Düşünce ve Kuram Dergisi

1993 yılından Uluslararası Komploya Kadarki Süreçte Barış Arayışları

Ramazan Besili

1968’lerde dünyayı etkisi altına alan “Anti-modernist Kültür Devrimi”nin sosyal, siyasal ve düşünsel alanda yarattığı çığır açıcı gelişmelerin, soğuk savaş parametrelerine göre şekillenen iki kutuplu dünya sisteminde ortaya çıkardığı sarsıntıları etkisiz kılmak için kapitalist sistem 1970’lerde karşı-devrimci bir hamleyle Finans Kapital çağına geçiş yapar. Ulus devlet iktidarı üzerinde şekillenen finans kapitalist çağ, özellikle büyük Fransız ve Sovyet devrimleri ile insanlara mal olmuş demokratik-komünal değerleri ve mücadele mirasını özünden boşaltmak için kesintisiz bir saldırı ve savaşım içinde olur. 1970-90 arasında doruk noktasına çıkan bu karşı saldırı, Fransız Devrimi’nin 200. yıl dönümünde reel sosyalizmin çöküşüne yol açar. Bu çöküş, aynı zamanda iki kutuplu dünyanın üzerinde inşa edilen zihinsel ve politik zeminin yapaylığını da açığa çıkarmıştır. Hegelci ulus-devlet paradigmasının sağ ve sol versiyonları olan bu yapılanmanın “sol ayağı”nın çözülüşü iddia edildiği gibi “kapitalizmin zaferi” olmadığı gibi sistemin iç bunalımlarını daha da arttırmıştır. Kapitalist modernite derinleşen bu bunalımı aşmak için 1990’ların başında kendisini “Yeni Dünya Düzeni” adı altında yeniden yapılandırmaya gider.

“Yeni Dünya Düzeni” denilen bu sistem; o güne kadar bir türlü hâkim olamadığı, denetime alamadığı, insanlık tarihinde sayısız ilk yaratımlara analık, öncülük etmiş Ortadoğu coğrafyasıdır. I. Körfez Savaşı’yla ilk pratik sınamasını bu kadim topraklarda yapar. Bu sistemin belirgin özelliklerinden biri de kapitalist modernitenin artık-yaratıcısı da olduğu- ulus-devlet formuyla yürütülemeyeceği gerçeğidir. Saddam Hüseyin şahsında hedef alınan da (devletin ilk kez ortaya çıktığı Irak’ta) ulus-devlettir. I. Körfez çıkarmasıyla “3. Dünya Savaşı”nı başlatan küresel sermaye, Ortadoğu’da “hazine avcılığı”na çıkarken sadece maddi zenginliklerine göz koymuyordu.

Bundan da öte, özellikle bu kadim coğrafyanın tarihsel, kültürel ve toplumsal direniş dinamiklerini ve mirasını da hedef almaktaydı. Bu dinamikleri ve mirası hedef almadıkça; bu coğrafyayı hükmedemeyeceğini biliyordu. Bu mirasa sahip çıkan toplumsal kesim ve örgütsel yapıları bertaraf etmeden Ortadoğu’ya yerleşmeyeceğini gören dünyanın hegemonik güçlerinin özellikle Özgürlük Hareketine karşı geliştirdikleri karşı saldırı, komplo ve tasfiye çabalarının altında bu gerçeklik vardır.

Özgürlük Hareketinin Doğuşu ve Gladio Savaşları, 1993 yılından Uluslararası Komploya Kadarki Süreçte Barış Arayışları, Ramazan Besili

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra şekillenen iki bloklu dünya sisteminde, kapitalist cenahta yer alan Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girdiği andan itibaren ordu bünyesinde direkt ABD önderliğindeki NATO’ya bağlı Gladio gizli örgütünün tesisine gidilmiştir. İlk başta “Seferberlik Tetkik Kurulu” adı altında örgütlenen bu örgütün yönetimi ve maliyesi (ABD) tarafından belirlenip karşılanır. Türkiye’de kuruluşundan itibaren ekonomik, sosyal, politik, askeri, siyasal, kültürel vb. alanlar başta olmak üzere tüm alanlara sızar ve derinliğine örgütlenir. Toplum karşıtı, anti-sosyalist karaktere sahip olan bu örgüt, Türkiye’deki bütün darbelerin, siyasi cinayetlerin ve komploların arkasındaki temel güçtür.

Darbe mekaniğinin temel gücü olan bu örgüt, Özgürlük Hareketine karşı Grup aşamasından itibaren daima tetikte olmuş, komplo, saldırı ve tasfiye içinde olmuştur. Özgürlük hareketi Önderliği, bu örgütün karşı-faaliyetlerini “Gladio Savaşları” biçiminde değerlendirmiştir. Gladio Savaşlarının birinci dönemi 1975-80 arasıdır. Grup aşamasından sonra Özgürlük Hareketi’nin Türkiye’deki sol güçlerden bağımsız hareket ettiğini fark eden Gladio, Hareketi takibe alarak KDP üzerinden Stêrka Sor eliyle Haki Karer’i 1977’de katlederek müdahalede bulunur. Bu saldırı, grubun partileşmeden dağıtmaya dönük olduğu gibi; Haki Karer şahsında iki halkın ortak mücadelesini ve enternasyonalist dayanışmasını boşa çıkarmayı amaçlamaktadır. 1978’de partileşme kararının hemen ardından ise, Maraş Katliamı’nı gerçekleştirilir. Özgürlük hareketi çizgisinin halk içinde taban bulmasını, kitleselleşmesini engelleyip, devrim yürüyüşünü durdurmayı hedeflemektedir bu katliam. Gladio savaşlarının ikinci dönemi ise 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesiyle başlar, 1985 yılına kadar devam eder. Darbenin amacı başta sol güçler olmak üzere bütün devrimci ve muhalif hareketleri bastırıp tasfiye ederek, finans kapitalin hegemonyasına bağlanmış, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarını uygulamayı esas alan, 2. Cumhuriyet de denilen Türk-İslam ideolojisine dayalı sosyal, siyasal ve kültürel faşist bir sistemin tesis edilmesidir. Bu darbede belirleyici olan ABD önderliğindeki NATO’nun Gladio merkezi ve Türkiye’deki uzantılarıdır.

Bu dönemde Özgürlük Hareketine karşı tasfiye planları yapılsa da; Özgürlük Hareketi Önderliğinin Ortadoğu sahasındaki yoğun çabaları, zindanda gelişen destansı direnişler, devrimci halk savaşının 1984’te başlatılması başarılı olmalarını engeller. Ancak 1982’de Ortadoğu sahasında geliştirilmek istenen “Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi”nin pratiğe geçirilememesinde, 15 Ağustos atılımının gecikmesinde, sınır geçişleri sırasında ve Güney’de çok sayıda özgürlük hareketi militanı ve kadrosunun KDP tarafından şehit edilmesinde Gladiocu güçlerin sızma ve saldırılarından bağımsız ele alınamaz. Gladio savaşlarının üçüncü ve en önemlisi ise 1985’ten cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1993’te tasfiyesine kadar süren dönemdir. 15 Ağustos atılımıyla başlatılan devrimci halk savaşı hamlesi sonrası, NATO’ya üye ülkeler (kuruluşun 5. maddesi “NATO’ya üye bir ülkeye yapılan saldırı, tüm üye ülkelere yapılmıştır” hükmünden hareketle) Özgürlük Hareketine karşı harekete geçerler. Bu hükmün yürürlüğe konulduğu yer Almanya’dır. 1985’te Özgürlük Hareketi Almanya tarafından “terör örgütü” olarak ilan edilir. Daha sonraki süreçlerde de birçok saldırı ve uygulamaya Almanya öncülük eder. Türkiye’ye istihbari, diplomatik, askeri teçhizat ve silah yardımı yapmasının yanı sıra, yoğun tutuklama, yargılama, kurum ve kuruluşları kapatma, baskı, yüksek cezalar verme vb. uygulamalarının içine girer. Uluslararası komplo sürecinde, sonrası ve günümüzde de bir çok uygulamalarda rol sahibidir. 1985’de alınan kararın ardından, ABD, İngiltere (ki İngiltere Kürt sorunun çözümsüzlüğünde de, 1990’ların başında gelen toplumasaldırıların da asıl planlayıcı güçü ). İsrail, Türkiye KDP, NATO ve Gladio güçleri, Özgürlük

Hareketine karşı saldırılarını arttırılır. Nasıl ki toplumsal mücadeleler tarihsel ise, bu toplumsal mücadelelere karşı gelişen karşı-mücadeleler saldırı ve komplolar da tarihseldir. Sistem mücadeleleri engellemek için bir nevi eskinin devamı olan yeni örgütlenmelere gider. 1985’ten sonra tarihi, Hamidiye alaylarına kadar giden koruyuculuk sistemi; geliştirilir. Yine 1914’te İttihat ve terakki partisi tarafından kurulan dönemin Teşkilat-i mahsusa rolünü oynayan JİTEM kurulur. Hem Hamidiye alayları hem de Teşkilat-i Mahsusa Ermeni soykırımı başta olmak üzere birçok katliam ve soykırımda yer almıştır. Homojen ırkçı bir Türk ulus-devleti yaratmak için soykırım ve katliamlar başta olmak üzere her türlü yöntemi uygulamakla yetkili kılınmış ilk faşist örgütlenmelerden biridir Teşkilat-i Mahsusa. JİİTEM bu örgütün günümüzdeki devamı ve uyarlamasıdır. Ayrıca halk arasında “Hizbul-Kontra” olarak adlandırılan Hizbullah; yine Özgürlük Hareketi safların kaçıp, teslim olan ya da gözaltında, sorguda düşürülüp birer suç makinası, tetikçi haline dönüştürülen itirafçılar operasyon ve sayısız “faili meçhul” cinayete, işkence ve saldırılarda yer almışlardır. OHAL, OHAL valiliği vb. birçok oluşuma gider sistem, 1985-1990 arasında. “Bu örgütlenmelerin en belirgin özelliği; yasa ve anayasa üstü olmalarıdır. Soykırım olma özelliklerini buradan alırlar.” der, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan. Hem bu oluşumların (Jitem, Hizbullah, Korucular, itirafçılar) hem de KDP kanalından gelişen sızma ve saldırılar, hem de erken iktidar hastalığına kapılan, 4’lü çete olarak da adlandırılan kesin ve benzerlerinin Özgürlük Hareketi çizgisini, gerilla sistemini başa çıkaran tutum ve anlayışlarının yanı sıra, çok sayıda kadronun şehadetlerindeki rolleri nedeniyle Devrimci Halk Savaşının 1990’ların başında yeni bir aşamaya geçmemesinde önemli rolleri ve paylarının olduğu açığa çıkmıştır.

Tarihsel temeli olan bu komplo ve saldırılar, sızmalar, Özgürlük Hareketi ve Abdullah Öcalan’ın yoğun çaba ve hamleleriyle etkisiz hale getirilip boşa çıkarılmıştır. Ayrıca tüm bu sızmalara, uluslararası saldırı ve komploların yansıra Reel Sosyalist sistemin çöküşü de Özgürlük Hareketi’nin nicel ve nitel olarak büyümesini; siyasi, askeri ve diplomatik alan da etkili bir güç haline gelmesini engelleyememiştir. Sistem, başka bir ifadeyle Türk devletinin Kürdistan’da çıplak zoru dışında belirgin bir gücü, temsiliyeti ve meşruiyeti de kalmamıştır. 1993 yılının yani birinci ateşkes ve siyasi çözüm arayışlarının ön gününde ülkede aşağı yukarı resim budur. Devlet ve Gladio sistemi derin bir kriz ve kaos içindedir.

 

Barış Arayışları ve Karşı Saldırılar

Cumhurbaşkanı Turgut Özal, reel sosyalist sistemin çöküşüyle beraber dünyada ve bölgede ortaya çıkan durumu görebildiği gibi olası gelişmeleri de öngörebilmekteydi. Uzun yıllar devletin çeşitli kademelerinde görev yapmış, DPT müsteşarlığı, Başbakanlık danışmanlığı, uluslararası finans tekellerinde çalışan, 24 Ocak kararlarının altında imzası olan Turgut Özal 1983’ten itibaren sırasıyla başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapan biridir. Dolayısıyla uluslararası sistemi, devleti bildiği gibi özgürlük hareketini gücünü ve düzeni de bilmektedir. 1984’te gerçekleşen 15 Ağustos Atılımı’yla başlayan Devrimci Halk Savaşı’nı, devrimci mücadeleyi bastırmak ve tasfiye etmek için de en çok uğraşan, bunun için yasal ve anayasal düzenlemeleri yapan hükümetin başbakanı, devletin cumhurbaşkanıdır. 1985’ten başlayarak oluşturulan koruyuculuğun, JİTEM’in, OHAL, OHAL Valiliği’nin, anti terör vb. düzenlemelerin altında imzası olan biri olduğu gibi, icranın da başında olan kişidir. “Çekiç gücü” Türkiye’de üstlenmesinden tutun da, kırmızı pasaport verip kendisine bağladığı Güneyli Kürt liderlerini özgürlük hareketine karşı savaşan (1992 Güney savaşında Türkiye ile ortak cephede yer alırlar.) sürmesine değin birçok tavsiye amaçlı politika ve planlamanın içinde, başında yer alır.

Tüm bu özelliklerinin yanı sıra pragmatist, değişim ve gelişmeleri okuyabilen Özal, devleti de bu yeni paradigmaya göre yapılandırmak isteyen biridir. Gladio ve uzantıları eliyle yürütülen kirli-özel savaşı gittikçe ülkeyi derin bir çıkmaz ve krize sürüklediğini gören Turgut Özal bir yandan da ABD öncülüğünde Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme strateji ve politikaları geliştirilirken (alt-emperyal güç olma hevesi nedeniyle) bu “yenidünya düzeni” paradigmasının dışında kalmak istemiyordu. Örneğin Rusya’dan ayrılmış olan Türki Cumhuriyetlerinin hamiliğine soyunup orayı Türk burjuvazisinin arka bahçesi, Pazar ve sömürü alanı haline getirmek için hiç zaman yitirmemişti. Ayrıca devleti rehin alacak kadar büyümüş olan Kürt sorunu, alt-emperyal güç olma stratejisi önündeki en büyük engel olduğunun farkındaydı. Musul ve Kerkük’ü de kapsayacak tarzda bir Kürt-Türk federasyonu bu stratejiyi hayata geçirmede çok önemli bir parametre oluşturacağına kendisini inandırdığı gibi sivil, askeri, bürokraside hatta siyasi kanatta da birçok kesimi inandırmıştı. Güneyli siyasi liderler de ilişkisini hayli geliştirmişti. Bu bağı da kullanarak Celal Talabani aracılığıyla Özgürlük Hareketi Önderliğine sorunun çözümü yönünde yeni bir süreç başlatma isteğini iletince Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın da demokratik esaslar çerçevesinde siyasi mücadele yöntemiyle Kürt sorununu barışçıl yollardan çözülmesi amacıyla 17 Mart 1993’te ateşkes ilan eder.

Bu yeni sürecin (Kürt sorununun diyalog ve müzakere yoluyla çözme) ipuçlarını Özgürlük Hareketi Önderliğinin politik kişiliğinin şekillendiği ortam ve ilişkilere kadar götürmek mümkündü.

Her ne kadar klasik Marksist literatürde “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” hep ayrı “devlet kurma” olarak yorumlanmışsa da, ilk çıkışından itibaren Kürt ve Türk halklarının özgürlük ve eşitlik temelinde ortak mücadele ve bir arada yaşamasından yanadır. Ayrıca “68 Devrimci Gençlik Hareketi” önderlerine ve bu mücadeledeki ilk Türkiyeli yol arkadaşlarına olan derin sevgi ve bağlılığı, devrimci mücadelesinde olduğu gibi barış arayışında da önemli bir yere sahiptir.

Tarihte ilk defa emekçi Kürtlerin ideolojik ve 91 politik perspektifini esas alarak yarattığı ulusal uyanış, birlik ve örgütlenme düzeyiyle, ortaya çıkardığı devasa askeri, siyasi ve diplomatik gücüyle esas aldığı özgürlükçü (devrimci çizgisiyle herhangi bir güce dayanmadan, herhangi bir devletin, odağın yedeğine düşmeden) sürdürdüğü bağımsızlıkçı tutumuyla, kendi öz gücüne dayanarak tüm iç ve dış saldırı, komplo ve tasfiye planlarına karşın nicel ve nitel olarak büyüyüp gelişmesini sürdürebilmiş bir örgüt olarak belli bir düzeye gelip dayanmış mücadelesini yeni bir evre ve düzleme taşımak isteyen özgürlük hareketi ve önderliği Özal’dan gelen çözüm ve barış çağrılarına bigâne kalmamıştır.

Sorunun diyalog ve müzakere ile çözülebilmesi için devletin köklü değişim ve dönüşümü temelinde siyaset yapma yollarının açılması, inkâr ve imhadan vazgeçilmesi kültürel soykırım politikalarına son verilerek ana dilde eğitim hakkı önündeki engelleri kaldırması, halk olmaktan ileri gelen kolektif hakların kullanımı önündeki engelleyici yasal ve anayasal düzenlemelerin kaldırılıp, kendi öz kimliği ve kültürüyle yaşama olanağının yaratılması, ifade, örgütlenme ve kendini yönetme önündeki engellerin kaldırılması vb… Ve tüm bunların hayat bulması için gerekli yasal ve anayasal, idari vb. düzleme ve değişikliklerin yapılıp bir arada yaşama sözleşmesi olan yeni bir anayasayla, çözümün onurlu bir toplumsal barışla neticelenmesi amaçlanmaktaydı. Bu esaslar çerçevesinde halklar lehine gelişme ihtimali olan bir çözümü iç ve dış Gladio kendilerinin tasfiyesi olarak gördüklerinden boşa çıkarmak için Turgut Özal’ı tasfiye ettiler. Küresel hegeman güçlerin Irak başta olmak üzere Ortadoğu’ya ilişkin planları farklı oldukları için Özal’ın Musul ve Kerkük’ü de içeren Misak-ı Milli sınırları içindeki Kürt-Türk federasyonuna yönelik çözüm planına karşıydılar. Kendi çıkarlarına uygun görmüyorlardı. Bunun için özgürlük hareketinin belirttiği Gladio savaşlarının 4. dönemini başlattılar.

Özal’ın tasfiyesiyle süreç sabote edilince peşi sıra çözümden yana olan Orgeneral Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Özal’ın yakın çalışma arkadaşı ve bakanlık da yapmış olan Adnan Kahveci, yine Bingöl’de sivil araçlarla sevk edilen askerlerden 33 olmak üzere birçok tasfiye gerçekleştirilir. Başını Çiller-Güreş ve Ağar’ın çektiği bu darbe, bir nevi devlet içindeki barıştan yana olan kesimlerin tasfiyesiyle başlar. Bu darbenin icazeti İngiltere’den alınmakla birlikte arkasındaki önemli güçlerden biri de İsrail’dir. İsrail, Özgürlük Hareketinin Ortadoğu’da üstlenmesinden duyduğu korkunun yanı sıra, hareketin kendi öz gücüne dayalı bağımsız ve özgür gelişmesini kendi çıkarına görmüyordu. O, daha çok KDP güdümünde, kendisiyle iş birliği içinde olabilecek bir Kürt hareketi istiyordu. Özgürlük Hareketine ve 15 Şubat 1999’da önderliğine karşı geliştirilen uluslararası komploda aktif yer almasını ve Türkiye ile (1958’de başlayıp Erbakan döneminde doruk noktasına çıkan askeri anlaşmanın yanı sıra) her alanda ilişki ve işbirliğini derinleştirerek devam etmesinin sebeplerini Özgürlük Hareketi ve Önderliğinin bağımsız duruşunda aramak daha doğru olacaktır.

1993’te devlet içindeki çözüm yanlıları tasfiye edilirken aynı zamanda Kürt halkı ve Özgürlük Hareketine karşı da tarihin en büyük imha ve saldırı konseptlerinden biri yürütüldü. Binlerce köy boşaltıldı, yakılıp yıkıldı, milyonlarca insan göç ettirildi. 17bin “faili meçhul” cinayet işlendi. Köy ve kentlere gıda ambargosu konuldu. 1991’de Vedat Aydın’ın katledilmesiyle başlayıp Apê Musa ile devam eden siyasi cinayetler, milletvekili Mehmet Sincar’ın katledilmesiyle doruğa çıkarıldı. DEP kapatıldı, milletvekilleri tutuklanıp on yılı aşkın bir süre cezaevinde tutuldular. Gazeteler bombalandı, gazeteciler tutuklandı, katledildiler. Medya da gazeteci andıçları geliştirildi. Sivas-Madımak da çok sayıda aydın, sanatçı, düşünür diri diri yakıldı, linç edilerek katledildiler. Cezaevlerine on binlerce siyasi tutsak dolduruldu, ağır cezalara çarptırıldılar. JİTEM, Hizbullah, köy korucuları ve itirafçılar gün içinde, sokak ortasında cinayet işleyebilecek kadar rahat ve pervasız hareket ediyorlardı. Çok sayıda Kürt iş insanı katledildi, ekonomik olarak iflas ettirildi. Gerillalara karşı cumhuriyet tarihinin en büyük ve aylara yayılan askeri operasyonlar yapıldı. Gerilla cenazelerine işkence yapılıp uzuvları kesilecek kadar, hiçbir değer tanınmayacak uygulama ve suç pratikleri sergilendi. Gladio şefleri, Özal ve ekibini tasfiye ettikten sonra iktidarı tümüyle ele geçirmişlerdi. Devletin her kademesinde belirleyici olan bu güçler sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal, medya, spor vb. her alanı yeniden düzenleyip özel savaşın ihtiyaçlarına göre mobilize ediyorlardı. Toplumu içten içe çürüten, yozlaştıran uygulamalar yaygınlaştırılıyor. Her alanda mafyalaşma, çeteleşme, ırkçılık alıp başını gidiyordu. Bu dönemde de tüm geriye çeken, iktidarcı-çeteci çizgi karşıtı tutumlara, Özgürlük Hareketi önderliğinin yoğun çaba ve iç eğitimleri, perspek- 92 DEMOKRATİK MODERNİTE tife, çözümleme, direktif ve müdahaleleri, yine halkla kurduğu ilişki ve yaratılan aydınlanma… Mutlak tasfiyeyi önüne koymuş Gladio’cu güçleri hedefine varmaktan alıkoyduğu gibi özgürlük hareketini yenilmez bir duruma taşımıştır. Özel hareketin etkinliğini arttırdıkça uluslararası Gladio ve onun uzantıları da içerdeki kuralsız savaşın yanı sıra, diplomatik, siyasi çabalarını hatta suikast gibi komplo ve tasfiye amaçlı planlarını da yoğunlaştırıyorlardı. Örneğin; dünya hegemonik gücün lideri konumunda bulunan ABD’nin başkanı Bill Clinton 21 yıl aradan sonra 1994’te Şam’a yaptığı ziyaretinin merkezine Özgürlük Hareketini ve Önderliğini koymuştur. Bu çabaları yetersiz görüyor olacaklar ki, Gladio’nun Türkiye’de olan uzantıları ve işbirlikçileri eliyle patlayıcı yüklü bir araçla özgürlük hareketi önderliğine Şam’da 6 Mayıs 1996’da suikast düzenliyorlar.

Özgürlük Hareketi direnişiyle, eylem kapasitesi ve halk gücüyle askeri, siyasi ve diplomatik alanda etkisini arttırdıkça, iktidara gelen siyasi parti ve liderlerin ömrü de kısalıyor. 15 Aralık 1995 seçiminde iktidardaki partiler çok büyük bir oranda oy kaybederler. O güne kadar sistemin “öteki” olarak gördüğü, İslami kesimlerin taleplerini siyasete taşıyan Refah Partisi birinci olur. ANA-YOL koalisyonu denenip sonuç alınmayınca Erbakan’a Doğru Yol partisiyle koalisyon hükümeti kurmasına müsaade edilir. Böylece Necmettin Erbakan 1996’da “Refah-Yol” hükümetinin başbakanı olur.

Necmettin Erbakan kaos ve krizin alabildiğine derinleştiği, enflasyonun, işsizliğin yüksek olduğu, Türkiye’nin Batı yakasına her gün onlarca asker-polis cenazesinin taşındığı; Gladiocu güçlerin her alana derinliğine sirayet ettiği bir dönemde hükümete geliyor. Kürt temsilcilerinin olmadığı o parlamentoda hükümetin diğer ortağı olan Doğru Yol eliyle özel savaşın neredeyse tüm şefleri var. Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar, Hayri Kozakçıoğlu, Ünal Erkan, Necdet Menzir ve aşiret lideri korucu başı M. Sedat Bucak vb. parlamentoya taşınarak dokunulmazlık zırhıyla korunmaya alınmışlardır. Necmettin Erbakan yürütülen özel savaşın hiçbir ahlaki, hukuki, insani sınır tanımadığını; tüm alanlarda derin bir yozlaşma ve çürüme yarattığının farkındaydı. Gladiocu-darbeci kliğin derinleştirdiği vesayet nedeniyle, sorunların çözümü engellendiği gibi siyasi kanalların da tıkandığını görüyordu. Toplumdaki ayrışma ve kutuplaşmanın derinleştiğini, bu durumun devamı halinde kopuşun kaçınılmaz olduğunu, özel harbe göre dizayn edilen devletin giderek temel normlardan uzaklaşıp çeteleştiğini, bütün bunların kaynağında ise çözülemeyen “Kürt sorunu” olduğunun bilincindeydi. Bu savaş sürdüğü sürece siyaset üzerindeki vesayetin bitmeyeceğini savaşa giden insani ve maddi kaynakların her gün daha da arttığını, savaş sürdükçe hiçbir hükümet planının başarıya ulaşamayacağını biliyordu. Bu soruna el attığında başta Kürtler olmak üzere toplumun büyük kesimi tarafından destekleneceğini, bu desteğin kendisine “öteki” görünmekten kurtaracağını, temsil ettiği siyasi eğilimin toplum içinde büyük bir meşruiyet ve kabul göreceğini, dolayısıyla önünün açılacağını öngörüyordu. Kendi siyasi geleceğinin yanı sıra devletinde prangalarından kurtulacağını ekonomik, siyasi, kültürel, diplomatik alanda daha etkili ve hamle içinde olabileceğini tasavvur ediyordu.

Bütün bu sebeplerden dolayı Necmettin Erbakan Suriye yönetimi üzerinden Özgürlük Hareketi çeşitli mesaj ve mektuplar gönderip sorunun diyalog ve müzakere ile çözme isteğini iletir. Bu yaklaşım ve çabaların yanı sıra ordu içinde de –millici ve Anadolucu- bir kanadın sorunu barış içerisinde çözme arayışları gündeme gelir. Bunun üzerine özgürlük hareketi Önderliği 1997’de, bir kez daha “barış ve siyasi çözüm” yönünde gelişen çaba ve arayışları şans vermek amacıyla tek taraflı ateşkes ilan eder.

Bu irade beyanından sonra, yine Gladio ve arkasında bulunan iç ve dış güçler harekete geçerler ve bir kez daha “barış ve siyasi çözüm” umuduyla başlatılan süreç akamete uğrar, çabalar sonuçsuz kalır. Bir kez daha açığa çıkar ki NATO-Gladio ve iç uzantıları Türkiye’deki rejim üzerinde çok derin etki ve güce sahiptirler. Siyasi çözüm arayışlarına fırsat verilmediği gibi Necmettin Erbakan ve hükümetine karşı 1997’de tarihe “28 Şubat Darbesi” olarak geçen –darbe yapılarak Necmettin Erbakan siyasetten tasfiye edilir. Partisi kapatılır. Kendisine siyaset yasağı getirilir. Kurulan Fazilet Partisi de 2001’de parçalanır. O bölünmenin içinden 14 yıldır iktidarda olan ve özel savaşı en pespaye biçimde yürüten AKP hazırlanıp çıkarılır. Erbakan çizgisinde yürüdüğünü iddia eden Fazilet Partisi ise alabildiğine etkisiz haldedir günümüzde.

 

Üçüncü Barış Süreci ve Uluslararası Komplo

İlki 1993’de olmak üzere 1998’e dek gelen 3. barış sürecinde ise “28 Şubat Darbesi”ni yapan ordu içindeki bir kanadın arayış ve çabası et- 93 kili olur. Özgürlük Hareketi Önderliği de bir kez daha barış ve çözüme kapı aralamak için 1 Eylül 1998’de (Dünya Barış Günü’nde) üçüncü kez tek taraflı ateşkes ilan eder. Bu karar ile birlikte Özgürlük Hareketi Önderliği devleti dönüştürmeyi hedeflediği gibi özgürlük hareketini de, Kürt sorunun siyasi çözüm hareketi haline getirip, demokratik siyasi mücadele stratejisi temelinde yeniden yapılandırmak istiyordu. Özgürlük Hareketi barış çağrılarını ciddiye alıp kendini yeniden yapılandırma çabası içine girerken, hatta bunun için bir kongre hazırlığı içindeyken uluslararası küresel güçler bir kez daha savaştan yana tavır alırlar. Bir kez daha klasik İttihat ve Terakki çizgisinin devamı olan “Beyaz Türkçü” faşist kanadın arkasında durarak barış isteyen «Anadolucu-Millici» kanadı etkisiz kılmak için harekete geçerler. Uluslararası Gladiocu güçler savaşın bitmesini istemiyorlardı. “Düşük yoğunluklu” da olsa sürdürülmesinden yanaydılar. Kürt sorununun çözümsüz kalması, 1920’de Kahire Konferansı’nda alınan çözümsüzlük kararıyla örtüşüyordu. Bu kararla Kürt sorunuyla bölgeyi (Ortadoğu’yu) daima kaos ve kriz içinde tutup denetim altına almayı hedefliyorlardı. O günün hegemonik gücü olan İngiltere’nin Kürt sorununun çözümsüz kalmasında rolü belirleyicidir. Bugün de sorunun devamı “Yeni Dünya Düzeni”nin Ortadoğu’da hayata geçirilmesi için aynı güç odaklarınca elzem görülmektedir. Türkiye’yi de Kürt savaşıyla güçten düşürüp kendi planlarına karşı razı etme isteği, 1998’de yetişme imkânı olan barış şansını da sabote etmelerine neden olmuştur. Ayrıca özgürlük hareketi çizgisini kendi stratejileri açısından tehlikeli gördüklerinden ta ilk ateşkesten (1993’te) sonra Özgürlük Hareketinin Önderliği Ortadoğu sahasından çıkarılması için plan ve arayışlar içinde olmuşlardır.

Böyle bir tasfiyenin ya da komplonun gelişebilmesi için uluslararası ayağının yanı sıra iç ayağının da oluşturulması gerekiyordu. Ateşkes ilan edilir edilmez Mesut Barzani hemen Ankara’ya çağırılır. 17 Eylül’de ise Mesut Barzani ve Celal Talabani Amerika’ya çağırılır. Burada bir araya getirilen iki lidere Güney’de Kürt otonomisi kabulü karşılığında Özgürlük Hareketini “terörist” ilân etmeleri sağlanır. Böylece planlanan uluslararası iç ayağı-Kürt ayağı da oluşturulur. ABD başkanı Bill Clinton uluslararası ayağı inşa etmek için kimine Türkiye ile olan çatışma alanlarını çözeceğine dair taahhütte bulunur, kimine ise içinde olduğu ekonomik krizden kurtaracağına dair verdiği kredi desteğiyle uluslararası komploya dâhil eder. Örneğin, Yunanistan başbakanı Kostas Simitis ile 9 Nisan’da Amerika’da gizli bir görüşme yapar. Bu görüşmede Kıbrıs ve Ege adaları konusunda Türkiye ile yaşanan sorunları Yunanistan lehine çözeceğine dair söz ve güvence vererek uluslararası komplonun içine çeker, razı eder.

Komplonun Kürt ve uluslararası ayaklarını inşa ettikten sonra Özgürlük Hareketi Önderliğini Suriye’den çıkarmak için Türk devletini Suriye’nin üzerine sürer. Askerden, siyasetçilerden ve cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den peş peşe açıklamalar yapılır. Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek Ankara ile Şam arasında mesaj taşımak için devreye sokulur. Türkiye’ye ABD’den açıktan destek gelir, mesajlar basına yansır.

Özgürlük hareketi önderliği yaklaşan tehlikenin farkındadır. Suriye yönetiminin gelişen uluslararası baskılara daha fazla direnemeyeceğini görmektedir. Önünde iki seçenek vardır; bunlardan biri dağ, biri de iki yüzyıl önce dayattığı ulus-devlet modeli nedeniyle bu sorunun kaynağı ve asıl yaratıcısı olan Avrupa’dır. Dağı tercih ederse, bugüne kadar imha amacı taşıyan saldırı ve yönelimleri çok çok aşan bir yönelimin gelişeceğini, bunun da çok büyük bir kayıp ve imhaya sebep olacağını, dolayısıyla böyle bir seçeneği sorunu çözmeye hizmet etmekten ziyade çok daha kaotik, içinden çıkılması güç büyük trajedi, yıkım ve sonuçlara yol açacağını ön görerek tercih etmez, Avrupa’yı tercih eder. Böyle bir tercihte sorunu barışçıl ve demokratik esaslar çerçevesinde çözme olanaklarının olduğuna dair inancıdır. Kimi ülke parlamentolarının, çeşitli siyasi parti ve grupların çağrı ve davetleri de olmuştur. Ayrıca Avrupa uygarlığının demokrasi ve evrensel hukuk normlarında yakaladığı düzey; sorunları çözmede diyalog ve uzlaşı kültürünün gelişkinliği, kıta Avrupa’sında toplumsal mücadelelerin ortaya çıkardığı devrimci ve demokratik miras, Avrupa halklarının Kürtlere gelişen yakın ilgi ve alakası, Avrupa parlamentosu gibi kurumların sık sık Kürt sorununu gündeme alıp çözümü yönünde sergilediği çabalar, Kürt Özgürlük Hareketi’nin devletler, çeşitli parti ve güçler nezdinde geliştirdiği diplomatik ilişkiler, çeşitli sol ve demokratik çevrelerle gelişen dostluk ve dayanışma bağları…Tüm bunların yanı sıra Kürt emekçi ve diasporasının Avrupa’daki yoğunluğu, buradaki yurtsever kitlenin önderlikle, özgürlük hareketiyle kurduğu ilişkilerin gelişkinliği, Türkiye’deki baskılar nedeniyle sürgündeki sol ve demokratik çevrelerin yoğunluğu, vb. nedenlerin yanı sıra Avrupa’daki birçok kuruma üye olan Türkiye’ye bu kurum ve üye ülkelerden gelebilecek baskı ve telkinlerin çözüme hizmet edebileceği inancı vardı. Ayrıca Öcalan, kendisine, örgütüne ve Kürt halkına duyduğu öz güvenden dolayı Avrupa’dan yana tercihini kullanmıştır.

Özgürlük hareketi önderliği, uluslararası NATOGladio güçlerinin tehdit ve baskıları sonucunda Suriye yönetiminin “daha fazla dayanamıyoruz” yönündeki mesajından sonra 9 Ekim 1998’de barış ve siyasi çözüm umuduyla Ortadoğu sahasından ayrılıp Avrupa’ya gider. Avrupa kıtasına ayak basar basmaz “çıplak krallar ve maskesiz tanrıların” günümüz temsilcilerinin, hile, komplo ve entrika ve saldırısı karşısında kendisini bulur. Verilen sözler ve yapılan davetler unutulmuş, avının üzerine atlamaya hazır avcılar gibi pusuda beklemektedirler. O ülkeden bu ülkeye sürüklenip durulur. Yunan hükümeti Kıbrıs ve Ege adaları için Türk devletinden koparacağı tavizler karşılığında, Rus hükümeti içinde olduğu krizi aşmak ve İMF’ye olan borçtan kurtulmak için ABD ve İsrail’in vereceği kredi ve “mavi akım” enerji projesiyle Türkiye’den elde edeceği para karşılığında, İtalya hükümeti ise Almanya, Fransa, İngiltere tarafından yalnız bırakıldığı gibi Gladiocu Berlusconi’nin saldırı ve karşıt propagandalarına ve de ABD yönetiminin baskılarına dayanamayarak özgürlük hareketi Önderliğine sahip çıkmadıkları gibi uluslararası komploda yer alırlar. Özgürlük Hareketi Önderliği Roma’dayken sorunun çözümü için “barış ve çözüm deklarasyonu” da yayınlar. Ancak bu çağrılara kulaklarını tıkayan, yüreklerini kapatan efendiler çoktan derdest edip Türk devletine teslim etmeyi planlamışlardır. Tüm Avrupa’nın kapısı kendisine kapalıdır. Nitekim 15 Şubat 1999’da Kenya’nın başkenti Nairobi’de Yunan elçiliğindeyken kendisine “Hollanda sığınma talebini kabul etmiş” denilerek elçilikten çıkarılır ve havaalanında bindiği uçakta onu bekleyen uluslararası Gladio’nun Türkiye uzantılarına teslim edilerek «bir ateş topu gibi» Türkiye’nin kucağına bırakılır. Böylece bir kez daha NATO-Gladio güçleri, “barış ve siyasi çözüm” arayışlarını engellemişlerdir.

Uluslararası komplonun iki tane temel hedefinden bahsedilebilir. Birincisi, Özgürlük Hareketini başsız bırakarak dağılmasını sağlamak… İkincisi ise, yüzyıllara yayılan bir Kürt-Türk savaşını başlatmak bu iki hedefi de, Ortadoğu’da “yeni dünya düzeni”ni oturtmak için elzem görüyorlardı.

Özgürlük hareketi Önderliği ise gelişen komplonun neyi hedeflediğini çok iyi görmekteydi. Bu komployu boşa çıkartmak için, uluslararası İmralı işkence sistemine hapsedildiği andan itibaren geliştirdiği “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü” zihniyet ve toplumsal model paradigmasıyla; birincisi, Özgürlük Hareketini örgütsel ve ideolojik olarak dönüştürüp yeniden yapılandırmak, ikincisi, Ortadoğu’da “Kürt kapanı” üzerinden geliştirilen çözümsüzlük zeminini ortadan kaldırmak, üçüncüsü de farklılıkların inkarı üzerinden inşa edilmiş ulus-devlet zihniyetini (Türk ulus-devleti özelinde) dönüştürerek, demokratik ulus paradigmasına göre yeniden yapılandırılıp çözüme hazır hale getirerek uluslararası komployu boşa çıkarmayı hedeflemiştir. Bugünden bakıldığında Abdullah Öcalan bu hedeflere büyük oranda ulaşmıştır diyebiliriz. Sonuç olarak, Özgürlük Hareketi ve Öcalan(grup aşamasından başlayarak günümüze kadar) gelişen tüm saldırı, komplo ve tasfiyeleri boşa çıkardığını hatta bu tasfiyecilikleri aştığı gibi mücadeleyi bir üst aşamaya taşırdığını görüyoruz. Bir diğer nokta ise tüm saldırı, komplo ve tasfiye çabalarına karşın halkların özgürlük ve eşitlik temelinde, bir arada yaşamalarını esas alan barış ve siyasi çözüm arayışlarından hiçbir zaman vazgeçmediğidir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.