Düşünce ve Kuram Dergisi

3.Yol; Kürtler, Emek ve Özgürlük İttifakı

Umut Çamlıbel

Türkiye’de 2023’te yapılması beklenen seçimlerin Cumhuriyet’in yapısal bir kriz yaşadığı 100. kuruluş yıl dönümüne denk gelmesi, süreci olağan bir iktidar değişiminin ötesinde ele almayı gerekli kılar. Seçim gündemli ittifak arayışlarında öne çıkan; rejim ve cumhuriyet tartışmalarının kapitalist modernite sistemin küresel krizli halinin 2. Dünya Savaşı’na evrildiği aşama ile iç içe yaşanıyor olması da tesadüf değil, tam tersine Türk ulus-devletinin kuruluş dinamikleriyle uyumludur. Lozan’ı başlangıç kabul edersek; Cumhuriyet içindeki iktidar ve güç odakları Lozan’dan bu yana hegemonik iktidar merkezine bağlı olarak pozisyon belirlediğinden, bugün “Millet” ve “Cumhur” İttifakı olarak öne çıkan kamplaşmanın salt bir iç siyaset tercihi olmadığını, bunu da kapsayan hatta iç çelişkileri de besleyen küresel-bölgesel hegemonik iktidar krizi ve yeniden yapılanma arayışı ile şekillendiğini bilmek gerekiyor. Dolayısıyla seçimleri de kapsayan söz konusu krizli durumu  Millet ve Cumhur İttifakı kamplaşmaları üzerinden okumak ve bunu da faşizm-özgürlük, diktatörlük-demokrasi gibi ikilem ve tercihiyle kavramsallaştırmak hem dar ele alış hem de tarihsel olarak bir gaflet durumuna düşürecektir.

Bu anlamda yaşanan sürece daha farklı ve geniş bir perspektifle bakmakta fayda var. Hemen hemen her kesimin bir dönüm noktası, kırılma anı, varlık-yokluk süreci olarak nitelediği bu dönemi tarihsel toplum bilinciyle okumak ve tutum geliştirmek başta Kürtler olmak üzere tüm Türkiye halkları için hayati önemdedir. Elbette yaşanan süreç faşizme karşı özgürlük, diktatörlüğe karşı demokrasi perspektifiyle ele alınmalıdır. Fakat bunu yaparken sistem içi iktidar kamplaşmasına da taraf olunmamalı. Tüm toplumu bu kamplaşmaya taraf kılmaya çalışan çabaların masum ve kendiliğinden gelişmediği açıktır. Bunun bilinçli ve planlı olarak demokratik halk kesimlerinin  özgücüne dayalı bir siyasal bilinç  ve örgütlülüğe kavuşmalarını engellemeyi amaçladığını bilmek gerekir. Temel hedef sistem içileşmemiş, iktidar kliklerine eklemlenmiş tüm toplumsal kesimleri örgütsüz bırakmaktır. Örgütlenmeden yoksun, parçalı ve dağınık toplumsal yapıların amaçları ne kadar temiz olursa olsun sonuç alıcı bir hareket geliştirmeleri olanaksızdır. Tarihsel süreçler bize böylesi kaotik durumlarda kazananların, tarihe yön verenlerin en örgütlü güçler olduğunu göstermiştir.

Dolayısıyla seçim tartışmaları ile daha görünür olan iktidar içi kamplaşmanın bir ürünü olan Millet ve Cumhur ittifakları dışında, bir üçüncü çizgi geliştirerek yaşanan kaotik duruma müdahale edebilecek;  örgütlü demokratik toplum   gücünü ortaya çıkarmak, tarihin önümüze koyduğu bir görev oluyor. Üçüncü çizgi cumhuriyetin demokratikleşmesi fırsatı olarak görmeli, demokratik cumhuriyet inşasına dayalı “Emek ve Özgürlük İttifakı” bu esprisi üzerinden üçüncü bir yol olarak geliştirildi. Bu anlamda, bu adımın önemini ve sonuç alıcılığını sadece güncel siyasal motivasyonlar üzerinden okumamak gerekiyor. Üçüncü yol halklar adına alternatif bir demokratik toplum inşasını hedef alan felsefi paradigmatik bir çizgiye dayanır ve ancak bu çizginin idraki ve örgütlülüğünün sağlanması ile önemi kavranabilir. Bu noktada sadece Cumhur ve Millet İttifaklarının çelişkilerine göre pozisyona alan dar bir bakışa düşülmemelidir. Taktik düzende bu çelişkilere göre bir politika belirlense de esas ve stratejik olan toplumun tabandan başlayarak tüm farklılıkları eşitlik ve özgürlük temelinde bir araya getiren demokratik örgütlülüğünü sağlamaktır. Çünkü toplum örgütlü kılınmadan, örgütlü topluluklar  bir araya getirilmeden özgürlük ve demokrasi mücadelesi verilemez. Kuşkusuz egemen iktidarcı yapı böyle bir çizgiyi tehlike olarak algılayacak ve tasfiye etmek için her türlü baskı mekanizmasını devreye koyacaktır. Fakat tüm bu politikaları gözden geçirme ve etkisizleştirme çabalarını boşa çıkaran bir ittifak ve örgütlülük düzeyi “demokratik cumhuriyet-özgür özerk Kürdistan” perspektifi temelinde, bu tarihsel dönemeçteki en belirleyici husus olacaktır.

Özellikle Kürtlerin bu kritik süreci nasıl kavramaları ve pozisyon almaları gerektiği hususuna eğilmek, sürecin bütününe dair daha somut bir mücadele perspektifi ortaya çıkaracaktır. HDP içindeki en dinamik ve örgütlü güç olan Kürtler, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın temel bileşeni olarak neden ayrı ve özgün değerlendirmeyi gerektirsin ki diye sorulabilir. HDP eksenli Emek ve Özgürlük İttifakı Kürt meselesini de içeren tüm toplumsal sorunlara devrimci-demokratik bir çözüm geliştirmeyi esas alırken Kürtlerin özgün durumu ayrıca ele almaya ihtiyaç yoktur denilebilir mi?

Bu ve benzeri soruların altında Kürt meselesini ortaya çıkaran zihniyet ve politikaların karakterini kavrayamamak yatmaktadır. Ulusal, kimliksel inkar ve imhaya dayalı bir varlık yokluk sorunu olarak Kürt meselesi kendine özgü bir çözüm diyalektiğine sahiptir. Kuşkusuz Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü arasında inkar edilemez bir bağ vardır. Fakat son yıllarda çokça dillendirilen ve her kritik dönemde ağızlara pelesenk edilen Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunu önemsizleştirmek ya da değersizleştirmek olarak algılanmamalıdır, bu Kürt özgünlüğü. Elbette HDP’de dahil Emek ve Özgürlük bloku bir Türkiye halkları ittifakı olarak demokratik Türkiye hedefi ile bir araya gelmiştir. Ancak burada “Türkiye’de demokrasi sorunu var önce o çözülsün” hilafına Kürt meselesini erteleyen ya da sıradanlaştıran oldukça bilinçli, planlı bir tuzağın varlığını görmek gerekiyor. Bu, 1970’lerde  Kürt meselesinin ulusal bir olgu olarak tartışıldığı dönemde Türkiye’deki devrimci sol-sosyalist hareketlerin “Türkiye yeni sömürgedir, sömürgenin sömürgesi olamayacağına göre Kürdistan sömürge değildir, Kürt ulusal sorununun çözümü Türkiye devriminden geçer” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımların güncel bir versiyonu olmaktadır. Bunu sadece kaba Marksist sınıf bakışının sonucu değil, Kemalist şoven milliyetçiliğin Kürt meselesini yok sayan ideolojik bir ifadesi olarak da okumak lazım.

Bu yaklaşımın HDP, Emek ve Özgürlük ittifakını sistemiçi bir çerçeveye sıkıştırmak için sürekli işlendiği sır değil. Millet ve Cumhur İttifaklarının “HDP Türkiyeleşmelidir” söyleminin altında da yatan aynı anlayıştır ve bu devletçi refleksin amacı Kürt meselesini görünmez kılmak ve dinamik bir güç haline gelen Kürt toplumsallığını batılı, liberal, bireyci düzen içerisinde etkisizleştirmektir. HDP ve ittifaklarının bu tehlikenin farkında olarak Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez bakışına uygun bir programı esas aldıkları bilinmelidir. Fakat buna denk bir söylem ve pratik politikayı öne çıkarmakta tutuk kalınmaktadır. Böyle bir çözüm formülasyonu ittifak içinde veya dışında kimi çevrelerin iddia ettiği gibi Emek ve Özgürlük İttifakının mücadele perspektifini daraltan bir yaklaşım değil aksine tarihsel hakikatlere en uygun bakış açısıdır. Bu noktada  ittifakın söz konusu tutukluluğu aşması, kendini bir üçüncü yol olarak çekici ve görünür kılması gerekiyor. Bunun da yolu üreticiliğe, yaratıcılığa ve inşaya yönelerek örgütlenmeden ve Kürt sorununun çözümünde Kemalist sol aklın önce Türkiye’ye demokrasi söylem ve anlayışına düşmemekten geçer. Çünkü Cumhuriyet’in Lozan’la başlayan yeniden kurgulanışında etkin olan Kemalist, beyaz Türkçü eğilim ülkeyi özünde Kürt inkarı üzerine inşa etmiştir. İngilizlerin’de (Kapitalist egemen güç) onayı ve dahli ile Lozan Kürtlüğün ve Kürt meselesinin inkarı üzerinde yürütüldü. 1921 Anayasası ile eşit kurucu unsur olarak görülen Kürtler 1924 Anayasası yok saymış ve Kürt inkarı resmileştirilmiştir. Bunlara paralel şekilde, İstiklal Mahkemesi yargılamaları, İskan Kanunu ve Şark Islahat Planı ile Kürt inkarı bir soykırım sürecine dönüştürülmüştür. İste, Türkiye’deki tüm demokratik sorunların kaynağında bu inkar rejimi yatmaktadır. Kürt inkarıyla şekillenen bu Kemalist devlet aklı, bugün de egemen olduğunu kendini ikinci cumhuriyet inşacısı sayan siyasal İslamcı çizgi tarafından da aktif şekilde esas alındığı ortadadır. Bunu devletin Kürt meselesine bakışında ve Kürtlerin siyasal sorunlarına karşı geliştirilen şoven milliyetçi, dinci reflekslere bakarak anlayabiliriz. Bu zihniyet Türkiye’de geliştirilen her türlü demokrasi talebine, demokratik mücadeleye Kürtlere yarayıp yaramadığı üzerinden bir baraj uygulamakta, yaraması durumunda da her türlü engeli öne çıkarmaktadır. Bu anlayışın iki ayrı versiyonu olan Millet ve Cumhur İttifakı’nın birbirlerini sürekli Kürtlere yaklaşım üzerinden terör, ihanet, vatanı bölmek gibi ifadelerle yüklenmeleri, bu sorunu Türkiye’deki siyasal-ideolojik kodlarla ne düzeyde işlendiğini gösterir.

Kürtlerde Toplumsal Hafızayı Tazelemek İçin Birkaç Vurgu

Kürt meselesi ile Cumhuriyetin demokratikleşmesi sorunu arasında bu ontolojik bağ, Kürt meselesinin çözüm diyalektiğinin ana eksenini de açıkça ortaya koymaktadır. Kürt sorunun çözümünün merkezinde olduğu, Cumhuriyet’in demokratikleşmesi hedefinin olmazsa olmazıdır. Bu tarihsel hakikate uygun olarak Türkiye’nin demokratikleşmesini özgür-özerk Kürdistan’ın inşası ile eş güdümlü yürütülmesi, toplumsal sorunların devrimci-demokratik çözümünü de bütünlüklü kılacaktır. Bu hakikatin en fazla da Kürtler tarafından görülmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Yani Emek ve Özgürlük ittifakı adı altında bir Türkiye halkları ittifakı ile sınırlı kalmadan, ama buna paralel bir Kürt Kürdistani ittifakının da geliştirilmesinin zorunluluğu görmek gerekiyor. Kürt eksenli yürütülen tartışmalar daha çok Kürtlerin kilit rolde olduğu, Kürt oylarının 2023 seçimlerinde belirleyici olacağı, dolayısıyla hangi ittifaka destek verip vermeyeceği üzerinden yürütülmektedir. Kürtlerin geleceğine dair, tarihsel hakikatlere uygun bir gündemden ziyade faşizan uygulamaların öncelikle sonlandırılmasını öne koyan bir siyasal tutum dayatılmaktadır. Birçok Kürt çevrede de karşılık bulan, makul görülen bu yaklaşımın toplumsal hafızayı tarihsel bilinçten yoksun kılacak tehlikeler barındırır. Toplumsal hafıza, tarihsel bilinçle yoğrulduğunda siyasal-toplumsal mücadelede hakikate uygun bir seyir izler, bilinç zayıfladığında ise gaflete düşmek kaçınılmaz olur. Bu anlamda Kürtler açısından toplumsal hafızayı biraz olsun tazelemek için birkaç tarihsel örneğe vurgu yapmak, böylesi kritik bir süreçte yararlı olabilir:

Birincisi; 20. yüzyıl başlarında Abdülhamit rejimine karşı Batı Aydınlanmacı bir zihniyetle oluşturulan “Jön Türk” hareketi içinde yer alan bir kısım Kürtler, Kürt ulusal meselesine çağın gerektirdiği örgütlülük ve siyasal bilinçten uzak bir yaklaşım içinde olmuşlardır. Sonradan İTC’ye (İttihat ve Terakki Cemiyeti) evrilen bu çizgi dönemin kaotik ortamında, Abdülhamit rejiminin ortadan kaldırılması ve meşrutiyetin ilan edilmesini önceleyen ve bunu tüm sorunların çözümünün esası olarak ortaya koyan politik çizgiyi geliştirmiş, Kürtler dahil birçok kesimi bu harekete dahil etmiştir. Fakat 1909’da İTC darbesi ile Abdülhamit devrildikten ve 2. Meşrutiyet ilan edildikten sonra İTC içindeki en örgütlü kesimi oluşturan Türkçü-turancı çizgi iktidar olmuştur. Ve bu iktidar daha sonra Ermeni ve Kürtler ve gayrimüslim halklara karşı, tehcir, asimilasyon ve Türkleştirme politikalarını devreye koymuştur. Ancak bu uygulamalardan sonra Kürtler daha özgün siyasal-kültürel örgütlenmelere ağırlık vermiştir. Zamanında örgütlü gücünü geliştiremeyen, meşrutiyet ilanının çözüm getireceğine bel bağlayan dar siyasal bakışın bedeli de ağır olmuştur.

İkincisi; Kürtlerin Sevr’deki tutumudur. 1. Dünya Savaşı sonrası dünya ve bölge galip güçlerce yeniden dizayn edilirken, Kürtler bir ulusal hareket ve siyasal liderlik geliştirememiş, oldukça parçalı ve dağınık bir görüntü sergilemişlerdir. Sevr’de Osmanlı’nın parçalanacağı görülmesine karşın siyasal bir körlük içinde olmuşlardır. Osmanlı’ya çok fazla endekslenmiş Kürt üst sınıfı, özellikle şexlik kurumu Osmanlı dışında özgün ve etkili bir ulusal hareket geliştirememiş, var olanlarda etkisiz kalmıştır. Dolayısıyla kendilerini muhatap kılamamışlardır. Zaten bundan dolayı Kürtler Sevr’e davet edilmemiş, Sevr’de çizilen küçük bir Kürdistan parçası da, Kürt ulusal hakları ve tarihsel Kürdistan toprakları gözetilmeden İngilizlerin çıkarına göre kurgulanmıştır.

Üçüncüsü; Sevr kararına karşı direniş geliştiren Kürtler, Türklerle birlikte M. Kemal liderliğindeki kurtuluş savaşında mücadele etmiş, Cumhuriyet’in kurucu unsuru olarak rol oynamışlardır. Erzurum, Sivas ve Amasya Kongrelerinde Türk-Kürt ittifakı, 1921 Anayasası ile daha da somutluk kazanmıştır. Kürtlerin özerk yönetim hakkı üzerinden geliştirilen bu ittifak daha sonra Lozan’da yapılan görüşmelerle akamete uğramıştır. Lozan süreci ile İTC’nin Kemalist versiyonunun takkiyeciliği gittikçe Türkçü çizgiyi hakim hale getirirken Kürtleri de mümkün mertebe etkisizleştirmeyi (oyalayarak) amaçlamaktaydı. 1921-1924 arasındaki 3 yıllık süreçte Kemalist rejimden medet uman kimi Kürt işbirlikçi çevreleri, Lozan’a Türk Heyeti adına katılmış, yine masada kendi ulusal örgütlülükleriyle muhatabiyet yaratamamışlardır. Kemalist rejimin verdiği soyut sözlere kanmayı tercih etmiş, Lozan’dan sonra haklarını alacaklarına inanmışlardır. Ancak buna kanmayan, Kemalistlerin politikalarında şüphe duyan Kürtler de tehlikenin farkına çok geç varmışlar, ön almak için girişilen kimi örgütlenme çabaları (askeri ve siyasi anlamda) zayıf kalmıştır. Örneğin Azadi hareketi böyle bir girişimdir. Fakat Kemalist rejim kendisi açısından “tehlikenin” farkına vararak erkenden müdahale etmiştir. Böylece sahada en fazla bedeli vermiş Kürtler, Lozanla birlikte tümden yok sayılmış, tarih sahnesinin dışına itilmişlerdi.

Kürtlerin bu üç önemli tarihsel kavşakta içine girdikleri siyasal tutum ve ittifaklar kuşkusuz dönemin koşulları da gözetilerek belli bir açıklamaya kavuşturulabilir. Ancak esas sorun böylesi ittifaklara girilirken siyasal ve örgütsel tedbirler alamayan bir siyasal öngörüsüzlüğün olmasıdır. Her ittifak tercihi tartışılabilir ama, söz konusu yenilgi ve kayıpları sadece bu tercihlerin doğruluğu ve yanlışlığı üzerinden okumak yetersiz ve dar olacaktır. Örneğin ‘kurtuluş savaşı’ sürecinde Kürtlerle Türklerin ittifakı ana sorun değil, böyle bir ilişki tarihsel- kültürel kodlara uygundu. Fakat böyle bir ittifak geliştirirken Kürtlerin aynı zamanda ulusal birliği sağlayacak örgütlü bir yapıyı tüm Kürdistan’da egemen kılmaları, siyasi ve askeri olarak güçlü bir muhataplık yaratabilmeleri gerekiyordu. Kürtler ancak böyle bir iç ittifak ve ortak çıkar etrafında kenetlenmiş olsaydı, kolayca inkar edilmez, muhataplık sorunu da yaşamazlardı. İşte burada Kürtlerin siyasal parçalılığı, stratejik düşünme kabiliyetinin zayıflığı, plan-program ve çağdaş örgütlülükten yoksunlukları, dağınık ve bölgesel kalmaları, çağdaş bir ulusal önderlik ortaya koyamamaları gibi bir dizi önemli eksiklik, önlerine çıkan bu tarihsel fırsatları doğru değerlendirememelerine neden olmuştur.

Kürtler varlık sorununa yol açan ve bugünde sürdürülmeye çalışılan yüzyıl önceki bu ibret verici süreçleri doğru analiz etmez, buna neden olan hata ve eksiklikleri kapsamlı çözümlemez ve siyasal-örgütlülük anlamında tedbirini geliştirmezse; sistemin tümden yeniden yapılanma sürecine girdiği bir dönemde yine benzer makus tarihi yaşamaktan kurtulamaz. Zira İttihatçı çizginin hâlâ hakim olduğu devlet refleksi, bu kaotik süreci “Millet” ve “Cumhur” İttifakları ile Kürt inkar çizgisinin hâlâ hakim olduğu bu kaotik süreç içinde Cumhuriyet rejimini devam ettirme çabası açıkça sürdürülmektedir. Kürtlerin her türlü siyasal-kültürel kazanımlarını, varlığına tehdit olarak gören ve bunları ortadan kaldırmaya çalışan egemen aklın krizden dolayı kendiliğinden aşılmayacağını bilmek gerekir. Bu yüzden son zamanlarda sıkça dillendirilen tarihin tekerrür edebileceği kaygısı Kürtler açısından ciddiye alınması gereken bir durumdur. Kuşkusuz tarih hiçbir zaman birebir aynı yaşanmaz, yaşam sürekli bir akış hali olduğundan, herhangi bir tarihsel yaşanmışlık kendinden önceki dönemin birebir tekrarı olamaz. Dolayısıyla bu tarihsel dönemde analiz geliştirirken, TC’nin şu anki durumunu Osmanlının son yıkılış dönemine Kürtleri de parçalı, örgütsüz ve öncülükten yoksun bir halk olarak resmeden kaba bir anlayıştan kaçmamız gerekir. Böyle bir analoji tarihsel gerçeklikten kopmaya yol açabilir. Tarihin tekerrürü algısı aslında toplumsal tarihin zaman-mekan bağından ileri gelir. Bu da özü itibariyle tarihsel süreç ve olgulardan ders almayan, bunun siyasal, sosyal vb. analizini yaparak anı ve geleceği planlamamanın ifadesi olmaktadır. Dolayısıyla böylesi kritik ve kaotik süreçlerde geliştirilen analojiler siyasal, sosyal, ekonomik vb. değişim dinamiklerinin benzerliği (Aynılığı değil) üzerinden kurulursa günceli anlamada doğru bir perspektif oluşmasına katkı sunabilir. Fakat bunu yaparken geçmiş-şimdi-gelecek diyalektiğinden de kopmamak bu bağ üzerinden analiz gerçekleştirmek gerekir.

Bu yaklaşımdan hareketle PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürdistan ve Ortadoğu’yu 3. Dünya Savaşı’nın merkezlerinden biri olarak tarif ettiği ve 1914-1916 ile 1918-1920’ler arasındaki kaotik süreçlere benzettiği çerçevede yaşanan süreci kavramada uygun bir perspektif olabilir. Zira bu süreç kapitalist modernist sistemin başta Kürtler olmak üzere bölge halklarına zorla giydirmeye çalıştığı deli gömleğinin (tekçi ulus-devlet yapısı) yaşandığı bir süreçtir. Ve bu deli gömleği ki sistemin temel sömürü aracıdır, yüzyıl sonra yine aynı mekanda bir çözümsüzlük girdabına girmesidir. Bu tekçi ulus-devletçi deli gömleğinin en krizli halinin Türkiye şahsında yaşandığı, Cumhuriyet’in siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak bir sürdürülemezlik durumuna geldiği tespitini yapmak zor değil.

HDP öncülüğündeki Emek ve Özgürlük İttifakı böylesi bir tarihsel bakışın gerektirdiği güncel ihtiyaca bir cevap olarak, iktidar ve tahakküm adına değil, Türkiye halklarının özgür yaşam iradesi adına bir müdahale olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal farklılıkları (dil, din, inanç, etnik, kimlik vb.) inkar eden veya tekçi ulus anlayışı içinde eritmeye çalışan bu deli gömleğinin aksine Türkiye halklarının tarihsel diyalektiği birlikten ve özgür yaşamdan yanadır. Bu süreçte söz konusu ittifakta birlikte yaşam çizgisinin vücut bulmuş hali olabilir. Birlikte yaşam; demokratik, özgür ve eşit esaslara dayalı toplumların kendisi olma, kendi kimlikleriyle kendini yönetme tarzında inşa demokratik ulus projesi oluyor. Bunda ret ve inkar yoktur. Bir etnik-dini kimlik karşısında diğer tüm farklılıkları egemenlik altına alma ve inkar etme yoktur. Herkesin kendi kimliğiyle özgürce yaşadığı, birlikte ürettiği ve paylaştığı bir ülke inşa etme ideali vardır. İşte Üçüncü Yol dediğimiz Demokratik Cumhuriyet çizgisi bu ilkeler üzerinden alternatif olma çabasıdır. Halkları iktidar kamplaşmalarına mahkum etmeme hamlesidir.

Demokratik ulus çizgisinin öncü gücü olan Kürtler, kendi iç sorunlarına, öz örgütlenmelerine odaklanmaları oldukça hayatidir. Tüm tarihsel dönüm noktalarında söz konusu süreçlerde söz, irade ve karar sahibi olmamalarının altında da yatan bu sorun en acil çözüm gerektiren sorunların başında gelmektedir. Ancak hemen hemen her kesim tarafından ifade edilen bu gerçekliğe çözüm sağlayacak etkili bir platformu geliştirmede zorluklar yaşanmaktadır. Tarihin tekerrürü kaygılarıyla Kürtler arası birlik sorununun iç içe tartışılması da bu yüzdendir. Bu birlik tartışmalarında Kürtlerin tarihsel olarak sosyal ve coğrafik durumları, özgünlükleri doğal engeller olarak gösterilse de çağımız enformasyon ve bilgi çağında bu durum kesinlikle esas etmen değildir. Burada asıl belirleyici olan husus Kürdistan üzerinde egemenlik kurmaya çalışan güçler ile bu güçlere dayanak olan geleneksel işbirlikçi sınıf ve eğilimin engelleyici tavrıdır.

Geleneksel işbirlikçi eğilim günümüzde acısını derinden hissettiğimiz ulusal, toplumsal bir yara, Kürt toplumsallığının bağrına saplanmış bir hançer olarak tanımlamak mümkündür. Bu işbirlikçi eğilim ile Kürtler arası birlik sorununun birbiriyle kopmaz bir bağ içinde olduğu yıkıcı bir gerçek olarak Kürtlerin önünde durmaktadır. dolayısıyla olası bir ittifak adımının ilk amacının da imha inkar rejiminin dayandığı bu zaafiyeti ortadan kaldırmak ve hançer yarasına bir merhem olacağı anlamına gelir. Bu hançer yarasına sürülecek olan merhemin içeriği de kuşkusuz önemlidir. Çünkü yanlış merhemin kangrenleşmeye yol açma ihtimali vardır. Örneğin Kürtlerin demokratik komünal kültürel kodlarına uymayan ilkel milliyetçi çizgideki bir ittifak-ya da merhem-Kürtlerin ulusal birlik sorununa çare olmak şurada dursun; Kürtlerde daha fazla parçalı bir sosyal-siyasal durum ortaya çıkaracaktır. Bunu da Kürdistan üzerinde egemenliğini pekiştirmeye çalışan ulus-devletlere ve kapitalist hegemonik sisteme hizmet edeceği açıktır. Bu yüzden Kürtler arası ittifak derken bu birliğin nitelik olarak neyi kapsadığı ortaya konulmalıdır. Ancak her şeyden önce Kürtlerin bir varlık sorunu yaşadığını, ortak bir platformda bir araya gelebilme iradesini açığa çıkarmak gerekiyor. Acil olarak geliştirilecek böyle bir platform ilk aşamada belki bir söz ortaklığını ortaya çıkaracaktır. Fakat daha sonra karar ve irade gücünü de geliştirecek bir muhataplık yaratacaktır. Tabii böyle bir girişimin bir merhem işlevi göreceğini ama böyle bir hançer yarasına kalıcı çözümün ancak ameliyatla tedavi edilebileceğini anlamak gerekiyor. Bu ameliyatın yöntemi de demokratik ulus çözümdür. Kürt halkının ulusal birlik sorunu bu işbirlikçi çizgiyi de besleyen iktidarcı zihniyet ve sistemden kaynaklanır. Dolayısıyla iktidarcı-devletçi zihniyet dışında demokratik ulus zihniyetine dayanan farklılıkların eşit, özgür ve demokratik birliğine dayanan çözüm hakikate en uygun çözüm olacaktır.

 

“Kürt Kapanı”

Kürtler arası ittifak sorunun içsel engelleyici boyutu kadar dışsal boyutu da önemli ve belirleyicidir. Lozan ile Kürtlerin dört ulus-devlet (Türkiye-İran-Irak-Suriye) arasında bölünmesi ve her parçadaki devletlerin Kürtlerin inkarı ve statüsüz bırakılmasına dönük politikaları, Kürtler arası ittifak arayışlarında temel engelleyici etmenlerdendir. Kürtlerin statüsüzlüğü üzerine inşa edilen İngiliz icadı bu statüko, Kürtler kapitalist modernite güçleri için bir piyon olmanın ötesinde rol biçilmemekte ve her türlü birlik arayışı da statükoya tarafından tehlike olarak görülmektedir. Kürtlerin en doğal hakları olan ulusal bir toplum olarak var olma ve birlik yaratma çabaları egemen işgalci güçlerce hep bir devletleşme çabası olarak görülmüş ve bunu engellemek için tüm bu girişimler “terörize” edilerek bastırılmıştır. Merkezinde Kürtlerin inkarı ve statüsüz bırakılması olan Ortadoğu’daki söz konusu statüko öyle bir “dehşet dengesi” üzerine inşa edilmiştir ki, Kürtler dahil tüm bölge halkları ve ulus-devletleri kapitalist hegemon güce bağlı ve bağımlı hale getirilmektedir. Öcalan, bu sömürgeci yapıyı “Kürt kapanı” olarak tanımlamaktadır. Bu öyle bir kapandır ki;

a- Bölge ulus devletleri (Türkiye- İran-Irak-Suriye) sürekli husumetli kılınmıştır.

b- Bölge devletlerinin komşuluk sınırları Kürdistan’ı kapsadığından Kürtlerin herhangi bir parçadaki siyasal hareketliliği ilgili devletlerce tehlike olarak görülmüştür.

c- Her devlet kendi içerisindeki Kürt hareketini en sert şekilde bastırırken, komşu (rakip) devletlerdeki siyasal hareketleri rakibini zayıflatmak adına taktik düzeyde desteklemiştir. Ancak Kürt hareketleri stratejik bir ‘tehdit’ düzeyine geldiğinde, statükonun korunması adına buna karşı bir dayanışma içinde olmuşlardır, sömürgeciler.

d- Herhangi bir parçadaki Kürt sorununa demokratik çözüm arayışı (2013’teki ‘çözüm süreci’ gibi) bölge devletleri ve küresel güçlerce sürekli sabote edilmeye çalışılmış, çözümsüzlük politikası sürdürülmesi hedeflenmiştir.

e- Kapitalist güçler dönem dönem taktiksel düzeyde Kürt siyasal taleplerine göz kırparken, bu hareketliliği canlı tutarak bölgede dizayn edici pozisyonunu korumak istememişlerdir. Yarattığı bu çelişki-çatışma sarmalında bölge ulus-devletlerini de kontrol edebilme ya da çıkarlarına hizmet eder hale getirme imkanı ortaya çıkarmıştır.

Çok kaba bir şekilde resmetmeye çalıştığımız bu yapının temel kaybedeninin Kürtler olduğu tartışmasızdır. Bu çözümsüzlük kapanı Kürtlerde her türlü ittifak arayışına temkinli ve kaygılı yaklaşımı geliştirmiş, “birlik oluşturursak, bölge devletleri ve uluslararası güçler nasıl tepki verir” düşüncesinin hakim olmasına neden olmuştur. Ayrıca bu “Kürt kapanı” denilen soykırım mekanizması Kürtlerdeki geleneksel işbirlikçi çizgiyi daha da derinleştirmiş, hatta kimi süreçlerde egemen güçler adına ‘kavminin celladı’ olacak kadar bir işbirliğine girebilmiştir. Kürtlerde ulusal bilinci zayıflatan ve ciddi bir özgüven yitimine, sinmişliğe sebep olan bu durum; Kürt meselesinde çözüm kaynağını çoğunlukla dışarıda gören mağduriyete dayalı bir sosyo-psikolojik pozisyona yol açmıştır… Bu ruh halinin egemen olduğu Kürt siyasal hareketleri çözümü dışarıda bekleyen, dış güçlere bağımlı bir eğilimin güçlenmesine neden olmuştur. Bu da Kürtleri yıllarca çözüm diye bu soykırım düzeninin sahiplerinin kucağına itmiştir. Tarihteki yenilgileri ve kayıpları değerlendirirken bu ruh hali ile kandırıldığı, verilen sözlerin tutulmadığı tezi üzerinden okumayı tercih etmiştir. Aslında şu anda eldeki binlerce bilgi-belge bu tezi kuşkuya yer bırakmayacak şekilde desteklemektedir. Ancak bu Kürtler haklıdır diye çözümünde kendiliğinden gelişeceği anlamına gelmez. Bu yüzden Kürtler açısından böylesi değerlendirmeler, eğer yaşanan süreçlerden ders çıkarılmayacaksa sistem güçlerine daha fazla bağımlı olmaktan başka bir şeye hizmet etmeyecektir.

Öncelikle bu dil ve bakış açısının artık Kürtlerce tüketilmesi gerekiyor. Kaldı ki Kürtlerin son 40-50 yıllık ideolojik-politik temelli özgürlük mücadeleleri özgücüne dayanarak bu sosyo-psikolojik durumu büyük oranda parçalamış ve kendine güvenen özgür ve demokratik bir zihniyetin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kalıcı siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin açığa çıkarılması, halkta edinilen siyasal bilinç, ahlaki ve vicdani düzey; ulusal birlik konusunda söz konusu yabancı güçlere dayandırma hakkını kimseye vermemelidir. Tam da olması gereken şey, mevcut gerçekliğe rağmen bir birlik geliştirebilme irade ve kararlılığını ortaya koymaktır. Yukarıda belirtilen hususlar bize, Kürt ulusal birliği sorununu sadece bir siyasal ittifak sorunu olmadığını göstermektedir. Kürt birliği sorununu, Kürt kapanı olarak ifade edilen sömürge sistemini parçalayacak siyasal, sosyal, kültürel boyutları olan bir sorun alanı olarak kavramak büyük önem taşır. Böylesi kapsamlı bir sorun alanı tüm toplumsal kesim ve bireyleri içine alan, belli ilke ve değerlere dayalı, zihinsel ve kurumsal ortaklığı içeren bir çözüm perspektifini içermektedir.

Bu çözüm çabasını Kürtler arası iç diplomasi çalışması olarak tanımlayabiliriz. Burada çözüm anlamında, “hem konjonktürel hem de sınıfsal açıdan birleşik bir Kürt ulus-devletinin şansının az olduğu göz önüne getirildiğinde bu amaçla yürütülen faaliyetlerden başarılı sonuç alınmadığı bilinmektedir. Kürt sorununun doğası bu tür faaliyetlerin başarılı olmasına el vermemektedir. Kürtlere ilişkin ulus-devlet diplomasisi çözümleyici değil, tıkayıcı Kürdistan parçaları arasındaki çelişkiyi arttırıcı ve düşman ulus-devletlere açık davetiye çıkaran birçok olumsuz role tanıklık etmiştir. Bu nedenle yeni bir diplomasiye, demokratik ulus diplomasisine şiddetle ihtiyaç vardır.”[1]

Uluslaşmasını demokratik ulus çizgisinde gerçekleştiren ve iç ittifakını buna dayanarak sağlayan bir Kürt gerçekliği, bu tarihsel kavşakta kendi kaderini tayin etmede büyük bir güç ve irade sahibi olacaktır. Çünkü Demokratik Ulus diplomasisi ulus-devlet diplomasisindeki gibi iktidar ve gücü merkezine alan ve bir siyasal organizasyon dar iktidar çıkarlarına dayanan ve diğer tüm yapıları da buna hizmet eder hale getiren bir egemenlik inşa aracı değildir. “Kürt davası” etiketini kullanıp her kesimi kendine tabi kılmaya çalışan, ilkel milliyetçi çizgideki diplomasinin Kürtleri birbirinden daha da uzaklaştırdığını yakın tarihten biliyoruz. Tarihte birçok toplumda böyle bir diplomasi milliyetçi ve şoven çizgiyi ulus-devlete çevirebilmişse de aynı yöntem Kürtlerde benzer sonucu vermemektedir. Bu yaklaşım Kürt toplumun kadim komünal kültür duvarına çarpmaktadır. Bu komünal kültürel kodların iktidarcı sisteme mesafeli, yabancı yönetimi kabul etmeyen özerk yaşam ısrarı; bir kesimin diğerleri üzerinde hiyerarşik bir düzen geliştirdiği tahakküme dayalı bir birlik çabasını hiçbir zaman kabul etmemiştir. İşte demokratik ulus diplomasisi tam da bu kültürel kodlara uygun bir birlik yaratma tarzıdır. Tahakküm içermeyen her bileşenin kendi özgünlüğünü koruduğu, farklılıklara dayalı eşit, özgür ve demokratik ilkeler üzerinde inşa edilen bir ilişkiler sistemini esas alır. Temel yöntemi “demokratik müzakere” olan diyalog esaslı bu ittifak çabası, parçalanmış ve farklı çıkarlar etrafında bölünmüş Kürtler arasında ortak bir platform kurulmasını amaçlar. Böyle bir platform hem ittifak arayışının ilk hedefi olmalı hem de kurulduktan sonra tüm diplomatik faaliyetlerin merkezi haline getirilmelidir. Bu anlamda ulusal bir kongre veya konferansın toplanmasıyla, Kürtler adına söz ve karar sahibi olacak bir meclis ve bunun bir parçası olacak ulusal diplomasi biriminin oluşturulması gerekmektedir. Burada en azından başlangıç itibari ile varlık yokluk sorunu bağlamında ortak bir tehlike tanımı yapılmaktadır. İttifaklar dayanışmaya dayalı ortak çıkarlar üzerinden geliştiğinden sağlıklı bir Kürt birliği için önce tehlike tanımlanmalı, sonra da mücadele perspektifi netleştirilmelidir. Yukarıda “Kürt kapanı” mekanizması ve işbirlikçi eğilim anlamında ifade edilen hususlar ortak tehlike algısı için güçlü bir zemin yaratmaktadır. Ancak tek başına bu yeterli de değildir. Bunun yanında ittifak çabasını nitelikli bir birlikteliğe kavuşturmak için temel ilkelerde de ortaklık yakalanmalıdır. Temel ilkeler şöyle sıralanabilir.

1-  Demokratik Kürt ulusu ilkesi: Ulus ortak bir zihniyet ve bilinci paylaşmadır.

2-  Özgür-Birleşik ve Demokratik Vatan ilkesi

3-  Ulusal bütünlük ilkesi

4-  Ulusal siyaset ilkesi

5-  Demokratik siyaset ilkesi

6-  Diplomasinin ulusal düzeyde örgütlendirilmesi ilkesi

7-  Kürt sorununun siyasi-demokratik yollarla çözümü ve meşru savunma ilkesi

8-  Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi

9-  Kadınların toplumsal alanın tüm faaliyetlerine eşit katılımın hedeflenmesi ilkesi

10- Kürtler arası savaşın yasaklanması ilkesi

11- Kürdistan dışındaki Kürtlerin (demokratik) hak, talep ve mücadelesinin desteklenmesi ilkesi

12- Kürdistan’da yaşayan kardeş halklarla ortak yaşam ilkesi

Bu ilkelerin Kürtlerin demokratik ulusal birliğini sağlamak için temel olduğu kabul edildiğinde güçlü bir Kürt siyasal iradesi ortaya çıkarabilir. Farklı çıkarlar etrafında bölünmüş her parçanın ve örgütün kendine göre ilişki geliştirdiği dağınıklığı toparlayacak tarihsel bir aşama olacaktır. Zira böylece Kürtler her yönüyle bir muhataplık konumuna ulaştırabilir. Ancak bu ilkelerin hayata geçirilmesini sadece bazı siyasal parti ve derneklerin bir aradalığı üzerinden değil, bunu da aşan Kürt toplumunun tüm sosyal, siyasal kültürel dini kesimleriyle fertlerini bir araya getirmeyi kapsadığı görülmelidir. Bu da tabandan başlayarak tüm toplumu içine alan bir örgütlenme faaliyeti ile mümkün olabilir.

Her ne kadar konumuz gereği demokratik ulus diplomasisini Kürtler arası ittifak çabaları üzerinden değerlendirilirse de, bunu da aşan, halklar arası bir ittifakı da kapsadığını belirtmek yerinde olacaktır. Kürdistani ittifak için üç ilke de belirlenebilir.
1.  Kürtler arası ittifakı sağlayacak ittifak

2. Kürdistani ittifak: Kürdistan’da yaşayan Türkmen, Ermeni, Süryani, Arap vb. halk ve etnik kesimlerle, farklı inanç gruplarının demokratik birlikteliğini, ortak Vatan’da yaşama iradesini ortaya çıkaracak ittifak

3. Bölge halkları (Türk, Arap, Fars vb.) ile ortak yaşama dayalı daha geniş bir halklar ittifakı.

Demokratik ulus diplomasisi bu üç stratejik ittifakın eş güdümlü ve iç içe geliştirilmesi ile pratikleştirildiğinde Kürtler arası ittifakta Kürtler adına sonuç alıcı bir çözüm geliştirme iradesini ortaya çıkaracaktır. Bu konuyu yazımızın kapsamını aştığı için çok fazla değerlendirme konusu yapmadık ama Türkiye, bölge ve dünyada yaşanan alt üst sürecini sadece Kürtlere yarayan pragmatik bir yaklaşımın esas alınmadığını belirtmek istiyoruz. Zira Kürtler dahil hiçbir halk ve toplumsal kesim için tek başına kurtuluş veya özgürlük mümkün değildir. Özgürlük ancak halkların demokratik birlikteliğine  dayalı bir ittifak perspektifiyle gerçekleşebilir ki, Türkiye özgülünde geliştirilen Emek ve Özgürlük İttifakı da bu hakikate dayanmaktadır.

 

İnşada Halklar Bahçesi: Emek ve Özgürlük İttifakı

Ancak bunların yanında belirttiğimiz sebeplerden ötürü Kürtler arası ittifak özellikle Kürtler açısında bir öncelik sorunu olarak ele alınmalıdır. Çünkü Kürtler dahil bölge halklarını sömürü cenderesine alan ve Kürt kapanı olarak adlandırılan statüko ancak Kürtler arası birliği esas alan bir diplomasi ile parçalanma sürecine girecektir. Bunun belki de en bariz örneği Rojava Devrimi’dir. Rojava’da gelişen ittifak arayışı hem Rojava’daki halklar arası ortak yaşam birlikteliğini ortaya çıkarmış hem de tüm bölgedeki statükoyu halklar lehine bozan, parçalayan bir umut yaratmıştır. Rojava Devrimi de göstermektedir ki, Kürtler arası ittifak bölgenin demokratizasyonun da ana dinamiğidir.

Bu temel dinamiği harekete geçirecek diplomasi faaliyeti en çokta Türkiye özgülünde Kürtler için acil ve mümkündür. Bahse konu “Kürt kapanı” sistemin en önemli parçası hatta belki de omurgası Türk ulus-devlet ve onun milliyetçi iktidar yapısıdır. Kürt kapanının omurgasını parçalamak ise Türkiye’yi Demokratik Cumhuriyet temelinde dönüştürmek anlamına gelir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu krizli yapı, esasında Kürt kapanı sistematiğinden kaynaklanmaktadır. Sürdürülmez hale gelen bu krizden çıkmanın yolu, Kürt kapanını ortaya çıkaran statükoyu restore etmek değil, bu sorunun kaynağı olan Kürt meselesini Kürtlerle ilkelere dayalı demokratik bir çözümünü geliştirmektir. Bu da ancak özgür-özerk Kürdistanı kapsayacak şekilde Türkiye’nin demokratikleşmesi ile mümkündür.

Kürtlerin bu amaç etrafındaki iç ittifak çabalarının amacı devleti yıkmak ve yerine bir Kürt ulus-devleti inşa etmek olmadığını belirtmek gerekir. Amaç devleti yıkmak değil, devleti demokrasiye duyarlı hale getirmektir. Bu HDP, Emek ve Özgürlük blokunun savunduğu ortak özgür, demokratik  yaşam tahayyülüne aykırı bir çaba değil, aksine birlikte farklılıklara dayalı demokratik birlikteliğin gereğidir. Kürt varlığının demokratik ulusal inşası devletin varlığına bir tehdit olarak görülmemeli, ortak ve barışçıl yaşamın özü olarak anlaşılmalıdır.

Bu konuda Türkiye’de hakim olan şoven milliyetçi çizgi “Vatan bölünüyor” paranoyasını öyle kamplaştırıcı bir atmosfer taşımış ki, Kürtlerin bu yönlü her talep ve iddiası düşmanlaştırıcı bir dille karşılanmaktadır. Seçim sürecine girerken bu “zehirli” havanın ittifak arayışlarını gölgede bırakmaması için panzehir olacak Emek ve Özgürlük İttifakını her alanda güçlendirmek, tüm toplumsal kesimleri kapsayacak bir halklar bahçesine çevirmek gerekiyor. Bu noktada “koşulların oluşmasını” beklemeden hamleci bir tarz esas alınmalıdır.

Hamleci tarz ya da proaktif politika özellikle Kürtler için bu süreçte çok büyük bir ihtiyaçtır. “Bekle gör” tarzının zaman kaybı olacağını ve tarihi fırsatı tepmek anlamına geleceğini kavramak lazım. Bu da kuşkusuz bir stratejik akıl gerektiriyor. Özellikle devlet aklı karşısında özgür Kürt’e dayanan stratejik bir Kürt aklının oluşması oldukça hayatidir. Zira stratejik akıl önemli süreçlerdeki imkan ve tehditleri çok hızlı ve derinlikli algılayarak tedbirler geliştirir. Adımlar atar. Demokratik ulus diplomasisi hem zihniyet boyutuyla hem de kurumsal ortaklık boyutuyla aslında bu stratejik aklın bir başka ifadesi olmaktadır. Bu stratejik akıl bugün her zamankinden daha fazla gerçekleşme imkanına sahiptir. Dolayısıyla gecikmeden Kürt birliğini sağlamak ve bunu Ortadoğu halklarının demokratik kurtuluşuna zemin olacak bir mücadeleyi geliştirmenin arifesidir. Yeter ki tarihten ders alalım, tarihin gerektirdiği hamleleri doğru örgütlülük düzeyi ile gerçekleştirilsin…

 

[1] Abdullah Öcalan
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.