Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgür Kent Yönetimi

Halil Dağ

Hem demokratik özerkliğin kurumsallaştırılması açısından hem de toplumsal psikoloji ve politik sonuçları açısından önemli sonuçları olacak yerel seçim sürecine yaklaştığımız bugünlerde özgür kent, özgür kent yönetimi konusu her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Bu süreç demokratik özerkliğin ve onun bir parçası olarak yerellerde özyönetimin aktif ve istikrarlı biçimde hayata geçirileceği, kurumsallaştırılacağı bir sürecin startı anlamına gelmektedir. Tabiri caizse “tartışma”, “deneme-yanılma” döneminin sonuna gelinmiştir artık. Bu çerçeveden bakıldığında özgür kent yönetimlerinin hayati öneme haiz olduğu görülecektir. Önümüzdeki dönemin karakterini ve ana hedefini ifade eden “demokratik kurtuluş ve özgür yaşam” söylemi sadece konjonktürel bir slogan değil önümüzdeki yılları şekillendirecek bir projenin başlangıcıdır. Kurtuluş ve özgür yaşam arasındaki ilişkinin pratik politikada toplumsal yaşam alanlarında bir karşılığı olmak durumundadır. Son sekiz-on yıldır söz konusu projenin fikirsel ve kurumsal altyapısını oluşturma ve güçlendirme, bunu çeşitli uygulamalarla deneyime dönüştürme süreci olarak ele aldığımızda, yeni dönemde var olan eksikliklerin aşılarak kararlı ve istikrarlı bir uygulamaya geçişin temel bir gündem ve görev olacağı açıktır. Özgür kent yönetimi bu görevin bel kemiğini oluşturmaktadır.

Özgür kent yönetimi kavramı ve ona yüklenen kavram temel olarak tarihsel bir problemin varlığından dolayı ortaya çıkmaktadır. Bu tarihsel problem tekil olarak kentin, daha genel sebeplerden bağımsız olarak özgür düzeyde yaşadığı sorunları da içermekle birlikte esas olarak tarihsel anlamda iktidara devletçi uygarlıkla ve onun yarattığı sonuçlarla ilgilidir. Dolayısıyla kavramı tartışırken bundan sadece kent planlamacılığını, iradeciliğini ve bunlarla ilgili ihtiyaç ve pratikleri anlamamak gerekiyor. Şüphesiz bunları da kapsar ama daha genel bir duruma tekabül etmektedir. Özyönetim ihtiyacı tarihsel olarak devletçi uygarlığın yol açtığı yönetilemezlik krizinden dolayı ortaya şıksa da ona yüklenen anlamın çeşitlilik arz ettiğini belirtmek gerekiyor. Kent yönetimi çoğunlukla onu elinde bulunduran otoritelerin ya da siyasal-ideolojik anlayışın yaklaşımına göre değişiklik gösterir. Bugün genel olarak ele aldığımızda daha çok liberalizmin “gelişme, ilerleme, organize etme, pazar ağını yaratma” projeksiyonuna uygun bir nitelik taşıdığını belirtmek gerekiyor. Otoritenin konjonktürel duruma bağlı olarak bu yönetim biçiminin esnek mi yoksa katı mı olacağına karar verilir. Ancak her halükarda söz konusu olan özgür kent yönetimi değil, modernist planlamacılıkla tepeden belirlenmiş politikaların uygulanmasıdır. Görüntüdeki kimi temsil mekanizmalarının (seçimler vb.) rolü bu anlayışa göre anlam kazanır. Bu gerçeklik özgür kent yönetimini toplumsal demokrasi ve devrimin öncelikli görevlerinden biri haline getirmektedir. Çünkü kentler kapitalist modernitenin güçlü kaleleri gibi görünmekle birlikte sistemin krizinin en fazla mevzilendiği alanlardır. Bu potansiyelin toplumsal devrim açısından nasıl değerlendirileceği, araç ve yöntemlerin doğru belirlenip doğru kullanılmasıyla bağlantılıdır. Gerçekten de kapitalist sistemin dizayn ettiği modern kent olgusu iddia edildiği gibi gelişmenin, ilerlemenin, zenginliğin, rahat yaşamın mekânları olarak değerlendirilebilir mi? Böyleyse eğer, o zaman bu gelişme, ilerleme, zenginlik ne pahasına gerçekleşmekte ya da varlığını neyin yok edilmesi üzerinden kurgulamamaktadır. Bu soruların cevabı kapitalizmin kente biçtiği rol ve modern kent kavramının dayandığı ideolojik arka planı doğru sorgulamakla ortaya çıkarılabilir.

 

Kentçilik; Uygarlığınız hastalığınızdır!”
(P.Gauguin)

Gauguin’in modern uygarlığa dönük isyanını anlatan bu sözü, özü itibariyle kentizm olarak kavramlaştırılan anlayışın yarattığı yıkımla ilgilidir aslında. Modernist akıl “rasyonal yaşam ve toplum” sloganıyla kendisini vücuda kavuştururken muhtemelen bu sloganın sahipleri de “rasyonal yaşam ve toplum” inancının muhteşem bir gelecek ve cennet vadettiğine inanıyorlardı. Ancak öyle olmadı. Çünkü bu sloganı ortaya atanların dayandığı sistemsel süreç iddia edildiği ya da tasarladığı gibi geleceğin muhteşem olmasını değil yıkım ve felaketle külliyatı olmasını garanti ediyorlardı. Zira azami kâr hırsıyla “ilerlemecilik” sloganına sarılan kapitalizmin tersini gerçekleştirmesi onun tabiatına aykırıydı. Kentizm tam da bu paradigmanın sonucu olarak ortaya çıkan bir anlayış oldu.

Kürt Halk Önder Abdullah Öcalan tarafından dile getirilen kentizm kavramı, içerdiği anlam ve tarihsel olarak yol açtığı olumsuz sonuçları sebebiyle üzerinde tartışılmasını hak eden bir kavramdır. Kentleşmenin aslında bir ideoloji halini aldığını anlatır. Bir ideoloji sadece kapitalizm ile sınırlı değil, iktidarcı devletçi uygarlığın doğuşundan bugüne gelen ve giderek karmaşık bir hal almış bir ideolojidir. Kapitalizmin bu ideolojiye sağladığı katkı, onu daha sofistike hale getirmesi ve neredeyse insanca yaşamanın tek ölçüsünün bu olduğuna geniş yığınları inandırmayı başarmasıdır. Gerçekten de modern kent bir ideolojidir. Ritüelleri bir merkezden planlanmış, sembolleri olan bir ideolojidir. Nasıl bir toplum, nasıl bir yaşam, nasıl yönetim, nasıl bir mimari sorularının yanıtı bu ideolojiye göre oluşturulmaktadır. A. Öcalan kentizm terimini esas olarak kentin toplumsal kanserleşmenin temel dokusu haline gelmesi; bir sınıflaşma olgusu ve devletleşme karargahı konumu taşıması, özellikle sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan modern kent kavramının, kentleri yaşam alanı olarak değil kâr ihtiyacının merkezleri olarak ele alınmasından kaynaklı sorunları ve yine toplumun dizayn edildiği merkezler olarak kullanılmasının yol açtığı problemlere dikkat çekmek amacıyla kullanılmaktadır. Büyüyen kentlerin sosyal ve ekolojik açıdan yarattığı bunalımlar, köy ve tarımın onu var edenlerle birlikte yok edilmesi vb. gibi sorunları da bunun içinde görmek gerekiyor.

Oluşum dönemlerinde kentler toplumsal açıdan ortaya çıkan ihtiyaçları karşılıyordu. Kentler ilk kurulduklarında devletçi uygarlığın merkezleri olarak gelişme göstermişlerdir. Daha da önemlisi köy ve tarım toplumlarının bir uzantısı gibidir. Kentin devletli uygarlığın merkezi olarak işlev kazanmasıyla birlikte büyük toplumsal sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönüşüm kent olgusunun problemli bir olguya dönüşmesinde dönüm noktasıdır. Devletleşmenin, sömürünün, iktidarlaşmanın karargahları halini almalarıyla birlikte başlangıçtaki rol ve özelliklerini yitirmişlerdir. Geldiğimiz noktada kent, onu kendi otoritelerinin ihtişamlı merkezleri haline getirenler açısından bile kriz üreten bir olgu haline gelmiştir. Bu kaçınılmaz bir sonuçtu çünkü iktidar ve devlet temelli kent büyüdükçe hegemonik merkezler artmış ve çevre ortaya çıkmıştır. Sömürülen, dışlanan iktidar ve devletin adaletsizliklerinden muzdarip olan tüm toplumsal kesimler bu çevreyi oluşturmaktadırlar. Kentizm kutsanıp yaygınlaştıkça kentnüfusunu oluşturan geniş yığınlar kar ve iktidar sisteminin basit nesneleri haline getirilmişlerdir. Ötekileştirme ve karar süreçlerinin dışında tutma temel bir politika olarak uygulanmıştır.

Özgür kent yönetimi konusunu ele alırken bunun hangi tarihsel ve toplumsal ihtiyacın ürünü olduğunu anlamak için kentin tarihsel oluşum öyküsünden çok kapitalizmle birlikte ortaya çıkan kent pratiğinin ne olduğuna ve ne tür sonuçlar yarattığına bakmak güncellik açıdan daha çözümleyici olabilir. Çünkü kapitalizm, kent temelli bütün tarihsel bunalımların kümülatif birikimini ifade etmekle birlikte özellikle sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan modern kent pratiği ve bunun yol açtığı sonuçlar tarih boyunca kentlerin yaşadığı ya da yol açtığı bütün toplumsal sorunların toplamından yüzlerce kat daha fazla sorun ortaya çıkartmıştır. Tarihte ilk kez (ilk kez diyoruz çünkü en ihtişamlı kentler Sümer, Babil ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde kurulmuş olmasına rağmen bunlarının hiçbirisinin nüfusu birkaç yüz bini aşmaz) milyonluk kentler ortaya çıkmıştır. Bu kent sistemleri toplumu yönetme noktasında çok detaylı planlamalarla dizayn edilmişlerdir. Bu açıdan modern kentleri geniş bir mekân içinde geniş bir nüfusa dayatılan temerküzler olarak adlandırmak abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Adeta toplama kampları oluşturulmuştur. Ancak bu toplama kamplarının bir farkı vardır, o da oluşturulan ekonomik, sosyal ve hukuksal düzenlemeler sayesinde geniş yığınlar bu kamplara yönelik “doğal” gibi görünen bir bağımlılığa sürüklenmişlerdir. Bilindiği üzere temerküzler sadece fiziksel yok etme alanları değildiler. Bu özellikleri de olmakla esas olarak bir ideolojinin; faşizmin toplumdaki farklılıklara vahşice dayatılması ve faşizmin ekonomik büyümesi için iş gücünün zor yoluyla oluşturulup yönetildiği mekânlardır. Modern kent pratiği, adına ister liberal devlet densin isterse de başka bir şey temel olarak aynı mantık düzeneğinin kadife eldivenle yürürlüğe konmasını ifade etmektedir. Gaz odaları ve toplu öldürme ayinleri olmasa da (aslında bunlardan da zaman zaman geri durulmadığını biliyoruz) amaçlanan şey aynıdır. Kentizm bu zihniyetin bir ürünü olarak ortaya çıkmakta ve en çokta modern kent tapınmacılığıyla vücuda kavuşmaktadır.

Kentizm, kentler için bir kriz ideolojisidir. Bugün kent krizinden yoğunca söz ediliyor olmasının bir sebebi de bu kriz ideolojisidir. Bununla ilişkili diğer kriz ise devlet ve iktidarların kent pratiğinin toplumsal alanda yol açtığı derin problemlerdir. Bu anlamıyla kentin krizini iki yönlü ele almak mümkündür. Birincisi, kentlerin sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik açıdan sahip oldukları anti demokratik anlayışın yol açtığı demokrasi krizi ve bununla ilintili yönetilemezlik krizidir. Özgür kent yönetimi ile ilgili tartışmanın özünde esasen yaşanan bu krize çözüm bulma arayışı oluşturmaktadır. Kentin bu iki krizini tüm boyutlarıyla çözümlemek hem kentizm’in aşılmasını hem de alternatif arayışının neyi hedeflemesi gerektiğini netleştirecektir.

 

Modernist Planlamacılık ve Kent Krizi

Modern kent paradigmasının ortaya çıkmasıyla birlikte kentlerin artan biçimde kriz yaşayan ve kriz üreten mekânlara dönüştüğünü görüyoruz. Modern kent planlamacılığı kenti sadece ekonomik bir getiri alanı ve sistemin ekonomik olarak kendisini yeniden ürettiği bir alan olarak ele almanın da ötesinde bir muhtevaya sahiptir. Liberalizm, toplumsal yaşamı söz konusu paradigma yörüngesinde oluşturmaya yöneldiğinde yukarıda ifade ettiğimiz birinci krizi tetikleyen bir sonuç yarattı. Bu noktada özellikte neo-liberal politikaların kapsamlı biçimde analiz edilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte söz konusu planlamacılık anlayışının sorgulanması da hayati önem taşımaktadır.

Modernist akla göre toplumun belli mekânlar içerisinde deyim yerindeyse bir saat gibi işleyen-en azından öyle tasarlanan-standart kurallar ve kurumlarla yönetilmesi, organize edilmesi, kapitalizmin önceliklerine hizmet eder hale getirilmesi bir amaçtır. Rasyonel örgütlenme de denilen bu süreç toplumun her bakımdan inşa edilmesini öngörür ve bu “ulvi” amaç için her yol mubah sayılır. Evet, modern kentler sanayi devrimi sonrası kapitalizmin amaçsal ihtiyaçlarının temini ve bu sürecin organize edilmesi için oluşturul ama bu amaçsal açgözlülüğün yol açtığı yığılma zamanla çok vahim yıkımlara yol açtı. Kültürel açıdan tektipleştirme, ekonomik açıdan vahşi bir sömürü, sosyal açıdan bunalımlı, ekolojik açından ise yıkım tablosu ortaya çıktı. Kentler tabiri caizse makine kentler ya da J.C.Scott’un deyimiyle “fabrika kentlere” dönüştürüldü. Bu dönüşüm sürecinin arkasındaki akıl denetleyici ve geometrik bir akıldı. Ve sanayi devriminin teknolojik açıdan yarattığı gelişmeler ve buradan edinilen deneyimlere dayanarak kentleri kurgulamaya dayanan bir akıldı. İlk kez Descartes tarafından dile getiren ve görüşlerini paylaşan ardılı mühendislerce de benimsenen “kenti tek bir rasyonel planın yansıması olarak oluşturma” anlayışı aslında modern kent kurgulamasının özünü oluşturmaktadır. Rasyonel planlama denilen şey sadece kentin mimari olarak düzenlenişi değildir. Onu da kapsayan daha genel bir duruma tekabül etmektedir. Mimariye uygun olarak toplumunda sözkonusu rasyonel planlama ekseninde yeniden kurgulanması planıdır bu! “düzen, intizam, dakiklik, hukuk ve paternalizm”[1] bu rasyonel planlamacılığın asıl hedefidir. J.C.Scott “Devlet Gibi Görmek” adlı eserinde kentin rasyonel olarak planlamasını, “bilimsel şehir, planlamacı için kentin tasarımı ve inşası için ne ifade ediyorsa girişimci mühendis de fabrikanın tasarımı ve inşası için aynı şeyi ifade eder. Tıpkı kenti ve fabrikayı bir tek beynin planlaması gibi, kenti faaliyeti de fabrikanın ofisinden ve kentin merkezinden bir tek beyin tarafından yönetilir. Hiyerarşi bununla kalmaz. Kent tüm toplumun beynidir. Büyükşehir her şeye komuta eder, barışa, savaşmaya, çalışmaya! Söz konusu olan giyim, felsefe, teknoloji ya da zevk meselesi olsun, büyükşehir taşraya hükmeder ve onu kolonileştirir; etki ve komuta hattı ancak ve ancak merkezden periferiye doğrudur”[2] biçiminde yorumlayarak yukarıdaki duruma göndermede bulunur. Sadece buradan hareket edildiğinde bile modern kentin hangi saiklerle kurgulandığını anlayabiliriz. Bu akıl, tarihte garnizon kentler yaratan aklın daha gelişmiş ve yeni koşullara uyarlanmış biçimidir. Her ikisinde de kent, iktidarın komuta merkezine göre tasarlanmaktadır. Zaten kentlerin (özellikle modern kentlerin) mimarisine bile bakıldığın da söz konusu otoriter-düzenleyici aklın somut yansımasını görebiliriz. Devleti ve iktidarı temsil eden kurumlar, zenginler, üst tabakalar, bürokratlar kent içinde her zaman hakkim ve ayrıcalıklı alanlarda mevzilendirmektedirler. Otoritenin gücü bu şekilde bedensel bir temsile kavuşturularak hissettirilir. Daha da önemlisi kentin merkez-çevre ilişkisi yaratması ve çevrenin, merkezin sömürgesi haline getirilmesi söz konusudur. Örneğin tarın-köy toplumu bu merkezin dıştaladığı en önemli toplumsal ve ekonomik yapıdır. Hakeza kentin ana merkezinden çevreye uzanıldığında da aynı sömürü ve eşitsizlik düzeni söz konusudur. Her kentin varoşu onun çevresini oluşturmaktadır.

Gerçekten de modern kentler; sözü edilen rasyonel planlama ekseninde oluşturulan kentler çağımızın zigguratları gibidirler. Yukarıda sözünü ettiğimiz konumlanma biçiminden bunu rahatlıkla görebiliriz. Katmanlar vardır. Merkezde her zaman iktidar-devlet varken bir alt katta zengin ve ayrıcalıklı tabakalar, onun bir kat ilerisinde güvenlik bürokrasisi ve hukuksal kurumlar halkayı oluşturur ve merkezden çevreyi kontrol altında tutan bir mekanizma olarak yer alır. Bu üç ana katmanın dışında orta sınıflar vardır. Zigguratın en alt katına yaklaştıkça, yani çevreye doğru ise yoksul halk yığınları, varoluşlar, ötekileştirilmiş gruplar yerleşmiştir. Çevrenin de çevresi haline getirenler ise tarım-köy topluluklarıdır.

Modern kent planlamacıları kenti bir makina gibi dizayn ettiklerinden, makinayı kontrol eden beyin (devlet-iktidar) tüm parçalar (yoksul, ötekileştirilmiş olanlar) üzerinde her koşulda belirleyici bir güç olarak kabul edilir. Diğerlerinin varlığı ancak beynin komutlarına itirazsız itaat ettikleri oranda anlamlı kabul edilir. Bu durum derin bir demokrasi krizine yol açar. Çünkü söz konusu kent tüm liberal safsatalara rağmen olsa demokrasinin işlediği bir kent ya da mekân değildir. Bu sebeple görüntüdeki seçim sistemi, yerel yönetimler, meclisler demokrasinin doğrudan işlemesini sağlayan mekanizmalar değildirler. Daha makinanın beyni üzerinde oluşabilecek basıncın azaltılması, toplumsal tepkilerin sağaltılmasını sağlamaya dönük bir rol oynarlar. Herşey merkezden çevreye doğru yayılır. Yerel yönetimler, belediyeler tüm ideallerin aksine asıl merkezin çevresi olmaktan başka bir role sahip değildirler. Hatta çoğunlukla yönetenlerin karakterine ve dayandıkları yasal, ideolojik arka plana bağlı olarak bizzat iktidarı büyüten birer organ rolünü oynarlar. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’deki atanmışların seçilmişlerin üstünde tutan sisteme bakmak yeterlidir.

Yukarıda merkez ve çevre ilişkisi bağlamında izah etmeye çalıştığımız kriz hali temel olarak kent ve demokrasi ilişkisinin ortadan kaldırılmasını ifade eder. Bu tablo kentin, kentin asıl sahibi olan halk tarafından yönetilemediği bir durum oluşturur. En liberal geçinen devletlerde bile bu durum değişmez. Demokrasi krizi bu sistemlerin özünü oluşturur. Bu koşullarda özgür kent yönetimi öncelikle devletin kent üzerindeki merkeziyetçi ve sömürücü politikalarına karşı durularak sağlanabilir. Tabi burada kullanılacak araçların ve yöntemlerin doğru belirlenmesi hayati önemdedir. Özgür kent yönetimleri her halükarda sistemle yan yana olacaklarından araç ve yöntemler önem taşır. Mikro düzeyde başlayarak kenti özgürlük ve demokrasinin uygulanmasıdır. Radikal demokrasi dediğimiz şeyde tam olarak bununla ilgilidir. Sadece yerel seçimleri kazanmak politik açıdan bir analm ifade etse de tek başına yetmemektedir.

Modern kent anlayışı yada kentizm doğayı kendi çıkarına uyacak şekilde ıslah etmenin insan oğlunun kaderi olduğu inancına dayanan rasyonel aklın bir ürünü olarak ortaya çıktığından uygarlık tarihinin en büyük ekolojik yıkımına yol açmıştır. Tabiri caizse sadist bir bilimcilik ve planlamacı ideolojiyle karşı karşıyayız. Herşeyin kara tahvil edildiği kapitalist ilerlemecilik anlayışı modern kentleri kurgularken bunun yarattığı yıkımı görünmez kılmaya çalışarak söz konusu kurgulamanın insanlığı ileriye taşıdığı, yaşamını kolaylaştırdığı demagojisine sarılmıştır. Günümüzde yaşanan büyük ekolojik yıkımın altında yatan anlayış işte bu anlayıştır. Modernite kendini kurumlaştırırken iki temel alanda dönüşümü planladı. Bunlardan birincisi, sosyal alışkanlıklarıyla bizzat insanın doğasının yeniden biçimlendirmesi, diğeri de doğanın kapitalist sistemin amaçlarına uygun olarak değiştirilmesiydi. Bu iki konuda sınırsız bir açgözlülükle hareket edildi kent planlamacılığı modernist anlayışa uygun olarak tepeden belirlenip otoriter ve devletçi politikalarla da desteklenerek toplumsal yaşamın karmaşık ve kendi doğasında ilerleyen özellikleri budandı ve kontrol altına alındı. İnsanlığın hafızası bir çırpıda yok sayılarak açgözlü bir büyüme arzusuyla doğa talan edildi. Sadece doğada değil, onu da aşan bir yıkım söz konusudur. Sosyal yaşam, kültür, toplumsal ilişkiler bakımından da büyük bir çözülüş ve yabancılaşma yaratıldı.

Patriyarkal devlet anlayışı bu alanlarda en yalın haliyle yansımıştır. Her zaman “baba”nın uygun gördüğü tarzda kentin ekolojik, kültürel, sosyal, ekonomik yaşamı belirlenmiştir. Her tarafa gökdelenlerin dikilmesi, kentin AVM çöplüğüne dönüştürülmesi nerenin yeşil nerenin beton olacağını “baba”nın zevkine göre düzenlenmesi ve onun etrafındaki rantçı, çapulcu yapıya göre organize edilmesi doğal bir durum haline gelmiştir.

Krizin en yoğun yaşandığı alanlardan birisi de sosyal alandır. Ciddi bir değer bunalımı ortaya çıkmıştır. Toplum, dizayn edilmiş bu kentin karmaşık ortamına hapsedilerek modernist öğretilerin ve değer yargılarının da yönlendirilmesiyle hücrelerine kadar parçalanmış, toplumsal hafıza, insani ilişkiler, paylaşım kültürü neredeyse ortadan kaldırılmıştır. Toplumsal ve bireysel davranış biçimleri otoritenin belirlediği normlar çerçevesinde oluşturulmaktadır. Bu normculuk öğle boyutlara vardırılmıştır ki buna gelmeyen birey ve gruplar kent için tehdit olarak kabul edilmektedir. Artan nüfus, göç, yoksulluk, eşitsizlikler sosyal bunalımı tetikleyen unsurlar olmaktadır. Bunalım alanlarını daha somut ele almaktadır.

 

Kimlik Bunalımı;

Kapitalist modernite ve onun tasarımı olan modern kent ortamının birey ve toplum açısından yarattığı başlıca bunalımlardan bir tanesi kimlik bunalımıdır. Aidiyet duygusunun kırılmaya uğraması, bireycilik ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan kültürel yabancılaşma, toplumdan uzaklaşma, değersizlik duygusu, statü endişesi ve daha da sıralanabilecek pek çok travmatik durum ortaya çıkmaktadır.

Aynı şey etnik, homojenleştirmeye çalıştıkça toplumdaki bu çoğulluk baskı altına alınır ve bunun sonucunda kriz hali ortaya çıkar. Homojenleştirme süreci aslında parçalama amaçlıdır. Çünkü homojenleştirme tek bir kimlik yaratmaya çalışırken farklılıkların kendilerini kendini ifade edememekten kaynaklı sorunlarını büyütür. Bu bilinçli bir tercihtir devlet açısından, çünkü homojenleştirmenin yerin farklılıkların demokratik birliği alırsa bunun kimlik bilincini, toplum bilincini geliştireceğinin farkındadır. Bunun gelişmesinin kendi varlığını tehdit edeceğini bildiğinden kentlerin tarihsel, toplumsal, etnik kimliğini ve hafızasını tahrip eder, geleneklerini tok ederek kendi tasavvurlarına uygun yeni gelenekler, davranış biçimleri oluşturur. Tüketim kültürünü hakim kılarak toplumsal değerleri dumura uğratır. Kenti oluşturan toplumsal öznenin kentin yönetilmesi sürecinde aktif bir pozisyon elde etmesine izin vermez.

 

Yönetim ve Demokrasi Krizi;

Verili kent olgusu bu iki alandaki krizin en fazla yaşandığı bir yerdir. Devletin yerel düzeydeki otoritenin mekânlarıdırlar. Devlet doğası gereği bir iktidar aracı olmasından dolayı düzenleyici, standartlaştırıcı bir role sahiptir, bu rolünü pekiştirmeye çalışır. Kentlerde özerk, özgür yönetimlerin oluşmasını kendisi için tehdit olarak görür. Bu yüzden gücü merkezde toplamaya çalışır. Güç merkezde topladıkça da kriz ortaya çıkar. Bu krizi bloke etmek için devletin hukuk ve güvenlik mekanizmaları devrede tutulur. Toplumsal demokrasi talepleri, kentin asıl sahibi olan kent halkının kentle ilgili talepleri dikkate alınmaz. Çünkü otoritenin herkes adına zaten en doğru kararı verdiğine inanılır. Devlet dışı örgütler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, kadın örgütleri, çevreci hareketler, kültür sanat grupları sürekli baskı altında tutularak büyümeleri engellenmeye çalışılır. Belediyelerin yetkileri sınırlandırılarak özerk ve yerel demokrasinin işlediği kurumlar olmasının önüne geçilir.

Yönetim ve demokrasi krizini pek çok açıdan yorumlamak mümkündür. Devletin söz konusu mekanizmaları ve otoriter düzenlemeleri sonucunda kenti oluşturan toplumsal güçlerin kamusal yaşama, demokratik işleyiş süreçlerine katılım olanağı ortadan kaldırılmıştır. Aynı durum verili siyasi partiler açısından da geçerlidir. Siyasal partiler oligarşik bir klik oluşturan liderlere kayıtsız şartsız bağlı kitleler oluşturma dışında neredeyse herhangi bir işleve sahip değildirler. Siyasal partiler daha çok rant, zenginleşme, iktidarın nimetlerinden faydalanma aracı olarak görülmektedirler. Toplumun demokrasi sorunu, özgürlükler, kentlerin özgür yönetimi, ekoloji, eşitlik hiçbir koşulda temel bir amaç olarak görülmezler. Bu kavramlar daha çok sistem partilerinin programlarındaki tumturaklı söylemlerdir. Aynı şekilde politika kent düzleminde de yukarıdaki amaçlarla bağlantılı olarak grupsal çıkarların gerçekleştirilmesi için kullanılan bir araç olmaktan öte bir anlam taşımaz. Belediyeler açısından da aynı şey geçerlidir. Yerel demokrasinin önemli bir mevzisi olan belediyeler siyasal partilerin partizan çıkarlara öncelik verdiği, rantın ve yolsuzlukların meclisleri haline getirildiği mevzilere dönüştürülmüştür. Halkın yerel yönetimlerle ilgili olarak oy kullanma dışında hiçbir fonksiyonu bırakılmamıştır. Havanın, derenin, denizlerin, ırmakların, ormanların kirletildiği, tarihi dokuların kentsel dönüşüm adı altında ahlaksızca talan edildiği; kentlerin birer beton mezarlığına çevrildiği, kent halkının demokratik katılım mekanizmalarına, denetim sürecine, doğrudan yönetime katılamadığı bir yerel yönetim anlayışı hakim kılınmıştır.

 

Ekonomik Bunalım;

Devlet ve iktidar güçleri açısından ekonomik bunalım daha çok spekülatif ekonominin dalgalanmalarından kaynaklı problemler olarak ele alınır. Oysa kent ölçeğinde (ki genelde de böyledir) ekonomik bulanım dediğimiz şey daha farklı bir duruma tekabül etmektedir. Kapitalist sistem kentleşmeyi baştan itibaren sermaye birikiminin temel bir dinamiği olarak kurguladı. Bunun yol açtığı tekelleşme, sömürü, eşitsizlikler, kaynakların bu amaçlar doğrultusunda talan edilmesi, ekonomik yaşamın hiçbir aşamasında toplumun söz ve karar sahibi olmadığı bir düzenin oluşturulması, tarım ve köyün yok edilmesi, spekülatif ekonominin tek değer haline gelmesi, işsizlik, yoksulluğun tavan yapması ve daha da sıralanabilecek pek çok sorun bunalımın asıl nedenidir. Kentler tüm bu sorunların en fazla yaşandığı alanlardırlar.

 

Özgür Kent İnşası

Özgür kent yönetimiyle ilgili tartışma yürütürken tasavvur edilen modelin hangi parametrelerle geliştirileceği önem taşır. Sistemin içinde, onun yanı başında inşa edilecek bir modelden söz ediyoruz çünkü. Demokratik özerklik projesi açısından “nasıl bir kent?” sorusu temel bir sorudur. Modern kent mi yoksa demokrasi açısından model kent mi yaratılacak? Bu, hayati önemde bir konudur. Çünkü şu ana kadar ki yerel yönetim pratiklerinde birincisine doğru kayan uygulamalar ortaya çıkmıştır. Modern kent olgusunu nedenli problemli olduğu ve kentizm’i ifade ettiği ortadadır. Dolayısıyla özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütenler açısından modern kent tasavvuru ve pratiğinin köklü biçimde sorgulanıp reddedilmesi gerekmektedir. Bir kentin görkemi ve güzelliği onun ne kadar fazla sayıda gökdelene, AVM’ye, lüks yapılara ve bunlara yol açan kurumsal ve maddi olanaklara sahip olduğuyla değil, kentin, demokratik ve özgür yaşamın merkezi olup olamamasıyla ölçülmelidir. Şüphesiz altyapı, ulaşım, mimari, ekonomik gelişmişlik, sağlık, barınma, kültürel ve sanatsal zenginlik ve bunları sağlayacak kurum ve olanakların halkın ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde güçlendirilmesi ve yaşamı kolaylaştıracak niteliklere sahip kılınması önemlidir. Ancak tek başına bunlar da yeterli değildir. Toplumsal yaşam temel demokratik, kültürel, sosyal dinamikler ve oluşumlarla güçlendirilmedikçe bir kentin çok modern bir fiziki yapıya sahip olması yetmemektedir. Çok iyi biliniyor ki, çok ihtişamlı ve güzel görünen kentlerin kabuğu kaldırıldığında o kabuğun altında yoksulluk, eşitsizlik, sosyal problemler ortaya saçılmaktadır.

Modern kent planlamacılığı anlayışı hiçbir zaman kentin içinde yaşayanların özerkliklerine, öznelliğine saygı göstermedi, onun tepeden belirledi, “yönetme’’, “dizayn etme’’ perspektifiyle hareket etti. Tek biçimlilik, simetrizasyon, renksizlik bu anlayışın özünü oluşturuyordu. Bu açıdan özgür kent ve onun yönetimi ile ilgili tüm arayışların kendisini bu anlayışa ve onun yaratımlarına karşın konumlandırması gerekmektedir. Bugün “modern kentlere’’ değil demokrasi ve özgürlük açısından “model kentlere’’ ihtiyaç vardır. Bunu için bazı temel şartlara ve bu şartların uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bu şartların kabaca şöyle sıralamak mümkün:

1-         Doğru bir kent bilincinin oluşturulması gerekmektedir. Kent bilincinden kasıt, devletin iyi yurttaşlığı ölçüsü olarak ortaya koyduğu otoriter kurallara riayet etme bilincini bir benzerini oluşturmak değildir. Kent bilinci, kenti oluşturan halkın kentin tarihsel, toplumsal, kültürel önemini idrak etmesi ve kentin asıl sahibinin kendisi olduğunun farkındalığına ulaşmasıdır. Bununla birlikte adaletsizliğe, anti demokratik uygulamalara karşı refleks sahibi olmasıdır. Kentin kendisine ait olduğunu ve onla ilgili yapılacak her şeyin kendi yaşamı üzerinde doğrudan etkide bulunacağını bilinciyle örgütlenmesidir. Ekolojiye, farklı kimlik ve inançlara, toplumsal dayanışmaya, cinsiyet özgürlüğüne, demokrasiye duyarlılıktır. Devletin ve iktidarın otoritesi olmadan da kendi öz yönetimini gerçekleştirebileceğini, toplumsal yaşamını sürdürebileceğinin bilincinde olmaktır. Bunu için her zeminde eğitsel ve örgütsel çalışmaların yoğunlaştırılması gerekir.

2-         Kentte, demokratik kurumlaşmaların ve mekanizmaların doğrudan katılımı sağlayacak tarzda oluşturulması ve yaygınlaştırılması gerekir. Sadece kurumları oluşturmakta yetmez, bunların içinin de doldurulmasını sağlayacak yaygın ve kararlı bir örgütlenme ağının geliştirilmesi zaruridir. Ev ev, mahalle mahalle, semt semt, köy köy örgütlemenin geliştirilmesi hiçbir yerin örgütsüz bırakılmaması ve tüm bu örgütlemenin çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla kentin yönetiminde belirleyici irade haline getirilmesi şarttır. Bu örgütlenme ve mekanizmaların yasal bir temele ve meşruiyete sahip olması gerekmez. De facto bir süreçtir bu. Burada ilke “meşru olan yasal olmayabilir’’ ilkesidir.

3-         Kentteki farklı kimlik ve inançların doğrudan kentin yönetimine katıldığı ve kendilerini özerk olarak her yönüyle (dil, kültür, ibadet vb.) ifade edebildikleri kurumlaşmaların ve mekanizmaların yaratılması özgür kent yaratma sürecinde belirleyici bir adımdır.

4-         Kapitalist modernitenin kentleri sadece ekonominin merkezi olarak gören anlayışına karşı kentlerin kültürün, felsefenin, edebiyatın, sanatın, sosyal aktivitelerin, demokratik siyasetin, entelektüel faaliyetlerin merkezi haline getirilmesi gerekmektedir. Tarihte sadece felsefeyle, sanatla, bilimle anılan yığınca kent vardır. Günümüzde kentler bu özelliklerini neredeyse yitirmiş durumdadırlar. Bir kentin düşünsel yoğunluğu, zenginliği bir toplumun ve hatta insanlığın düşünsel zenginliğine, gelişimine katkı sağlar. Bunu devletin eğitim merkezlerinin ve güdümündeki oluşumların dışına taşırmak, mahallelere, köylere kadar yaymak, atölyeler, akademiler, eğitim ve performans evleri yaratmak, bilgiyi, sanatı, kültürü, felsefeyi, edebiyatı topluma yaymak kentin özgürleşmesine giden yolu açacaktır. Bu noktada başarının ölçüsü şudur; eğer o kentte yaşayan toplum veya bireyler kentlerini AVM’leriyle, gökdelenleriyle, lüksleriyle değil de “bu kent benim, burada söz sahibiyim, burada yaşamaktan mutluyum’’ diyerek edebiyatla, sanatıyla, kültürel ortamıyla, demokrasiyle, paylaşımcılığıyla övünüyorsa orada başarı var demektir.

5-         Kent planlamacılığında ekolojinin, tarihsel dokunun, sosyal kültürel ihtiyaçların, cinsiyet kültürünün esas alınması, kent ve tarım-köy toplulukları arasındaki ilişkinin güçlendirilmesi, kentsel dönüşümde yerinde dönüşüm esas alınarak modern kent oluşturma algısıyla değil, yaşanabilirlik mekânların toplumsal ve insansal ihtiyaçlara uygunluğunun gözetilmesi diğer önemli bir konudur. Planlamalarda otoriter merkez-çevre ilişkisinin oluşmasına yol açacak; kenti merkez ilçe ve köyleri, varoşları çevre ve tali olan durumuna düşüren uygulamalara düşülmemesi, her zaman öncelliğin ve hizmetin dezavantajlı olan toplumsal gruplara tanınması elzemdir. Çünkü kent düzeni sadece merkezinde yaşayanları değil, etrafında yaşayanları da ilgilendirir. Bunula birlikte diğer kentlerle eş güdüm, paylaşım önemlidir. Aksi durumda olanakları görece gelişkin olan ile daha az olanağa sahip kentler, ilçeler arasında büyük uçurumlar, eşitsizlikler ortaya çıkar. Kent planlamalarına gidilirken, yerel düzeyde bu eş güdüm ve dengenin gözetilmesi önemlidir. Planlamalar merkezi kararlarla değil halkın doğrudan katılımı ve ortak iradeyle geliştirilmelidir.

Bununla birlikte yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi özgür kent planlamacılığında ve pratiğinde her zaman gözetilmesi ve öncelikle ele alınması gerekenler dezavantajlı kesimler olmak durumundadır. Çünkü verili durumda kentler iktidar gücünü ve olanaklarını elinde bulunduran veya o güce yamanmış ayrıcalıklı kesimlerin her zaman avantajlı pozisyonda olduğu ve kenti kendi öncelliklerine göre düzenledikleri bir özellik taşımaktadır. Bunu aşmak için söz konusu eşitsizliği giderecek bir yaklaşım gerekmektedir. Yapılacak işler birilerinin avantajına diğerlerinin dezavantajına olamamalıdır. Rasyonel planlamacılık toplumu gözetmeden, dikkate almadan dizayn etmeyi içerir. Özgür kent planlamacılığı ise doğrudan kent halkının katılımını sağlayarak planlamalara gider. Burada kentin karmaşık yapısını gözeterek hassas yaklaşmak gerekmektedir. “Kent toplumsal bir organizma olarak sürekli değişen ve sürprizlerle dolu canlı bir yapıdır. Karşılıklı bağlantıları o kadar karmaşık ve o kadar belirsiz bir biçimde anlaşılır ki planlama her zaman onun canlı dokusunu bilmeden kesme, bu suretle hayati toplumsal süreçlere zarar verme ve bunları öldürme riski taşır.”[3] Bu riski bertaraf etmenin yolu o canlı dokuyu gözetmek, hayati toplumsal süreçleri göz ardı etmemek ve karmaşıklığa uygun, gerçekçi planlamalar yapmaktan geçmektedir.

6-         Yine cinsiyet özgürlükçülüğü ekseninde kentsel mekânların ve yaşamın inşa edilmesi, düzenlemelerin bu durum gözetilerek yapılması gerekmektedir. Unutmamak gerekiyor ki tarih boyunca ortaya çıkan kentlerin tümü eril aklın cisimleşmiş halidir. Bu yanıyla kentler erkektir aslında. Oradaki görkemden tutalım otoriter düzenlemelere ve mimariye kadar hemen her şey eril aklın tasarımlarıdır ve patriarkal düzenin tezahürüdür. Erkeğin otorite ve güç simgeleri en çok kent yapılarında kendini gösterir her mekânın ve fiziki yapının bu anlamda bir mesaj içerdiğini belirtmek mümkün. Mekân ve hiyerarşi arasındaki dolaysız ilişki bu eril aklın yansımasıdır. Bu açıdan mekânların da bir ideoloji olduğunu belirtmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Yaşam erkeğe ve onun ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir. Bu açıdan özgür kent yönetimi temelde “kadın aklı” ve “kadın gücüne” dayanmalıdır. Mekânların düzenlenmesinden tutalım, kadının her aşamada aktif bir özne olmasına kadar tüm uygulamalar bu tarihsel gerçek gözetilerek yapılmalıdır. Sadece kadın sığınma evleri, kadın parkları yaratmak önemli ama palyatif çözümlerdir. Eve kapatılmış kadına “arada bir balkona, avluya çıkabilirsin” demeye benzer bir yaklaşımdır. Daha temel değişimler bu anlamda şarttır ve özgür kentler yaratmanın olmazsa olmaz bir kuralıdır. En son hayata geçirilen eşbaşkanlık sistemi tamda bu noktada devrimsel bir nitelik taşımaktadır. Hakeza BDP’nin beyannamesinde deklere ettiği, “toplumsal cinsiyet etki değerlendirme raporu” uygulaması da benzer bir öneme sahiptir. Bu yöntemle kentin toplumsal yaşamı, planlaması sürecinde yapılan uygulamaların cinsiyet özgürlüğünü geliştirip geliştirmediği daha güçlü ve aktif olarak denetlenip müdahalede bulunma imkanı yaratılmış olacaktır.

7-         Kapitalist modernitenin ve onun tasarımı olan modern kent pratiğinin ekonomik açıdan yarattığı krizi görmüştük. Neo-liberal politikalara uygun olarak ve işlevlendirilen kentler bu sistemin en büyük sömürü mekânlarından biri olduğundan basitten karmaşığa doğru alternatif bir ekonomik sistem oluşturmak gerekir. Basitten karmaşığa bir sistemin örgütlendirilmesi başarıyı getirecek bir yöntemdir. Çünkü sistemin ekonomik olarak güçlü olduğu ve kontrol mekanizmalarını elinde bulundurduğu bir gerçektir. Bu vesileyle komünal ekonominin adım adım örülmesi en doğru yöntemdir. Unutulmamalıdır ki en güçlü sistemler bile küçük adımlarla ve insan eliyle yaratılmıştır. Komünal ekonomi sistemin en güçlü olduğu mekânlarda bile gerçekleştirilebilir. Bu ekonomik sistemin özneleri çoğunluğu oluşturan yoksullar, köy-tarım toplulukları, kadın ve gençliktir. Bunun aynı zamanda ekonominin demokratikleşmesi süreci olduğunu belirtmek gerekiyor. Kooperatifler, komünler ekonominin demokratikleşmesinde önemli role sahiptirler. Bu konuda modelin nasıl olacağı, nasıl daha verimli işleyebileceği yine tarihsel-toplumsal açıdan bunun ne anlama geldiğiyle ilgili yığınca örnek ve çözümleme yapılmıştır. Bunların kararlılıkla ve istikrarlı bir biçimde uygulanması gerekmektedir. Problemlerin ağırlıklı olarak burada ortaya çıktığını görebiliriz. Bu konuda kimi yetersiz yaklaşımlarda yok değil.

Komünal ekonomiyi, kooperatifleşmeyi mevcut sistemin olanaklarına, etki gücüne hukuksal düzenlemelerine bakarak ütopya gibi gören ve ekonomiyi demokratikleşmeyi kararlılıkla uygulama yerine “biraz ondan biraz bundan” yaklaşımıyla neo-liberal ekonominin dümen suyuna giden ve ortayı bulmaya çalışan bakış açıları söz konusu olabiliyor. Bu yaklaşımların daha baştan yenilgiyi kabul etmek olduğu açık. Evet, kapitalist sistem, devlet pek çok açıdan güçlü gibi görünebilir ama yarattığı eşitsizliklerle aynı zamanda kendi düşmanlarını da çoğaltmıştır. Buradan bakıldığında gerçekten de kentler, sahip oldukları bu büyük hoşnutsuzlar cephesi nedeniyle kapitalist modernitenin asil topuğudurlar. Önemli olan bu topuğu hangi araç ve yöntemlerle vuracağını bilmektir. Burada da yasal olan değil meşru olanın fiili uygulaması geçerlidir.

 

Özyönetim ya da Kentin Özerk Yönetimi

Özyönetim esasen devletin iktidarın yönetemezlik krizinden dolayı merkezin dışında kalan çevrenin kalan çevrenin kendi kendini demokratik mekanizmalar yoluyla yönetmesidir. Bu durum kent açısından da geçerlidir. Zaten özgür kent yönetimi dediğimiz şey kentlerde özyönetim oluşturulmasından başka bir şey değildir. Tarih boyunca merkezi uygarlıkların yönetim anlayışlarına karşı toplumsal güçlerin özgürlük ve özyönetim hedefi ekseninde mücadele yürüttüklerini görüyoruz. Bu kimi zaman dinsel, kimi zaman etnik, kimi zaman ekonomik ve idari sebeplerle dayansa da kesintisiz süren bir mücadele olmuştur. Çoğunlukla merkezi uygarlıkların dışında bu tarz yönetim pratikleri gelişmiştir. Bu mücadele kapitalist moderniteyle birlikte daha fazla keskinlik kazanmıştır. Kapitalizmin iktidarcı, tekelci, ulus-devletçi politika ve kurumlaşmaları her alanda derin bir demokrasi krizine yol açmaktadır. Özyönetim problemi çözülmediği sürece de bu krizin devam edeceği ortadadır. İktidarcı, ulus devletçi yapılar, adına ne denirse denilsin doğrudan demokrasiye karşı duran yapılardır. Doğrudan demokrasiyi varlık gerekçelerini ortadan kaldıracak bir süreç olarak görürüler. Demokrasinin sınırı, iktidarın, sermayenin, ulus devlet otoritesinin sınırında bitmektedir. Bu gerçekliğe karşı özyönetim, toplumun kendi varoluşuna anlam biçme, onu gerçekleştirme ve özne haline gelmesinin biricik yoludur. Bununla birlikte özyönetim ahlaki-politik toplumun somutluk kazanması anlamını taşır. Özgür kent yönetimi bu açıdan toplumun yerelde politik bir özne haline gelmesini ifade eder. Politikanın ahlak ve özgürleşmeyle olan dolaysız bağı ancak kendisini katılım mekanizmalarıyla somutlaştırıldığında uygulama gücüne kavuşur. Kenti oluşturan tüm toplumsal kesimler kendileri ve kentleriyle ilgili karar gücü olmaya başladıklarında ve bunun pratik süreciyle bütünleştiklerinde özgürleşme yolunda büyük ilerleme kaydedilebilir.

Özyönetim ile ilgili farklı bakış açılarının bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Genelde iki yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri öz yönetimi daha çok ulus devletin yükünü hafifletme ve neo-liberal politikaların daha etkin uygulanmasını sağlamayı amaçlayan işlevsel özyönetim anlayışıdır. Ki bugün Avrupa’da ve bazı devletlerde uygulanmaktadır. İkinci yaklaşım ise öz yönetimi ulus devletin yükünü azaltmak için değil, onun toplumsal özgürlük ve doğrudan demokrasiyle ilgili temel bir ihtiyaç olarak gördüğünden savunur. M. Boockhin birinci yaklaşıma eleştirel yaklaşır ve öz yönetim kavramına bu şekilde bir anlam yüklemenin ekonomik nedenlere dayandığını, bu tutumun endüstriyalizmle bağlantılı olduğunu söyleyerek özyönetim bu şekilde teknik bir meseleye indirgediğini anlatır. Gerçekten de bu yaklaşımın liberalizmin çeşitli ekonomik ve idari kurumların sistemi daha etkin kılacak şekilde işlevselletirilmesiyle ilişkisi vardır. “Bana bağımlı olduğun ve politikalarıma engel olmadığın sürece teknik olarak bazı aktiviteleri gerçekleştirebilirsin” denmektedir.

İkinci yaklaşım da gücün doğrudan halka dağıtılmasına dayanan özgürlükçü-demokratik öz yönetim anlayışı geçerlidir. Demokratik Konfederalizm, Demokratik Özerklik, özgür kent yönetimleri esasen bu sürecin birbiriyle ilişkili parçalarıdırlar. Kent bu anlamda özyönetimin, gücün halka dağıtıldığı ana merkezlerden biri olarak ele alınmaktadır. Ulus devletten ve onun “işlevsel” özyönetimin anlayışından farklı olarak bir projeksiyona sahiptir. Ulus devlet merkezileştirir, öz yönetim ise merkezin gücünü kırmayı, onu daraltmayı, demokrasiye duyarlı hale getirmeyi amaçlar. Bookchin’in sözünü ettiği şey de budur. Yani yerel yönetimlerin (belediye, halk meclisleri, kent konseyleri, kooperatifler vb.) güçlü biçimde yapılandırılması bu mekanizmalar vasıtasıyla gücün halka yaydırılması, doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla tahakkümü, merkeziyetçi ulus devlet ve iktidar anlayışının bertaraf edilmesi…

Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus belediyelerin, meclislerin, komünlerin, kent konseylerinin içinin doldurulmasıdır. Sadece bunları oluşturmak yetmemektedir. Dikkat edilirse gönümüzdeki meclis kavramı oldukça yozlaştırılmış ve anlamından uzaklaştırılmıştır. Demokrasinin, demokratik siyasetin, halkın doğrudan katılımın sağlandığı kurum olma işlevini nerdeyse kaybetmiştir. Hem genel hem yerel meclisler iktidarcı devletçi siyasetin arenasına dönüştürülmüştür. Tepeden politika oluşturma, anti demokratik yaklaşımlar verili meclislerin özünü oluşturuyor. Bu açıdan özgür kent yönetiminin olmazsa olmazı olan bu kurumların çok etkin ve özüne uygun olarak yapılandırılması, işletilmesi hayati önemdedir. Bu noktada devletin demokrasiye duyarlı hale getirilmesi sağlanır ve öz yönetime, demokratik özerkliğe yasal-anayasal bir meşruiyet sağlanırsa elbette ki bu olanaktan yararlanılır ve bunun mücadelesi de her koşulda verilmelidir ancak söz konusu oluşumlar icazet zorunluluğuyla oluşan kurumlar değildirler. Devlet doğası gereği demokrasiye duyarlı bir olgu değildir. Bu anlamda “yasal engeller var” deyip demokrasinin doğrudan hayata geçirilmesini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması ertelenemez. Fiili olarak hayata geçirilir. Zaten demokrasi ve özgürlük mücadelesi de bunu gerektirir. Devletten beklemek doğru olmaz. Meşruluk ve ihtiyaç uygulamak için yeterli bir sebeptir. Bugün itibariyle bir olanaksızlıktan da söz edilemez. Yıllara dayanan yerel yönetim deneyimi, oluşturulan kentkonseyleri, meclisler mevcuttur ancak içi yeterince doldurulamadığından çok etkili olamamışlardır. Bu aşamada önemli olan bunları daha yaygınlaştırmak ve etkin kılmaktır.

Özgür kent yönetimi kenti oluşturan bileşimin karmaşık yapısından dolayı hassasiyetle yaklaşılması gereken bir süreçtir. Kullanılan aracalar ve yöntemler, daraltan değil büyüten, genişleten, yaygınlaştırılan, kapsayıcı olan ve farklı kesimlere ulaşmayı, onları dâhil etmeyi hedefleyen bir nitelikte olmak zorundadır. Kentlerin kapitalist modernitenin, devletin zayıf karnı olduğu doğruysa -ki bu potansiyeli güçlüdüro zaman hoşnutsuzluklar cephesini dâhil edecek etkili mekanizmalara ve örgütsel aksiyona ulaşmak gerekir. Şematik, dogmatik, dar grupçu, tepeden inmeci yöntemler özyönetimi sakatlar. Kentteki her bireyin hatta her canlının uygulamalarından doğrudan etkileneceğinin bilinciyle hareket etmek ve kentin içinde yaşayan herkese ait olduğu duygusunu, aidiyet bilincini güçlendirecek bir yaklaşımın sergilenmesi gerekir. “Çoğunluk bizde o zaman biz belirleriz” tutumu hangi etiketle yapılırsa yapılsın devletçi, iktidarcı bir tutum olur ve savrulacağı yer “modern kent” anlayışıdır.” Her yerde örgütlülük, her kararda demokratik katılım ve söz hakkı” temel bir slogan hakkı durumundadır. Tersi yaklaşımlar modernitenin rasyonel toplum ve kent yaratma anlayışına götürür ki bunu da nasıl başarısız olduğu, toplumsal ve kentsel dokuyu nasıl tahrip ettiği, tarihsel ve demokratik hafızayı nasıl yok ettiği bilinmektedir.

Son olarak üzerinde önemle durulması gereken bir hususun da özyönetim bağlamında oluşan kurumlarda temsiliyet görevini üstelenen kadroların niteliği olduğunu belirtmek gerekiyor. Toplumsal devrim ve radikal demokrasi ancak onu içselleştirilmiş, onun gerektirdiği entelektüel, teknik ve ahlaki donanıma sahip kararlı öznelerle sağlanabilir. Bugüne kadar ki yerel yönetim pratikleri açısından ele alındığı da genel olmamakla birlikte bu vasıflardan uzak ve temsiliyet krizi yaşayan kadroların mevzilendirilmesinden kaynaklı yığınca problem yaşanmıştır. Ya aileci, aşiretçi, grupçu yaklaşımlar ya da özgür kent ve yönetim pratiğini içselleştirmeyen, daha çok liberal-modernist anlayışla olguyu ele alan tutumlar ön plana çıkmıştır. Söz gelimi kentin demokrasisi toplumsal-sosyal sorunların giderilmesi, halkın doğrudan katılını sağlayacak emek ve çabadan yoksunluk; var olan kurumsal ve toplumsal altyapıdan tüketme, bürokratizm, elitizim, seçimden seçime halka giden klasik siyasetçilik bu sorunlardan sadece birkaç tanesidir. Yine daha çok orta sınıfa yakın duran, oraya dayanan, devletten bekleyen, olmayınca da şikayet edip yerine getirmekle yükümlü olduğu görevleri yerine getirmemenin gerekçesi yapan; hepsinden önemlisi demokratik özerkliğin, özyönetimin, ekoloji ve cinsiyet özgürlüğünün ne olduğu, bunların pratik politikada ve toplumsal alanda karşılığının nasıl oluşturulacağı hakkında kafa netliğine, teorik ve pratik kapasiteye sahip olmayan ve sırf bu nedenle yapılması gerekenleri kendi yönetim tarzında sekteye uğratan, işlemez kılan, yanlış bireylerin ve anlayışların kurumlar içinde mevzilenmesine yol açan tutum ve anlayışları da eklemek gerekiyor.

Tasarlanan toplumsal projenin gerçekleşebileceğine inanmak ve pratikleşme sürecinde karşılaşması olası problemlere hazırlıklı olmak, tüm engellere rağmen kararlılıkla uygulamaya yönelmek başarının olmazsa olmaz koşuludur. Bir toplumsal projeye içten inanç duyulmadığında kerhen yapma ya da verili sistemi taklit ederek onun uygulamalarını söz konusu toplumsal projeyle montajlayarak bulanıklaştırma, özünden boşaltma kaçınılmaz hale gelir. Özgür kent yönetimi bu açıdan ona inanç duyan, kendi için varoluş sebebi sayan kadrolarla gerçekleştirilebilir. Şüphesiz çok değerli çabalara da sergilenmiştir, tüm yetersizliklere rağmen Türkiye geneli açısından değerlendirildiğinde örnek yerel yönetim pratikleri de sergilenmiştir ancak yeni dönemin öncelikleri ve hedefleri gözetildiğinde bunu daha iyi bir noktaya taşımak gerekiyor. Rojava gibi imkânsızlıktan imkân yaratan bir örnek ortadayken daha fazla olanağın ve birikimin olduğu bir zeminde çok daha devrimsel nitelikte işler başarmak imkân dâhilindedir.

[1] J.C.Scott(Devlet Gibi Görmek)
[2] J.C.Scott(Devlet Gibi Görmek)
[3] Jane Jacobs (aktaran: J.C.Scott: Devlet Gibi Görmek)
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.