Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Meselesinde Barış ve Çözüm Arayışları

Derya Moray

Evrenin oluşum süreci, varoluşun zamansal ifadesidir. Hiçbir varlık, canlı bu oluşum sürecinin herhangi bir halkasından kopuk ele alınamaz. Bu varoluş serüveninin her bir halkası var olabilmenin koşullarını ve karakterini ortaya çıkarabilir. Bir varlığı ifade ettiğimizde, o varlığı zamansal ve mekânsal gerçekleşme aşamalarından bağımsız ele alamayız. Zira varoluş an’da ve an’ın mekânıyla sınırlı değildir. Tüm oluş süreçlerinin toplamının yansıyışıdır an’da yakalanan. An aynı zamanda oluş süreçlerinin aşkınlığının da ifadesidir. Zira an’da yaşanan hemen öncesinin daha ötesinin ve en önemlisi de hakikatin yansıyışıdır. Bu temelde halk olarak kendi hakikatimize denk geliştirmeye koyulduğumuz varoluşumuza kavuşma mücadelemizi bundan kopuk ele alamayız. Kendi oluşumumuzu kavrarken, hakikatimize erişme ve bu temelde hakikatinden kopuk maddi güç gerçekliği ile “yok etme” yönteminden başkaca bir yaklaşım bilmeyene de borcumuz “kendini bilme” kapısını aralamak; tüm ezilenlere, tüm direnenlere ve en önemlisi de “evrene” karşı en temel devrimci görevimizdir.

Bu temelde halkları, biz Kürtleri var olmama tehlikesi ile karşı karşıya bırakan “ezen ferasetini” çözümlemek, bugün bize dayatılanların “nedenlerine” dokunmak kangrenleşmiş “Kürt sorununun” anlaşılır kılınması açısından önemlidir.

Yaşadığımız coğrafya ile bağlarımız neolitiğin toplumsal hakikatiyle iç içedir. İnsanlığın, toplumsallığın oluşum, yayılım süreçleri boyunca içinde bulunduğumuz coğrafya her daim “ ev sahibi” olmuştur. Köklerimiz bin yıllara dayanmaktayken, bugünkü gerçekliğimizde dallarımız budanmaktadır. Elbette bu hakikatin inkârlarından bağımsız ele alınamaz. Zira bugün direnen tüm halkların, toplumların, varlıkların direniş karakterlerinde ve savaşma gerçeklerinde hakikatten kopmayan bağları vardır. Bunca ısrarın nedeni “hakikate” duyulan aşktır, aşkla, tutkuyla yaşanmak istenen özgürlüktür. İçinde bulunduğumuz gerçekliğin tarihsel arka planında Türkçülük ideolojisinin iktidar erkiyle bütünleşen gerçekliği yatar. Türk-Kürt ilişkilerindeki tarihsel ittifak 1071 ile başlar. Anadolu’nun “kapısı” Malazgirt ile açılır, 1514’de Çaldıran Savaşıyla, Safevilere karşı girilen “din-mezhep” ittifakıyla devletin sınırları doğuda genişler. Safeviler yenilir, Kürtler “etten duvar” olur. Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin duraklama dönemine denk gelen, 1639 tarihinde Kürdistan’ın parçalanışının ilk adımı atılır. Anadolu’nun “kapılarını” Türklere açan Kürtlerin kendi topraklarına sınır kapıları 1639’la birlikte dikilmeye başlar. Bu döneme kadar kendi içinde “kendi” olarak kalan Kürtler kültürel dokularını, coğrafik yapılarına sığınarak yine korumaya, özgürlükleriyle yaşamaya devam eder. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla ayyuka çıkan paylaşım savaşları, artık İmparatorluktan çaldıklarıyla kalanı da payelendirmek ve Ortadoğu’da “dizayn” çalışmalarını halkların mücadelelerine rağmen sürdürür. O dönem için kullanılabilecek en uygun deyim “kurtlar sofrasında kuzuyu kapma” savaşıdır.

En yoğun haliyle Cumhuriyet’in kuruluş dönemiyle birlikte şiddetin bin bir yöntemini Kürtler üzerinde uygulamaya başlanmıştır. Zaten öncesinde Ermeniler, Asuriler, Çerkesler vs. birçok halk üzerinde uygulanan tüm yok etme yöntemleri uygulanmıştı. Yok, etme yoğunluğu Kürtler üzerinde de uygulandı. Kürt direnişleri kanlı bastırıldı.

Bugün yaşananları anlamak için Cumhuriyet tarihindeki ideolojilere, örgütlenmelere kısaca değinmekte fayda var. Zira Cumhuriyet’in 1924 kuruluş felsefesinde ırkçılık ve nefretle yoğrulmuş tekçi ulus-devlet zihniyeti yatmaktadır.

Şüphesiz o dönemin koşullarında oluşmaya başlayan rejim değişikliği, kendisiyle beraber “eski” olana duyulan özlemi de barındırır. Osmanlı devletinin rejim olarak ortadan kalktığı o dönemin, belli başlı düşünce akımlarının biri Osmanlıcılıktır. Ve her kavmi yan yana yaşatma amacı güder. Elbette Osmanlıcılığın düşünce içeriğini besleyen İmparatorluğun karakteridir. Zira İmparatorlukta katı merkezci ve tekçi bir devlet formu geliştirilemezdi.

Türkiye ulus-devlet şekillenmesinde en çok üzerinde durulması gereken ideoloji İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin benimsediği ideolojidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti örgütlenmeye koyulurken “Yeni Osmanlılar” hareketine dâhil olmuş kişilerden de faydalanır. Kuruluş tarihi 1889’a denk gelir. İttihat ve Terakki Cemiyeti örgütlenme ve üye kaydı konusunda oldukça esrarengiz davranır. Hücre tarzında bir örgütlenmeyle Masonlara özgü bir yöntem uygular.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları farklı kökenlerdendir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin özellikleri incelendiğinde, şu anda Türkiye’deki asker, sivil, bürokrat ve aydın tipi ortaya çıkar. Jön Türklerin direkt İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideoloğu olduğu, bu cemiyetin esas ferasetinin “hürriyetten” ziyade “devlet” olduğu nettir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet algısı kutsal olana denktir. Hak ve özgürlüklerdense esas kutsal olan devlettir, ”devlete zeval gelmemesi için her yol mubahtır.” Bu anlayış esas odaklarıdır. Bunlarla beraber ve bu oluşumu da derinden besleyen akımlar arasında Pan Türkizm, Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık da mevcuttur. Tüm bu akımlar Cumhuriyet döneminin yani ulus-devletleşme sürecinin temel kimyası niteliğindedir. Bunlar ulus-devletin oluşumuyla beraber Türk devletinin kendi “ulusal sınırları” içerisinde barındırdığı halklar, kültürler, topluluklar vs. açısından yeni bir baskılanma sürecinin başlangıcıdır.En yoğun haliyle 1915 Ermeni Soykırımı ile başlayan süreç; artık yeni devletin, rejimin de kendisi açısından “tehlikeli” gördüğü taleplere karşı koyacağı, bundan beslenecek politikalar geliştireceği bir mirastır.

 

Kürdün “kökünü kazıma” Dönemi

Cumhuriyetin kuruluşu itibariyle Kürt ve Türk ilişkileri farklılaşmaya, gittikçe keskinleşme başlar. Türkçülük ideolojisinin devlet programları, kurumları içerisinde gittikçe çoğalması ve yayılması nedeniyle 1919-1921 yıllarında ilk tepki Koçgiri Direnişi ile başlar. Bu ayaklanmanın esas nedeni Kürtlerin ulusal, kültürel değerleri karşısında gittikçe çoğalan Türkleştirme politikası, şiddetin birçok biçimleriyle devreye konmasıdır. Bu direnişin bastırılma biçimi ret, inkâr ve imhayla şekillenmiştir. Bu artık Türkiye ulus-devletinin bugüne kadar devam eden politikalarının da rengini belirlemiştir. Elbette Kürt’ün başkaldırısı bununla bitmez, bu henüz başlangıçtır ve devletin yönelimlerine duyulan öfke, kendini Şeyh Said isyanıyla farklı bir evreye taşıyacaktır. 1925’de Şeyh Said’in ve Kürt yurtseverlerinin ulusal sorumlulukları çerçevesinde başlattığı “uyanış” hareketi kısa sürede binlerce Kürt’ün desteğiyle büyük bir isyana bürünür. Bu isyana Türkiye’nin yaklaşım biçimi -bugün de görüldüğü gibi- inkâr ve çarpıtma eksenlidir. 1925 Şeyh Said İsyanına devletin yaklaşımı bir halkın taleplerini görmekten ziyade “şeriat geri getirmek isteyen şakilerin” isyanı olarak lanse edilir. Böyle bir algı yaratmanın amacı sırtını batıya dayamış “körpe” cumhuriyetin sıvazlanmaya ve desteğe duyduğu ihtiyaçtır. Bu elbette tek taraflı bir ihtiyaç değildir. Ulus-devlet İngiltere’nin, Fransa’nın vs. emperyalist dünyanın bir uydusu haline gelme sürecinin de başlangıcıdır. Şeyh Said öncülüğünde gelişen isyanın da bastırılma biçimi kanlıdır. Günlerce devam eden bu direniş yine çeşitli oyunlarla bastırılmış, Şeyh Said ve birçok direnişçi yurtsever idam edilmiştir. Bu süreçte yüzlerce köy yıkılmış, yakılmış, binlerce insan öldürülmüş ve kalanların çoğu da sürgüne gönderilmiştir.

1937-1938 yıllarında Seyit Rıza öncülüğündeki Dersim Direnişi gelişmiştir. Dersim meselesi meclis gündemine alınıp soykırım “yasallaştırılmıştır”. Mecliste “Tunceli kanun” görüşülürken yapılan konuşmalarda “Dersim bir çıbanbaşıdır ve sokulup atılacaktır” değerlendirilmeleri yapılmış, bu konuşmalarda “kökün kazınacağı” vurgusu ön plandadır. Nitekim Dersimde tam bir “kök kazıma” yapılmış, Dersimlilerin değimi ile Tertele gerçekleştirilmiştir. Özünde bu “kök kazıma” Kürdün kökünün kazınmasıdır. Direniş kanlı bastırılmış, Dersim insansızlaştırılmıştır.”Anlaşma yapma gayesi ile davet edilen Seyit Rıza, hile ile alınıp Elâzığ’da yoldaşları ile birlikte idam edilmiştir.

En yoğun haliyle cumhuriyetin ilk kuruluş dönemlerine denk gelen bu direniş süreçleri Kürtlerin hak davalarını bitirmemiş, tersine arayışlar zaman ilerledikçe daha da yoğunlaşarak ve düşünsel-ideolojik muhteva kazanarak 1970’lede niceliksel ve nitelikse sıçrama yapmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın önderliği ile oluşmaya başlayan süreç, birçok açıdan geçmişin derin muhasebesinin yapıldığı, yoğun tartışma ve eylemsellik neticesinde 27 Kasım 1978’de partileşti. Böylece ulusal kurtuluş süreci başlamış oldu. Yürütülen mücadele sonucu, Özgürlük Hareketi bir halk hareketine dönüştü. Devletin yürüttüğü her türlü özel savaşa rağmen günümüzde bölgesel ve küresel çapta etkide bulunan bir kapasiteye ulaşılmıştır. İmralı’da tutsak tutulan Öcalan’ın paradigma değişimi ile yeni bir düşünce ve çözüm seçeneğini geliştirmiş olması ve bu doğrultuda yürütülen mücadele Özgürlük Hareketi’ni Ortadoğu’da 3.yolu, yani halkların çözüm yolunu açığa çıkarmıştır.

 

Öcalan’ın Çözüm Arayışları

Öcalan’ın Kürt sorununu siyasal ve demokratik yöntemlerle çözüm arayışları 1990’ların başına kadar uzanır. İlki 1993’te geliştirilen tek yanlı ateşkes ilanıdır. Dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dolaylı görüşmesi ile ateşkes ilan edilmiştir. Öcalan, Özal’ın girişimini anlamlı bulmuş ve ateşkes ile cevap olmak istemiştir. Ancak Türk derin devleti yaptığı komplolarla Özal ekibi ile birlikte etkisiz kılınmış ve 1993 topyekûn imha konseptini devreye konmuştur. Özgürlük Hareketi daha sonraki süreçlerde de demokratik siyasete şans vermek için çeşitli defalar tek yanlı ateşkeslere gitmiş, ancak devlet imhada ısrar etmiştir. 1 Eylül 1998 ateşkesine ise uluslararası komplo ile cevap vermiş ve Öcalan esir düşürülerek İmralı adasında yoğun bir tecrit altına alınmıştır. Komploya rağmen Öcalan, barışçıl çözümde ısrarını devam ettirmiş ve 1 eylül 1999 tarihi itibarıyla gerilla güçlerinin Türkiye sınırlarının dışına çıkması çağrısı yapmıştır.21 Mart 2013 Amed Newroz’unda Öcalan yeni bir çözüm süreci başlattı. Diyarbakır Newroz Alanında milyonların huzurunda okunan mektubunda Öcalan, “Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik.”demekte idi. Yaptığı çağrısıyla gerilla, Türkiye sınırlarının dışına çıkma sürecini girdi, ancak AKP hükümetinin sorumluluklarını yerine getirmeme ve yapması gerekenleri yapmadı ve oyalama yolunu seçti. 28 Şubat 2015’te tarafların direkt katılımıyla “10 maddelik mutabakat metni” Dolmabahçe’de kamuoyuyla paylaşıldı. Bu on maddenin tüm kamuoyunda yarattığı heyecan, inanç günlerce TV kanallarında, gazetelerde, birçok basın-yayın organında işlendi. Halklarımızın Kürt sorununun çözümüne desteği %80’e yakınken süreç neden bozuldu? Oyunbozanlık yapan taraf kimdi? Açık ki AKP devletiydi. Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını dillendiren Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan’ın tutumu devletin müzakere yöntemi ile Kürt sorununun çözümü değil, tasfiyeyi esas aldığı, sözcülüğünü de Erdoğan’ın yaptığı kısa süre içinde anlaşıldı.30 Nisan 2015 tarihli MGK toplantısında alınan karar gereği topyekûn imha konseptine geçildi.

Gelinen aşamada bu sürecin ülkemiz açısından vardığı nokta, binlerce insanın ölümü, kentlerin ve ilçelerin yakılıp-yıkılmasıyla çözüm sürecinin devlet eliyle boşa çıkarıldığı aşikârdır. Zira yakalanan çatışmasızlık sürecinde Kürtler ilk defa Türkiye’nin batısında belirli bir empatiyi kısmen de olsa görebildi. Mevcut haliyle demokrasinin sadece sandık ile ifade edilmediği bir zamanda bile, demokratik paradigma %13’lük bir oy oranıyla başarı sağladı. Elbette Kürtler, A. Öcalan’ın çözüm perspektifiyle batıya giden yolları kendi elleriyle ördü ki, bu düzeyde bir seçim başarısı elde edildi.

Dünyada çözüm süreçlerinin anayasal güvencesiyle sağladığı birçok örnek bulunmaktadır. Türkiye, cumhuriyetinin kurulduğu tarihe yakın bir dönemde 1931’de Finlandiya’da özerk bölge oluşturuldu, Aland Adaları özerkliğine kavuştu. Uzun süren çatışmalı süreçlerden İspanya örne- 98 DEMOKRATİK MODERNİTE ğinde olduğu gibi, Franco faşizmine karşı direniş örgütleyen ETA, 1962 yılından itibaren “kendi kaderini tayin hakkı” için mücadeleye başlaması günümüz açısından da öğreticidir. 45 yıl boyunca süren BASK sorunundan dolayı yaklaşık bin insan hayatını kaybetmiştir. Yapılan görüşmeler neticesinde elde edilen “siyasal özerklikle” beraber ETA’nın Nisan 2006’de almış olduğu “süresiz silah bırakma” kararıyla sonuçlandı.

Yine İspanya’ya bağlı Katalonya 7,5 milyon nüfusuyla Avrupa’nın en büyü özerk ulusudur. 1978’de yapılan referandumla Katalonya, İspanya anayasasına bağlı özerklik statüsüne kavuşmuştur. Buna benzer örnekler İngiltere’de, Hindistan’da, Sudan’da, Rusya’da da mevcuttur. Tüm bu süreçlerde tarafların yükümlüklerinin gereklerini yerine getirdiği esas yol, anayasal güvence ile ve yine BM’nin uluslararası geçerliliği bulunan hukukuna dayanarak halklar açısından önemli sonuçlar elde edilmiştir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Dolmabahçe mutabakatıyla yakalanan müzakere ortam anayasal değişikliklerle hem Türkiye’nin hem de Kürtlerin avantajlar getirecek bir olanak yaratmıştır. Ancak bu olanak imkâna dönüştürülmeyerek, hiç de kabul edilemeyecek gerekçelendirilmelerle heba edilmiştir.

Elbette bir halkın kaderi kendini çözümsüzlüğe mahkûm eden iktidarların elinde değildir. Abdullah Öcalan’ın bu noktada belirttiği üzere “açık ki imha ve inkâr yöntemlerine karşı değişik türden de olsa onların etkisini kıracak yöntem ve araçlarla mücadele etmek, varlık, kimlik ve özgürlüğün birlikte kazanılması için şarttır.” Bu sürecin karakterini bu belirlemeyle okumak ve mücadele etmektir. Sonuç olarak, içerisinden geçtiğimiz süreci okuduğumuzda anayasal güvenceyi sağlayacak herhangi bir ferasetin altyapı hazırlığının bile olmadığı aşikârdır. Olmayan bir şeyden, gasp edilmiş hakların iadesini beklemek daha fazla hak gaspı, daha fazla şiddet ve daha fazla tekçilik getirecektir. Mevcut devletin tarihsel gerçekliğinde İslam sultasının geleneği ve ulus-devlet ideolojisinin milliyetçilik ile yoğrulup yola koyulmuştur. Şiddeti devreye konarak faşizmi hortlatılması sonucu bastırma ve yok etme yöntemlerinin (bombalama, yakıp-yıkma, tehcir vs.) tümünü genel bir politikaya dönüştürülerek topyekûn bir yönelime girmiştir.

Bu aşamada halklara düşen daha fazla direnmek, fiilen özyönetim yapılarını oluşturmak; hakikate denk bir yaşamı örmek ve yaşam uğruna mücadele etmektir. Bu elbette beraberinde zorunlu bir dönüşümü de getirecek, zamanın özgür mekânlarla akışını sağlayacaktır. Çağlar boyunca hakikatin ifadeye kavuşma hali bu kez sanatın, felsefenin, dinin, mitolojinin oluşturduğu; toplumsal bilinçle ve devrimci bir yöntemle bütünleşecektir. Artık mücadelenin bağrında evrenin amacı da olan “özgürlüğe ”akış olacaktır. Burada hakikate varma aracı da devrimci savaştır, toplumsal bilincin tek yürek atışında buluşmasıdır. Zira “hakikati anlama ve açıklama gücü de toplumdur.”

Evrenin ritmini yakalayıp, çağın özgür gücü artık toplumsallığın devrim yaptığı bu coğrafyada yeniden yeşermekte, renklenmektedir. Halk olarak geldiğimiz nokta ”modernitenin bir zırh gibi giydirdiği deli gömleğini çıkarmak, ondan nefret ederek bu yaşamdan vazgeçeceksin” tezinden, dört parça Küdistan’da evrene varmaktır!..

 

 

 

Öcalan’ın Çözüm Arayışları
Kaynakça
  • Öcalan Abdullah, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, 1. Cilt, Amara Yayın, İstanbul, 2015
  • Öcalan Abdullah, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü 3. Cilt, Özgürlük Sosyolojisi, Amara Yayın, İstanbul, 2015 3) Benedikter Thomas, Modern Özerklik Sistemleri, Nika Yayın, İstanbul, 2014

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.