Düşünce ve Kuram Dergisi

Yerel Bölgesel ve Küresel Birlik Arayışı ve 3. Yol

Av. Emran Emekçi

Sınıfsız ve devletsiz en uzun süreli toplumlar tarihi boyunca toplumlar kendi doğal toplumsal işleyişi içinde, emek ve üretimi kutsayan öz zihniyetine, politika ve ahlakına göre ihtiyaç duyduğu ölçüde kendine özgü birlik modelleri geliştirebilmiştir. Kendisine yararlı olanı totem olarak kutsayıp etrafında sağladığı klan birliğinden tutalım, çoğalan klanların da kendi aralarında tapınak etrafında kabile birliğine, nihayetinde ana-tanrıça tapınağı etrafında gerçekleşen kabileler arası birliklere kadar hepsi, toplumsal gelişmenin doğal ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak tüm bu doğal toplumsal birlik aşamalarının bağrında taşıdığı birliği parçalayıcı, dağıtıcı öğeler (özel mülkiyet, hiyerarşi, iktidar, sınıf nihayetinde devlet) olsa da bunlar, MÖ 2000’lere kadar başat hale gelmemiştir. Başat hale gelebilmeleri aldatıcı mitoloji ile toplumun o güne kadarki emeğe, üretime, icatlara kutsallık yükleyen öz zihniyeti-mitolojisinin ters yüz edilerek yerine emir veren tanrı kral (egemen sınıf) kutsallığı-aldatıcı mitolojisinin ikame edilmesiyle başlar. Ardından toplumun o güne kadarki doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikası yerine sınıf bürokrasisi ve toplum ahlakı yerine devletin zora dayalı hukuku ikame edilerek sınıf-iktidar-devlet hegemonyası tamamlanır. Bu gelişme klan ve kabilelerin o güne kadarki doğal ahlaki-politik birliğini dağıtma işlevi gördüğünden direnişlerini de beraberinde getirir. Klan kabileler giderek aşiret formunda birleşerek daha da üst birlikler olarak aşiretler konfederasyonu tarzı birliklerle sınıf-devlet saldırılarına karşı kendini korumaya almaktadır. Bu temelde İlkçağda sınıf-devlet eksenli Tanrı-Kral evrenselciliğine karşı toplum eksenli Zerdüştlük gibi ahlaki ve İbrahim tarzı dini evrensellik deneyimi yaşandı. Ortaçağda ise sınıf-devlet eksenli Roma köleciliğine karşı ezilenlerin sosyal hareketi Hıristiyan evrenselciliği ve tüm farklı kavimlerin eşitliğine, kardeşliğine dayalı İslam ümmetçiliği, Yakınçağda ise ulus-devletlere dayalı kapitalist enternasyonale karşı toplum eksenli sosyalist enternasyonal deneyimleri yaşandı. Ancak başlangıçta toplum eksenli gelişen tüm bu evrensellikler giderek sınıf, iktidar ve devlet eksenine kayıp yozlaşarak kavmiyetçilik ve milliyetçiliklerin aracı haline geldiklerinde yerel, bölgesel ve küresel çapta birliği sağlama iddialarını da kaybettiler. Üçüncü yol, özellikle son iki yüz yıla damgasını vuran kapitalist modernitenin ulus-devlet eksenli sağlı (BM) ve sollu (Birinci, İkinci, Üçüncü ve devamı) enternasyonallerinin başarısızlığından çıkarılan derslerle kapitalizme karşı mücadelede başarıya götürecek tikel ile evrensel bağını doğru temelde kurma ve uyumunu sağlama arayışının ürünü olarak ortaya çıktı.

19. yüzyılın ortalarında K. Marks ve F. Engels liderliğinde kurulan Komünist Birlik, kapitalizme karşı toplum eksenli ilk enternasyonal örgütlenme veya partiydi. Kapitalizmin bunalımından ancak işçi sınıfı öncülüğündeki toplumsal devrimlerle çıkılacağına inanılıyordu. Dolayısıyla başlangıçta dar anlamda sadece işçilerin birliği değil, işçiler de dâhil kapitalizmle çelişkisi olan tüm toplumsal kesimlerin birliği adına yola çıkıldı. Nitekim Komünist Birliğin kararıyla K. Marks ve F. Engels’e yazdırılan ve 21 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto ile hedef, dar anlamda sınıf eksenli proletarya diktatörlüğü değil, net bir şekilde toplum eksenli “sınıfsız ve devletsiz bir toplum ve dünya düzeni yaratmak” olarak belirlenmişti. Bizzat Marks, o yıllarda sınıf ve devlet eksenli Hegel sistemini baş aşağı ettiğini söylemiş, devletin sönümlenmesi gereğine işaret etmiştir. Bu bakış açısıyla Marks, Hegel’in tavandan esas aldığı sınıf ve devlet eksenli evrenselciliğine karşı tabandan sınıfsız toplum esasına dayalı komünleri esas almaktadır. Komünlerin işleyişine damgasını vuran da doğrudan demokrasi esasına dayalı yönetimdir. 1871 Paris Komünü, net bir şekilde doğrudan demokrasi esasına dayalı yönetim modelini uygulamaktadır. Hakeza öncesindeki 1848 devrimleri de tabandan doğrudan demokrasiye dayalı yönetim ve demokratik konfederasyonlar tarzı örgütlenmelere dayanmaktadır. Zaten 19. yüzyılın son çeyreğine kadar tüm Avrupa’yı etkisi altına alan ve 1848-71 devrimlerine de damgasını vuran esas olarak kent ve köy emekçilerinin doğrudan demokrasi tarzında icra edilen demokratik konfederasyon eğilimleriydi. Ancak 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü yenilgisi ardından toplum ve doğrudan demokrasi eksenli demokratik konfederasyon eğilimi açıkça gerici sayılarak bundan sonra sınıf (proletarya diktatörlüğü) ve ulus-devlet eksenli (Alman ulus-devlet modelinin benimsenmesi ve sanayi burjuvazisiyle ittifak) eğiliminin esas alınacağı açıkça ilan edildi. Bu eğilim dolayısıyla eksen kayması revizyonizm tartışmalarıyla iç içe ulus-devleti ve proletarya diktatörlüğünü esas alan Birinci, İkinci ve devam eden enternasyonallerin başarısızlığını da beraberinde getirdi.

Birinci Enternasyonal çalışmaları (1867-1876), 1848-71 toplumsal devrimlerinin yenilme sürecine tekabül etmektedir. Bu süreçte merkezi ulus-devletten yana tutum alınması ve bunun açıkça ilan edilmesi, revizyonizm eleştirisinin de başlangıcı oldu. Ardından İkinci Enternasyonal’in ilanı (1889-1916)’da ulusal şovenizmin gölgesi altında gerçekleşti. Bu süreçte Avrupa çapında kapitalizme isyan halindeki oldukça güçlü kent ve köy emekçilerinin demokratik konfederatif oluşumlarının gerici ilan edilerek işçi sınıfı için temel mücadele çerçevesinin Alman merkezi ulus-devleti olarak benimsenmesi, hatta Alman sanayi burjuvazi ile ittifak edilerek merkezi ulus-devletin açıkça desteklenmesi sonraki zincirleme hataların da temeli oldu. 1919’da yenilenen ve kapitalist sistemi devrimle devirme amacına yönelik Üçüncü Sosyalist Enternasyonal’de (1919-1943), İkinci Enternasyonal gibi ulus-devlet çözümsüzlüğünü aşamayıp içten tasfiyeyi yaşadı. Aslında Lenin başlangıçta proletarya diktatörlüğü hatasını fark etti, demokrasi olmalı, “Sosyalizme giden yol demokrasiden geçer” dedi. Bu yönlü işlev gören Sovyetler olarak adlandırılan meclisler tarzı doğrudan demokrasi birimleri, devrim sürecinde önemli işlevler yerine getirdi. Ancak devrimden sonra Lenin de devlet ve demokrasi sorunundaki çıkmazı aşamayınca, sosyalizmi ulus-devlet ve iktidar eksenli proletarya diktatörlüğüyle tarzında inşa etme yoluna saptı. Ardılları da bu yolun en katı uygulayıcıları olmaktan öteye gidemedi. Bu süreçte Stalin de Wilson da ulusların kendi kaderini tayin hakkını ulus-devlet kurma olarak tanımlıyordu. Açık ki Wilson ulus-devletlere dayalı kapitalist enternasyonalin sağını, Stalin de solunu temsil ediyordu çünkü her ikisi de ulus-devlet eksenliydi. Dolayısıyla başından beri kapitalist modernite sisteminin temel sacayağı olan merkezi ulus-devlet sistematiğini aşamayan birinci ve ikinci enternasyonallerin başarısızlıkları ardından üçüncü enternasyonalin 1930’larda geliştirmek istediği emek, halk ve anti-faşist cephe deneyimleri de demokrasiye pek bir şey kazandırmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş döneminde ister liberal temsili demokrasi isterse reel sosyalist sözde halk demokrasisi (özünde parti-devlet bürokrasisi), her ikisi de toplumun hatta işçilerin söz ve karar yetkisini dışlamakla doğrudan demokrasinin inkârıydılar. İki kampın da yaptığı, hegemonya savaşlarını sahte demokrasi söylemleriyle örtmekti. Sonuçta demokrasi, iki kampın hegemonik mücadelesine kurban edildi, olan doğrudan demokrasiye oldu, gerçek demokrasi güme gitti. Sonuç, ulus-devlet içinde erime ve 1990’larda çöküşünü resmen ilan etmek oldu.

 

Sorun Yaratan Bir Zihniyetle Sorun Çözülemez

Reel sosyalizmin kapitalist moderniteyi ve onun temel sacayağı olan ulus-devleti aşma ve alternatifini yaratma yerine sistemin solu konumunda kalarak 1990’larda çöküşünü ilan etmesi aslında ulus-devletlere dayalı sağ enternasyonalin (BM) de çöküşüydü. Çünkü her iki yol da ulus-devlete çıkıyordu. İki yanlış bir doğru etmiyordu. Her iki yolun da dayandığı ulus-devlet, zihniyet ve yapılanma olarak çoklu birlik veya farklılıklar içinde birlik esasına dayalı toplum doğasına aykırı olduğundan gerçek birlikle alakası olmayan, 19. yüzyılda kapitalist hegemonyanın dünya çapında yaygınlaştırılması için icat ettiği bir böl-yönet aracıydı. İngiltere o zamanlar etrafı imparatorluklarla çevrili bir ada konumundaydı. Hollanda ve Yahudi sermayesi ittifakıyla temsil ettiği kapitalist hegemonyayı çevresine ve dünyaya yayabilmek için önünde engel gördüğü imparatorlukları parçalaması gerekiyordu. Bunun için icat ettiği ulus-devlet aygıtı ve zihniyeti milliyetçilikle etrafını saran imparatorlukları bir bir yıkarak her birini onlarca, yüzlerce ulus-devlete bölüp Milletler Cemiyeti adı altında kapitalist hegemonyasına sıkıca bağladı. İkinci Dünya Savaşı ardından, 1945’lerden sonra hegemonyayı devralan ABD ile birlikte tüm ulus-devletleri bu sefer Milletler Cemiyeti yerine geçirilen BM adı altında kapitalist hegemonyaya sıkı sıkıya bağlandı. Hegemonya dışına çıkanları gerektiğinde yine BM kararlarıyla tasfiye etmekten tutalım, çıkarına gelmeyeni böl-yönet esasına dayalı daha da irili ufaklı yeni ulus-devletlere bölmeye varan pratikleriyle ulus-devletler, her haliyle kapitalist hegemonyanın çıkarına göre kurulup, yıkılıp restore edilen bir aygıt işlevini gördü. Bu yönüyle ulus-devletlere dayalı birlik adına yola çıkan BM, aslında tam tersini, kapitalist hegemonyanın böl-yönet, parçala, kendine bağla stratejisine hizmet eden sahte bir birlik veya enternasyonali ifade ediyordu. Aynı zamanda katı merkeziyetçi yapısı ve tekçi milliyetçilikle yol açtığı birinci ve ikinci dünya savaşları ile yerel ve bölgesel çatışmalarda binlerce farklı dil, din, inanç ve kültürlerin yok edilmesi, milyonlarca insanın ölümü, maddi ve manevi kayıplarıyla tanınmaktadır. Ulus-devletler sorun çözen değil, bizzat kriz, sorun, iç ve dış savaşlar yaratan karakteri ile BM’nin kurulduğundan beri hiçbir küresel ve bölgesel soruna çözüm getirememesiyle örtüşmektedir. Onun solu olan reel sosyalist enternasyonalin çöküşü de aynı nedene, ulus-devletin anti toplum, antidemokratik, katı merkeziyetçi (proletarya diktatörlüğü, parti-devlet bürokrasisi) karakteri nedeniyledir. Her ikisi de toplumun veya toplumsal grupların söz ve karar yetkisini dışladılar. Son tahlilde toplum karşıtı antidemokratik özellikleriyle, toplumsal doğaya aykırılıklarıyla, çözüm değil sorun yaratan karakteriyle bizatihi sorun olan ulus-devletlere dayalı sağlı sollu tüm enternasyonal birliklerin tersinin, yani devlet ve iktidara değil üçüncü yol olan topluma, toplumsal doğaya uygun demokratik birlik modellerinin doğru olduğu açığa çıkmış bulunmaktadır. Hem liberal temsili demokrasi hem de devlete eklemlenmiş sosyal demokrasinin kapitalist sisteme meşruiyet kazandırmak için oynanan birer demokrasicilik oyunu olduğu, reel sosyalizmin iktidar ve devlet eksenli halk demokrasisi veya halk devleti söyleminin de demagoji olduğu gerçek demokrasi ile alakası olmadığı netlik kazandı. Gerçekleşenin demokrasi saptırması olduğunun anlaşılmasıyla birlikte demokrasi de dünya çapında içerik ve biçim olarak yeniden ele alınarak gerçek tanımına kavuşturuldu. Özellikle yerelde toplumun ve farklı toplumsal grupların kendi kendini bizzat ve bilfiil yönetmesini savunan doğrudan demokrasi hareketi, yeni dönemin demokrasi anlayışına damgasını vurarak yerel, bölgesel ve küresel çapta demokratik konfederalizm tarzında yaygınlaşarak gerçek anlam ve içeriğine kavuştu. Böylece tikel ile evrensel bağını doğru temelde kurarak uyumunu sağladığından Solun yeni açılımı ve üçüncü yol olarak anlam kazandı.

Kapitalist modernitenin sağlı sollu enternasyonallerinin dayandıkları ulus-devletlerin bizatihi kendisi hem zihniyet (milliyetçilik) hem de yapılanma (tekçilik, katı merkeziyetçilik) olarak yaşanan krizlerin, sorunların, küresel, bölgesel ve yerel bütün çatışmaların ana kaynağı ve nedenidir. Sorunları yaratan bir zihniyetle sorunlara çözüm bulmak mümkün değildir. Avrupa, bu paradokstan çıkardığı derslerle 1950’lerden itibaren AB türü birlik anlayışıyla ulus-devleti, BM’nin içine girdiği krizi, sınırlı demokratik açılımlarla aşmaya çalıştıysa da bu deneyim de tabandan toplum eksenli değil, tavandan iktidar ve devlet eksenli geliştiğinden ve yine Avrupa ile sınırlı kalıp evrenselleşemediğinden başarılı olamadı. Sonuçta o da küreselleşen sermayenin 1990’lardan itibaren uygulamaya koyduğu yeni küreselleşme hamlesine teslim olmakla küresel birlik iddiasını da kaybetmiş oldu. Gelinen aşamada küresel finans karşısında gücünü oldukça yitiren ulus-devletler ve onun çatı örgütü BM’nin, 1990’lardan itibaren en ağır krizini yaşadığı ve günümüzde en etkisiz kurum olarak iflas ettiği açıkça dillendirilmektedir. Aslında iflasının başlangıcını kapitalizmin 1970’lerde finans kapital evresine geçişle başlatmak mümkündür. Ticaret kapitalizmi ardından esas olarak sanayi kapitalizmi dönemi üretime dayalı olduğundan, liberalizm bu temelde meşruiyet üretmekte zorlanmıyordu. Ancak üretimden kopuk finans oyunlarıyla kumar kapitalizmi olan finans kapital dönemine geçişle birlikte ideolojik meşruiyetini de kaybeden liberalizminin krize yanıtı, 1980’lerden itibaren kendini neoliberal adıyla yeniden cilalayarak sunmak oldu. Kendini sözde yenilediği neoliberal politikalarını ancak askeri darbeler ve gladio yöntemleriyle topluma zorla dayatarak hayata geçirildi. 1990’larda Reel sosyalizmin çözülüşünü ilan etmesi ardından kapitalizmin küreselleşen büyük finans şirketlerinin çıkarına dayalı yeni küreselleşme hamlesini gündeme getirmesi artık ulus-devletlere dayalı BM’li enternasyonalin de çöküşünün resmen ilanıydı. Bu ilanın ardından ulus-devletler ve onların çatı örgütü BM’yi ikinci plana düştü. Dünyayı artık uluslarüstü küresel büyük finans şirketleri yönetmeye başladı. 1990’larda Körfez kriziyle iyice görünür hale gelen bu yeni küreselleşme hamlesi kendisini Yeni Dünya Düzeni ve Globalleşme adı altında tanımlayarak mevcut ulus-devletleri dolayısıyla BM’yi de küresel sermayenin çıkarlarıyla uyumlu hale getirme pratiklerine girişti.  Buna karşı direnen ulus-devletleri çok yönlü ekonomik ambargo ve finans krizleriyle terbiye ederek hizaya getirmeye, hizaya gelmeyenleri Saddam örneğindeki gibi gerektiğinde komplolarla BM’yi de kullanarak askeri zor ile devirme veya Türkiye örneğindeki gibi (2019 NATO zirvesinde Trump’un Erdoğan’ı işaret ederek örnek gösterdiği tek adam rejimi) daha da gerici temelde restore etme örnekleri yaşandı. Diğer yandan da emekçilerin o güne kadar elde ettikleri sözde BM sözleşmeleriyle korumaya alınan tüm sosyal-ekonomik kazanımlarına, halkların haklarına, kadına, doğaya ve topluma yönelik çok yönlü bir saldırı dalgası gündeme geldi.

Gelinen aşamada dünyayı esas olarak Küresel Finans güçleri, büyük şirketler yönetiyor. Hem ulus-devletler üzerinde çok etkililer ve onları yönetiyorlar hem de Davos’ta, Bilderberg benzeri yerlerde bir araya gelip dünya ile ilgili kararlar alıyor ve bu kararları gerektiğinde BM’ye de uygulatıyorlar. Yani Birleşmiş Milletlerden ve onun dayandığı ulus-devletlerden çok daha güçlüdürler. Öyle ki tek bir küresel şirketin sermayesi bile on tane ulus-devletin bütçesinden daha fazladır. Kendisini ‘Neoliberalizm’, ‘Yeni Dünya Düzeni’ veya ‘Globalleşme’ gibi kavramlarla tanımladığı bu yeni küresel saldırı hamlesinde sadece emekçilerin ekonomik, sosyal hakları değil halkların hakları, kültürel haklar da dâhil tüm kolektif hak ve özgürlükleri kaybetmenin de ötesinde yaşadığımız dünya üzerindeki hassas ekolojik dengenin yıkılması ve bununla bağlantılı olarak pandemi olayı gibi toplumsal sağlığı da kaybetme durumuyla karşı karşıya kalındı. Küresel çapta sosyal ve ekonomik hakların tırpanlanmasıyla iç içe yoksulluk ve işsizlik, ekonomik güvencesizlik, yerel, bölgesel ve küresel çapta paralı ordu ve güvenlik şirketlerinin, paramiliter güçlerin kullanıldığı vekâlet savaşları, iç içe gelişen sorunlar olarak ortaya çıktı. Suriye, Akdeniz ülkeleri ve Ukrayna savaşları dünyanın küresel sermayenin çıkarlarına göre yeniden paylaşımı savaşları olarak gündemdeki yerini koruyor. Artık BM sözleşmelerinin de hükmü veya güvencesi kalmamıştır. BM ve AB sözleşmelerine dayalı uluslararası hukuk yerine, kendilerinin yarattığı El Kaide, El Nusra, IŞİD vb. eliyle gerçekleştirdikleri komploları (İkiz Kule saldırıları vd.) bahane ederek terörle mücadele adı altında yeni bir istisna hukuku düzeni ikame edilerek, küresel çapta yaygınlaştırıldı. Bununla dünyayı Finans kapital güçlerinin (Dünyayı yöneten büyük şirketlerin) çıkarına göre yeniden dizayn etme adına istedikleri yerlere (Afganistan, Irak, Libya, Mısır, Suriye vd.) müdahale etme gerekçesi yarattılar. Öyle ki artık “terörizm” bahanesiyle ulus-devlet sınırlarının (kalıcılaşan sınır ötesi operasyonlar) ve içişlerine karışmama ilkesinin de bir anlamı kalmamıştır. Son tahlilde hukukun üstünlüğünün yerini güçlünün-üstünün hukuku almış durumdadır. Artık ulus-devletlere dayalı BM enternasyonalizmini de geçersiz kılan uluslarüstü büyük küresel şirketlerin gücüne dayalı yeni küreselleşme hamlesi karşısında dünya, toplam nüfusunun yüzde onunu oluşturan zenginler (oligarklar) ile yüzde doksanını oluşturan yoksullar olarak iki kampa bölünmüştür. Sadece yoksullaştırılan dünya toplumunun yüzde doksanı değil, özellikle 2000’li yıllar sonrası yoğunlaşan finans kaynaklı krizleri, pandemi gibi insan ve toplum sağlığını tehdit eden ekolojik kriz sınırlarına dayanan saldırılarına karşı doğa, toprak, tarım, hava, su, iklim, denizler, okyanuslar da isyan halindedir. Onlarla birlikte ezilen halklar, emekçiler, kadınlar, ekolojik-kültürel hareketler de isyan halindedir. Her şey kapitalizmin en yozlaşmış, üretimden kopuk Finans kapital çağının ve onun yeni küresel hamlesinin aşılmasına çağrı yapmaktadır. Eksik olan, çürüme dönemine giren küresel kapitalizme alternatif olma iddiasındaki teorik ve pratik siyasi mücadelelerin yerel, bölgesel ve küresel çapta birlik ve dayanışmalarının sağlanmasıdır. Öcalan’a göre “Önemli olan birliği neyin temsil edeceğidir. Eskinin uluslararası dayanışması (enternasyonalizmi) değil, ulus-üstü bir dayanışma olmalıdır. International değil supranational (uluslarüstü, ulusötesi) olmalıdır. İnsanlar din, ulus ve sınıf kimliğini aşmış bir dayanışmayı sağlayabilmelidir. Günümüz ulus ötesi birlik ihtiyacı böyle bir dayanışmayı vazgeçilmez kılmaktadır.”

Finans Kapital çağına geçen sermayenin küreselciliği kadar, yoksullaştırılan dünya toplumunun yüzde doksanının, emekçilerin ve ezilenlerin daha kardeşçe ve gerçek anlamına kavuşan küreselciliği de bir o kadar gerekli ve gerçektir.  Uluslar üstü Küresel Finans Kapital veya küreselleşen büyük sermaye şirketleri İşte Davos, Bilderberg gibi zirvelerde bir araya gelerek, kendi çıkarlarına uygun yerel, bölgesel ve küresel çaplı dünya politikalarını belirliyorlar. Bu politikalarıyla herkesin gözü önünde çıkarları uğruna sadece doğayı değil, toplumu, bireyi her şeyi tahrip ediyorlar. Kâr için her şeyi mubah görüyorlar. Bunlar bir saatlik zevkleri için hiçbir zaman geri gelmeyecek doğal güzellikleri bile yok edebiliyorlar. Sırf kârlarını artırma uğruna tüm dünya çapında doğaya, topluma, kadına, çocuklara, ekonomik, sosyal, kültürel kolektif hak özgürlüklere karşı neoliberal politika ve uygulamalarla müthiş saldırı halindeler. Bunlara karşı geliştirilen Dünya Sosyal Forumu gibi çeşitli emekçi ve halk birlikleri yeterli olamamaktadır. Eksiklik, yerel, bölgesel ve küresel birliğin iç içe nasıl sağlanacağı konusundaki teorik ve politik perspektif yetersizliğidir. Salt sınıf, salt ulus veya salt din eksenli birlik anlayışının aşılamaması nedeniyle din ötesi, sınıf ötesi, ulus ötesi kapsayıcı bir küresel birlik modeli yaratılamıyor. Öyle ki yeni yol ve yöntemleri bulma arayışları, eski kavramları bile aşamamaktadır; örneğin ‘Yeni Enternasyonalizm’ kavramı da biraz etnik ulusçuluğu, milliyetçiliği ve ulus-devleti çağrıştırdığından problemli olmaktadır. Tüm bu yetersizlikleri aşacak olan yol (üçüncü yol), demokratik konfederal birliklerin yerel, bölgesel ve küresel çapta tesisidir. Toplum ve doğrudan demokrasi eksenli tabana-topluma dayalı yerel, bölgesel ve küresel çapta demokrasilerin konfederal birliği, ulus-devletçi veya devlet-iktidar eksenli enternasyonalizmden kaynaklanan olumsuzlukları aşma potansiyeline sahip en gerçekçi yoldur. Bütün gücünü doğrudan demokrasinin uygulanabilirliğinden alır. Temel bir rolü olmasının gerekçesi de budur. Ulus-devlet ne kadar doğrudan demokrasinin inkârı ise yerel, bölgesel ve dünya Demokratik Konfederalizmi de tersine o kadar onun oluşturucu ve işlevselleştirici biçimi konumundadır. Demokrasilerin yerel, bölgesel ve küresel konfederal birliği bünyesinde yer alan her etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, sendikalar ve ekonomik örgütlenmeler, komünler, sivil toplum örgütleri, ekolojik, kültürel hareketler, gençlik ve kadın örgütlenmeleri, kısacası tüm demokratik örgütlenmelerin her biri birer federe birimdir. Bu temelde birimle kastedilen demokratik özyönetime sahip her tür topluluktur. Demokratik ulustan bir köy derneğine, uluslararası bir konfederasyondan mahalle şubesine kadar her topluluk, bir demokratik özyönetim birimdir. Kabileden kente, yerelden ulusala kadar her demokratik öz yönetim organı, bir birimdir. İki kişilik hatta tek kişilik birimler kadar milyarlarca insanı temsil eden birimler de söz konusu olabilir. Doğrudan demokrasinin ana hücreleri olarak federe birimler, koşullar ve ihtiyaçlar gerekli kıldığı kadar yerel, bölgesel ve küresel konfedere birliklere dönüşme esnekliğine sahiptir. Çünkü her kendiliğin (federe birimin), yerelden küresele kadar konfederasyon oluşturma şansı vardır. Örneğin tabandan en küçük yerellik olarak köyün ekolojik birimi yani federesinden özgür kadın, gençlik, eğitim, folklor, sağlık, öz savunma, yardımlaşma ve ekonomi vb. birimlerine kadar çok sayıda doğrudan demokrasi birimi köy çapında birleştiğinde bu yeni birimler birimine de rahatlıkla konfedere (federe birimlerin birimi) birim veya birlik denilebilir. Aynı sistem ilçe, mahalle, kent, bölge ve küresel seviyelere kadar taşırıldığında, demokratik konfederalizmin yerel, bölgesel ve küresel çapta ne denli kapsayıcı birlik modeli olduğu açıktır. Yerelde doğrudan demokrasinin uygulandığı köylerden tutalım ilçe, mahalle, kent, bölge ve demokratik ulus birimlerine, sivil toplum örgütlenmelerinden diğer tüm küçük büyük demokratik örgütlenmeleri kapsamına alan uluslarüstü en küresel oluşuma (Dünya Demokratik Konfederasyonu) kadar yaygınlaşabilecek bir politik işlevselliğe de sahiptir. Bu özelliği ile demokratik konfederalizm, tikel ile evrensel bağını doğru temelde kuran ve uyumunu sağlayan yegâne yol ve yöntem olarak aynı zamanda milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışının yarattığı yerel, bölgesel ve küresel sorunları da çözme şansına sahiptir.

Milliyetçi, tekçi ulus devlet zihniyet ve yapılanması, başta birinci ve ikinci dünya savaşları olmak üzere günümüzde de üçüncü dünya savaşı olarak da tanımlanan yerel, bölgesel ve küresel çatışmaların ana kaynağı durumundadır. Bu aygıt ve zihniyete dayalı olarak ne ulusal ne de uluslararası barış ve dayanışmayı sağlamanın mümkün olmadığı yeterince kanıtlanmıştır. Milyarlarca yıllık tarihsel toplum oluşumunun ürünü toplumsal doğanın bizzat çoklu birlik veya farklılıklar içinde birliği içeren karakteri, ulus-devletin tekçi demirden kafes niteliğiyle çelişmekte, ancak demokratik konfederalizm ile hakikatine uygun özgürleştiren öz sistemine kavuşmaktadır. Küresel sermayenin yeni küreselleşme hamlesiyle ulus-devletler, daha gerici temelde restore edilerek (Türkiye örneği) ve 2019 NATO zirvesinde diğer ulus-devletlere de model örnek gösterilerek tamamen küresel sermayenin çıkarlarıyla uyumlu hale getirilmiştir. Ulus-devletlerin temsili meclisleri bile işlevsiz kılınarak, yasama, yürütme, yargı, bürokrasi, medya her şey tek adama bağlanmakta, onun üzerinden de küresel sermayeye bağlanmaktadır. Artık kuvvetler ayrılığının da önemi kalmamış yerine tek adam şahsında kuvvetler birliği ikame edilmiştir. Yargı hiçbir dönemde karşılaşılmayacak kadar politikanın aracı kılınmıştır. Hukukun üstünlüğü yerine üstünün hukuku ikame edilmiştir. Bırakalım ekonomik, sosyal ve kültürel kolektif hak ve özgürlükleri, bireysel özgürlükler bile yoğun bir baskı altındadır. Cezaevleri hiçbir dönemde görülmeyecek kadar “fikir suçluları” ile doludur; en çok sayıda gazeteci, yazar, akademisyenin yargılandığı, tutuklandığı, cezaevlerine konulduğu bir dönem yaşanmaktadır. Bu özellikleriyle tek adam rejimi olarak restore edilen ulus-devlet, toplumu her zamankinden daha çok baskı altına alma, tek tipleştirme, demokrasiden uzaklaştırma (Kayyımlar gerçeği, on binleri bulan milletvekili, belediye başkanı vb. seçilmişlerin tutuklanmaları, cezaevlerine doldurulmaları) uygulamalarıyla ortadadır. Böylesi daha fazla özgürlük ve demokrasi karşıtı temelde restore edilen ulus-devletin daha katılaşan tekçilik ve merkeziyetçiliğinin tersine demokratik konfederalist model birey ve toplumu özgürleştiren, farklılıklar içinde birlik karakteriyle hem çoğulcu toplumu daha da geliştiren hem de yerelde doğrudan demokrasiyi esas alarak gerçek anlamda demokratikleştirendir. Demokratik konfederalizmde her tür farklı etnisite, dinsel inanış, mezhep, kültür, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal gerçeklik kendi öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla özgürce, eşitçe, gönüllüce yerini almaktadır. İdeolojik hegemonya da dâhil her tür hegemonyaya karşıdır. Son tahlilde toplumsal doğa eksenli, antikapitalist, anti hegemonik, antitekel, savaşa karşı barış ve doğrudan demokrasi ilkelerine dayalı demokratik konfederalizmin ulus-devlete alternatifi de demokratik ulustur. Ulusları kavga etkeni olmaktan çıkarıp dayanışma ve kültürel zenginlik içinde barış ve kardeşlik etkeni haline getirmekle gerçek anlamda bölgesel demokratik uluslar birliğini de içine alan uluslar üstü dünya demokratik konfederasyonuna giden yolu açmaktadır. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine ve tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus, çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarla toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Milliyetçiliği dışlayan demokratik ulus zihniyetine damgasını vuran demokrasinin evrensel ilkeleri, özgürlük ve dayanışma bilincidir. Bu temelde ulus-devlet birimlerini aşan birimlerle yeni birliklerin oluşturulması ertelenemez bir ihtiyaçtır. Bölgesel Demokratik Ulusal Birliklere ihtiyaç olduğu gibi mevcut iflası ilan edilmiş BM yerine de ulus-devletleri aşan demokratik ulusal birimlerden oluşan Dünya Demokratik Uluslar Birliği’ne (DUB) olan ihtiyaç da her geçen gün önemini daha çok görünür kılmaktadır. Nihayetinde demokratik uluslar da dâhil, yerel, bölgesel, küresel çapta tüm antikapitalist ekonomik, din, mezhep, sınıf örgütlenmelerini, sendikaları, ekolojik, kültürel hareketleri, kadın hareketlerini, sivil toplum örgütlenmelerini, kısacası kapitalizmle çelişkisi olan tüm demokratik örgütlenmeleri sınıf, din ve ulusüstü Dünya Demokratik Konfederasyonu çatısı altında birleştirmek ekmek su kadar zorunlu hale gelmiştir. Öcalan’ın deyimiyle “Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır.”  

Dünya Demokratik Konfederasyonu, dayandığı demokratik ulus zihniyet ve yapılanmasıyla uluslar, emekçiler ve kapitalizmle çelişkisi olan tüm diğer ekolojik, kültürel, dini, ahlaki toplumsal hareketler için de en verimli modeldir. Uluslar en iyi şekilde demokratik ulus tarzında hakikatine uygun oluşup gelişirken bir kavga ve savaş aracı değil, yerel, bölgesel ve küresel çapta kültürel zenginlik ve dayanışma öğesi haline gelmektedir. Esas aldığı demokratik zihniyet, kültür ve ilkeleriyle uluslar üstü dayanışmayı da mümkün kılarak dünya barışını gerçek anlamda sağlama özelliğine de sahiptir. Bu temelde üçüncü yol denilen uluslarüstü Dünya Demokratik Konfederasyonu çatısı altında sağlanacak birlik ve dayanışma, süper hegemonik gücün denetimi altındaki ulus-devletlerin BM’li birliklerinin çözümsüzlüğüne de, Finans Kapital’in emekçilere ve onların sosyal, ekonomik haklarına ve halkların kolektif haklarına yönelik küresel saldırılarına da en iyi yanıt olacaktır. Bu yönüyle Dünya Demokratik Konfederasyonu hem emeğin, hem doğanın, kadının, hem de kapitalizmden zarar gören ekolojik hareketlerin, din, dil ve kültürlerin, bir bütün olarak küresel sermayenin talan, tekel, sömürüsü altında her geçen gün yoksullaşan dünya toplumunun yüzde doksanının ihtiyaç duyduğu uluslar ötesi küresel birlik ve dayanışmasını daha anlamlı kılmaktadır. Çünkü gerçek birlik, demokrasinin yerel, bölgesel ve küresel çapta tam uygulanmasından geçmektedir. Boşuna ‘Ya Küresel Teslimiyet ya da Küresel Demokrasi’ denilmiyor. Din, sınıf ve ulus ötesi yerel, bölgesel ve küresel birlik ancak demokratik zihniyet, kültür, ahlak ve ilkelerinin yerel bölgesel ve küresel çapta hâkim olmasıyla sağlanabilir. Bu temelde üçüncü yol yerel, bölgesel ve küresel çapta demokrasinin evrensel ilkeleri (Üç kuşak özgürlükler, farklılıkların bireysel ve kolektif haklarına dayanan eşitlik, ayrımcılık yapmama, toplumu savunma, toplumsal farklılıkların yerelde kendi kendini bizzat ve bilfiil yönetmesini sağlama temelinde demokratik özyönetimleri esas alma, iktidar, devlet, hegemonya peşinde koşmama gibi) temelinde din, sınıf ve ulus çelişkilerini demokratik anayasalarla çatışma unsuru olmaktan çıkarıp yapıcı birliklere dönüştürme özelliği kadar, farklı din, sınıf, etnisite hareketleri dahil ekolojik ve kültürel hareketleri, kadın hareketlerini, sivil toplum örgütlerini, kısacası kapitalizmle çelişkisi olan tüm toplumsal hareketlerin her birini birer demokratik birim olarak kapsamına alabilen yerel ve bölgesel demokratik konfederasyonlardan küresel dünya demokratik konfederasyonuna kadar uzanabilecek işlevselliğiyle tikel ile evrensel bağını doğru kurduğundan uyumunu da sağlayan yegane yol ve yöntemdir. Bu özelliğiyle Finans Kapital saldırılarını durdurma ve yarattığı sorunların çözümünü de mümkün kılmaktadır.

Finans Kapital dünyanın her tarafına yayılmış kriz ve kaos imparatorluğudur. Sorun çözen değil, ekolojiden ekonomiye, işsizlikten yoksulluğa, adaletsizliğe kadar tüm sorunları, savaşları, yıkımları yaratan ana kaynaktır. Küreselleşen kapitalizmin bu gerçekliği karşısında yerel, bölgesel ve küresel sorunlar iç içe geçmiş durumdadır. İklim krizinden ekolojik krizlere, Pandemi olayından son Ukrayna savaşının tetiklediği ekonomik krizlere, sosyal ekonomik güvencelerin yitirildiği yoksulluk, işsizlik ve ekonomik güvencesizliğin yaygınlaşmasına kadar netçe ortaya çıktığı gibi dünya köyünde tüm sorunlar ve gelişmeler ortaktır. Dolayısıyla çözümleri de ortak çabayı gerektirir. Mesele artık küresel çapta tüm ezilen halkların, etnisite, inanç ve kültürlerin, sınıfların, kadınların, ekolojistlerin ve dünya toplumunun yoksullaştırılan yüzde doksanının ortak meselesidir. Küreselleşen kapitalizmden zarar gören tüm kesim ve hareketler birlikte hareket etmezse, dayanışmayı sağlamazlarsa, herkes kendi etnik, dini, mezhep kimliklerini dayatırlarsa herkes kaybeder. Küreselleşen kapitalizmin çok yönlü saldırıları, tekel, talan ve sömürüsüne karşı ezilen halklar, emekçiler, kadınlar, sivil toplum, ekolojik ve kültürel hareketlerin de yerel, bölgesel ve küresel çapta örgütlenmiş din, sınıf ve ulusüstü demokratik konfederal birlik ve dayanışma ağlarıyla yanıt vermeleri zorunludur. Bu temelde küreselleşen kapitalizme karşı küresel birlik-direniş-dayanışmayla ancak sonuç alınabilir. Finans Kapitalin dünya çapında sınır tanımayan ekonomi-kırım, siyasi-kırım, toplum-kırım, doğa-kırım, kadın-kırım, kültür-kırımları, tekel, talan, sömürü ve saldırıları ancak yerel, bölgesel direniş odaklarının küresel çapta birlik, direniş ve dayanışmasıyla durdurabilir. Gelişen iletişim teknolojisi de böylesi bir dayanışmaya elverişli zemini sunmakta, her dakika her saniye bilgiye ulaşma imkânı yerel, bölgesel din, sınıf ve ulus ötesi küresel demokratik birlik ve dayanışmayı daha da kolaylaştırmaktadır. Eksik olan gelişen teknolojik olanakları da kullanarak Dünya Demokratik Konfederasyonunu, onun yerel ve bölgesel demokratik konfederasyonlarını, bunların parti ve sivil toplum aygıtlarını geliştirmektir. Bu temelde dünya çapında kapitalizmle çelişkisi olan tüm demokratik örgütlenmelerin, ekolojik, kültürel hareketlerin, emeğin ve halkların özgürlük ve dayanışma cephesini yerel, bölgesel ve küresel birim ve ağlarıyla örmek ve geliştirmek demokratik siyasetin vazgeçilmez temel görevi haline gelmiştir.

Sonuç olarak küresel sermayenin artık sınırları da, ulus-devletleri de, BM’yi de anlamsızlaştıran en gelişkin küreselleşme çağında yerel, bölgesel ve küresel demokratikleşme arayışında olmak ve bunu yerel, bölgesel ve dünya demokratik konfederalizmi tarzında örgütlemek en gerçekçi ve başarıya götürecek yoldur. Salt din, salt sınıf veya salt ulus eksen alınarak tikel ile evrensel bağının doğru kurulamadığı dolayısıyla uyumunun sağlanamadığı tarihi ve güncel deneyimlerle ortaya konulduğu gibi başarıyı getirememiştir. Kaldı ki gelinen aşamada küresel sermayenin yoksullaştırdığı dünya toplumunun yüzde onunu oluşturan zenginler (oligarklar) ile yüzde doksanını oluşturan yoksullar şeklinde bölünmesi de din, sınıf ve ulus eksenini aşan ama onları da kapsamına alan uluslar üstü veya ulus ötesi birlik modelini zorunlu kılmaktadır. Bu da ancak tikel ile evrensel bağının doğru temelde kuran dolayısıyla uyumunun sağlayabilen yerel, bölgesel ve küresel demokratik birlik ve dayanışma anlayışıyla mümkün hale gelmektedir. Demokrasi zihniyet, kültürü, ilkeleri, felsefesi, yaşam tarzı, ahlakı ve hukukuyla yerel sorunlar kadar bölgesel ve küresel sorunların da çözüm modelidir. Din, sınıf ve ulus çelişkilerini demokratik anayasalarla çatışma kaynağı olmaktan çıkarıp çözme ve farklılıklar içinde birliğe çekme özelliği yanında yerel ve bölgesel olanı da küresel çapta Dünya Demokratik Konfederasyonunda birleştirecek denli kapsayıcı bir birlik modelidir. Bu özelliğiyle ve doğrudan demokrasi tarzında yerelden başlayıp bölgesel ve küresele uzanan işlevselliğiyle demokratik konfederalizm, tikel ile evrensel bağını doğru kurduğundan uyumunu da sağlayan yegane yol ve yöntemdir. Bu yol ve yöntemle küreselleşen kapitalizmle varlıkları, çıkarları çelişen tüm toplumsal birim ve bireyler, ezilen cins, sınıf, uluslar, ekolojik ve kültürel hareketler, bir bütün olarak dünya toplumunun yoksullaştırılan yüzde doksanını teşkil edenler, gelişen teknolojik olanaklardan da yararlanarak anti kapital, anti tekel, anti ulus-devlet, ekolojik endüstri, savaşa karşı barış ve demokrasi ilkeleri temelinde yerel, bölgesel ve küresel çapta birlik ve dayanışma ağlarını Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmeleriyle ancak küreselleşen kapital finans saldırıları durdurulabilir, ardından geriletilebilir, nihayetinde yerel, bölgesel ve küresel çapta özlenen demokratik ekolojik toplumcu, özgürlükçü, barışçıl bir dünyayı yaratabilir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.