Düşünce ve Kuram Dergisi

Yerel Yönetimler Deneyimi ve Yeniden Yapılanma

Şiyar Amed

Yerel Yönetimler Deneyimi ve Yeniden Yapılanma, Şiyar Amed

 

Yeni Başlangıçlara Açık Bir Alan

Türkiye’de yerel yönetim denilince genellikle ilk akla gelen alanın belediyeler olması doğaldır. Fakat tek başına, yalıtık halde belediyeler halkın öz yönetimini oluşturamaz. Bununla birlikte nasıl bir belediyecilik sorusuna da sadece yaşanan pratikten hareketle cevap verilemez. Nasıl bir belediyecilik yapılacağı, hangi araçlar ve yöntemlerle politika oluşturulacağı ve karar süreçlerinin nasıl işleyeceği gibi konulara teknik ve taktik cevaplar vermek ortaya hiçbir fark çıkarmaz. Esasen hangi paradigmayla yaklaşıldığı belirleyici olmaktadır.

Dünya genelinde yerel yönetim anlayışları en genel düzeyde, ulus-devlet sınırları içinde veya dışında olmak üzere iki temel kategoriye ayrılır. Ulus-devlet sınırları içindeki yerel yönetim anlayışları merkeze katı bağlı olanından özerk olanına dek birçok çeşitlilik gösterir. Ulusdevlet dışındaki yerel yönetim anlayışlarında da ekolojist, feminist, Marksist, anarşist birçok farklı yaklaşım vardır. Her birinin tarihsel, toplumsal, politik, ekonomik yaklaşımlarında ve terminolojilerinde farklılıklar olduğu gibi her birinin kendi içinde de farklı ekolleri bulunmaktadır. Bu denli farklılıklar söz konusuyken “kendi modelini oluşturmak” bir hayli iddialı bir söylem durumundadır. İddia düzeyini Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus perspektifi karşılamaktadır: 

“Ulusu pazar etrafında örgütlenen bir birlik ve toplumsal form olarak görmek yanılgıdır. Bu tanımlama burjuvazinin kendini ve ulus devleti meşrulaştırmasıdır. Ne yazık ki sosyalistler de bu tezi esas almışlardır. Hâlbuki etnisite tarihin en özgür ve canlı birimleridir.

Eğer uluslaşma etnisitenin, halkların, bireylerin birbirleriyle sıkı ilişki ve ortak çıkarlar etrafında örgütlenmesiyse, toplumun konfederal biçimde genişliğine ve derinliğine tümüyle örgütlenmesi o toplumu demokratik ulus haline getirir. Uluslaşma bu biçimiyle daha kapsamlı ve yoğun hale gelmiş olur. Demokrasiyi, eşitliği, adalet ve imkânlarını paylaşan demokratik ulus haline gelinir.” Sorun, bu perspektife dayalı yerel yönetim anlayışı ve modelinin ortaya çıkarılmasıdır.

Demokratik ulus, toplumun ve bireyin devlete değil kendi öz örgütlenmelerine bağlanmasını esas almaktadır. Buna göre toplumun ortaklaşmacı bir yaşam anlayışıyla, demokratik bir zihniyetle ve kendi ihtiyaçları temelinde en yerelden başlamak üzere binlerce örgütsel birime ve konfedere birliklere kavuşturulması gerekir. Yaşanan deneyim için ilk öne çıkan gözlem, yerel yönetim kapsamında belediyelerin konfedere mantıkla ele alınmadığı ve devlet sınırlarında kaldığıdır. Toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturan komün ve meclisler ya aynı önemde ele alınmamış ya da belediyelerle bağları doğru temelde kurulmamıştır. Bu nedenle devletçi zihniyet ve uygulamalar kendisini yaşatarak gerçek anlamda bir öz yönetim gücü haline gelinmesini önlemiştir.

Bu aşamadan sonra, salt teorik tespitler yapmak veya eleştirmek sorumluluk anlayışıyla bağdaşmadığı gibi gelinen aşamada keşmekeş halini alan sorunların aşılmasına da hizmet etmez. Pratiğin dar sorunları etrafında dolanmak yerine düşünsel, kurumsal ve kavramsal çerçevede bir tartışma yürütmek yerel yönetimlerde yeni bir başlangıç için zemin oluşturabilir.

Yerel yönetimler demokrasiye yatkınlıkları nedeniyle merkezi idare gibi değişim karşısında katı bir tutuculuk sergilemezler. Bu nedenle yeni başlangıçlara açık bir alandır. Yerel kapanmacılık tarzında bir bozulmaya uğramamış her yerel yönetim canlıdır, hareketlidir ve sürekli olarak demokratik dönüşüm kabiliyetindedir.

Yapısal olarak sunduğu avantajlara rağmen tam demokratikleşmenin sağlanamadığı yerel yönetimler tekrarı yaşama ve devletçi sisteme entegre olma riskiyle karşı karşıyadır. Oysa yerel yönetimler yapısal olarak devletin girmekte en çok zorlanacağı, devlet dışında temel örgütlenmenin inşa edilebileceği radikal demokrasi alanlardır. Devlete benzetilmeye başlanmışsa burada yerel yönetim sorgulamasının kapsamlı ele alınması gerekir. Bu nedenle mevcut durum tespiti ve değerlendirmesiyle birlikte köklü bir değişimi gündemleştirecek yeniden yapılanma zaruri hale gelmiştir.

 

Özyönetim Sistemi Olarak Yerel Yönetimler

Öz yönetimin mantığı devlete muhtaç olmadan her türlü ihtiyacını karşılama temelinde doğrudan halkın kendi yönetim gücünü tesis etmesine dayanır. Ulusdevlet sisteminde buna yer yoktur. Demokrasi güçlerinin mücadelelerini sistem içine çekmeye dönük olarak küreselleşmeyle paralel, postmodernizmin ürünü olarak ortaya çıkan devleti minimize etme ve yereli güçlendirme temelindeki desantralizasyon hareketi de özyönetim sistemini karşılamaz. Aksine küresel sömürünün en yerele dek yayılmasının etkin bir aracı olarak kullanılır. Demokrasi güçlerinin bundan yararlanması mümkündür. Fakat bu yeni bir toplumsal sistem değildir. Dolayısıyla sadece bunu esas alarak yerel yönetimler sorununun çözüleceğini iddia etmek küresel sermaye sistemine eklemlenmeyle sonuçlanacak bir yola girmek demektir.

Alternatif olarak demokratik uluslaşma ve onun yerel yönetim sistemi, tamamen devlet alanı dışında halkın kendini yönetmesine dayanır. Öz yönetim olgusu toplumcu paradigmayla, köyden kente tüm yaşam alanlarında ve toplumun tüm kesimlerinde karşılık bulacak kadar yaygın örgütlenmeyi gerektirir. Bu örgütlenmelerin başında halk meclisleri ve komünler gelmektedir. Bu perspektif temelinde geliştirilmesi gereken deneyime bakıldığında, küresel kapitalizm ve onun ulus-devletçi sistemine alternatif olma iddiasını karşılayamamıştır. Bunun zihniyet sorunlarından örgütsel sisteme kadar birçok sebebi bulunmaktadır.

Halk meclislerinin örgütlendirilmesinde yaşanan temel sorun, demokratik özerkliğin belirleyici prensibinden hareketle özetlenecek olursa: “Asıl karar yetkisi köy, mahalle, şehir meclis ve delegelerinindir, dolayısıyla halkın ve tabanındır.” Bu temel prensip çok açık olduğu halde pratikte halkın karar gücü olmasını sağlayacak mekanizmalar oluşturulmadığı gibi benmerkezci öncü anlayışı aşılmamıştır. Kurulan halk meclisleri ise dernek düzeyine indirgenmiş; milyonlarca halkın kendi yerelinde örgütlenmesine dayanan özgür yurttaş anlayışından çok devletle toplum arasında bir ara kademe olan ve sistemi köklüce aşma sorunu bulunmayan sivil toplumculuğa tekabül etmiştir. Hiçbir sivil toplum kuruluşu, halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm oluşturabilecek kapasitede olamaz; halkın öz örgütlenmelerine dayalı kendi çözüm kabiliyeti ise demokratik ulusu oluşturan tüm unsurların bütünselliğiyle sağlanabilir.

Demokratik ulusun tüm boyutlarının bütünlüklü ele alınması ve birlikte inşası gerçekleştirilmeden sadece yönetsel boyutta bir inşa gerçekleştirilemez. Pratikte yaşanan temel sorun inşayı salt yönetim eksenli ele almak olmuş; bununla da temsili demokrasi anlayışının ötesine geçilememiştir. Yani devletçi-iktidarcı zihniyet aşılmadan toplum yönetilmek istenmiştir. Bu nedenle toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik örgütlülüğü için gösterilmeyen çaba iktidar alanları için yoğunca gösterilmiştir.

Toplumsal alan boş bırakılınca doğal olarak siyasi parti ve parlamenter sistem öne çıkmıştır. Özellikle yerel iktidar alanı olarak görülen belediyeler etrafında gelişen tartışmalar, yaşanan pratikler, bu alanın düzeltilmeden ve diğer alanlarla bağı kurulmadan ilerlemenin sağlanamayacağını açığa çıkarmıştır. Ulus-devlet sistemine endekslenmiş bir yerel yönetim anlayışı ile toplumsal inşanın gerçekleştirilemeyeceği teorik ve pratik olarak yeterince kanıtlanmıştır

İktidar alanlarına meyil göstermek demek kapitalizmin peşinden koşmak demektir. Kapitalizmin azami kâr amacıyla oluşturduğu en tehlikeli mekanizma olan ulus-devlet sisteminde iktidar alanları, evde kadın ve çocuklardan başlayıp iş yerlerinde, okullarda, hastanelerde, hapishanelerde, film setlerinde, gazetelerde, TV kanallarında, kışlalarda imal edilir; küreselleşme olgusuyla birlikte paradoks gibi görünse de topluma tanınan yerel haklarla aslında egemenlik içselleştirilecek tarzda tüm topluma yayılır. Bu aşamada iktidar parçalanıp küçültülerek, her bireyde ve toplulukta içselleşecek hale getirilir. Neo liberalizm, demokratik ve yatay toplum görüntüsü altında hükümranlığı görünmez kılıp tahakküm ve hiyerarşilerin normalleşmesini sağlar. Sistemin tüm toplumu kendine bağlamasındaki sır, Sümer devlet sisteminden günümüze uygulanan zihniyet çalışmasındadır. Sosyalizmin öncülerini etkisine alacak kadar düşünce dünyasını şaşırtıcı labirentlerle inşa eden bu sistem, varlığını olgucu-pozitivist akla borçludur.

Çağın en kurumuş zihniyetini temsil eden pozitivizm aşılmadıkça demokratik uluslaşma anlaşılamaz. Yaşanan pratik, demokratik uluslaşmanın anlaşılmadığını göstermiştir. Göstergelerden biri parlamenter sisteme biçilen önem, diğeri de yerel yönetimlere yaklaşım olmuştur.

 

Parlamenter Sisteme Yaklaşım

Parlamenter sistem bugün tüm dünyada kapitalist moderniteyi beslemektedir. Diğer yandan günümüz dünyasında ekolojik toplum anlayışında prensip olarak merkezin parlamento seçimlerine katılmanın ret edilip edilmeyeceği temel bir tartışma konusudur. Dünya genelinde birçok sistem karşıtı hareket genel seçimlere katılmayı ret ederken yerel seçimleri mücadelesinin odağına almaktadır. Sistem içinden sisteme karşı mücadele eden sistem karşıtı hareketlerin parlamentarizmi esas alması, yaygın olarak kapitalizme yenik düşmesi anlamında değerlendirilmektedir.

Parlamenter sistemden yararlanmak ise ancak halkın demokratik komünal örgütlenmesine dayanmakla mümkündür. Türkiye koşullarında demokrasi güçlerinin parlamentoda kürsü veya gurup sahibi olması büyük bir halk mücadelesiyle gerçekleşmiştir. Fakat öte yandan parlamento zemini tüm demokratik halk gücünün eritilerek radikalliğin söndürülmek istendiği bir entegrasyon alanıdır. Siyasal sonuçları itibariyle çeşitli kazanımlar sağlasa da toplumsal açıdan derin çelişkilere kaynaklık etme potansiyelindedir.

Siyaseten dışlandığı kadar dışlanan fakat mücadele sonucunda bir kazanım olarak meclis zeminini kullanır duruma gelen demokrasi güçleri, bu kez bir tuzağa çekilmek istenmiştir. Parlamento tek meşru siyaset zemini olarak sunulup gerçek halk örgütlenmeleri sürekli kriminalize edilerek halkın temsilcileri şahsında topluma entegrasyon dayatılmıştır. Yani sorun sistemseldir ve toplumsal alternatifin oluşturulmasıyla ilgilidir. Bu konuda gerekli zihniyet ve yapısallık inşa edilemediğinden siyasi parti ve parlamenterlik popüler hale gelmiştir.

 

Yerel Yönetimler Halk Okulu ve Çözüm Adresidir

Demokratik toplum anlayışında popüler bir alan tanımlanacaksa bu da ancak komün ve halk meclislerine dayalı yerel yönetimler olabilir. Yerel yönetimler bir saygınlık ve iktidar alanından ziyade zihniyet sorunlarının, mülkiyet ilişkilerinin, cinsler arası ilişkilerin, etik, politik ve ekonomik sorunların çözümleneceği alanlardır. Bu yönüyle yerel yönetimler soykırım rejiminin yok etmek istediği toplumsal bilincin, etiğin, estetiğin ve öz yönetimin çözüm adresi durumundadır. Bundan daha kapsamlı bir halk eğitim okulu düşünülemez.

Fakat yerel yönetimler pratiğine bakıldığında kendini belediyeler şahsında gösteren siyaset, parlamenter sistemin yerel uzantısı olmayı aşamamıştır. Tüm halkçı ve özgürlükçü söylemlere rağmen temsili demokrasi anlayışı bu alanda hâkim olmuştur. Belediyelerde yolsuzluğun, hırsızlığın olmaması bir fark oluşturabilir fakat bunun köklü bir fark olmadığı hatta bu dar görüşlülük nedeniyle belediyelerin siyasi-ekonomik rant alanları gibi düşünülmesinin önlenemediği görülmelidir. Devlet ve küresel sistem tarafından adeta açlıkla terbiye edilmek istenen milyonlarca halkın belediyelere yönlendirilmesi de sistemin bir oyunudur. Bu sayede, çözüm gücü olamayan belediyeler şahsında tüm tepkiler demokrasi güçlerine yönlendirilmektedir. 

Öte yandan devletin tüm engellemelerine rağmen seçimlerde sağlanan başarıyla yerel yönetimler 2009 yılındaki siyasi soykırım operasyonlarının ilk hedefi olmuştur. Onlarca belediye ve il genel meclisi başkanı, yüzlerce mahalle, kent ve belediye meclis üyesi tutuklanmıştır. Ardından tüm sahada boşalan yerleri paralel devlet güçleri kendi kadrolarıyla doldurmak veya bunu yapamadığı yerlerde de yönlendirmek istemiştir. Sistemle iç içe mücadelenin böylesi dezavantajları olsa da esasen alternatif sistemin kurulamaması, bağrında her türlü sızmaya açıklık bıraktığı gibi bundan daha tehlikeli sonuçları da doğurmuştur. Burada sorgulanması gereken devletin ve devlet içindeki paralel yapıların saldırısı değil esasen içyapıdaki yetmezliklerdir; çünkü diğerinin amacı bellidir, yıkmak, bozmak, çökertmek ister. Bu nettir. Önemli olan demokrasi güçlerinin kendini ne kadar sağlam inşa ettiğidir. Buradan bakınca yerel yönetimlerin demokratik uluslaşma perspektifiyle, demokratik özerklik ve konfederalizm ilkeleriyle ele alınarak radikal bir eleştiri sürecine tabi tutulması kaçınılmazdır. Genelde demokrasi sorunları, özelde de yerel yönetimler yüzeysel yaklaşımlarla, idari tedbirlerle veya restorasyonla çözüm oluşturulamayacak kadar kapsamlı sorunlara ve derin bir niteliğe sahiptir. Yaşanan pratiğin devletçi zihniyetin ve sistemin iz düşümü olduğu ve bunun da tam sonuç almayı engellediği kabul edilmeden köklü çözümler üretilemez. Bunun anlamı verilen emeklerin ve mücadeleci duruşun inkâr edilmesi değildir. İnkârcılık nihilizmi, inançsızlığı ve tümden savrulmayı doğurur. Değişim-dönüşüm veya yeniden yapılanma ilkeli olmak zorundadır. Ne inkâr ne de savunmacı bir konum, değişim için bir doğrultu yaratmaz. Yeniden yapılanmada, devlet sistemi dışında örgütlenme ve demokratik olma ilkesi esas doğrultuyu tayin edecektir.

 

Yeniden Yapılanma İçin Bir Çerçeve

Liberalizm, demokrasi kavramının içini boşaltarak seçme-seçilme, katılımcılık ve hoşgörü derekesine düşürmüştür. Yerel yönetim anlayışı ise, devletin küçültülmesi, yetki ve kaynakların daha fazla yerele aktarılmasının ötesine geçmez. Yaşanan deneyimler de bunun böyle olduğunu göstermiştir. O nedenle yerel yönetimlerin kendi alanını, anlayışını, kavramlarını ve örgütlenme modelini yeniden tanımlaması şarttır.

Halkın kendi kendini yönetmesinin sistemi olan demokrasinin hayat bulması için halkın örgütlü olması gerekir. Örgütsüz olan bir kitle gücünün demokrasi anlayışı, kendisine hizmet sunulmasını talep etmenin ötesine geçmez. Bu hizmet kurumunun devlet veya halk temsilcisi olması da fark etmez. Sonuçta beklentili ve bağımlı halde kalır. Toplumun doğal hali bu değildir. Toplum özünde ahlaki-politik bir olgudur; bu nitelikleri geriletildiği veya baskılandığı içindir ki toplumun ahlaki-politik özelliklerini yeniden kazanması devlet dışında örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır.

Özgürlükçü yerel yönetimler anlayışı, toplumun doğrudan kendi yönetsel, sosyal ve ekonomik sistemini kurmasını savunur. Devletin bir kısım yetkileri ve kaynakları yerele aktarması ve katılımcı demokrasi çerçevesinde karar süreçlerine halkın katılımını sağlamak, alternatif sistem anlamına gelmez. Bu uygulamaların küresel kapitalizm eliyle yeterince teşvik edildiği ve bu sınırlarda dolaşmanın yeniden yapılanma açısından bir yenilik oluşturmayacağı önemle belirtilmelidir. Zihniyet, mülkiyet, tahakküm, cins ilişki ve sorunlarını ele almak, farklılığı yaratmak açısından kilit önemdedir. Diğer her şey sistem içidir; adaletsizliğe, yıkımlara sebep olan sistemi sorgulamayan, sadece yumuşatılmasını isteyen yaklaşımlardır.

Belediyeler açısından devlet sınırlarında kalmak, verili belediyecilik geleneğini sürdürmek en temel sorun durumundadır. Bu anlayış, belediyelerin komünal tarzda örgütlenmesini sorun yapmamış, gündemine almamıştır. Merkeziyetçi devlet yasallığı ve sınırlarına hapsolan pratik, iktidarcı zihniyetten kaynaklanmaktadır. Bu zihniyet, devleti ne denli eleştirirse eleştirsin, sınırları devlet dışına taşmaz; devlete en çok karşı durduğu durumda bile hiçbir alternatif örgütlenmeye sahip olmadığı için kapitalist şirketlere hizmet etmekten kurtulmaz. Çünkü mevcut yasalarla halka götürülecek hizmetler ihalelere bağlanmış; ihalelerin de ancak kapitalist şirketlerce alınabilmesine olanak tanınmıştır. Mülklerin alım-satımından, imar uygulamasına, mimari yapıdan personel politikasına her şey kapitalizmin hizmetindedir. Demokratik gibi görünen mekanizmalar bile sistemin basit göz boyama oyunlarından başka bir şey değildir. Ulus-devlet anlayışıyla yerel yönetimlerin demokratikleşmesi imkânsızdır.

Bunun için yerel yönetimlerde demokratikleşme devletten beklenemez. Demokratikleşme halkın örgütlenmesi veyerel yönetimlerde tek karar, yetki, inisiyatif sahibi haline gelmesiyle mümkündür. Köy, mahalle vekent ahalisinin devletin çizdiği yasal sınırlarda kendi sistemini oluşturması düşünülemez. Demokrasi ve devlet doğaları gereği her zaman bir birlerini sınırlarlar. Devasa bir örgütlenme ağı olan devlet gücü karşısında örgütlü olmayan bir toplum savunmasız kalmaya mahkûmdur. Demokrasi sistemi en örgütlü toplum sistemidir. Devletli sistem karşısında kendiliğinden bir demokrasi olgusundan bahsedilemez. Toplum ancak örgütlü olduğunda demokrasi kendisini bir sistem olarak var edebilir.

Toplumsal örgütlenmede izlenecek yöntem demokratik olma düzeyini belirler. Üstten alta doğru bir örgütlenme toplum içinde hiyerarşi doğurduğu gibi varacağı son durak devlet olacaktır. Tabana ve en yerele dayalı örgütlenme ise demokrasiye geçit verme özelliğindedir. Bunun için binlerce komün ve meclis kurulması ve tümünün de bir birleriyle bağlantısını sağlanması esas olandır. Bu özellikler de ancak konfederal örgütlenmede bulunabilir.

Konfederal örgütlenme bir devlet örgütlenmesi değildir. Bu yönüyle federalizmden ayrılır. Federalizm yerelin devlet şeklinde örgütlenmesini ve küçük devletlerin merkezi devlet karşısındaki hukukunu tarif eder. Verimli, yaratıcılığa açık, esnek ve demokratik ulusla bağını kurma yeteneğinde olanbir örgütlenme tarzı konfedere sistemde bulunabilir. Demokratik ulusla bağını kuramayan bir yerelin kendini savunma gücü olamayacağı gibi kapalı-dar yerelcilik anlayışıyla yozlaşma, çürüme, bozulma potansiyeli de yüksek derecededir. Demokratik ulus ise yereli esas aldığından demokratik niteliktedir. Burada karşılaşılan sorun, genel ile yerelin bağlarının kurulamaması ve ayrıca yerel halk meclisleriyle konfedere meclislerinin görev ve rol tanımlarının karıştırılmasıdır.

Üstte kurulan kongre ya da koordinasyon türü örgütlenmelerin belirleyici olan yanı yerellerle olan bağıdır. Bu tür demokratik kurumların yerel delegelere sahip olması yerelle bağını kurduğu anlamına gelmez. Yerelin iradesi üste ne kadar yansıyor ve yerelleri kim örgütlüyor? Aralarındaki ilişki neyle, nasıl sağlanıyor? Bölge meclislerinin yaygın olarak örgütlenmesinin önündeki engellerle bu tür çatıların arasındaki bağ nedir? Toplum siyasete hangi vasıtalarla katılıyor? Genel halk meclisi olan Kongre türü demokratik kurumların sadece diplomatik bir misyonla kendisini sınırlandırmasının öncelikli sebebi, yerel halk meclisleriyle bağının bir tanıma kavuşturulmamış olmasıdır. Aynı örnek mahalle, kasaba, kent meclislerinin bir birleriyle ve belediyelerle ilişki tanımsızlığında ve muğlâklığında mevcuttur. Dolayısıyla yeniden yapılanmanın temel konularından biri konfedere örgütlenme sistemini yeniden tanımlamak ve toplumsal örgütlenmeyi konfedere sisteme çekmek olmalıdır.

 

Belediyelerin Halk Komünlerine Dönüştürülmesi

Kavram ve anlayış karmaşasına son verecek tek geçerli yöntem, toplumun varoluş tarzı olan komünalitede bulunabilir. Komünal tarzda örgütlenmeyen hiçbir yerel yönetim sistemi tam demokratik olamaz. “Halk için demokrasi, birey için özgür yurttaşlık” prensibi komün ruhunun özüdür. Yerel yönetimlerin başında gelen belediyelerin tarihine bakıldığında özünde birer komün hareketi olarak geliştikleri görülecektir. Türkiye koşullarında belediyelerin birer halk komünü halinde yeniden örgütlenmesi ancak devlet yasalarını engel yapmadan meşruluk kaidesiyle hareket etmekle mümkündür. Burada bahsettiğimiz komün elbette klan-kabile döneminin veya ortaçağın komünü değil; ortaklaşmacı, moral güç ve ruh anlamında kökenlerini oradan alsa da çağımız koşullarında alabildiğine çeşitlenmiş, binlerce farklılığı olan toplumsallığa, ulaşılan bilgi ve teknoloji düzeyine uygun komünlerden bahsediyoruz.

Bir belediyenin komün olarak dönüştürülmesi öncelikle zihniyet çalışmasını gerektirir. Bununla birlikte model düzeyinde siyasi, idari, ekonomik ve sosyal tedbirler geliştirilmelidir. Tartışmaya ön ayak olması için bazı önermeler yapılacak olursa:

 

a-Siyasi ve İdari Düzeyde:

1-Belediye yönetiminin sadece yasal seçilmiş meclis üyelerinden ve başkan ve yardımcılarından oluşmaması; yasallığı değil meşruiyeti olan, halk meclislerinden seçilmiş delegelerin belediye meclisinin doğal üyeleri kapsamında değerlendirilmesi,

2- Bürokratik ve egemenlikçi yapılanmayı önleyecek şekilde dikey hiyerarşi yerine karşılıklı demokratik bağlılık, sorumluluk ve verimliliği esas alan yatayeşitlikçi ilişkilerin ikame edilmesi,

3- Belediyelerin yerleşim alanına, coğrafya ve nüfusuna göre alt kademelere bölünmesi; bir veya birkaç mahalleye bir belediye düşecek şekilde yeni belediyelerin oluşturulması,

4- Tüm belediye birimlerinin yerel düzeyde kurulacak belediye (komün) birliklerine üye olması, bu temelde olanak ve hizmetlerin eşitlenmesi,

5- Belediyelerin halk meclislerinin denetiminde olması; belediye meclisinde alınan kararların halk meclisinin onayından geçmesi, halk meclislerinde belediyeye dair alınan kararların ise belediye meclisinde onaylanması ve uygulamaya geçirilmesi,

6- Kadın ve gençlik meclisleri başta olmak üzere kültürel, etnik, dinsel, mezhepsel tüm farklı toplumsal kesimlerin kendilerini ilgilendiren her plan ve projede belirleyici olmaları,

7- İl genel meclislerinin aynı anlayışla örgütlenmesi, köy birlikleri ve köy-kent birliklerinin kurulması

 

b-Ekonomik-Sosyal Düzeyde:

1- Kapitalist ilişki ağlarını önleyecek komünal yaşam ve mülkiyet anlayışının geliştirilmesi; yapısal olarak kurum ve kurallarının tanımlanması,

2- Özel mülkiyet, rekabet, dış kaynak, yönetişim, kent planlaması, kaliteli yaşam, personel yönetimi, insan kaynakları, halkla ilişkiler gibi kaynağını kapitalizmden alan kavramların eleştirel süzgeçten geçirilerek demokratik-komünal kavram ve anlayışların geliştirilmesi,

3- Belediye mülklerinin (Arazi, bina, araç, atölye, park vb.) toplumun ortak yararına sunulması, özel şirket ve şahıslara satış, kiralama gibi uygulamalara son verilmesi,

4- Parçalı arazilerin birleştirilerek verimli kılınması ve toplum hizmetine sunulması,

5- Belirli hizmetlerin komün ve meclislere devredilmesi, şirket ve taşeron uygulamasına son verilmesi, belediyeye kaynak olarak dönecek fon oranı belirlenerek halk kooperatiflerinin önünün açılması,

6- Maaş politikası yerine “yeteneğine ve ihtiyacına göre” prensibinin esas alınması; ya da maaş düzeylerine göre belirlenecek oranlarla adil dağılım fonlarının oluşturulması,

7- Sağlık, temizlik, kültür, eğitim, konut, yol, gıda, tekstil, tarım, hayvancılık, enerji, komünikasyon, sanayi gibi temel alanlarda politikaların ilgili STÖ’lerinin onayıyla belirlenmesi ve ortak projelere dönüştürülerek toplum yararına sunulmasının kesin kurala bağlanması ve ekonomik boyutunun halk meclislerine devredilmesi,

8- Her halk meclisi için bir veya birkaç iş ve beceri eğitim hizmetinin verilmesi,

9- Belediye (komün) iç eğitiminin yıllık müfredatlar halinde zorunlu yapılması,

 

Günümüzdeki yasalara ve yaygın algıya göre belediyelerden beklenen görev yol, su, temizlik, ulaşım, çevre düzenlemesi vb. kapsamında halka hizmet etmesidir. Belediyeye bu tarzda bir rol biçildikten sonra halkın öz yönetim organı olarak yerel yönetim vasfını peşinen kaybeder. Bu anlayış devletin bir takım işleri merkezden yürütmek yerine yerelde yürütmesi anlamına gelmektedir. Bunun için gerekli yetkiyi ve kaynakları sunmaktan da geri durmaz. Klasik belediyecilik anlayışının bir yönü bu şekilde devletin yetki ve kaynaklarını bölüşmek ise bir yönü de temsili veya katılımcılıkla sınırlı demokrasi anlayışıdır. Sonuçta klasik belediyecilik devlete ve esas olarak da kapitalist şirketlere hizmet eder. Bu anlayışta halkın gücünü kullanmak ve demokrasi görüntüsü altında şirketlerin hizmetine sunmak vardır; halkın kendisinin karar gücü olması ve yeni bir toplumsal yaşam anlayışına hizmet yoktur.

Öte yandan belediyelerin tek başına tüm toplumsal sorunları çözemeyeceği hesaba katılarak bu rolü belediyelerle birlikte halk meclislerinin, komünlerin ve sivil toplum örgütlenmelerinin birlikte üstlenmesi sağlanmalı, yeniden yapılanmada her kurumun kendi özgün rolü ve ortak görevi ele alınmalıdır. Yeniden yapılanmaya yön verecek olan asıl güç halkın kendisi olmalıdır.

Yeniden yapılanma ve demokratik-komünal yerel yönetimler için yürütülecek tartışmalar için halk meclisleri esas tartışma alanları olmalıdır. Tartışmalar belli bir olgunluğa ulaşınca yerel konferanslar ve genel konferansla son kararlaşmaya gidilebilir. Buralardan çıkacak metinler toplumsal sözleşme metinleri olarak düşünülebilir. Her kentin bir “kent sözleşmesi” ve tüm yerel yönetimlerin de ortak bir yerel yönetimler sözleşmesi olabilir.

 

Demokratik Özerklikteki Yeri

Yeniden yapılanma bir süreç işidir. Fakat temel paradigmasal dönüşüm için kararlılık ve irade kadar bilinçli bir mücadele gerekir. Tarihsel, sosyolojik, düşünsel alt yapısını oluşturmadan pratikte oluşturulmak isten her yanıt kısa sürede sistem araçlarıyla kuşatılıp tıkanmayla yüz yüze kalacaktır. Sistem araçlarının kolayca uzanamayacağı alanlar oluşturmak büyük bir özgürlük kavgasına girmeyi gerektirir.

Sistem karşısında alternatif sistem kurulmaya çalışılırken karşıtının bilgi, zihniyet ve kurumsal yapısıyla hareket edilemez. Bunun iki yönlü sakıncası vardır: Birincisi karşıtına benzeşmedir, ikincisi ise dogmatik, tutucu ve kalıpçı hale gelmedir. Yapısallıklar ve bunlar arasındaki ilişkilerle sistem kurulur fakat bir kez kurulan sistem artık sınırlar belirlemeye, alışkanlıklar oluşturmaya başlar ve sistem kurmanın kendisi bir tuzağa dönüşür. Dolayısıyla her şeyi yapısallıklara ve sisteme bağlamak kesin çözümü doğurmayacağı gibi tutuculaşmaya ve egemenlik ilişkilerini yeniden üretmeye de yol açabilir. Özgür, akışkan bir zihniyetle ve anlam, anlayış, morale dayanan maneviyatın gücüyle demokrasi ve özgürlük ideali karşılığını bulabilir. Bu konuda yerel yönetimlere rolünü oynatmak ilerletici olabilir.

Yerel yönetimler toplumun maddiyatçılıkla esir alınan aklını özgür kılma ve maneviyatı yüceltme alanları olarak yeniden yapılanmaya ne ütopik yaklaşılmalı ne de ideallerden kopuk, olgucu yaklaşılmalıdır. Yerel yönetimler toplumun yüz yüze tartışarak karar verme alanları olduğu için, ahlaki-politik toplumun yeniden inşasında ve demokratik özerklikteki yeri başta gelmektedir. Çünkü demokratik özerkliğin felsefesi devlet karşısında toplumu özne olarak görmekte ve yereli esas almaktadır. Bu anlamda demokratik yerel yönetimler demokratik özerkliğin temeli ve vazgeçilmezidir.

Türkiye somutunda demokratik özerkliği sadece devletin siyasi-idari yapısında değişiklik yapmaya bağlamak yerine kendi yerel sistemini kurmak toplumun özgürlüğü için en köklü ve kalıcı güvenceyi oluşturmak anlamına gelir.

 

Kadın Kentleri, Köyleri, Mahalleleri: Özgür Yaşam Alanları

Yeniden yapılanmanın ilk işaret fişeği eşbaşkanlık sistemi olmuştur. Erkek egemen kültür ve baskısına karşı kadının siyasal iradesini esas alan bir sistem olarak eşbaşkanlık, demokratik-komünal anlayışın bir gereği olarak gündemleşmiştir. Kapitalist mantıkta yeri olan iktidar ve yetki paylaşımı eşbaşkanlık sisteminde toplumsal-kollektif koordinasyona dönüşür. Yönetimde kadın-erkek eşitliğini sağlamak yanında kolektif yönetim anlayışının da bu şekilde bir kültüre dönüşmesi hedeflenmiştir.

Özgür kadın kültürü en fazla demokratik yerel yönetimlerde vücut bulabilir. Küresel kapitalizm aynı zamanda erkek egemen zihniyetin de küreselleşmesi demektir. Buna karşı kadın mücadelesi de küresel düzeyde gelişim göstermek zorundadır. Bunun için dünya çapında sistem karşıtı hareketlerle bağını kurması, sadece kadın kuruluşlarıyla sınırlı kalmaması, iki cinsi de demokratikleştirme temelinde içine alarak hareket etmesi; yerel yönetimler boyutuyla da uluslararası yapılanmalarda etkin düzeyde temsilini sağlaması gerekir.

Küresel mücadele yerelden başlar. Radikal demokrasi yerelin kendisini evrenselleştirmesi, yani yerelde sağlanacak başarıyla evrenselin bağının kurulması demektir. 

Kapitalizmin küreselleşmesiyle aslında en yerel alanların bile sömürüye açılması sağlanmıştır. Dolayısıyla kapitalizme -erkek egemenliğinekarşı mücadele hem küreseldir hem yereldir; demokratik ulus ile yerelin bağlantısı, kadının yerel ve küresel mücadelesi için de aynı şekilde geçerlidir. Yerelde başarı sağladığı ölçüde küresel düzeyde başarının önünü açabilecektir. Evrensel kadın mücadelesiyle bağını kurabildiği ölçüde de yerelde başarısını koruma ve sürdürme imkânı oluşacaktır.

Yerelde başarı sağlamak öncelikle bir yerleşim alanını hedeflemek demektir. Yerleşim alanı hem yerel yönetimler için hem de kadın mücadelesi için kilit kavramlardan biridir. Bunun anlamı kadın mücadelesini bir yerle sınırlandırmak değildir, fakat bir yer tanımı yapılmadan da mücadele genel kalacak, hatta toplumsal bağlamından uzaklaşacaktır.

Özcesi şiddete, tecavüz kültürüne, ötekileştirmeye karşı örgütlü bir toplum için öncelikle yerelin örgütlendirilmesi ve buna uygun yaşam alanlarının oluşturulması gerekir.

Tarihte ilk yerleşim birimi olan köylerin kuruluşuna damgasını vuran kadındır. Kadın etrafında gelişen ev düzeni yerleşim alanında da kendisini göstermiş, birbirinin içinden geçilebilen toplu evler düzeniyle köy yerleşimi binlerce yıllık yaşam kültürü olan komünaliteye uygun düzenlenmiştir. Toplumsal kültüre uygun bir yaşam alanı kurulmuştur. Bu ev düzenine karşı erkek şaman komploya-darbeye dayalı ideolojik-politik bir hamle geliştirirken köy düzeninin toplu evlerini ret etmiş; şifacılık, büyücülük, yoğunlaşma bahanesiyle köyden ayrı kulübesinin inşasını gerçekleştirmiştir. Bu kulübe kadına ve topluma karşı ilk komplo üssüdür. Artan nüfus, üretim ve toplumsal ihtiyaçlar temelinde gelişen kent kuruluşlarına yine kadının ürettiği toplumsal değerler damgasını vurmuştur.

Fakat erkek egemen akla dayanan sınıflaşma olgusuna bağlı olarak üst tabaka kentte egemenliğini kurduğunda kentin kadın aleyhine gelişim gösterdiği bilinmektedir. Kapitalizmin ulus-devlet ve endüstriyalizm hamlesiyle azami karın sağlandığı alanlar olarak kentleşme ve kentlileşme neredeyse insan için olmazsa olmaz kabilinde fetişleştirilmiştir. Bu aşamadan sonra kent kadın için yaşamı anlamlı ve estetik kılan tüm değerlerin ve doğanın yıkımı pahasına devasa boyutlarda gelişmeye başlamıştır.

İnsan ve yaşadığı mesken arasındaki bağ sosyolojiden felsefeye, psikolojiden tıpa kadar çeşitli disiplinlerin araştırma sahasına girmiştir. İnsanlar yaşadıkları coğrafyaya benzerler. Dağ, çöl, nehir, deniz insanları için genelleme yapılabilecek kadar farklı karakteristik özellikler tarif edilmiştir. İklime göre tarifler sıcak, soğuk, ılıman, kurak ya da yağışlı bölgelere göre yapılmıştır. “Kulübede yaşayan insanla sarayda yaşayanın aynı şekilde düşünemeyeceği” sınıf tahlilleri ve felsefik tartışmaların konusu olmuştur. Köy, kent, metropol yaşamının insan ve toplum üzerindeki etkileri geçmişten güncele süregelen bir tartışmadır. Ev içindeki eşyaların düzeni bile hiç farkında olmadan esaret düzenine dönüşebiliyor. İç mimari tartışmaları devreye giriyor.

Öz-biçim, işlevsellik-biçimsellik ya da tarihsellik-sanatsallık tartışmaları karmaşıklaşan kent yaşamında mimarinin çoktan aştığı sorular olmuş; mimari anlayışı konfora endekslenen endüstri ve kar amacına bağlı hale getirilmiştir. Mimaride hakim anlayış artık ne geçmişe özenen nostaljik ya da sanatsal kaygılar, ne ekolojik kaygılar, ne fikirler ne de hayallerdir. Varsa yoksa tüketimi özendiren konfor ve ondan nemalanmaktır.

Tarihte yaşanan bazı örnekler bugünün tüm metropollerinin toplamından daha önemli estetik değerler sunmuşlardır. Zenubya’nın kenti böyle bir anlam taşımıştır. Palmira’yı o kadar güzel inşa etmişti ki Romalılarca yakılıp yıkılınca, kraliçe Zenubya, kendi elleriyle yarattığı “Palmira gibi bir güzellik olmadıktan sonra yaşamanın anlamı kalmamıştır” diyerek Roma yollarında canına kıymıştır. Zenubya’dan sonra mimari ölmüştür. Ortaçağın şatoları zigguratlarla gökdelen plazalar arasında bir ara kademedir. Görkemli camilere karşılık görkemli kiliseler yapılmıştır. Görkemli saraylar görkemli tiyatro-balo-konser salonlarıyla tamamlanmıştır. Görkemli parlamento binalarına karşılık görkemli askeri karargâhlar inşa edilmiştir. Egemenlik yarışlarında kentsel dönüşüm projeleriyle bugün mimari gerçekten öldürülmüştür. Heybetli devasa binalar-salonlar karşısında minicik kalan insanlar! Binalar yüceltilmiş insanlar böcekleştirilmek istenmiştir! Erkek egemenliğinin ve endüstriyalizmin elinde can vermiştir mimari. Doğa ve toplumla birlikte mimari de katledilmiştir. Kent katile dönüşmüş, köyü, doğayı ve toplumu öldürmüştür; onunla mücadele edecek bir mimari kalmamıştır.

Milyonlarca nüfusun yığıldığı kentlerde bitirilmiştir yaşam. Ne doğanın ne de toplumun nefes alabilecek hali kalmamıştır. Kent planlamacısı bunun kaynağına inerse işini kaybedecektir. Bu nedenle kentin sorunları kapitalizmde ve egemenlik sisteminde aranmaz; egemenliğin yıkılıp toplumsal inşanın gerçekleştirilmesi önerilmez. Gözler toplumsal yaşamın değil kentin nasıl güzelleştirileceğine çevrilerek kenti katile dönüştüren sistemin sorgulanması önlenir. İmardan nemalanan, ölmüş bir mimariyle işi kurtarmaya çalışan anlayış kapitalizmin sularında yüzmek dışında bir iş yapmamış olur.

Ekolojik bir toplumsal yaşam anlayışı ekolojik bir mimari anlayışı, ekolojik olmayan kent yaşamında uygulama alanı bulamaz. Fakat ekolojik mimariye dayanmayan bir kent yapılaşması da toplumsal dönüşümün üstünü betonlarla örter. Mimari örneği kent yaşamında sadece bir örnektir; mimari örneğindeki amaç, sorunları toplumsal düzeyde ele almanın gerekliliğidir.

Özcesi kent yapılaşması toplumsal kültürle uyumlu hale getirilmelidir. Bunun için öncelikle kentlerin daha küçük ölçekli birimlere ayrılarak belediyeleştirilmeleri gerekir. Kadın kentleri, “kentsel dönüşüm” gibi toplum kırım sistemlerine tavırla, toplumsal dönüşümü esas almakla kurulabilir. Toplumsal dönüşümde en küçük yerleşim birimleri başlangıç noktasını teşkil etmektedir. İktidar alanını genişletmek isteyen egemenler merkezileşmeyi ve her yerel birimin bu merkezin bir uzantısı olmasını savunur. Bundan dolayı kadın belediyeciliği iktidar ve tahakküm mekanizmalarını parçalamayı, her toplumsal birimin kendi yerelinde iradeleşmesini, söz ve karar sahibi olmasını savunur.

Demokratik belediyeciliğin ölçütü ve koşulu kadın özgürlüğünde sağlanan düzeydir. Ayrıca kadın kimliğinin kendine has karakteristik özellikleri vardır; dayanışmacı, paylaşımcı, barışçı, eşitlikçi, adil, etik ve estetik yönleriyle özgür yaşam kültürünün temel taşıyıcı gücüdür. Bu temelde bir yerleşim ve yaşam alanı tarifi yapıldığında ezen-ezilen ilişkisinden, ötekileştirmeden, baskıdan, sömürüden, ranttan, şiddetten, yıkıcılıktan bahsedilemez. Kapitalizmde kent bir sömürü alanı olduğu gibi toplumsal açıdan kendi farkını ve bireyselliğini vurgulamak için ötekinin imal edildiği yerdir. Kadın kentleri denildiğinde ötekilerin olduğu bir sistem değil, farklılıkların özgürlüğüne dayalı birlik akla gelir. Kadının toplumsal kültürdeki yerini en iyi tanımlayan kavram demokratik ulustur. Demokratik ulus bir kadın kimliğidir. Bu kimlikte demokrasi, ekoloji ve ekonomi bir birinden ayrılmaz üç temel bileşendir.

Kadın kentleri anlayışı, yerel yönetimlerde yeniden yapılanmanın temel modeli, motivasyon, moral ve ivme gücü olarak yaklaşmak kadar tarihin şafak vaktinde tüm insanlığa ışık olmuş fakat egemenlik saldırılarıyla yitirilmiş tüm temel toplumsal değerlerin canlanması ve yeniden kazanılması şeklinde bakılabilir. Bu anlamda kadın kentleri iddiası tarihsel temele dayandığı gibi büyük bir mücadeleyle inşa edilebilecek toplumsal fikir olmaktadır.

Yeniden yapılanma tartışmalarını böylesi bir ideal, coşku ve mücadele ruhuyla ele almak; bilinç ve anlam derinliğiyle birlikte yapısallıklarını inşa etmek gerçek bir özgürlük çalışması olacaktır.

 

  • Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (A. Öcalan) 
  • Ekolojik Bir Topluma Doğru (M. Boockhin)
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.