Düşünce ve Kuram Dergisi

Eylül Askeri Darbesi ve Direnişler

Ahmet Birsin

12 Eylül faşist askeri darbesinin kapitalist modernite sisteminin 1970’lerde yaşadığı bunalım ve krizin bir sonucu olarak geliştiğini görmek gerekir. Bunların başında yoğun ekonomik istikrarsızlık kadar, demokratik toplumun kapitalist modernite sistemi karşısında geliştirdiği mücadele de belirleyici olmuştur. Bu darbeyi, Türkiye’nin salt iç sorunlarından kaynaklı bir darbe olarak görme ya da Türkiye içindeki bir iktidar mücadelesinin sonucu olarak ele alma, oldukça yanıltıcı olacaktır. Türk ordu sistemi daha başından bu yana kapitalist modernitenin Ortadoğu jandarması olarak konumlanmış ve bu anlamda kapitalist dünya sisteminin emrinde büyüyüp geliştirilen bir ordu olmuştur. Bu yönüyle darbe de kapitalist modernite sisteminin dünyada yaşadığı genel bunalım ve krizinin bir sonucu olarak geliştirilmiştir. Dolayısıyla onu, Ortadoğu ve Türkiye’de kapitalist modernite sistemine karşı mücadeleyi yükselten demokratik modernite güçlerine karşı bir karşı devrim hamlesi olarak ele almak, daha doğru ve yerinde olacaktır. Kısacası kapitalist modernite sisteminin demokratik modernite güçlerinin yükselttiği devrimci hamle karşısında, zora dayalı, militarist politikalarını Türk ordu sistemi üzerinden devreye soktuğu bir karşı-devrim faaliyeti ve darbesi olarak ele almak gerekmektedir.

Neden?

Dünya Kapitalist modernite güçlerinin 1970’ler sonrası yaşadığı kriz oldukça derin ve kapsamlıydı. Kriz sadece ekonomik değil siyasal, kültürel, ahlaki ve psikolojik birçok boyutuyla yaşanmaktaydı. 1968 devrimci gençliğinin önlenemez yükselişi, ulusal kurtuluş hareketlerinin zafer kazanmaları ve sosyalizmin halklar tarafından kabul görmesi -ki bu durum aynı zamanda ulus-devlet politikalarına, onun yarattığı merkeziyetçi, sömürücü devlet baskılarına ve bu politikaların yarattığı yoksulluğa karşı bir isyan sürecinin gelişmesini doğurdu- kapitalist modernite güçlerini alabildiğine zorlamaktaydı. Uluslararası çapta yaşanan bu krizi aşma amaçlı olarak kapitalist modernite güçlerinin başvurduğu temel yöntem; krizi, kendilerine bağımlı sömürgelere taşıyarak yükü belli oranda hafifletmeye çalışmak oldu. Ancak söz konusu sömürgelerin çarpık ekonomik yapıları böylesi ağır bir yük altında daha da gerileyerek, kapitalist modernist sistemi daha büyük bir çıkmaza sürükledi. Bu yönteme paralel olarak aynı dönemde sosyalist ülkelere karşı daha yumuşak bir politika izlendi. Bu politikanın tutmaması sonucu; bir süre sonra krizin derinleşmesi karşısında ABD başkanı Carter alaşağı edilerek, daha fazla sertlik yanlısı olan Reagan yönetimi başa getirildi. Aynı durum İngiltere’de de ‘demir leydi’ lakaplı Margaret Thatcher’i iktidara taşıdı. Bu politikaların bir sonucu olarak sosyalist ülkelerde karşı-devrimci eğilimler örgütlemeye başlanmış, ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketlere karşı da bastırma taktiği hayata geçirilmiştir. Bu yönüyle kapitalist modernite güçleri sosyalist hareketler ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelere karşı ortak hareket etseler de, kapitalist modernite krizinin derinliği ve birbirlerine karşı çelişki ve çatışmaları yoğunlaştıkça, 1980’lere doğru güç duruma düşmekten kendilerini kurtaramadılar. Latin Amerika’da devrimci gelişmeler yoğunluk kazanmış, Şili’de, Arjantin’de sosyalist mücadele iktidara doğru yürüyüşe geçmiş, Ortadoğu’da ise önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Afganistan’da Sovyet müdahalesi gerçekleşmiş, İran’da Humeyni iktidara gelmiş, Pakistan’da hareketlenmeler başlamış, Türkiye’de ise başta gittikçe gelişen PKK hareketi ve devrimci muhalefet sağ iktidarları zorlayacak bir konumu yakalamıştı. Bunu gören dünya sisteminin yeni hegemonik gücü olan ABD, Ortadoğu’da tekrardan sisteminin etkinliğini sağlamak ve esas olarak da Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini engellemek amacıyla Yeşil Kuşak projesini devreye koymuş, birçok yerde karşı-devrim örgütlemesine giderek NATO’nun illegal örgütü olan gladio örgütlemesi üzerinden darbe örgütlemesine gitmişti. Başta 12 Eylül faşist darbesi olmak üzere, Pakistan’a, oradan Şili’ye, El Salvador’a, dolayısıyla Latin Amerika’dan, Ortadoğu’ya, oradan Asya’ya ve daha birçok yerde ardarda darbeler gelişmiştir.

Bu anlamıyla 12 Eylül faşist darbesini, Türkiye’nin kendi iç koşullarının etkisi olsa da esasta, Ortadoğu ve uluslararası alanda kapitalist modernite güçlerinin yaşadığı kriz ve bunalımdan ayrı ele almamak ve bu güçlerin bizzat örgütleyip yönlendirdiği bir darbe olarak kabul etmek gerekir.

Uluslararası alanda kriz ve bunalım yaşanırken Türkiye’de gelişmeler nelerdi?

Öncelikle şunu hemen belirtmek gerekir ki, 12 Eylül askeri faşist darbesine bakmadan önce, darbeye zemin hazırlayan 12 Mart1971 askeri darbesine bakmak gerekir. Çünkü 12 Mart askeri darbesi anlaşılmadan 12 Eylül askeri darbesi ve buna karşı geliştirilen direnişteki yetersizlikler de doğru anlaşılmayacaktır.

Başta da belirttiğimiz gibi, kapitalist modernitenin krizi 1980’lerle zirveye çıksa da özde kriz 1970’lerle başlamıştı. Dolayısıyla 1970’ler ruhu bir isyanın da ötesinde, ideolojik bir süreçti ve ulusların, işçi sınıfının ve bir bütün olarak toplumun çok bilinçli olarak kapitalist modernist politikalar karşısında devrimci duruşunu ifade etmekteydi. Birçok ulusal kurtuluş mücadelesinin başarı sağladığı, devrim dalgasının sadece gençlikte değil, tüm toplumsal kesimleri sardığı bir süreci ifade etmekteydi. Bu yönüyle 1971 12 Mart darbe dönemi öncesi Türkiye’sine bakıldığında; başta Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakaya öncülüğünde güçlü bir devrim dalgasının geliştiğini söylemek abartılı olmayacaktır. Zaten daha sonra bu devrimci önderlerin katledilmesi ve idama götürülmeleri bu gerçeği çok yalın bir biçimde önümüze koyacaktır. Çünkü devrim dalgası sadece öğrenci gençliğinde değil; işçide, memurda, çiftçide, hatta ordu içerisinde olmak üzere tüm toplumsal kesimlerde bir uyanışı gerçekleştirmiş ve ciddi anlamda devrim seçeneğini açığa çıkarmıştı. İşte bu gelişmeler karşısında devrimci dalgayı bastırmak ve devleti yeniden ele geçirmek için bir NATO faaliyeti olarak 12 Mart darbesi geliştirildi. Ancak 12 Mart darbesi devrimci önderleri katledip, idama götürerek birçok militanı zindanlara alsa da, bir bütün olarak devleti ele geçirememiş ve var olan devrimci isyanı bastıramamıştı. Bu yönüyle 12 Eylül Darbesi, 12 Mart darbesinin yarım bıraktığı işi tamamlayarak anayasayı, meclisi, hükümeti lağvetti. Böylece yeni sömürgeciliğin yarattığı kapitalist gelişmeyle oluşan işbirlikçi tekelci burjuvazinin önünde duran sol, sosyalist ve demokratik güçleri ezerek, devrimci gelişmeyi engelleme ve iktidarını kalıcılaştırmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla baskı ve sömürüsünü daha da derinleştirerek kalıcı, güvenceli ve azami kar yasasına uygun olarak devleti yeniden yapılandırdı.

Burada görülmesi gereken, 12 Eylül darbesine daha gelmeden önce Türkiye sol, sosyalist güçlerin 12 Mart darbesine hazırlıklı olmamaları ve böyle bir darbeyi beklememeleridir. Aksine sol bir darbenin olacağı ve bu temelde bağımsız demokratik Türkiye’nin inşa edilebileceği hesabı yapılıyordu. Bu ciddi yanılgı karşısında bir toparlanma ve direnişe geçme olsa da esasta derinlikli bir yoğunlaşmadan yoksundu; bu nedenle de daha çok tepkisel kalındı. Bunun bir sonucu olarak 12 Mart darbesine karşı başta, Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) içinden çıkan devrimci önderlerin oluşturdukları partilerin gerilla mücadelesi dâhil olmak üzere, birçok yönüyle gençlik direnişe geçmiş, 12 Mart darbesine teslim olmayarak her alanda mücadele yükseltilmişti. Bu kahramanca direnişin Türkiye toplumu üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu belirtmek gerekir. Denilebilir ki direniş başta gençlik olmak üzere, işçiler, memurlar, emekçiler, köylüler, aydınlar ve bir bütün toplum üzerinde derin bir etki yarattı. Fakat bu devrimci yapılanma, uzun süreli direnişe göre kendisini hazırlamaması, bu temelde kendisini örgütlememesi ve dahası çok erkenden devrim önderlerinin katledilmesi sonucunda, bu kahramanca direniş 12 Eylül faşist askeri rejimini engelleyememiş ve karşı duruşu geliştirememiştir.

12 Mart darbe hükümetinin başında olan Nihat Erim hükümeti ‘Balyoz Hareketi’ adını verdiği gerici, faşist, katliamcı saldırıyla devrimci güçlerin üzerine gitti. Dönemin devrimci önderlerinden olan Sinan Cemgil ve arkadaşları gerilla mücadelesi için çıktıkları Nurhak’ta katledildiler. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan kırsal alana çıkarken tutuklandılar, sahte yargılamalarla idam edildiler. Mahir Çayan ve arkadaşları ise Kızıldere’de katledilmişlerdi. İbrahim Kaypakkaya ise Dersim’de yaralı yakalanmış, Amed (Diyarbakır) de işkencede katledilmiştir. Ardından binlerce sol, sosyalist kadro, sempatizan, taraftar tutuklanarak ağır işkencelerden geçirildi. Devrimci önderlerin katledilmesi ve kadroların tutuklanıp işkencelerden geçirilmesiyle beraber, var olan örgütlenmeler dağıtıldı. Zamanla Türk sol, sosyalist güçlerin, örgütlenmelerin 12 Mart darbesini doğru tahlil etme, bunun üzerinden güçlü bir özeleştiriyle yeniden yapılanma, ortak güç birliğine gitme yerine, birbirini suçlama, içte dönüşüme uğratmayan karşılıklı suçlamalar ve beraberinde var olan örgütlerden kopuşlar ve parçalanmalar sol, sosyalist güçlerin yenilgisini getirdi.

12 Mart darbesinin doğru anlaşılmaması ve devrimci önderlerin katledilmesi Türkiye’nin sol, sosyalist ve demokratik güçleri üzerinde ciddi bir etki yarattı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi önderlerin büyük eylem ve pratikleriyle 12 Mart darbesi ve bu darbenin arkasındaki kapitalist modernite gerçeğini birçok yönüyle açığa çıkardılar ancak geriye kalan örgütler, kadrolar bu gerçekleri doğru, bütünlüklü ve yeterince derinlikli anlama ve değerlendirme gücünü gösteremediler. Oysaki 1970’li yıllar boyunca ciddi tecrübe açığa çıkmıştı. 12 Mart darbesi sürecindeki çatışmalar önemli bir birikimi yaratmıştı, dolayısıyla daha doğru sonuçlar çıkartmak mümkündü. Özellikle var olan kitle gücü bile doğru değerlendirilip örgütlendirilebilseydi 12 Eylül darbesi geliştirilse bile başarılı olabilme şansı yoktu. Özellikle 1970’lerden büyük dersler çıkararak gelişen PKK hareketi ve önderliği anlaşılmış olsaydı ve PKK hareketiyle devrimci bir çatı altında mücadele geliştirilmiş olsaydı, darbe olsa bile asla başarılı olamazdı. PKK önderliği 1972’de Mamak Askeri cezaevinde kaldığı 8 aylık sürecinde yoğunlaştığı temel konu; 12 Mart darbesiyle katledilen devrimci önderlerden sonra “nasıl bir örgüt” ve “nasıl bir önderlik” sorularıydı. Bu devrimci önderlerin büyük kahramanlıklarına, onların yarattığı mirasa nasıl sahip çıkılacak ve nasıl cevap olunacak sorusu günümüzde bile her defasında PKK önderliği tarafından dile getirilmektedir. Bu anlamda PKK önderliği ve hareketi daha baştan bu yana sadece 12 Mart darbesine karşı değil, devrimci hamleye karşı geliştirilecek her türlü darbeye karşı konumlanarak örgütlendi ve bu temelde direnişe geçti. Dolayısıyla 12 Mart darbesine karşı geliştirilen devrimci direnişin ezilmesine cevap olarak PKK oluşmuş, bu direnişi Kürdistan’a taşıyarak günümüze kadar devam ettirmiştir. Bu anlamda PKK direnişi Kürt ulusal demokratik direnişi olduğu kadar, aynı zamanda demokratik Türkiye direnişidir. Sorun tam da bu noktadadır. Türk sol, sosyalist güçlerinin gerek kendi içinde ve gerekse de Kürt demokratik ulusal hareketiyle o dönemde birleşilmiş, ortak direniş cephesi geliştirilmiş olsaydı ve demokratik Türkiye perspektifiyle Kürt sorununun çözümünü programına alan bir direniş geliştirilseydi, kesinlikle 12 Eylül faşist darbesi, demokratik Türkiye devrimi ile sonuçlanırdı.

Peki, bu yaklaşım 12 faşist darbesi sürecinde değişti mi? Hayır. Neden bu yaklaşım değişmedi? Birincisi, darbe gerçeğinin arkasındaki temel güç neydi, bunun uluslararası ayağı ve ulus-devletle ilişkisi çözümlenmedi. İkincisi, Türk sol, sosyalist devrimci güçlerin önemli bir bölümü 12 Mart darbesine karşı geliştirilen direnişin yenilgisini doğru sorgulamadı ve bunun üzerinden güçlü bir özeleştiri ve program ortaya koyamadı. Üçüncüsü, egemen ulus ideolojisini aşamaması, işçi sınıfına dayalı devrim perspektifini aşan bir programın açığa çıkarılamaması, dönüşüme kendini kapatması, dar ve dogmatik kalınmasıdır. Dördüncü olarak ise, 12 Eylül faşizmine karşı örgütsel olarak ortak bir direniş cephe stratejisi geliştirme yerine, örgütü koruma adına Avrupa’ya çekilerek direnişten düşme. Daha da sayabileceğimiz birçok yaklaşım 12 Eylül faşizmine karşı ortak bir direnişin gelişmemesinde temel etken oldu. Bunun dışında da 1968 devrimci gençliğinin ruhunu, 1970’lerin devrimci birikimini kendinde taşıyarak, yeniden yapılanma içine giren sol, sosyalist hareketlerin yanında bir de hızla gelişerek, Türkiye ve Kürdistan’da birçok devrimciyi etkileyen PKK hareketinin halk içerisinde kitleselleşmesi ve büyüme potansiyeli göstermesi başta işbirlikçi tekelci sermaye olmak üzere, NATO ordusunun dikkatini çekmiştir. Çünkü 12 Mart darbesiyle devrimci önderler katledilip, mücadele yenilgiye uğratılsa da, istenilen sonuç alınamamıştı. Direniş, sadece Türkiye sol cephesinde değil, bu sefer hızla Kürdistan’a sıçramıştı. Eğer Kürdistan’da büyüyüp gelişen PKK direnişi Türk sol, sosyalist hareketiyle birleşirse, Türkiye demokratik devriminin kaçınılmaz olacaktı. Bunu gören Kapitalist modernite güçleri NATO’nun Ortadoğu’daki fiili askeri gücü olan Türk ordusuna darbe emri vermişti. Zaten darbenin ABD onayı ve yönlendirmesi ile yapıldığına dair daha sonra ortaya çok sayıda belge ve bilgi de çıkmıştı. Darbe sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın “Our boys have done it” (bizim çocuklar işi bitirdi) sözleri, 12 Eylül darbesi içinde ABD’nin rolünün olduğunu belgelemişti.

Bu yönüyle denilebilir ki, 12 Mart darbesiyle yarım kalan strateji, 12 Eylül askeri darbesiyle tamamlamak istendi. Kapitalist modernitenin bunalımı bitme yerine daha da derinleşmişti. Dolayısıyla Ortadoğu’daki önemli karakolu olan Türkiye’de devrimin gerçekleşmesi, NATO’nun Ortadoğu’da kaybetmesi anlamına gelirdi. Bu yönüyle darbe bizzat NATO’nun emriyle ve yönlendirmesiyle gerçekleştirildi.

Şunu diyebiliriz ki, 12 Eylül faşist askeri darbesinin en önemli nedeni Kürdistan’da PKK öncülüğünde gelişmeye başlayan ulusal demokratik direniş olduğu tartışmasızdır. Çünkü PKK daha grup aşamasındayken özenle izlenmiş, başta Haki Karer olmak üzere önder kadroları gladiocu güçlerin saldırısına uğramıştır. Özellikle Türk sol, sosyalist hareketiyle buluşmaması için sürekli karşı karşıya getirilmek istenmiştir. Ancak, hızla Kürdistan’da gelişme gösteren PKK hareketinin kitleselleşmesi ve ardından partileşmesi orduyu alabildiğine korkutmuştur. Bu önü alınamaz yükseliş karşısında Maraş katliamı ile birlikte sıkıyönetime gidilerek darbenin zemini hazırlanmıştır.

TC, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesiyle başta PKK’nin yürüttüğü Kürdistan Ulusal Demokratik mücadelesi olmak üzere tüm sol, sosyalist ve demokratik hareketleri ezmeyi ve dağıtmayı önüne temel görev olarak koydu. Denilebilir ki,12 Eylül faşist askeri darbesinin kullanmadığı güç, başvurmadığı silah, uygulamadığı kirli savaş, baskı, işkence, tehdit kalmamıştır. En başta Kürdistan olmak üzere Türkiye toplumu üzerinde gerçekten de bir karabasan gibi çökmüş; başta sol, sosyalist, demokratik güçler, aydınlar, sanatçılar, kadınlar, gençler olmak üzere tüm emekçi halk kesimlerini ezmeyi, bastırmayı ve iradelerini kırarak tamamen teslim almayı hedeflediler. Tüm ülkede faşist askeri operasyonlarla yüz binlerce insanı tutuklayıp işkencelerden geçirdiler. Şehirler, sokaklar, köyler, meydanlar işkence tezgâhına dönüştü. Yüz binlerce işçi, memur, köylü sürgünlere gönderildi. Başta Kürdistan olmak üzere Türkiye 12 Eylül darbesi altında tam bir cezaevi haline getirildi. Resmi rakamlara göre 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, idam cezası verilenlerin 50’si asılarak katledildi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. Darbeyle beraber ülkedeki bütün sivil toplum örgütleri de yasaklandı, 14 bin kişi ise vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. Darbe süreciyle birlikte, 300 kişinin kuşkulu bir şekilde yaşamını yitirdiği kayıtlara geçerken, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Sendikalaşma kalktı, grev hakkı da yasaklandı. Zorunlu din dersi getirildi. Bu süreçte vahşetin sınır tanımazlığı ise en çok cezaevlerinde yaşandı. Amed (Diyarbakır) 5 No’lu, Metris, Mamak ve daha birçok cezaevinde çeşitli nedenlerle 299 devrimci katledildi. Çatışmalarda öldürülen ve işkencelerdeki kayıpların gerçek rakamı ise hala tam olarak bilinememektedir.

Böyle bir vahşet karşısında birçok devrimci örgüt Avrupa’ya çıkmıştı. PKK ise tersine Avrupa’ya çıkmak için içte ve dışta birçok dayatmaya karşı 12 Eylül faşizminin gelişini çok önceden görmüş ve 12 Eylül faşizmine karşı direnmek için önemli bir gücü Ortadoğu sahasına çekmiş, diğer güçlerini ise kırsal alana konumlandırmıştı. Cezaevlerinde olan Önder kadroları ise ölümüne direnişe geçmiş, mahkemelerde PKK’yi ve Kürt halkını savunarak faşizme geçit vermemişti. Zindanda PKK önder kadrolarından Mazlum Doğan, Kemal Pir, Hayri Durmuş ve daha yüzlerce kadronun gösterdiği büyük kahramanlık 12 Eylül faşizmini ve dayandığı sistemi yenilgiye uğratmıştır. Bu yönüyle sadece fiziki olarak direnilmemiş, aynı zamanda 12 Eylül faşizmine karşı ideolojik olarak da zafer kazanılmıştır. Elbette direniş sadece Amed zindanında değildi. Metris’te, Mamak’ta ve daha birçok cezaevinde sol, sosyalist örgütlerin direnişi de gelişmiştir. Dışarıda ise 12 Eylül askeri faşist darbesine karşı denilebilir ki, PKK dışında aktif bir direniş söz konusu olamadı. 1982’de Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi kurulsa da, çok kısa süreli ömre sahip olmuştur. Özellikle PKK’nin gerilla birlikleri biçiminde örgütlenmesi ve 1984 15 Ağustos hamlesiyle 12 Eylül’ün yarattığı korku psikolojisi tamamen yerle bir olmuştur. Bu anlamıyla 12 Eylül askeri faşist darbesi PKK direnişi karşısında gerileyerek kimsenin savunamayacağı bir darbe haline gelmiştir. Günümüzden bakıldığında bugün en sağ, gerici hükümetler bile bu darbeyi bırakalım savunmayı, bizzat darbeyi yönlendiren ABD bile darbenin yenilgisini kabul etmiştir.

Dolayısıyla darbelerin şiddeti ve uygulamaları ne kadar korkunç olursa olsun, özgürlüğe bilenmiş devrimci bir irade ve bu iradenin açığa çıkardığı direniş karşısında asla başarı şansı yoktur.

Günümüzden doğru bakıldığında da bu gerçek daha net ve anlaşılır durumdadır. Sözde 12 Eylül Askeri fasişt darbesi ve onun anayasası ve kurumlaşmalarına karşı olduğunu beyan eden ama gerçekte ise 12 Eylül anayasası ve kurumlaşmalarına dayanarak hükümet olmaya çalışan AKP hükümeti ve devletine karşı PKK Önderliğinin İmralı’da geliştirtiği devrimci direniş bugün demokratik legal sahada HDP/HDK çizgisi ve programı ekrafında buluşan Türk sol ve sosyalist hareketlerle demokratik Türkiye’ye doğru hızla yol almaktadır. Direnişin yarattığı bu zafer çizgisini ne AKP hükümeti ve devleti engelleyebilir ve nede her dönemde olduğu gibi Uluslar arası kapitalist modernite güçleri durdurabilir.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.