Düşünce ve Kuram Dergisi

Zihniyet Devrimi ve Politik Görevler

Emran Emekçi

Zihniyet devrimi, insanın bir parçası olduğu evren, doğa, tarih ve toplumuna doğru ve yetkin anlam verme gücüdür. İnsanlık bu işi İlk Çağ’da mitoloji, Orta Çağ’da din, Greklerde felsefe, Yakın Çağ’da ise bilimle yapmaktadır. Bilimin geldiği aşamaya göre, gerek izafiyet gerekse kuantum teorileri, fizik bilimlerinde dahi mutlak doğru olamayacağını ancak doğruya yakın olunabileceğini ortaya koyduğuna göre toplum gibi çok daha izafi, esnek zihniyet inşaları olarak varlık kazanmış oluşumları kesin yasalarla açıklayamayız. Tarihte nasıl oluşmuşsa öyle ele almak gerekir. İlk büyük patlamadan yıldızların, galaksilerin, gezegenlerin, güneş sisteminin ve dünyanın oluşumuna, yaşam için elverişli atmosfer, su, bitki, hayvanlar ile insan ve toplumunun oluşumuna kadarki gelişme, enerjinin değişik hallerini ifade eder. Evren adeta en rafine enerji olarak düşünce tarzında kendini insan beyninde Homo Sapiens olarak görünür kılmaktadır. Evrenle ilgili tüm madde atomlarının insanda mevcut olması ve zekâ bakımından diğer canlılara göre en gelişkin varlık olması farkını ortaya koymaktadır. Günümüzde bile tıp, insanın ölümünü beyin ölümüne bağlı olarak rapor etmektedir. Homo Sapiens (Akıllı İnsan) aşama olmadan insandan söz edemeyiz. Ama bu insanın da biyolojik tür olarak doğa karşısında en zayıf varlık konumunda olduğunu ilk elden gözlemek de zor değildir. Diğer tüm hayvan yavruları günlük ve hatta çok daha kısa sürelerle yaşamlarını olanaklı kılabilirler ama insan yavrusu ancak on beş yaşlarından sonra çocukluktan tam çıkabilir ki, bu süre, toplum olmadan yaşanamayacak bir zaman dilimidir. Dolayısıyla her şeyden önce bizzat insanın biyolojik yapısının kendisi toplumsallığı zorunlu kılmakta, onu toplumsallığa mecbur etmektedir. Evet, doğadaki birçok biyolojik tür veya türler de kendine özgü birlikteliğe ihtiyaç duyar ama insan türüne özgü olan toplum birlikteliği, bir araya gelme olgusunun çok üstünde varoluşsal nitelik taşır. Toplumsallaşmazsa ya Homo Sapiens’den geriye doğru evrimleşme (ki bu primatlığa geri dönüştür) geçirecek ya da yok olacaktı. Homo Sapiens, varlığını ve geleceğini toplumsallıkla güvenceye aldığı gibi evrensel ve doğal evrimle kazandığı potansiyel zekâsını da ancak toplumsallaşmakla aktifleştirebilmektedir. Bir nevi potansiyel enerji olarak zekâ, toplumsallaşmayla kinetik enerjiye dönüşmektedir. Çünkü toplumsallaşma aynı zamanda toplumun ortak sorunları (beslenme, güvenlik, savunma) üzerinde sürekli düşünmeyi, bir araya gelerek (doğrudan demokrasi) konuşmayı, tartışmayı çözümler üretmeyi ve uygulamaya geçirmeyi, hareket, örgütlenme ve eylemi ifade eden politikayı (kinetik enerjiyi) gerektirir.    

Politika, Homo Sapiens’in zekâ potansiyelini açığa çıkardığı gibi, doğal doğrudan demokrasi tarzında icra edildiği için de toplumun diğer üyeleriyle karşılıklı düşünce alışverişiyle zekâsını daha da geliştirmesine olanak sunmaktadır. Bu temelde yaşadığı toplumundan aldığı kadar kendisi de katarak yine toplumuna aktarmaktadır; böyle karşılıklı birbirini besleyen simbiyotik bir ilişki söz konusudur, biri diğersiz olamamaktadır. Bunu da doğrudan demokrasi tarzında politika yaparak icra ederken toplum için en iyi ve doğru işlerin deneyimle toplum hafızasına işlenmesiyle kalıcı kural-gelenek haline gelmesi olan ahlak ile de varlığını ve birliğini korumaya almaktadır.  Söz konusu ahlak ve politika, henüz sınıf-iktidar, devlet, yalan, hile, kurnazlık, zor ve baskının olmadığı en uzun süreli tarihinde (toplumlar tarihinin yüzde doksan dokuzu) doğal özgürlük ortamında işlev görmektedir. Bir başka deyişle henüz dıştan bir dayatma, saptırma, hile, yalan zor ve baskı söz konusu olmadığından toplumun doğal özgürlük ortamında şekillenen öz zihniyet ve yapılanmaları da toplumsal gelişmenin doğal ürünü olarak anlam kazanır. Son tahlilde toplumun doğal evrim ve özgürlük ortamında şekillenen öz zihniyeti, evren-doğa-toplum eksenli varoluşuna verdiği anlam olurken, politika ve ahlak da onun varoluş organları işlevini görmektedir. İlk toplum olan klan toplumunun düşüncesi-zihniyeti, doğal özgürlük ortamında şekillenen animizmdir. Animizm (canlıcılık, ruhçuluk) zihniyeti ile evren ve doğaya kutsallıkla bakmaktadır. Doğadaki bütün varlıkların canlı olduğuna ve bir ruhu olduğuna, örneğin taşın bile ruhunun olduğuna inanmaktadır. Günümüzün cansız doğa ve ölü madde zihniyetine göre daha anlamlı olduğu kesindir. Zaten kuantum teorisi madde altı atom parçacıkların canlı olduğunu kanıtlamıştır. Dolayısıyla bilimsel olarak da kanıtlanan animizm zihniyeti olup, çürütülen kapitalist pozitivizmin cansız doğa ve ölü madde zihniyetidir. Animizm, aynı zamanda doğayı ve tüm varlıkları kutsayan doğayla uyumlu ekolojik bir zihniyettir. Bununla birlikte ahlaki bir zihniyettir. Klan insanı sadece ihtiyacı kadar avlamakta ama avladığı hayvanı da totem olarak kutsamakta, çeşitli tören ve danslarla onu aslında öldürmediğini ruhunu kendisinde yaşattığını göstererek rızasını aldığını düşünmektedir. Özellikle avcılıkta en yetenekli ve tecrübeli olan, topluluğun beslenmesine daha fazla katkısından dolayı kutsal adam (Şaman) ilan edilmektedir. Şaman, avcılıkla ilgili bilgi birikim ve deneyimini mağara resimleriyle gelecek nesillere de aktarmaktadır. Buradaki kutsallık topluma yararlılıkla bağlantılıdır. Toplum bu şekilde ilk haliyle animizm temelli zihniyet ve totem olarak inanç kimliği kazanırken politika ve ahlak organlarının işlevselliğiyle de varlığını ve birliğini korumaya almaktadır. Klan toplumu örneğin beslenme sorunuyla ilgili her gün bir araya gelerek (doğal doğrudan demokrasi) kararlar alıp uygulamazsa (politika yapmazsa) yaşamını sürdüremezdi. Yine toplumsal birliğini koruyan ahlak kuralını ihlal eden klan üyesinin toplum dışına atılması, politika gibi ahlakın da hayati önemini göstermektedir. Ahlak ve politika en yalın haliyle klan toplumunda temel varoluş organları olarak işlev görmektedir. Yalın olması hakikatini de gösterir; hakikat yalındır aynı zamanda ahlaki ve politiktir. Son tahlilde toplum zihniyet-ahlak-politika eksenli bir var oluştur. Zihniyetsiz, ahlaksız, politikasız toplum var olmamıştır, tarihte böylesi toplumlar yoktur. 

 

Tanrıçaya Dayalı Zihniyet Konumu

Henüz sınıf, devlet, hile, yalan, kurnazlık, aldatma, zor ve askının olmadığı en uzun süre toplumu olarak klan insanı, doğal özgürlük ortamında ve doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikayla süreklileşen ortak sorunları üzerine düşünce ve çözümler üretme faaliyetiyle iç içe zekâsıyla birlikte dilini (işaret dilinden simgesel dile geçiş) ve inancını da geliştirmektedir. Klan sayılarının artmasıyla birlikte giderek ortak tapınak etrafında bir araya gelmektedir. Arkeolojik kazılarla ortaya çıktığı gibi ilk tapınakların kentlerin kuruluşundan çok önce var olduğu (Göbeklitepe) bugün kanıtlanmış durumdadır. Yatay ve yuvarlak mimariye sahip olması, henüz hiyerarşi ve sınıfların etkin olmadığı sayıları giderek artan klanların totemleri ile temsilini yaptığı tapınak etrafında özgür, eşit, gönüllü temelde bir araya geldiği doğal demokratik toplum haline işaret eder. Klan toplumu avcı ve toplayıcıdır. Erkek avcılık, kadın toplayıcılık yapmaktadır. Erkekte hayvanları avlama, tuzak kurma faaliyeti kurgusal zekâyı geliştirirken, kadındaki duygusal zekânın hayvanları avlama yerine evcilleştirmeye ağırlık vermesi farkını ortaya koymaktadır. Yine avcılık dönemindeki toplayıcılığı bitkileri daha yakından tanımasını, onların iklim döngüleriyle bağlantısı konusunda bilinçlenmesini, giderek bitki tohumlarını derleyerek ekime, tarıma geçişi sağlama beraberinde getirmektedir. Her iki alandaki başarısı nedeniyle totemden kadın eksenli bir kutsallaştırma (ana-kadın kültü) zihniyetine ve klandan daha gelişkin bir toplumsal aşamaya (kabileler çağına) geçilmektedir. Bu geçişi sağlayan kadın, duygusal zekâ yaratıcılığı ve topluma yararlı icatları nedeniyle tanrıçalıkla kutsanmaktadır. Totem sembollerinin yerini kadın heykelleri almaktadır. Bu gelişme kadının sınıf ve hiyerarşisinden dolayı değil, aksine emek ve üretimle bağından, yarattığı topluma yararlı icatlardan dolayıdır. Burada kutsallaştırmanın topluma yararlılıkla, emekle, üretimle ve icatlarla bağı kesindir. Neolitik dönemde emek ve üretime katkıda bulunan icatlarıyla başta kadın olmak üzere tüm icatlara tanrısal sıfatlar yükleyip kutsayarak, bu gelişmeyi tanrıça tapınağı merkezi etrafında gerçekleştirdiği dini törenlerle şölen havasında kutlamaktadır. Bundan daha doğal ne olabilir. Tanrıça tapınakları da bu anlamda toplumun doğal gelişmesinin ürünü öz zihniyet merkezi ve topluma yararlı olanın kutsandığı, üretime ve icatlara ilişkin deneyimlerin yeni nesillere aktarıldığı okul rolünü de oynamaktadır. Yine arkeolojik araştırmaların ortaya çıkardığı kentler, hiyerarşi, sınıf ve devletin damgasını taşıyan Sümerlerden çok önce neolitik toplum döneminde gelişmeye başlamıştı. O dönem kent ve köy arasında birbirini besleyen simbiyotik ilişki söz konusudur. Henüz köy-kent karşıtlığı oluşmamıştır. Köy-kent karşıtlığını yaratan da sınıf-iktidar-devlet eksenli zihniyettir. Kaldı ki ilk Sümer kentleri de koruyucu ana-tanrıça kültüne ve okul görevi gören zihniyet merkezi tanrıça tapınağı ve Yaşlılar Meclisine dayalı olarak inşa edilmişlerdir. Yani neolitik dönemdeki kadın eksenli kutsallaştırmaya dayalı ana-kadın zihniyeti, doğal özgürlük ortamında doğal doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politika ve özgür ahlak üçlüsü ortak işlevini Sümer kentlerinin kuruluşunda da sürdürmektedir. Tersyüz edilmesi aldatıcı mitolojiyle gerçekleştirilmektedir. 

Sümer mitolojisi, o güne kadarki tüm evren, doğa, insan ve toplum tarihinin yok sayılarak, dönemin yükselen erkek egemen sınıfı olarak tarihi erkek tanrılar şahsında kendisiyle başlatmaktadır. Tüm evren, doğa, denizler, hayvanlar, bitkiler, kadının, insanın kısacası tüm varlıkların yaradılışını erkek tanrılarla başlatan Sümer mitolojisiyle erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı iddia edilen kadının konumu ikinci plana atılır. Bununla aslında kadın şahsında tüm neolitik maddi ve manevi değerlerin gaspı sağlanmaktadır. Özünde neolitik dönemin kadın eksenli topluma yararlılık, emek ve icatlara dayalı kutsallık zihniyeti tersyüz edilerek, her şey toplumsal gerçeklikten, emek ve üretime dayalı kutsallıktan soyutlanıp gökten emir veren tanrıya ve onun sözcüsü rahibe (dönemin egemen sınıfına) bağlanmaktadır. Kutsallık kavramı böyle toplumsal gerçeklikten soyutlanarak tersyüz edilmektedir. Yine aynı aldatıcı mitolojiyle insan, çamurdan yaratılarak tanrılara (dönemin egemen sınıfına) hizmetle yükümlü kul olarak önce zihniyette inşa edilmektedir. Böylece erkek egemen tanrı veya tanrılar, özne haline getirilen egemen sınıfın çıkarını ifade ederken; tüm toplum, kadını, çalışanı ve bireyleriyle onlara hizmetle yükümlü nesne (kul-köle) haline getirilmektedir. Sümer mitolojisi ile toplumun öz zihniyeti (topluma yararlılık, emek ve üretime dayalı kutsallaştırma) tersyüz edilirken, yatay mimariye sahip tanrıça tapınağı yerine de dikey mimariye sahip hiyerarşi ve sınıfları konumlandıran ziggurat ikame edilir. İkincisi toplumun o güne kadarki söz ve kararı (toplumsal sorunlarını bir araya gelerek, tartışarak çözme politikası) yerine egemenin sözünü (buyruk veren tanrı sözü ve sınıf bürokrasisi) ikame edilir. Üçüncüsü, toplumun öz ahlakı yerine, egemenin çıkarlarını, malı mülkünü korumaya alan hukuk (Tanrı-Kralın emri Ur-Namu, Hamurrabi yasaları en iyi bilinenleridir) ikame edilir. Bu temelde toplum, beyni (topluma yararlı emek ve üretimi, icatları ve icat sahiplerini kutsayan öz zihniyeti) ve organları özgürlük ahlakı ve doğrudan demokrasi tarzından icra edilen politikasından koparılarak özne rolünden çıkarılıp nesne konumuna getirildikten sonradır ki kulluk-kölelik altına alınmaktadır. Hayvanları avlamada ustalaşan kurgusal zekâ, Sümer rahipleri şahsında zihniyet avcılığına dönüşmüştür. Sümer rahipleri, toplumsal gelişmenin doğal ürünü olan neolitik zihniyeti tersyüz etmeden, yani zihniyet avcılığı, zihniyet tutsaklığı veya zihniyet hegemonyasını aldatıcı mitolojiyle zihinlerde inşa etmeyi başaramadan, kadını, insanı ve toplumu kul-köle olarak kendi hizmetlerine koşturamayacaklarının farkındadır. Sümer mitolojisi bunun hangi yalan efsanelerle sağlandığını açıkça ortaya koymaktadır. Yalan, hile, kurnazlıkla zihinleri aldatma ve avlamaya dayalı kurgusal zekâ ürünü sınıf ve devlet oluşumu, toplumun emek ve üretime dayalı kutsallığı ifade eden öz zihniyeti, ahlak ve politikasına (demokrasi) karşıt yönde aldatıcı mitoloji temelinde inşa edilmiştir. Yalan, hile, kurnazlıkla zihinleri avlamayı ve aldatmayı esas aldığından toplumsal gelişmenin doğal ürünü zorunlu ve daha gelişkin bir zihniyet aşaması değil, aksine zihniyet avcılığı kurnazlığıyla toplumun o güne kadar biriktirdiği tüm manevi ve maddi değerlerinin gasp edilmesi eylemi olduğundan ancak zihniyet karşı devrimi olarak tanımlanabilir. Yine ileriye doğru bir gelişme değil, toplumun emek ve üretimi kutsallaştıran öz zihniyetiyle doğrudan demokrasi tarzından icra edilen politika ve ahlakında bir düşüş ve gerilemedir. Topluma yararlı emek ve üretime dayalı kutsallık kavramının aldatıcı mitolojiyle (buyurgan tanrı inşasıyla) ters yüz edilmesi, zihinlere toplum, demokrasi, politika ve ahlak karşıtı sınıf, hiyerarşi, iktidar, devlet, hukuk, bürokrasinin (Tanrı-Kral ve avanesi) yeni kutsallar olarak işlenmesiyle yalan, hile, kurnazlık, gasp ve hırsızlık eylemi meşrulaştırılmaktadır. Örneğin Sümer mitolojisi ve ardılı tüm sınıf-iktidar-devlet eksenli resmi tarih anlatımlarının Sümer sınıf ve devlet oluşumlarına mal ettiği icatlar aslında neolitik dönemde yaratılmış icatlardır. İnanna Destanı, bu icatların (me’lerin) Enki tarafından nasıl kurnazlıkla çalındığını, İnanna’nın onları geri almak için verdiği mücadele, icatların gerçek sahiplerinin kimler olduğunu gayet açık ortaya koymaktadır. Bunu Gordon Childe, “Tarihte Neler Oldu” kitabında, Neolitik dönemdeki icatların ancak Avrupa Rönesans sürecindeki icatlarla kıyaslanabileceğini, aradaki geçen zamanda neolitik icatları aşan bir yaratıcılığın olmadığını tespitiyle de doğrulamıştır. Dolayısıyla Rönesans’a kadar geçen zaman diliminde Rahip Kral, Tanrı-Kral, Nemrut, Firavun, İmparator, Sultan, Efendi, Senyör düzenlerinin, aldatıcı, yalana dayalı inşa edilen “kutsal” sınıf, iktidar ve devletlerinin bütün yaptıkları neolitik değerler üzerinde asalakça yaşamak, sömürü, gasp, fetih, talan ve ganimet savaşları olmuştur. Çokça görkeminden bahsedilen Mısır Piramitleri, dev heykeller, Roma arenaları, topluma hiçbir yararlı işlevi olmayan sadece Tanrı-Kralın azametini kanıtlama amaçlı milyonlarca kul-kölenin emeği, canı pahasına gerçekleştirilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç, düşüncenin özgür olduğu ortamlar bütün iyi, güzel ve yararlı yaratımların (yeni ve daha gelişkin icatların) temelidir. Yaratıcı düşünce ve anlamlı yaşam ancak özgürlük ortamında doğrudan demokrasi tarzında işleyen politika ve özgürlük ahlakıyla mümkün hale gelmektedir.

Toplumun öz zihniyet, ahlak, politika (demokrasi) ve özgürlük sorununu yaratan Sümer aldatıcı mitolojisine dayalı zihniyet ve yapılanmadır. O güne kadarki en uzun süre toplumlarının (toplumlar tarihinin yüzde 99’unda) özgürlük sorunu yoktur. Henüz sınıf, devlet, tepeden dayatılan yalana dayalı ideolojik hegemonya, zor ve baskı olmadığından insan ve toplumu doğal olarak özgürdür. Doğal özgürlük ortamında şekillenen topluma yararlı emek ve üretimi kutsallaştıran öz zihniyeti, ahlakı ve politikası özgürce işlev görmektedir. Sümer rahiplerinin geliştirdiği sınıf-iktidar-devlet eksenli yalan, hile ve kurgusal zekâ ürünü aldatıcı mitolojiyle zihinlerin avlanması temelinde ve gerektiğinde zorla topluma dayatılan kulluk-kölelik zihniyetiyle birlikte özgürlük sorunu doğmaktadır. Sümer tabletlerinde “Amargi” kelimesiyle ifade edilen Ana’ya, doğal toplum özgürlüğüne dönüş özlemi, daha başlangıç aşamasında kulluk-kölelik zihniyetine karşı özgürlük arayışına ve sorununa işaret eder. Özellikle İnanna Destanı, sınıflı devletli uygarlığa karşı ilk kadın direnişi ve Yaşlılar Meclisinin itirazları erkek egemen hiyerarşi, sınıf ve devlet lehine aldatıcı mitoloji, hile, kurnazlık, yalan ve gerektiğinde zorla bastırılmamış olsaydı, uygarlığın kadın eksenli demokratik uygarlık olarak doğuş yapması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumu ahlaki ve politik toplum tarihinin o güne kadarki doğal gelişme akışından da anlamak zor değildir. Yine ilk Sümer kentlerinin koruyucu tanrıça kültüne ve Yaşlılar Meclisine dayalı olarak inşa edilmesi gerçeği de doğal, ahlaki ve politik toplumun, kent uygarlığının kuruluşunda da başat kültür ve zihniyet olduğunu göstermektedir. Kaldı ki yansımasını Sümer panteonunun ilk halindeki tanrıça ve tanrıların mitolojik öykülerinde de göstermektedir ki orada tanrıçaya dayalı zihniyet konumu hala başattır. Fakat panteonun erkek tanrısı kurnaz Enki ile tanrıça İnanna arasında yaşanan çelişki ve mücadele, özünde ahlaki ve politik toplum-demokrasi-özgürlük ile sınıf-devlet-kulluk-kölelik mücadelesidir. Kurnaz erkek egemen tanrı Enki’nin süreçten galip çıkmasının temelinde toplumun yalana dayalı aldatıcı mitolojiyle kandırılma “ustalığını” sergilemesidir. Hayvanları tuzağa düşürme ustalığını ifade eden kurgusal zekâ ürünü avcı kültürü, Sümerlerde zihniyet avcılığına ve zihniyeti tutsak olmak ustalığına dönüşmüştür. Bu temelde inşa edilen Sümer sınıf-iktidar-devlet yapılanması, dışa doğru açılımda da kulluk ve köleliği kabul etmeyen ve son ferdine kadar ahlaki ve politik toplum olmakta ısrar eden klan, kabile ve aşiretlerin direnişleriyle karşılaşmıştır. Kulluk-köleliği karşı kabile direnişinin Sami kolu, peygamberlik hareketleri tarzında Sümer mitolojisini tek tanrılı din olarak restore ve reforme edip kulluk-köleliği (reddetme ve yasaklama değil) yumuşatma rolü (Sümer mitolojisinin birinci versiyonu Tevrat, İkinci versiyonu İncil ve üçüncü versiyonu Kuran’da kölelik kesin olarak yasaklanmamakta, sadece köleye iyi davranılması ve azat edilmesi tavsiye edilmektedir) oynarken, Aryen kolu ise Zerdüşt şahsında özgür ahlaka dayalı daha radikal bir zihniyet devrimi olarak, kulluk-köleliği ahlaki bir düşkünlük olarak kökten reddetmekte, insanın iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, aydınlık ile karanlık arasında seçme özgürlüğü olduğunu, tercihini kulluk-kölelikten yana değil özgürlükten yana yapması gerektiğini öğütlemektedir. Bu temelde özgürlüğe ve demokrasiye giden yolu açan en köklü zihniyet devrimi olarak rolünü Asur köleci imparatorluğunun yıkılması (halkların özgürlük bayramı Newroz, kaynağını bu gerçeklikten alır) ve Med Aşiretler Konfederasyonunun kuruluşuyla göstermiştir. Aşiretler konfederasyonu, adı da üzerinde sınıf ve devlet saldırılarına (kulluk-kölelik seferlerine) karşı kabilelerin kendilerini savunmak için aşiret formunda ahlaki ve politik toplum birimi olarak yeniden örgütlenmeleri olup, en gelişkin hali aşiretler konfederasyonudur. Bir nevi günümüzdeki demokratik birimlerin demokratik konfederalizm tarzında bir araya gelmesi gibidir. Ancak bağrında sınıflaşmaya uğramış aşiretler ve onların aristokrat sınıf temsilcilerini de barındırmaktadır. Bunlardan bazıları konfederasyonu kendi sınıf-devlet iktidarına dönüştürme eğilimini taşımaktadır. Harpagos, bu eğilimin temsilcisidir. Ama gerek konfederasyon bünyesinde aşiretlerin ağırlıklı olarak ahlaki ve politik yapıda ısrar etmesi, köleliği yıkan bir yapının tekrar köleliği kabul etmemesi, gerekse sınıf (kölelik) karşıtı Zerdüşti özgür ahlak zihniyetinin güçlü etkisi buna geçit vermemektedir. Aynı zamanda Med ordusu komutanı ve sınıf-iktidar-devlet eğiliminin temsilcisi Harpagos ihaneti, kaynağını bu gerçeklikten alır. İçeride sınıfsal çıkışını gerçekleştiremeyeceğini bildiğinden yine bir Pers soylusu olan aristokrat sınıfın temsilcisi Kyros ile işbirliğine yönelir. Heredot Tarihi bu süreci anlatmaktadır. Sonuçta içten Harpagos dışarıdan Kyros ortak darbesiyle tipik bir doğal demokrasi örneği olan Med Konfederasyonu yıkılsa da etkilerini Pers sarayında (yönetim demokrasi mi, oligarşi mi, monarşi mi olsun tartışmasının monarşiye karar kılınmakla sonuçlanması) sürdürür. Böylece Zerdüşti zihniyetin zemin sunduğu demokrasi fikrinin monarşiye dönüştürülmesi bu topraklar için kayıp olurken, etkilerini taşıdığı (Heredot Tarihi, bu geçişi anlatmaktadır) Grek yarımadası için kazanım olmaktadır. Zihniyette Doğu-Batı ayrımı bu temelde gelişmektedir.

 

Batı’nın Doğu’ya Üstünlüğünde Rönesans ve Reform Devrimleri Bulunmaktadır

Grek yarımadasında, Doğu’nun mitolojik ve dini dogmalara dayalı zihniyetini aşan felsefeye dayalı yeni ve daha gelişkin zihniyet devrimi yaşanmaktadır. Felsefe ise mitoloji ve dini dogmaları, yani tanrıyı karıştırmadan evren, doğa ve toplumu yorumlamaktadır. Fakat bu dönemde de bu sefer toplum, özgürlük ahlakı, politika (demokrasi) eksenli zihniyet ile sınıf-iktidar-devlet eksenli zihniyet arasındaki çelişki ve mücadele felsefi boyutta sürmektedir. Sokrates, Zerdüşt’ün izinden giden bir ahlak filozofu olarak her şeyi sorgulamakta, sürekli sorular sorarak doğruya, hakikate ulaşmaya çalışmaktadır. Perikles ise ateşli bir demokrasi, özgürlük ve aktif yurttaşlık savunucusudur. Demokratios, atomik evren teorisini geliştirmektedir. Daha başka birçok filozofun öncülük ettiği doğa, toplum, demokrasi, ahlak eksenli zihniyet durumuyla Platon’un “Devlet” eksenli (Platon, tanrının yerine ideaları koyarak devleti meşrulaştırmaya çalışmaktadır), Aristoteles’in sınıf (Aristokratik yönetimi savunur) eksenli zihniyet durumu arasındaki çelişki ve çatışmaların yoğunca yaşandığı bir dönemdir. Atina demokrasisi, demokrasinin ilk defa sistem haline geldiği dönem olsa da henüz köleci zihniyet dünyasının aşılamaması, kadının yurttaş sayılmaması, sınıf demokrasisi olması, temsili demokrasinin ağır basması gibi kusurları nedeniyle tüm topluma mal olmadığından sınıf ve devlet eksenli zihniyet ve yapılanmasına (Aristo’nun öğrencisi İskender darbesi) yenik düşer. Ama etkilerini Roma Cumhuriyeti’nde ardından Rönesans, Reform ve Aydınlanma devriminden günümüze dek sürdürür. Roma Cumhuriyeti de Atina örneğiyle benzer kusurları taşıması nedeniyle tüm topluma mal olamadığından Agustus darbesiyle tekrar imparatorluğa dönülür. İmparatorluk kendini köleci zihniyet ve Roma mitolojisiyle meşrulaştırmaya çalışsa da felsefe, Atina demokrasisi ve Roma Cumhuriyeti deneyimi ile aydınlanmış toplum nezdinde inandırıcı olamamaktadır. Çıplak zor ve baskıyla da krizi aşmak mümkün olmayınca imdadına Hristiyanlık yetişir. Hristiyanlık resmi din ilan edilerek zihniyet krizi aşılmaya çalışılmaktadır. Başlangıçta 300 yıl boyunca Roma köleciliğine karşı bir toplumsal hareket olarak direnen Hristiyanlık resmi din haline gelip sınıf-iktidar-devlet eksenine kaydığından yozlaşma sürecine (Engizisyon) girecektir. Engizisyon, katı dogmatik düşünce kalıplarıyla özgür düşünce üzerinde yoğun bir baskı mekanizmasına dönüştüğünden zihniyet krizi daha da derinleşmektedir. 

Yer yer sınıf ve devlet eksenli Aristo ve Platon felsefesine geri dönerek zihniyet krizine yanıt olma çabaları da sonuç vermemektedir. Ancak bunu yaparken dolaylı da olsa Aristo ve Platon dışındaki dönemin doğa, demokrasi ve özgür ahlak eksenli filozofların (Demokratios, Sokrates, Perikles vd.) görüşlerinin de öğrenilmesini, yeniden canlanmasını, daha gelişkin Rönesans, Reform ve Aydınlanma zihniyetinin doğuşuna kaynaklık etmesini de beraberinde getirmiştir. Kaldı ki bu süreç aynı zamanda Avrupa’nın hala neolitik kültür ve kabile toplulukları aşamasını yoğunca yaşadığı doğal toplumun özgürlük ruhuna tekabül ettiğinden Engizisyona karşı güçlü direnişin temeli olmuştur. Hristiyanlık aşısı Avrupa’da hala neolitik kültürün ağır basması nedeniyle tam tutmamıştır. Rönesans, Reform ve Aydınlanma Devrimi düşünürleri, Engizisyon dogmalarına rağmen hapis (Roger Bacon 1220-1292, aykırı görüşlerinden dolayı 14 yıl hapis yatmıştır) ve yakılarak ölümü (Giordano Bruno 1548-1600) göze alarak ısrarlı bir biçimde otoriteden bağımsız özgür düşünce ve özgür doğayı savunmuşlardır. Onların açtığı yolda Grek filozoflarının yeniden canlanmasını ifade eden felsefi düşünüş ve öngörülerin deney ve gözlemle doğrulanması olan bilim yöntemine (Francis Bacon 1561-1626, Galileo Galilei 1564-1642) geçilmesi, bilimsel devrime yol açmıştır. Rönesans zihniyet devrimi bilim yöntemiyle kendinden önceki tüm mitolojik, dini ve felsefi zihniyetleri aşan, daha anlamlı gerçekçi, hakikate yakın evren, doğa, toplum ve insan yaklaşımı geliştirmekle üstünlüğünü her yönüyle kanıtlayacaktır. Batı’da felsefe ve bilimde bu gelişmeler yaşanırken, Doğu’da ise tersine İmam Gazali, saltanat-iktidar İslam’ı lehine ve toplum aleyhine bilim, felsefe ve içtihat kapısını tamamen kapatmaktadır. Ortadoğu bu nedenle hala kendi Rönesans, Reform ve Aydınlanmasını gerçekleştirememiştir.

Batı’nın Doğu’ya üstünlüğünün temelinde Rönesans, Reform ve Aydınlanma Devrimi yatmaktadır. Ama bu devrimin kapitalizmin ön aşaması ve zihniyet süreci olarak değerlendirilmesi liberalizmin propagandasıdır, gerçeklikle alakası yoktur. Bir kere burjuvazinin Rönesans süreciyle ne düşünsel (Toplumsal ve siyasal programı) ne de maddi bağı (para yardımı) söz konusudur. Rönesans sürecinin bilim insanları, felsefe ve edebiyat yapanları, sanatla uğraşanları zorlukla geçinen emekçi insanlardır. Yine Rönesans ütopyaları (Thomas More 1478-1535, Campenalla 1568-1639) bile kapitalist değil komünalisttir ve birçok yerde geçerli ve yaygın olan hayat tarzı hala komünaldir. Rönesans’ın insana saygıyı canlandırması, kendini bilinçlendiren, bilimle donatan bireyselliği güçlendirmekle onun kendisiyle birlikte etkide bulunduğu toplumunu da geliştiriyordu. Bu temelde Rönesans bireyi ile toplumu arasında birbirini besleyen simbiyotik bir ilişki vardır. Bu bireyin/bireyselliğin de doğa ve toplum karşıtı kapitalist bireycilik olmadığı, tersine doğa bilgisi, sanat ve felsefeyle yüklü olduğu, barışçıl, doğal, eşit ve özgür bir toplum arayışında olduğu açıktır. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle despotik devlet geleneğinden gedikler açan Montesquieu’nun (1689-1755) kanunların ruhu adlı eseri, kanunların doğa ve toplumsal gerçeklikle uyumlu, bilimsel olması gereğine işaret etmektedir. J.J. Rousseau (1712-1778) ise toplum sözleşmesi kuramıyla devletin toplumsal sözleşmeye bağlı olması gerektiğini savunması, mutlak devlet iktidarının özgürlükler lehine sınırlanması temelinde demokratik anayasalara giden yolu açmıştır. Tüm bu doğa, toplum, demokrasi ve özgürlük eksenli gelişmelerin kapitalizmle alakası yoktur. Zaten 19. Yüzyılın sonuna kadar kapitalist toplum sisteminden de bahsedilemez. Sermaye birikimiyle uğraşanlar sınırlı olup, özellikle faizcilik ve tefecilikten ötürü toplumsal nefreti toplayan bir kesim olarak hala ahlaki yargıya tabidir. Kant’ın (1724-1804) ahlâkı, aynı zamanda bir özgürlük seçimi imkânı olarak yorumlaması adeta Zerdüşt’ün izini takip ettiğini göstermektedir. Yeni doğan kentlerde hâkim olan ruh da hala demokrasiden yanadır. 1640’taki İngiliz Devrimi ezici bir demokratik özellik taşımaktadır. Eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. Yüzyıldaki İspanya şehir komünarları demokrat karakterlidir. Amerikan Devrimi’nin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devrimi’nde komünistler dâhil birçok renk vardır. Yine Rönesans’ın bilimsel yöntem ve özgür düşünce devriminin ortaya çıkardığı bilimsel gelişmeler olmasaydı, Sanayi Devrimi’ne yol açan teknolojik gelişmelerden de söz edilemezdi. Bu temelde Rönesans zihniyetine (bilim yöntemine) sahip bilim adamlarının geliştirdiği icatların (1758-1791 tarihleri arasında gerçekleşen dokuma ve buhar makineleri, 1800’li yıllarda pancardan şeker çıkarma, biçerdöver gibi tarım teknolojisindeki gelişmeler, yine 1800-1830 arası yıllarda madencilik tekniğindeki gelişmeler gibi) ürünü sanayi devrimi de kapitalizme mal edilemez. 

Kapitalizm ancak 1848-1871 devrimlerinin yenilgisinden sonra hâkim sistem haline gelebilmiştir. Burjuvazinin bu ana kadar bütün yaptığı, Rönesans zihniyet devrimiyle (bilim yöntemiyle) aşama kaydeden binlerce yıllık tarihsel toplum birikiminin ürünü sanayi devrimine yol açan icatlarını satın alarak kendi kâr ve sermaye gücünü artırma yönünde kullanma fırsatçılığıdır. Bu yolla kâr ve sermayesini olağanüstü artıran burjuvazinin sermaye gücüyle önce borçlandırarak kendine bağladığı daha sonra ele geçirdiği devlet ve iktidar gücüyle birlikte kurduğu bilim-sermaye-iktidar tekeliyle Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma Çağı’nın tüm bilimsel, felsefi ve sanatsal kazanımlarını kendi sınıf çıkarlarıyla uyumlulaştırıp özünden boşaltarak kendisine mal edecektir. İktidara ve sermayeye bağlanmış bilimin, bilimcilik (pozitivizm) tarzında saptırılmış karşıdevrimci rolünü bu süreçte daha iyi görmekteyiz. Bilimi, bilimcilik biçiminde yeni bir din (pozitivizm) haline dönüştüren burjuvazi, din ve metafizikle mücadele adı altında aslında kendi en değme metafizik dinini (pozitivizm) oluşturmuş ve egemen kılmıştır. Üniversitelerde İngiliz ekonomi politiği, tarih boyunca ahlaki-politik toplumun kötü ve zararlı yargısına tabi tuttuğu hatta köleci ve feodal devlet yönetimlerinin bile hep kontrolde tuttuğu, ahlaki kaygılarla hâkim toplum sistemi haline gelmesini engellediği tüccar, tefeci, faizci, fırsatçı özellikleriyle aslında ekonomi olmayan, tarih boyunca ahlaki ve politik toplumun esas işi olan ekonomiyi tekeline alıp istismar eden tekelci kliğin Pazar karşıtı eylemini, ekonomiyi istismarını, devalüasyon, enflasyon, senet, borsa, para-faiz-finans oyunlarını ekonomi olarak yutturmanın teorisi olarak geliştirilir. Fransız pozitivist sosyolojisi ise sanki öz zihniyeti, öz ahlak ve politikası yokmuş gibi toplumu olgular yığını olarak yorumlayıp nesneleştirerek, özne rolü verdiği burjuvazinin her türlü sömürüsüne açar. Yine Rönesans’ın canlı ve coşkun özgür doğa anlayışı, kapitalist iktidar dönemiyle birlikte özne-nesne zihniyetinin inşasıyla azami kâr kanuna tabi nesne konumuna (Endüstriyalizm) indirgenir. Hegel (1770-1831) felsefesi de birey ve toplumun nesneleştirilmesi, burjuvazinin tanrılaştırılmasını felsefi boyutta tamamlar. Yeryüzüne inen tanrı olarak kutsadığı ulus-devlet tanrısıyla bireyciliği burjuvazi şahsında (Napolyon’u yeryüzünde yürüyen tanrı olarak tanımlar) yeni tanrı (özne) ilan ederken, burjuvazi dışında kalan bireyleri ise ulus-devletin yeni kulu (nesne-vatandaş) olarak inşa etmektedir. “Birey ve toplum devlet (özünde burjuvazi) içindir” diyen Hegel felsefesi, devlet dolayısıyla burjuvazi karşısında birey ve toplumu yeniden hiçleştirmenin teorisi olur. Tıpkı Sümer rahiplerinin neolitik özgür doğa, ahlaki ve politik toplum zihniyetine karşı geliştirdiği zihniyet karşıdevrimini (kulluk-kölelik inşasını), burjuvazi de canlı doğa ve bilim yöntemine dayalı Rönesans devrimine karşı (Rönesans’ın bilimi yerine bilimciliği-pozitivizmi, bireyselliği yerine bireyciliği, demokratik, özgür birey ve toplumu yerine antidemokratik katı merkeziyetçi ulus-devletini ve yeni kulu vatandaşını, nesne proletarya-ücretli köleliğini, canlı doğa yerine kâr kanuna tabi cansız-nesne doğayı alt-üst eden endüstriyalizmi ikame ederek) gerçekleştirmiştir. 

 

Politika Her Yerde Olmak Zorundadır

  1. Yüzyıl bu temelde kapitalizmin her alanda zihniyet karşıdevrimini gerçekleştirerek zihniyet hegemonyasını kesinleştirdiği yüzyıldır. Bu döneme denk gelen K. Marks (1818-1883) ve F. Engels (1820-1895) öncülüğünde ilan edilen Bilimsel Sosyalizm teorisi ise, kapitalizmin zihniyet hegemonyasının, bilim değil bilimciliğinin (pozitivizmin) ağır etkisi altındadır. Zaten K. Marks ve F. Engels, kendi bilimsel sosyalizmlerini, kapitalizmi meşrulaştırma teorileri olarak tanımladığımız Hegel felsefesi, İngiliz ekonomi-politiği ve Fransız sosyalizminin bir sentezi olarak ilan etmektedir. Bu temelde liberalizmin içini boşalttığı bilimin, pozitivist (bilimcilik) tarzında tersyüz edilmiş zihniyetine, özne-nesne (burjuvazi-proletarya) ayrımına göre yapılmış kapitalizm değerlendirmeleri, liberalizmin zihniyet dünyasını aşamadığını gösterir. Teorideki yetersizlikleri (ayrıntılarına girme bu yazının sınırını aşar) pratikte başarısız olmalarının ana nedenidir. Özellikle kapitalist sistemin üç temel ayağı olan aslında ekonomi değil ekonomi karşıtı olan tekelci kapitalizmi, doğayı nesneleştirip kâr kanuna tabi tutarak alt-üst eden ekolojik dengeyi yıkan doğa düşmanı endüstriyalizmi ve toplumu demir kafese alıp nesneleştiren antidemokratik katı merkeziyetçi ulus-devleti olumlu ve ilerici olarak değerlendirmeleri farkında olmadan kapitalizmin küreselleşmesine de büyük katkıda bulunmuştur. 

Son tahlilde Hegel’in ulus-devlet eksenli “Devlet özgürlük getirir” zihniyetinin özgürlük getirmediği Hitler faşizmi örneğiyle yeterince kanıtlanmıştır. Hegel’i ayakları üzerine oturttuğunu iddia eden Marks, Engels, her ne kadar devletin kökeni ve devlet öncesi toplum incelemelerine girişmiş ve devletin sönümlenmesi gereğinden bahsetmişlerse de alternatifini netleştirememişlerdir. Komünist Manifesto’da “Devlet olmayan devlet” deniliyor, yani devlete alternatif olarak yine devlet öngörülüyor, demokrasiden kelime olarak bile söz edilmiyor. Sönümlenmesi gerektiği tespit edilse de devlet yönetiminin (demokrasinin zıttı olarak şekillenen bürokratik yönetim) alternatifi demokratik toplum ve özgürlükler değil proletarya diktatörlüğü adı altında yeni bir sınıf devleti olarak pratikleşir. Sonuç devletin sönümlenmesi bir yana daha da azmanlaşarak şişen gövdesinin altında kalan toplumun ezilmesi olmuştur. Her ne kadar Lenin, devrim öncesi “Sosyalizme giden yol demokrasiden geçer” tespitini yapmış ve Sovyet meclisleri o süreçte devrime gidişte önemli işlev görmüşse de devrim sonrası Lenin, “Bana sosyalist devlet ile ilgili kitaplar getirin” diyerek devlet ve iktidar eksenli sosyalizm inşacılığına girişmiştir. Sonuç Sovyet meclislerinin işlevsiz bırakılarak parti-devlet bürokrasisinin daha da azmanlaşması, kolektif devlet kapitalizmi olarak yozlaşma ve çöküş süreci olmuştur. Rosa Lüksemburg bu yetersizliği daha yolun başındayken ilk eleştiren (çelişki dar anlamda burjuvazi ile proleter arasında olmayıp, onu da kapsayan genel anlamda kapitalist olmayan toplum ile burjuvazi arasındadır) olarak bedelini hayatıyla ödemiştir. Teorideki yetersizlik (dar sınıf bakış açısı) burjuvazinin işine yaramış, işçiyi belli tavizlerle, sosyal devlet politikalarıyla satın alıp sistemine eklemlediğinde, toplum kapitalizm karşısında tamamen savunmasız kalmıştır. Son tahlilde “Sınıf özgürlük getirir” zihniyetinin de özgürlük getirmediği yaşanan reel sosyalizmin çöküşü deneyimiyle de doğrulanmıştır. 

Abdullah Öcalan, Hegel ve Marks’tan farklı olarak savunmalarında özgürlüğün temeline sınıf ve devleti değil politikayı koymuştur. Tarih boyunca politika ile onun karşı kutbunda yer alan sınıf, iktidar, devlet kutupları arasındaki diyalektik çelişki ve mücadeleye dikkat çekmiş, sınıfsız-iktidarsız-devletsiz en uzun süre toplumlarının ahlaki ve politik varoluşunu ifade eden ahlaki ve politik toplumu esas almıştır. O’na göre toplum tektir, o da ahlaki ve politik toplumdur. 

Toplumlar sınıfsız ve devletsiz var olabilir ama ahlaksız ve politikasız var olmamıştır. 5 bin yıllık sınıf-iktidar ve devlet zihniyet ve yapılanmalarıyla alanı daraltılsa da yok edilemeyecek olan ahlaki ve politik toplum gerçekliğidir. Zaten en uzun süre tarihi (toplumlar tarihinin yüzde 99) boyunca sınıfsız ve devletsiz ahlak ve politika organlarının işlevselliğinde var olmuş, beş bin yıllık kısa süreli (toplumlar tarihinin yüzde biri) sınıf-iktidar-devlet oluşumlarına karşı da sürekli direniş (İnanna direnişinden, kabile ve aşiret direnişlerine, peygamberlik hareketlerinden felsefi hareketlere, Atina demokrasisi ve Roma Cumhuriyet deneyimlerine, Rönesans ve Reform hareketinden demokratik anayasa hareketlerine, sınıf hareketlerinden, sosyal demokrat, anarşist, ekolojik, feminist, kültürel ve ulusal hareketlere kadar)  halinde olmuştur. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması bu tarihsel rolünden ötürüdür. Öcalan demokratik moderniteyi, tarih boyunca direniş halinde günümüze kadar gelen politik hareketlerin alternatif zihniyet ve yapılanması olarak tanımlamış, kapitalist sistemle varlıkları, çıkarları çelişen tüm toplumsal birimler ve bireylerinin varlık ve duruşu olarak formüle etmiştir. Kapitalist sisteme karşı mücadele eden güçlerin son 200 yıllık mücadelelerin kapitalizme karşı çözümsüz ve başarısız kalmalarının nedenini de taşıdıkları iktidar-sınıf-devlet perspektifine ve politik alanı boş bırakmalarına bağlamıştır. Bir bütün olarak sınıf-iktidar-devlet eksenli kapitalizmi, endüstriyalizmi ve ulus-devleti aşmak yerine olumlayan zihniyet ve yapılanmaları nedeniyle kapitalist moderniteye alternatif olamadıklarını belirten Öcalan’a göre, “Alternatif olmak, ancak kapitalist modernitenin üç temel ayağı olan kapitalizme, endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı kendi sistemini geliştirmekle mümkündür.” Bunu kapitalizme karşı anti tekel piyasa ekonomisi, komünal ekonomi, demokratik komünalizm veya demokratik toplum ekonomisi, endüstriyalizme karşı eko-endüstri, ulus-devlete karşı demokratik konfederalizm ve demokratik ulus olarak formüle etmiş ve “Demokratik Modernite” adıyla karşıt sistem olarak önermiştir. 

Bu temelde “Demokratik Uygarlık Manifestosu” başlıklı beş ciltlik savunmalarında, beş bin yıllık sınıf-devlet zihniyetiyle onun en gelişkini olan kapitalist modernite zihniyet ve yapılanmalarını çözümleyerek aşmakla yetinmemiş, alternatifi demokratik modernite zihniyet ve yapılanmasını ve onun entelektüel, ahlaki ve politik inşa görevlerini de netleştirmiştir. Bununla da yetinmeyerek “Özgürlük Sosyolojisi” başlıklı savunmasında, ayrıntısıyla tanımladığı beş bin yıllık sınıf, iktidar ve devlet eksenli zihniyetinin yarattığı 12 temel toplumsal sorunun (1-İktidar ve devlet sorunu, 2- Toplumun ahlaki ve politik sorunu, 3- Toplumun zihniyet sorunları, 4- Toplumun ekonomik sorunları, 5- Toplumun endüstriyalizm sorunu, 6- Toplumun ekolojik sorunu, 7- Toplumsal cinsiyetçilik, aile, kadın ve nüfus sorunu, 8- Toplumun kentleşme sorunu, 9- Toplumun sınıf ve bürokrasi sorunu, 10- Toplumun eğitim ve sağlık sorunları, 11- Toplumun militarizm sorunu, 12- Toplumun barış ve demokrasi sorunu olarak sıraladığı) çözümünü politik program olarak ortaya koymuştur. Politikayı bu temelde ortak toplumsal sorunları çözme sanatı olarak tanımlamıştır. Sadece ortak toplumsal sorunların çözümünde değil, öz savunma da dâhil toplumun tüm hayati çıkarlarının belirlenmesinde, korunmasında ve sürdürülmesindeki hayati rolünü de yerine getirmek durumundadır. Politikanın bunun dışındaki sınıf-iktidar-devlet eksenli tanımlamaları yalandır, sahtedir, demagojidir.

Tüm sayılan 12 temel toplumsal sorun devlet-iktidar-sınıf eksenli olarak ortaya çıktığına göre demokratik politikanın görevi de yeni bir sınıf, iktidar, devlet haline gelerek kendi toplumunu zor ve baskı altına alıp yeni sorunlara boğmak değil, tersine kendisini sınıf-iktidar-devlet haline getirmemekle başarısını kanıtlayabilir. Gerçek politika toplumun ortak sorunlarını çözme sanatı olmak kadar sınıf-iktidar-devlet saldırılarına karşı direnç halinde ahlaki ve politik toplumu savunmaktır. Öcalan’a göre; “Demokratik politikayı daraltma konusunda uygarlığın bir yaptığını kapitalist modernite bin yaparak sürdürmektedir. Tüm dünya ekonomisini ağ gibi saran sermaye tekelleri olarak kapitalizm, azami kâr getirecek düzeyde yayılmasını tamamlamış, artık yayılacağı tek bir köşe bile bırakmamıştır. Ayrıca ekoloji alanındaki krizi de hesaba katarsak, derinliğine erişemediği tek bir aile ve birey bırakmamıştır. Endüstriyalizmin kapitalistik yasalarının sonuçları, toplumun iç ve çevre yapısında yarattığı yıkımı, felaket düzeyine taşırmıştır. Ulus-devlet, tarihin en güçlü tanrısal gücü olarak sızmadığı ve üzerine hegemonya kurmadığı tek bir vatandaş bırakmamıştır. İktidarın bu gerçekliği (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet) karşısında, politika da karşı kutup olarak, tarihteki hiçbir dönemle karşılaştırılmayacak bir farklılığı yaşamak zorundadır. İktidarın tüm toplum düzlemindeki ağlarını karşılayacak politik ağların oluşması ve yayılması gereği, anlaşılır bir husustur. Politika, iktidara karşı direnç olarak başlamak durumundadır. Kısaca formüle edecek olursak, iktidar ağları her yerde olduğuna göre, politika da her yerde olmak zorundadır. İktidar her toplumsal birime ve bireye dayandığına göre, politika da her birim ve bireye dayanmak durumundadır. İktidar, hedeflediği her toplumsal birim ve bireyi fethetmeye, sömürgeleştirmeye çalıştığına göre, politikada dayandığı her birim ve bireyi kazanmaya ve özgürleştirmeye çalışır. Gerek birimsel gerek bireysel olan her ilişki iktidarsal olduğuna göre, karşıt anlamında politiktir de. İktidar, liberal ideoloji, endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet doğurduğuna göre, politika da özgürlük ideolojisi, eko-endüstri, komünal toplum ve demokratik konfederalizm temelinde demokratik ulus üretmek, inşa etmek durumundadır. İktidar, her birey ve birimde, kent ve köyde, yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde örgütlendiğine göre, politika da bireysel, birimsel, kentsel, yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde örgütlenmek zorundadır. İktidar, tüm bu düzeylerde propaganda ve savaşlar dâhil her tür eylem biçimini dayattığına göre, politika da tüm bu düzlemlere propaganda ve eylem biçimleri dayatmak zorundadır. Günümüzde ahlaki ve politik toplumu koruma ve geliştirmeyi hedefleyen demokratik konfederal sistemi geliştirerek ulus-devlet krizine yanıt olmak temel görevdir.” 

Yerelde doğrudan demokrasiyi, kültürel çeşitliliği ve çoğulculuğu yadsıyan katı merkeziyetçi ulus-devletin homojenleştirme saldırılarına karşı toplumu her yönüyle savunmayan, demokratikleştirip özgürleştirmeyen politika, politika değildir, yalan ve aldatmadır. Yapılması gereken yeni sınıf ve iktidar aygıtlarına koşarak toplumunu boğmak değil, tarih boyunca sınıf-iktidar-devlet yapılarınca alanı sürekli geriletilip daraltılan toplumun ahlak ve politik organlarına demokratik toplum olarak yeniden işlerlik kazandırmaktır. Bu yönlü zihniyet devrimini gerçekleştirmektir.  Kapitalizmin özne-nesne ayrımına dayalı zihniyetinin bilim değil bilimciliğinin amacı, yaşamın anlamına varmak ve topluma yararlılık değil, daha çok para kazanmaktır. Bilim insanları da dâhil herkesin tanrısı, dini, imanı, hayali, ütopyası para olmuştur; böylece toplum ve ahlakla bağı kopan bilim, sanat, kültür, edebiyat her şey bireyciliğin ve paranın emrine girmiştir. Paranın satın alamayacağı değer kalmamıştır; hatta “kendini, onurunu, ahlakını satmayana ekmek yok” denilmiştir. 19. Yüzyıla kadar insan ve toplumu için para hiçbir şeydi ama kapitalist çağda artık para her şeydir. İktidar, “kâr ve para için her şey mubahtır” zihniyetiyle ahlaksızlığın, atom bombası ve nükleer dehşetin, ekolojik yıkımın, bireyciliğin zirve yaptığı bu çağda politika da katı merkeziyetçi ulus-devlete kurban edilmiştir. Katı merkeziyetçilik adına politikanın alanı, yerel demokrasi, doğrudan demokrasi yok edilerek toplum ulus-devletin demir kafesine alınmış, demokrasi, temsili demokrasi adı altında demokrasicilik oyununa dönüştürülmüştür. Ancak temsili demokrasi ile gizlenemeyen asıl özü faşizm olarak ortaya çıkmıştır. Zihniyet tekeli de resmi ideoloji olarak herkese dayatılan milliyetçi tekçi bakış açısıyla üstün ırk yarışına girişilmiş, her millet tarihi kendinden başlatmış, egemen ulus yaratma ve homojenlik adına toplumsal çeşitlilik fiziki-kültürel soykırıma tabi tutulmuştur. Adorno, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” özdeyişiyle soykırıma varan kapitalist zihniyetin yanlışlığına ve aşılması gerektiğine işaret etmiştir. Öcalan’a göre; “Demokratik modernite, bu anlamda toplum savunulduğu oranda özgürlüğün de kazanılmasında tek çıkış yoludur. Demokratik siyasetle kendini bireyciliğe, ulus-devlete ve tekellere karşı savunan toplum, politik dokusunu işlevselleştirerek kendini modern demokratik topluma dönüştürür. Modern demokratik toplum ise, tüm toplumsal işleri üzerinde düşünen, söyleyen ve kendini kararlaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Böylelikle demokratik modernite sadece sınıfsal mücadeleyi doğru temelde vermekle kalmaz; aynı zamanda (reel sosyalizmin tarihsel trajik yanlışına düşüp) yeni bir iktidar veya devlet yaratarak kendi toplumunu da boğmaz, bu tarihsel tuzağa düşmez. Ne kadar iktidarlaşır ve devletleşirse sınıfsallığın da o oranda geliştiğinin dolayısıyla sınıfsal mücadelenin kaybedildiğinin farkındadır. 

Kapitalist modernite, gittikçe merkezileşen, toplumun en iç gözeneklerine kadar yayılan iktidar ve devlet aygıtlarıyla kendini sürdürmeye çalışırken aslında politik alanı da yok etmiş oluyor. Buna mukabil demokratik siyaset, toplumun her kesimine ve kimliğine kendini ifade etme ve siyasi güç olma olanağını sunarken, politik toplumu da birlikte oluşturmuş oluyor. Politika, yeniden toplumsal yaşama giriyor. Politika devreye girmeden, devlet ve demokrasi krizi çözümlenemez. Krizin kendisi, politik toplumun yadsınmasından kaynaklanmaktadır. Demokratik siyaset, günümüzde derinleşen devlet krizlerini aşmanın yegâne yoludur. Toplumu savunmadan politika yapılamaz. Tekrar vurgulamalıyım ki toplum tektir, o da ahlaki ve politik toplumdur. Sorun, öncelikle uygarlığın hayli aşındırdığı, iktidar ve devletin istila ve sömürgeciliğine uğrayan toplumu modernitenin daha da gelişmiş koşullarında demokratik toplum olarak yeniden inşa etmektir.” Burada inşa derken yeni bir toplum projesi veya mühendisliği önerilmiyor, aksine beş bin yıllık sınıf ve devlet oluşumlarının hakikat algısını tersyüz ederek, doğal ahlaki ve politik toplumun elinden çalıp, işlevsizleştirdiği öz zihniyetine (topluma yararlılık, emek ve üretime dayalı kutsallık zihniyeti), özgürlük ahlakına (bedeli ne olursa olsun tercihini her zaman toplumdan, emekten, üretimden, iyiden, doğrudan, güzelden, hakikatten yana yapmaktan) ve doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikasına (toplumun söz ve karar yetkisine) kavuşturulmasından söz ediliyor.

 

Sonuç Olarak;

Toplumun zihniyet, politika (demokrasi), ahlak ve özgürlük sorunu, beş bin yıllık sınıf-iktidar-devletleşmeyle başladığına ve alanları hep sınıf-iktidar-devlet lehine daraltılıp son 200 yıllık katı merkeziyetçi ulus-devletle neredeyse tamamen işlevsiz kılındığına göre, ne kadar az sınıf-iktidar devlet, o kadar çok toplum, doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politika ve özgürlük demektir. Bu yönüyle tarihte olduğu gibi günümüzde de politikanın temel görevi, sınıf-iktidar-devletin karşı kutbu olarak toplumu savunmak, demokratikleştirerek özgürleştirme eylemidir. Bunun teorisini ortaya koyan yeni zihniyettin (demokratik modernite) aydınlattığı toplum, ekonomik sorunları başta olmak üzere diğer tüm ortak toplumsal sorunlarının çözümünde (politikada) de söz ve karar sahibi haline gelerek, yerelde kendi kendisini bizzat ve bilfiil yönetme (doğrudan demokrasi) olanağına kavuştuğunda, özgürlüğünü de bizzat kendi eliyle gerçekleştirmiş olacaktır. 

Bu temelde politikanın görevi, bilimsel gelişmelerin ve özellikle tarihsel-toplumu esas alan sosyal bilimin ışığında alanı gittikçe geriletilen ve günümüzde işleyemez hale getirilen ahlaki ve politik toplumu, öz zihniyetine (topluma yararlı emek ve üretime dayalı kutsallık) ve zihniyet merkezlerine (siyasi, ahlaki, dini, kültürel, felsefi sosyal bilim akademilerine), öz ahlakına (özgürlük ahlakı) ve politik organlarına (toplumun ortak sorunlarını yerelde bir araya gelerek tartışarak çözme olanağını sunan köy, ilçe, mahalle ve kent meclislerine) kavuşturmaktır. Buna karşı devletin, özellikle günümüzde katı merkeziyetçi en gelişkin siyasi, ekonomik, sosyal tekel olarak ulus-devletin bu gelişmeyi bastırmaya çalışması da doğası gereğidir. Çünkü o kendisini tarih boyunca karşı kutup olarak toplumun ahlaki ve doğrudan demokrasi tarzında icra edilen politikasını daraltma veya işlevsizleştirme üzerinden var etmiştir. O nedenle günümüzde ulus-devletin katı merkeziyetçi, vesayetçi, kayyımcı saldırılarına karşı toplumun öz savunması da olmazsa olmazdır. “Öz savunmayla birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür.” Demokratik siyaset, toplumu ahlak ve politika organlarının işlevselliğine kavuşturup demokratik toplum olarak geliştirirken, öz savunma onu, iktidarın kendi varlığına, özgürlüğüne, eşitlikçi ve demokratik yapısına yönelik saldırılarına karşı korumaktadır. Son tahlilde gerek tarih boyunca gerekse günümüzde özgürleştiren toplumsal politikayla köleleştiren sınıf-devlet oluşumları arasındaki gerginlikte devletin, toplumun demokratik örgütlenmelerini tanıması ve demokratik anayasayla genel görevlerle sınırlı asli konumuna çekilerek yerele kendi kendini yönetme olanağı tanıması hali, demokratik çözüm ve barış halidir. 

“Devlet artı demokrasi” veya “Demokratik anayasa yerel demokrasi” olarak da formüle edilecek bu ilişkide politikanın nihai hedefi, devletin giderek sönümleneceği, kaynaklık ettiği 12 temel toplumsal sorununu çözmüş, sınıfsız, sömürüsüz, kadın özgürlüğü eksenli doğrudan demokrasi zihniyet, kültür ve bilinciyle donanmış özgür yurttaşların aktivitesinde ahlak ve politika organlarının özgürce işlev gördüğü toplumun bizzat ve bilfiil kendi kendini yönettiği tam demokratik topluma varmaktır. Tam demokratik toplum ise, sınıf-iktidar-devlet, yalan, hile, aldatma, zor ve baskının olmadığı ahlaki olduğu kadar politik, politik olduğu kadar da özgür bir toplumdur.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.