Amerika’da süregiden yaklaşımla gelişti. Kalkınma yardımları adalet düşüncesiyle gerçekleşti. Bununla da kolonyalizm sorunları ortaya çıkaran; güneyde yaşam uygulamalarını kapsamlı şekilde düşüren, talanı, şiddeti örtbas etti. Dünyanın güney cephesinde var olan adalete dair alternatif teorilerin de üstü örtüldü.

Burada tarihi sömürgeciliğin kişiliklerimize ve toplumsal yapılarımıza etkilerine de göz atıyorum. Almanya’dan Avrupalı beyaz bir kadın olarak perspektifler üretmeye çalışıyorum. Feminizimin hayat bulması, Avrupa’nın Demokratik Konfederalizm doğrultusunda değiştirilmesi için özellikle kolonyalizm üzerinde çalışılması büyük önem arz ediyor. Bundan dolayı sömürgecilik üzerindeki bilgileri olduğu gibi aktarmadan, onlardan biraz faydalanarak geçmişe gidiyorum.

 

Tarihsel Sömürgecilik ve Sonuçları

Sömürgecilik Avrupa’dan başlayarak dünyada son derece haksız şekilde köklü değişimlere kapı araladı, kaynağında zaten haksızlık vardır, çünkü insanları ırklarına göre bölmüştür. Bütün bunlar bugüne kadar teoride, bilimde, eğitimde, düşünce kalıplarında, dilde, kurumsal ve yapısal büyük etkilerde bulundu. Netice itibariyle de bu durum ırkçı etkiler, dıştalamalar, eşit olmayan yaşam şansları ve koşulları ortaya çıkarmış, bunların da ölümcül sonuçları olmuştur. Ayrıca göçmen rejimlerini, mültecilerin Avrupa yoluna tıkatılmasına, vatandaşlık hukukunu, sığınmacı-yabancı hukunu; temel ihtiyaçların, çalışma imkanlarının, sağlık, ev ve hareket özgürlüğünün eşit olmayan koşullarda dağılımını ortaya çıkarmıştır. Kurumsal ırkçılık örneğin eşit eğitim şansını engellemiş, günlük ırkçılık ise kendisinden olmayanları “ötekiler” olarak nitelendirerek dile yansımış; küçük düşürme, hakaret ve ayrımcılık süregelmiştir.

Kolonyalizmin başlangıcına 500 yıl önce yaşanan köklü değişimler tekabül eder; Avrupa homojen Hıristiyan bir iktidar bloğu olarak içerden yeniden dizayn edildi; bu amaçla da İspanya/Endülüs’de Müslümanlar ve Yahudiler soykırımdan geçirildi. Kadın büyük oranda ekonomik bağımsızlığı ve özgürce kullandığı yaşam alanlarından mağrum edildi. Ataerkil şablona, heteroseksüel küçük aile yapısına, ücret bağımlılığına vehayut bir erkeğin eline mahkum olmak istemeyenler/uymayanlar; kendi ayakları üzerinde duran kadınlar, şifa dağıtan kadınlar ve ebeler, kadın toplulukların zinde kadınları, yazan bütün kadınlar ve cinsiyetler baskı altına alındı, kara çalındı (ihbar edildi), tutuklandı, işkence edildi ve cadı denilerek yakıldı. Avrupa’da milyonlar olmazsa bile yüzbinlerce kadın bu kaderi yaşadı. İhbar edilme baskısı genelde korkuyu yaydı ve bu durum kadının kendi özünü kaybetmesine yol açtı. Bu korku yüzyıllarca yıl sürdü ve temel olarak bugün de hala var. Kilesinin otoritesini gösteren ortaçağın değil yeni çağın bir gelişmesiydi vuku bulan. “Cadılar” devlet mahkemelerinde yargılanıyordu. Erkeği özerk ve mantıklı düşünen canlı olarak lanse eden yeni bilimin temel anlayaşı kadına yönelik bu korkunç şiddet, bu feminizim üzerinde inşa edildi. Bu gelişme kilisenin ya da Tanrı’nın gerçekler ve bilgi edinme hakkı üzerindeki otoritesinin dağılmasını doğurdu. Yeni bilgi rejimine dönüşen bilim, gerçekleri ürüten tek otorite olarak nüfuz etti. Başka bilgi formları, diğer ilim irfanlar, tecrübeler büyük oranda bir erkek kuruluşu olan bilim tarafından silindi. Şifalı bitkileri, doğum kontrolü ve ebelik bilgisine sahip kadınlar “cadı” damgası yiyerek öldürüldü. Birçok bilgi ve tecrübe bu şekilde yok edildi. Hali hazırda üniveristelelerdeki tıp bilimi bu bilgiden mahrumdur. Buralarda ataerkil çıkarlar doğrultusunda erkek bilim insanları erkek bedenler için araştırmalar yaparken, kadın sağlığı için gerekli medotlar ve çareler eskiden olduğu gibi şimdi de eksik.

1492 yılında Amerika’nın işgal edilmesiyle iş başı yapan kolonyalizm, insanlığı hiyarerşik yapılara bölerek; uygurlaşmış Avrupalılar bütün yöntemlerle diğer kıtaların yağmalamayı kendine hak gördü. Diğer yandan bağ kurulmayan insanların bu bölümü, dünyanın geri kalanına kendi düzenini dayattı. Avrupalı olmayanların hiçbir hakkının olmadığı, şiddete başvurulmadan hak sahibi olunmayacağı düşünüldü. Avrupa’da şöyle bir tartışma da almış başını gidiyordu; bu “barbarların” bir ruhu var mı, bunlar gerçekten insan mı? En vahşi yöntemler “insan olmayan” bu kesimler üzerinde denendi. Amerika’nın işgali ve altınların yağmalanması sürecinde yerli halkın yüzde 90’ını soykırıma tabi tutularak yok edildi. Yerelde iş gücü açığı ortaya çıktığı için de Afrika’dan Amerika’ya milyonlarca insan kaçırıldı, köle olarak gündelik işleri yapmaya zorlandı. Satış listelerinde “son dereci karlı ürünler” olarak adlandırılan ve köleliştirilen insanlar, insanlık dışı koşullarda; haftalarca süren gemi yolculuklarında taşındı ki, bu “yüklerin” üçte birinden fazlası nakliyat sırasında hayatından oldu. Amerika’da, Afrika’da ve dünyanın diğer kesimlerinde demokratik toplum sistemleri, anaerkil yaşam formları, var olan ekonomik biçimler, bilgi sistemleri gibi çok şey yıkıldı. Aynı zamanda doğa da yağmalandı ve ekolojik denge tahrip edildi. Kadın müzakere edilecek kişi olarak görülmezken, şiddete başvrulmadan çocukla kurulacak ilişki ilkel ve medeniyet dışı sayıldı. Hayatta kalan yerlilelere sömürgeciler ataerkil cinsiyetçi roller dayatırken, çocukların şiddet medotuyla eğitilmesi istendi.

 

Almanya ve Sömürgecilik

Almanya’da sömürgecilikten sözü edilmesi oldukça yeni ve söz edenler de bunu tereddütlü yaparlar. “Biz Almanlar kolonyalizm sürecine tam olarak katılmadık” savıyla büyüdük. Güya Almanya’nın zaten birçok sömürgesi yoktu ve olanlar da kısa sürmüştü. Bütün emperyalist iktidar ve suçlu büyük sömürgeciler; İspanya, Britanya, Fransa gibi ülkelerindi, bizim öyle büyük suçlarımız yoktu.

Afrika’da “Berlin” denildiğinde akla sadece Almanların başkenti gelmiyor, aynı zamanda; çatışma ve problemlerin derinleşmesine yol açan, kültürel ve etnik toplumların ekonomik ilişkilerini parçalayan, yapay sömürge sınırlarını belirleyen bir yeri de ifade ediyor. Bütün Afrika kıtasında sömürgeci güçler arasındaki sınırlar 1884 yılında Berlin’deki Afrika Konferansı’nda cetvelle çizildi. Almanya Afrika’nın birçok bölgesinde sömürge bölgeleri elde ederken, bugünkü Namibya’ya tekabül eden Alman-Güneybatı Afrika bölgesinde adına “Koruma Birlikleri” denilen Alman ordusu 1904-1908 yılları arasında Herero ve Namalara yönelik bir soykırım gerçekleştirdi. Soykırımdan önce 80 bin Herora’nın yaşadığı bölgede 1911 yılında yapılan sayımda bu sayının 15.130’a kadar düştüğü tespit edildi, 3 bini de İngilizlerin sömürge bölgesine kaçarak canını kurtardı. Alman[1]Güneybatı Afrika bölgesi bir sömürge modeli olarak görülüyordu. Daha sonra geçmişte yaşananların soykırım olarak kabul edilmeden veya bir özür dileme olmada Almanya Nambiya ile güçlü kalkınma ilişkisi kurdu ve bu durum birkaç yıl öncesine kadar sürdü.

Sömürgecilik Alman toplumunu da değiştirdi. Sömürgedeki alt yapılar; üretim ve satış pazarlarına, koloninin iş bölümlerine göre kuruldu. Sömürge topluluklarındaki bilimsel araştırmalar ve propaganda çalışmaları; emperyalist gereksinimlerine göre bir sömürge aygıtı olan İmparatorluk Sömürge Dairesi ile Sömürge Birlikleri tarafından yürütüldü.

ömürge bölgelerine yerleşen Alman göçmenler desteklendi. Buralardaki efendileri temsil eden Almanlık güçlendirildi, yerli halklarla kültürel ve evlilik ilişkileri kurulmasına, onlardan çocuklar dünyaya getirilmesine izin verilmedi. Bundan dolayı sömürge bölgelerinde Alman kadınlarının görevi Alman kültürünü korumak, “saf ırkı” sağlamaktı. “Alman Sömürge Topluluklarında Kadın Birliği”nin görevi genç, bekar ve evliliğe uygun kadınları sömürge bölgelerine götürüp tanıtmaktı. Bu birlik, 1911 yılında Alman Kadın Hareketi’nin parçası oldu. Kadın Hareketi’nin büyük bölümü kolonyalizme arka çıkarak, sömürgeciliğin sivil ayaklarını oluşturarak meşrulaştırılması çabası içindeydi.

Kadınların katılımıyla güya sömürgecilik “daha insancıl” bir hal alacaktı. Evlilik kabiliyetine sahip kadınların hizmet amaçlı gönderilmesinin ardından, kadınlar için sömürge okulları kuruldu. Bu planın gayesi de sömürge bölgelerine eğitimin götürülmesiydi. Alman kadınlarının sömürgelerdeki faaliyetleri oralardaki vatandaşların ana vatanla kopmamaları için bir köprü rolünü oynadı.

Kadınların katılımıyla güya sömürgecilik “daha insancıl” bir hal alacaktı. Evlilik kabiliyetine sahip kadınların hizmet amaçlı gönderilmesinin ardından, kadınlar için sömürge okulları kuruldu. Bu planın gayesi de sömürge bölgelerine eğitimin götürülmesiydi. Alman kadınlarının sömürgelerdeki faaliyetleri oralardaki vatandaşların ana vatanla kopmamaları için bir köprü rolünü oynadı.

1974 yılında gerçekleşen yasal değişiklikle kadın birliği dahil sömürge toplulukları ortadan kaldırılırken, kadın birliği sömürge bölgelerinde hak iddiasını sürdürmeye devam etti. Bu amaçla kadın birliği propaganda faaliyetlerinde bulundu, gösteriler organize etti. “Sömürgelerin çalınması” 1919 yılında toplanan 3,8 milyon imzayla protesto edildi. Nostalji amaçlı sömürge bölgelerindeki şehirlerin isimleri caddelere ve okullara verilerek Alman sömürge girişimleri bugün hala canlı tutuluyor. Üstüne üstlük sömürgeciliğe öncülük edenler, köle tacirleri ve soykırımda payı olan suçluların isimleriyle anıtlar dikiliyor. Alman müzeleri aralarında sömürgelerde öldürülenlerin kafa taslarının da bulunduğu sömürge bölgelerinden çalınan birçok kültürel eserle dolu.

 

Feminist Örgütlenmede Irkçılığı Tartışmak

Almanya’da ırkçılığı gündeme getirmek oldukça zordur. Irkçılık ve ırkçı ideoloji Alman Nasyonal Sosyalist Faşizmi ile eşdeğer görülmesine rağmen uzun bir süre, sadece bazı istisnalar dışında, yabancı düşmanlığından hiç söz edilmedi. Ayrıca ırkçılık karanlık geçmişten veyahut aşırı sağcı grupların fikirlerinden ayrı tutuldu. Topluma çöreklenen ırkçı düşüncenin sürekliliği ve uzun tarihiyle yüzleşme gerçekleşmedi. Günlük hayatın içinde yaygın biçimde vuku bulan ırkçılığı görmek, egemenlik kültürünü tanımak, bunları eleştirmek, bilince çıkarmak hala uzak bir ihtimal olarak görülüyor.

Feminist hareketin “altın çağı” olarak görülen 1970’ler, 1980’ler, hatta 1990’lı yıllara kadar siyah kadınlar, “Üçüncü Dünya Ülkelerinin Kadınları” olarak dominant beyaz feministlerle eşit görülme mücadelesi veriyordu. “Siyah kadın”ların (Women of color-WoC) yaşam koşulları ve özgürleştirme konseptleri batıdaki feminizm tarafından kabul görülmüyordu. Irkçılık tecrübesinde ve sürdürülen ırkçılık karşıtı mücadelede “Siyah kadın”ların (Women of color) hayat bulma şansı yoktu. “Siyah kadın”ların çıkış koşulları, imkanları ve fırsatlar beyaz feministlerle aynı değildi. Onlar sadece kadın oldukları için ayrımcılığa uğramadı. Beyaz Alman ve feminist kadınlar; kendi kendini motive edecek, ayakları üzerinde durabilecek şekilde, ırkçılık ve Avrupa’yı merkez görme fikriyle yüzleşmede henüz işin başında. Irkçı semboller, yapılar, yasalar, pratikler, eşitsizlikler ve haksızlıklar üreten Almanya ve Avrupa’nın sömürge geçmişi üzerinde çalışma eksik. Her ne kadar yaklaşımımız başka olsa da feminist buluşmalarımız ve gruplarımız sıklıkla daha çok beyaz kaldığını düşünme, bizi şaşırtmamalı.

Bu tespit kesinlikle başkasını suçlama anlamını taşımıyor, böyle bir yaklaşım ırkçılığı aşmamıza yardımcı olmayacaktır. Önemli olan politik bir özne olarak ırkçılık için etik-siyasal toplumsallığında sorumluluk üstlenmektir. Irkçılık hepimizi içine çekiyor, hiç kimse tam olarak ırkçı düşünce kalıplarından ve yaklaşımından arınmış değil. Şüphesiz bu durum kasıtlı değildir, bile bile sergilenmiş bir pratik değildir, çünkü içimize çöreklenmiş/dallanmış-budaklanmış dominant (baskın) yaklaşımları öyle bir çırpıda tanıyamayız. Kökleri yüzyıllardır sömürgeciliğe dayanan ırkçılığı iyi anlamamız gerekir.

Buna sadece sömürü bağlamında bütün şiddet formları kullanılarak toplumları değiştiren ırkçılık değil; aynı zamanda sosyal, ekonomik, kültürel, bilimsel ve siyasi alanlarda Avrupa’daki sömürgeci egemen toplulukların alt yapısı da dahildir. Irkçılık konusunda kendimizi eğitmeliyiz. Irkçılığı bir konu başlığı olarak ele almamalıyız, bu mevzu “ırkçılık mağdurları” kadar herkesi ilgilendiriyor. Herhangi bir gerekçe veya “mağdurların” talibi olmaksızın ırkçılık, biz beyaz feministlerin gündeminde yer almalı. Avrupalı kadın hareketlerin geçmişte sergilediği ırkçılıkla baş etmek zorundayız. Bu aramızdaki farklılıkları, buluşma noktalarını, baskıcı yaklaşımları analize etmemize ve bu temelde birbirimiz arasındaki bağları güçlendirmemiz anlamına da geliyor. Amerikalı kadın şair Pat Parker’in 1960’lı yıllarda sarf ettiği “Benim siyah olduğumu unut, benim siyah olduğumu asla unutma” sözü gibi. Hem cinsi olan arkadaşının durumunu öğrenmek isteyen beyaz bir kadın için bir öneriydi bu. Kadınlar arasında eşit ilişki arama ve kurma girişimi dahil; tecrübe dünyamızda fark gözeten, kök salmış ayrımcı yaklaşımlar asla unutamamalı.

Yavaşız – Diğer Kadınlar Bizi Bekliyor Kadınlar, lezbiyenler, trans ve inter kişiler, queerler (kuir) dünya çapında femizim (kadın cinayetleri) ve diğer ataerkil şiddet şekillerine karşı alanlara indiler. Küresel kadın grev hareketi her geçen yıl daha da güçleniyor. Yerli hareketler kendilerini, yaşam alanlarını ve doğayı korumanın yanı sıra hayatta kalmak için haklarını ve kendi kaderlerini tayin hakkını elde etme mücadelesi veriyor. Dünyanın birçok yerinde sosyal ve demokratik hareketler; sömürü düzeninin yıkılması ve toplumsal demokratik sistemin kurulması için, sömürü düzenini ekonomik, siyasal ve epistemik[1] açıdan sürdüren egemen iktidar anlayışı ve artan faşistleşmelere karşı mücadele ediyor.

Despotlara, sosyal dışlamalar ve haksızlara karşı ayaklanmalar nadiren başarılı oluyor. Sadece geçtiğimiz yıl “Black Lives Matter”[2] protestosu dünya çapında ün saldı, halbuki bu hareket sömürgeleştirme, köleliştirme, öldürme, tutuklama, dışlama gibi insan hayatını tehlikeye atan ırkçılığa karşı geçtiğimiz yüzyıldan bu yana mücadele ediyordu. Dünya Ticaret Örgütü’nün yıkıcı etkilerine karşı gerçekleşen uluslararası bir konferansta yerli bir kadının şu çıkışını çok iyi hatırlıyorum: “Uzun bir süredir bizler bunların farkındayız, fakat beyaz kız kardeşlerimiz bunları görmüyorlardı, fark edemiyorlardı. Üstelik bizi de dinlemiyorlardı. Beyaz kız kardeşlerimizin bizi anlamlarını bekledik.” Bu sözler tecrübe, birikim, hüzün ve umutla dolu olduğu kadar sabrı ve işin acileyetini gözler önüne seriyor.

Bizde ve kadınlar arasında sömürgeciliğin devamı olan egemen yaklaşımlar ve ırkçılık burada sözüne ettiğimden daha fazla. Buradaki gayem etik sorumluluğun anlamını ve adalete farklı perspektifler sunmaktı. Hem tarihteki hem de şu anda mevcut olan Avrupa merkezli sömürgeci ve ırkçı baskı anlayışı da bana göre vicdanın bir parçası olarak ela almalıyız, burada da politik ve etik sorumluluğumuza gereksinim var. Politik-etik toplumsallığın bir gereği olarak kadın/lesbiyen/inter/non-binary/trans/queer organizasyonların özerkliğini elde etmesi için; kendi kendisini örgütleyen organizasyonların ilişkisinin güçlendirilmesi önemli, böylelikle baskıya karşı verilen direnişin tecrübe paylaşımı mümkün olacak. Bir bilim olarak Jineolojî böyle bir yüzleşmeyi sağlayıp üstesinden gelmemiz için bize yöntemler ve perspektifler sunuyor.

Bence nasıl ki sömürgeciliğin yüzyılı toplumumuzu değiştirmişse ve hayat koşullarımızı ırkçılık temelinde yapılandırmışsa, adalet ve vicdan da etik-siyasal toplumsallık çerçevesinde ele alınmalı. Sömürgeciliğe yerleşmiş olan ırkçılığın tarihi kökleri üzerindeki çalışmak, bunları tam olarak mevcut feminist/kadın hareketlerine yansıtmak ve Avrupa merkezciliğin, neo-kolonyalizmi; bugünkü siyasal, eğitim süreçleri ve pratiklerinde görülen ırkçılığın eleştirisini yapmak sahadaki kadın organizasyonları ve Dünya Demokratik Kadın Konfederalizmi’nin temelini oluşturuyor. Yoksa merak ve sabırlı gözlerle bekleyen dünyanın güneyindeki insanların, kadınların gözlerine nasıl bakacağız?

Siyah lezbiyen feminist Audre Lorde şöyle diyor: “Burada, yıkımı hiç umursamayan, fakat hayatta kalmak isteyen ve beyaz ırka mensup olmayan bir kadın olarak konuşuyorum.[…] Öfkemiz de dahil olmak üzere uğrunda mücadele ettiğimiz her gücü, tüm kız kardeşlerimizin özgürce serpilebileceği ve çocuklarımızın sevebileceği bir dünyayı birlikte oluşturmak ve birlikte şekillendirmek için kullanıyoruz. Farklılıklarla ve bir başka kadının mucizeleriyle temasımızın ve karşılaşmamızın gücünün, nihayetinde yıkım açlığını aştığı bir dünya. Siyah kadınların öfkesi kör, insanlık dışı şiddete dönüşmez. Mevcut tüm araçları kullanmazsak, hepimizi yok etmeyi amaçlayan şiddet: Yaşamak ve çalışmak istediğimiz koşulları gözden geçirme ve yeniden belirleme gücümüz. Geleceği ve dünyayı yeniden düşünmek ve yeniden şekillendirmek için, acıyla –öfke üstüne öfke biriktirerek- ve emekle -taş üstüne taş koyarak- sahip olduğumuz gücümüz: Farklılıklarla döllenmiş bir gelecek ve kararlarımıza ve adımlarımıza destek çıkan bir dünya. Tüm nesnelleştirmelerden ve suçluluk duygularından azade -yüz yüze- tanışabileceğimiz bütün kadınlara hoş geldiniz diyoruz.”[3]

*Yazar hakkında; Her ne kadar bakış açım bağlı olduğum Almanya Jineolojî Komitesi’nden etkilenmiş olsam da burada bir şahıs olarak görüşlerimi yazıyorum. Ayrıca Brüksel Jineolojî Merkezi üyesiyim ve Almanya’daki Emden/Leer Yüksek Okulu’nda Sosyal Çalışma ve Sağlık Bölümü’nde uluslararası gelişim ve cinsiyet çeşitliliği alanında öğretim görevlisiyim. Afganistan’da yerel siyasi organizasyonlarla araştırma metodolojisinin sömürgeci bakış açısından arındırılması konusu ile barış inşasını konsept ve teorisine dair önemli çalışmalar yaptığımı düşünüyorum.


[1] Bilginin batıda üretilip doğu uygulanmasını öngören yaklaşım kast ediliyor

[2] Siyahların Hayatı Değerlidir

[3] 1983, Öfkemizin Faydaları

 

 

Almancadan Çeviren: Gülay Akdemir

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.