Düşünce ve Kuram Dergisi

1984-1998 Topyekûn Saldırı Konsepti ve Buna Karşı Direniş

Zeynel Günaydın

Kaynağını hiyerarşik devletçi sistemin gelişme döneminden alan ve kapitalist modernitenin ulus devletçi paradigmasının kendisini Ortadoğu’ya dayattığı dönemde iyice içinden çıkılmaz bir hale gelen Kürt sorununda acaba çözüm mü gerçekleşiyor?

İmralı’da gerçekleşen görüşmeler, bağlantılı olarak hükümet, HDP ve Kandil arasında gelişen trafik mevcut sorunun çözümüne yetecek mi?

Bu sorunu yaratmış olan egemenlikçi sistemi temsil eden sömürgeci TC’nin zihni yapılanması, tarihi ve günceli okuma biçimi sorunu çözmeye yanaşmasını sağlayacak mı?

Dahası bizzat ve tek başına Kürt sorununu yaratmadığı halde, özünde tarafı hayli çok olan bu sorunu, bağımsız davrandığı edasını takınan TC devleti tek başına çözebilecek mi?

Ne oldu da TC sömürgeciliğini yöneten hükümetler Özgürlük Hareketi ile sorunu çözmeyi gündemlerine aldılar?

Kendileri insafa mı geldi?

İnsanlaşarak kendileri gibi insan olan insanların gasp edilmiş haklarını tövbe ederek iade etme noktasına mı geldiler?

Yoksa daha büyük ölçekte kaybetmemek, bu yönüyle de aslında mevcut iktidarlarını sürdürmek için bu görüşmeleri başlatmak, gasp edilmiş hakları geri vermek zorunda mı kaldılar?

Dahası onlara bu adımları attıran ne, adımın sahibi veya sahipleri kim?

Hakkında soykırım kararı verilmiş ve bunun için her türden uygulamadan geçirilmiş bir halk olan Kürt Halkı nasıl oldu da arkasında hiyerarşik devletçi sistem olan TC sömürgeciliğini bu noktaya getirdi?

Neredeyse bilinen tüm ‘büyük’ devletlerin terör listesinde yer almasına karşın Özgürlük Hareketi’ni bu gelişmeleri yaratan hale getiren nedir, bu hareket gücünü nereden alıyor?

Soruları arttırmak mümkün olsa da kaynağı hayli eskilerde olan Kürt sorununu ve buna karşı gelişen Kürt Direnişini güncel haliyle ele almak için sorulan sorular yeterlidir.

Sorunu ve Direnişi Doğru Tespit

Derdi hakikatleri açığa çıkarmak, doğru düşünmek, doğru yapmak ve doğruları söylemek olanlar için en doğru yöntem, her şeyi gelinen aşamaya kadarki tüm süreçler dahilinde yani bütünlüklü ele almaktır. Bu ele alış bir tercihten öte, bilimsel bir gerekliliktir. Bu bilimsel gereklilik de her şeyin kendisine kadarki tüm tarihi bağrında taşıdığı gerçeğidir. Dolayısıyla Kürt sorunu kapsamında değerlendirilen her şeye de böyle yaklaşmak gerekmektedir. Bir sömürgeci güç olan TC devletinin gerçekleştirdiği sömürüyü, zihni yapılanmasını, kurumlaşmasını bir bütün olarak hiyerarşik devletçi sistemin tüm tarihine bağlamak gerektiği gibi, bir toplum olan Kürt toplumunun bu zulüm karşısındaki direnişini de demokratik komünal değerlerin tarihi direnişine bağlamak gerekir. Yani her iki olgu da bağrında evrensellik-yerellik denklemini taşımaktadır. Bu dar anlamda bir propaganda olmayıp, güncelde her yönüyle gördüğümüz bir hakikattir. Bir taraftan 16. yıldönümünü yaşadığımız ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı geliştirilen uluslararası komploda görüldüğü gibi tüm egemenlerin birliği, diğer taraftan da Kobanê zaferinde görüldüğü gibi demokrasiden, özgürlükten, adalet ve eşitlikten yana tüm toplumsal kesimlerin birliği gerçek birer olgudur. Görüldüğü gibi sistemlerin, yaşam tarzlarının, paradigmaların iki ayrı cephede, egemenler ve toplum cephesinde mücadelesi sürüyor. İşte, günümüzde İmralı eksenli yapılan görüşmeler de böyle bir gerçekliğe dayanıyor ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kendi deyimiyle “tüm mücadele tarihinin en zorlu geçen beş yılı” oluyor. Burada kastedilen iki dostun oturup sorunu çözmesi değil, birbiriyle kıyasıya mücadeleye tutuşan ve kimyasal ya da niteliksel olarak birbirinden her açıdan farklı olan ve iki ayrı kutupta yer alan iki gücün yaptığı görüşmeler oluyor bunlar. Bu bir mücadele ve bu görüşmeler, Kürt Özgürlük Hareketi’nin büyük zorluklara karşın özgürlüğe ve xwebûn’a olan tutkulu bağlılığının bir sonucu.

Egemen, egemen olarak kalmak istediği müddetçe özsel olarak bir değişimi yaşamamış demektir. Eğer bir egemen toplumsal güçlerle toplumsal güçlerin lehine kimi tartışmaları, görüşmeleri yapıyorsa, bu onun kimyasal bir değişimi yaşadığından değil, ömrünü uzatmak için bunu yapmak zorunda kaldığındandır. AKP’nin günümüzde yaptığı tam da bu olmaktadır. O nedenle de bugün insafa gelmiş, tövbe etmiş, insanda olması gereken vicdanla hareket etmeye başlamış bir AKP ile karşı karşıya değiliz. Daha büyük kaybetmemek için toplumun varoluşsal olarak kendisinde olan haklarını hala pazarlık ve istismar konusu yapmasından bunu hemen anlıyoruz. Açık ki karşımızda insan olmanın gereği olan komünal, toplumsal, eşitlikçi olan doğasından tamamen kopmuş, bencilliğin götürdüğü doyumsuzluk girdabında battıkça batan bir egemenlik sapkınlığıyla karşı karşıyayız. Kendilerini ‘çoban’, toplumu da ‘sürü’ olarak gören tüm egemenler gibi AKP hükümeti de bu denklemi sürdürmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Kürt sorununun yakın dönemi açısından kendilerinden öncekiler de bu denklemde başarılı olmak için ne yapmadılar ki?

Kürtlere Karşı Topyekûn Savaş

Mayası soykırımcılık olan ulus-devletçi sistemin Kürtler için vermiş olduğu fermanın yapılabilirse tümden fiziki, olmuyorsa da kültürel soykırım olduğu bilinmektedir. Yirminci yüzyılın bu denemelerle geçtiği herkesin malumudur. Bu fermana karşı kendi varlığını koruma yolunu seçen Kürtlerin tarihinde 15 Ağustos 1984 atılımı çok büyük bir önem taşır. Bu, kendini var etme yolunda düşmanın Kürt insanında yarattığı tüm güçsüzlüklere, korkulara karşı sıkılmış bir “ilk kurşun” olma özelliğinin yanında, kapitalist modernist sistemin Kürtler için öngördüğü yazgının tanınmaması, Kürdistan’ı ve Ortadoğu’yu emerek sömürenlerin yaptıkları planlamaların bozulması anlamına gelmektedir. Bu nedenle de Ortadoğu’yu kendi emperyalist emelleri için dizayn etmek isteyen güçlerin hemen devreye girmesi gerekiyordu. Ki zaten bunu yaptılar. 12 Eylül askeri faşist cuntasının yaptıklarının haricinde, sadece 15 Ağustos atılımının sonrasında yaşananlara baktığımızda, kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin Kürtlere karşı ne kadar hassas davrandıklarını, Türk özel savaş rejimini desteklemenin de ötesinde Kürtlere karşı savaşı bizzat nasıl yürüttüklerini hemen görürüz.

Bu güçler, 1984’ten itibaren son iki yüz yıllık Kürt politikaları bozulduğu için komünizm ‘tehlikesi’ ne karşı kurulmuş olan Gladyo’ nun denetiminde Kürtlere karşı hemen kontrgerilla savaşını başlattılar.

“Beyaz Kürt” olarak tasarlanmış ve Kürdistan’da öz güce dayalı tüm Kürdistani oluşumları tasfiyede kullanılan KDP, bu dönemde bizzat kontrgerilla gücü olarak kullanılmıştır. Kürtlerin varoluşu anlamına gelen ve öz savunma hamlesi olan 15 Ağustos hamlesinin olmaması için bizzat Mesut Barzani’nin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı uyardığı tarihi belgelerden bilinmektedir.

Mesut Barzani üzerinden ilettikleri mesajlarla hamlenin gelişmesini engelleyemeyen egemen güçler bu defa da NATO Gladyo’ sunun denetiminde 1986’dan itibaren Özel Harp dairesini ve onun tüm kirli oyunlarını adım adım devreye soktular. Bir sömürge valiliği anlamına da gelen Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kontrolünde geliştirilen JİTEM ve Hizbullah örgütlenmeleri ve uygulamaları sadece bunların küçük bir bölümü olmaktadır. Hiçbir ahlaki-vicdani sınırı olmayan bu örgütlemelerle özel savaşın her türünü devreye soktular. Böylece gelişmekte olan Özgürlük Hareketi’ni yenerek tasfiye edeceklerini sandılar.

TC’nin dışındaki güçler o denli bu işin içindeydiler ki, Türk Devleti içinde Turgut Özal, Eşref Bitlis vb. sorunun demokratik yollardan çözümünden yana olan tüm kesimleri ortadan kaldıracak denli saldırgan bir politika izlediler.

Öyle ki 1993 yılına gelindiğinde devlet içindeki neredeyse tüm çözüm yanlıları tasfiye edilerek, Kürt Halkı ve Özgürlük Hareketi üzerinde tarihin gördüğü en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütülmüştür. Milyonlarca Kürt ana yurdundan kopartılmış, sürülmüş; binlerce köy boşaltılmış, Kürdistan insansızlaştırılarak soykırım politikaları bir sonuca götürülmek istenmiştir. Bu topyekûn saldırı konsepti hem Özgürlük Hareketi’ne, hem Kürt halkına hem de devlet içinde sorunun çözümünden yana olan tüm çevrelere karşı amansız bir şekilde sürdürülmeye devam etmiştir ve edeceğe de benzemektedir.

İçerde bunlar yapılırken dışarıda da daha 1985 yılından itibaren Almanya merkezli NATO Gladyosu devreye sokulur. Nitekim Almanya Kürt Halkı’nın hem kültürel hem de fiziki varlığını sağlayan Özgürlük Hareketi’ni emperyalistlerin planlarını bozduğu ve yola gelmediği için “terörist” ilan eden ilk devlet olarak tarihe geçer. Almanya, Özgürlük Hareketi’ne karşı geliştirilen tüm saldırılar için Avrupa’da oluşturulan merkez üs gibi hareket etmiş ve hareketin tasfiyesi için elinden gelen her şeyi yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Bu terörist ilan etme yarışı 1990’lı yıllardan itibaren daha da yayılacak ve Avrupa devletleri birer birer Özgürlük Hareketi’ni terör listelerine dahil edeceklerdir.

Sıcak savaşta yapılan desteklerin de dışında tasfiyesi gerçekleşmeyen Kürt Özgürlük Hareketi’nin etkisizleşmesi için daha farklı yöntemler de etkili ve sürekli bir şekilde devrede tutula gelmiştir.

Özgürlük Hareketi’ne karşı “kamçı” kullanan bu güçler, O’nu tasfiye etmek için kullanabilecekleri alternatif oluşumlar yaratmak için de “şeker” politikası uygulamışlardır. Böylelikle kendi Kürtlerini de yaratarak Özgür Kürt’ü tasfiye etmek için kullanmak istemişlerdir. O nedenle de Özgürlük Hareketi’ne çıkardıkları engellerin tersine bunlara olanak sunmuşlardır.

Özellikle de Kürtleri yeniden dirilten önderlik gerçeğini temsil eden ve günümüzde de Kürtlerin Halk Önderi olarak kabul ettikleri Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı toplum nezdinde itibarsızlaştırmak, etkisini azaltmak için her türden kara propagandayı ellerindeki tüm olanakları devreye koyarak geliştirmişlerdir. Öyle ki bunda “PKK’ye evet, APO’ya hayır!” deme noktasına getirmişlerdir.

Bununla da yetinmeyerek, esas olarak da KDP gibi Güneyli oluşumlar üzerinden her zaman için Özgürlük Hareketi’nin sisteme entegre olması için kapıyı da açık tutmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için her zaman Özgürlük Hareketi’nin içiyle meşgul olmuşlar, hareketin içinden etkiledikleri insanlar üzerinden hareketi tasfiye etmeye, güçsüz düşürmeye ve eğer mümkünse kendi çizgilerine getirmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede Özgürlük Hareketi’nin içinden çıkan her türden tasfiyeci eğilimin arkasında bu güçlerin olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.

Kısacası 1985’ten sonra her ne kadar savaş Türk Devleti ile Özgürlük Hareketi arasında gibi gözükse de gerçekte NATO Gladyosu ile Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi arasında geçmiştir. Ve bu savaş, gerçek anlamda topyekûn bir savaş olmuştur. Hala çözülmeyi bekleyen bu sorunun pek çok tarafının olduğunu söylerken böylesi bir gerçek kast edilmektedir.

Topyekûn Savaşa Karşı Özgür İnsan Direnişi

Nitekim her türden sınırın dışında olan ve kırımdan başka bir şey düşünmeyen bu politikaların götürdüğü yer, Kürtlerin tarihinde “Kara Gün” olarak tanımlanan 15 Şubat 1999 komplosu olmuştur. Otuzun üzerinde devletin bizzat katıldığı ve Öcalan’ın esaretiyle sonuçlanan bu komplo tüm bu politikaların bir zirvesi ve en sistemli hali olmuştur. Bununla amaçlanan yine Özgürlük Hareketi’ni tasfiye ederek kendi planlamaları önündeki engelleri aşmaktır. Ama bu komplo da dahil, tüm yapılanlar bu güçler açısından çok da istenilen sonuçları doğurmamıştır. Etkisizleştirmek istedikleri Sayın Abdullah Öcalan tarihinin en güçlü dönemini yaşamakta, sistemle sorun yaşayan tüm toplumun önderi olma yolunda büyük mesafe almış durumdadır. Altı ay gibi bir ömür biçilen Özgürlük Hareketi yine tarihinin en güçlü dönemini yaşarken aynı zamanda sadece Kürdistan değil bölgesel devrimi gerçekleştirmenin eşiğine gelmiş bulunmaktadır. İşte böylesi bir Öncülük ve Önderlik gerçeği ile hakkında soykırım kararı verilmiş olan neolitik halkı Kürtler, yeniden tarihlerine yaraşır bir biçimde demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasıyla hiyerarşik devletçi sistemin dışında, toplumsal doğaya uygun yeni bir toplumsallaşma inşa etme eşiğindedir. Bu eşiği birlikte geçmeye kararlı olan bu üçlüyü (Özgürlük hareketi, Kürtler ve Bunların Önderliği) etkisizleştirmeyi, tasfiye etmeyi, bunlar olmuyorsa da en azından birbirinden uzaklaştırmayı amaçlayan komplocu güçlerin planlamaları Kürt toplumsallığı karşısında ezilmiştir. Tam da bu noktada merak edilen husus ise en karşıtlarını bile kendisine benzeten bu sistem Kürtler, Özgürlük Hareketi ve Kürt Halk Önderi söz konusu olduğunda neden başarılı olamıyor? Bu sorunun tek bir yanıtı vardır. O da Kürt Halk Önderinin kişiliğinden ve buna bağlı olarak geliştirdiği mücadele tarzıdır.

Tüm yaşamını verili olana karşı mücadele etmek, alternatifi arayıp bulmak ve özgür duruşu esas almak şeklinde geçiren Öcalan’ın tüm bu politikaların boşa çıkartılmasındaki ve Kürtlerin her türden saldırıya karşın bugün bölgede ve dünyada halkların parlayan yıldızı haline gelmesindeki rolü temel yaratıcı unsur pozisyonundadır. Bu nedenle de “O” etkileyen, hatta belirleyen değil, bizzat yaratan pozisyondadır. Tamamen kendisinin üretimi olan Özgürlük Hareketi, bir önderliksel hareket olarak kurucusunun tüm özelliklerini taşımaktadır. Bundan dolayı da Özgürlük Hareketi’nin yenilmemesi, kaynağını yenilmeyen önderlik gerçeğinden alıyor denilebilir. Şimdi soykırımın eşiğinden dönmüş olan Kürt Halkı, tarihine yaraşır bir duruşa önderi olarak kabul ettiği Abdullah Öcalan şahsında kavuşuyor. Kendisini Kürtlükle özdeşleştiren Öcalan’ın duruşu, Özgür Kürt’ün de duruşunu belirlemiş oluyor. Bunların birer abartı değil de günlük yaşamda her açıdan kendisini ispatlayan bir hakikat olduğu rahatlıkla görülebilir.

Çünkü, “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir” felsefesini esas alan, sorunlardan kaçmayan, olanaklara dayanmayan, tersine olanak yaratan, kendisini evrendeki her şeye karşı sorumlu gören, sorumluluğunun gereklerini de an’da pratikleşerek yerine getiren bir Önderlik gerçekleşmesiyle karşı karşıyayız.

Zorlandığı her dönemde çok büyük gelişmeler yaratan, iradeli ve özgüce dayalı duruşunu bütün bir halka yayan, hareketini tümden buna göre tasarlayan bir önderlik gerçekleşmesiyle karşı karşıyayız. Çünkü “O” egemenlerin “sürü” olarak gördüklerini “evrenin en mükemmel varlığı” olarak görmektedir. Egemenlerin nesneleştirdiği, aşağıladığı kadını, o ontolojik bir yaklaşımla yaşamın merkezine yerleştirmektedir.

Bu özellikleriyle Öcalan, insanın ve toplumun gücünü görerek, onlara dil, yürek ve beyin vererek insanı ve toplumu egemenlerin karşısına dikmektedir. Rojava örneğinde görüldüğü gibi felsefesiyle tüm dünyaya kapitalist modernist güçlere ve bu sistemin her türden uzantısına karşı insanın neler başarabileceğini göstermektedir. Bu yönüyle bir insanın aynı zamanda kendisine kadarki tüm direniş tarihini de temsil edebileceğini herkese göstermektedir. Öyle ki bu özelliklerden tüm insanlık için şu sonuç çıkmaktadır; kendisini doğru örgütlemiş, içteki potansiyelini açığa çıkarmış insanın yapamayacağı şey yoktur.

Dolayısıyla Kürt halkının yaşadığı değişimlerin, Özgürlük Hareketi’nin benzerlerine göre dezavantajlı olduğu halde bugün tüm dünyada toplumsal güçler adına iddialı bir konuma gelmesinin nasıl mümkün olduğunu anlamak isteyenlerin bakması gereken tek yer Kürt Halk Önderinin yaşam felsefesi ve bununla uyumlu olan yaşam duruşudur. Tüm saldırılara karşı direnen, dik duran, alternatifi üreten, çözüm gücü olan bu duruştur. Bu duruşun kendisini örgüte kavuşturmasıdır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.