Düşünce ve Kuram Dergisi

Küresel Demokrasiye Doğru: Enternasyonalizm, Özgürlük Mücadeleleri ve Özyönetim

Petar Stanchev*

Şu anda 21. Yüzyılın ilk yirmi yılını geride bırakmış durumdayız. İnsanlık, iklim değişikliği, yoğun hava kirliliği, doğal kaynakların tükenmesi ve biyolojik çeşitliliğin azalmasından kaynaklanan, dünya ölçeğindeki ekolojik felaketlerin sonuçlarıyla karşı karşıya. Bazılarına göre bu ekolojik kriz, üretimciliğin, tüketimciliğin ve doğaya yönelik insan merkezli ilişkinin sonucu. Bu doğrulama kesinlikle haklılık payı içeriyor ancak doğaya karşı en az insanoğlu kadar kör olan ve yalnızca kâr elde etmeyi biricik ‘hakikat rejimi’ olarak gören bir toplumsal sistemin temel sorumluluğunu da kabul etmeliyiz. Bu toplumsal sistemin adı kapitalist dünya sistemi.

Ancak insanlık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasının nedeni sadece bu ekolojik kriz ve bundan ‘kaçış senaryosu’ değil. Aynı zamanda dünya ölçeğinde artan eşitsizliklerle, sık sık yaşanan dini ve etnik katliamlarla, kadınlar üzerindeki süregelen baskıyla ve suya, eğitime, bakıma ya da barınmaya erişim gibi temel insani ihtiyaçlara erişememe durumuyla da karşı karşıyadır. İnsanlığın büyük bir bölümünün içinde bulunduğu bu dramatik durum, kapitalist dünya sisteminin insanlığı geliştirme kapasitesinin sonuna geldiği gerçeğini yansıtmaktadır. Daha da ötesi, açıkça söylemeliyiz ki bu toplumsal sistem insanlığın gelişiminin önünde bir engeldir. Bu sistem bir yandan çökerken diğer yandan varlığını sürdürdükçe, her türlü barbarlığın tüm kıtalara yayıldığına şahit oluyoruz.

Faşizmin birçok ülkede yeniden geniş destek bulması, bir yarışa girdiğimizi gösteriyor. Özgürlükçü hareketler şu anda bu gerçekliğin önündedir ve bu, çürümüş bir sistemin mevcut durumuna gerçek bir alternatif geliştirme kararlılığımızı güçlendirmelidir. Bazı ülkelerdeki nüfusun bazı kesimleri, diğerlerini dışlayarak ve reddederek göreceli zenginliklerini koruyabileceklerini düşünebilirler. Ancak bu sadece daha fazla acıya, çatışmalara ve en savunmasız olanların, dünyanın yeni lanetlilerinin insandışılaştırılmasına yol açacaktır.

Tarih bize ne öğretiyor? 150 yıldan daha uzun bir süre önce, yeni doğan işçi hareketi tüm ezilen ve sömürülenlerin uluslararası kurtuluşu için ufuk açtı. Ana fikir ‘dünyanın bütün işçileri, birleşin’ olmuştu çünkü işçilerin anavatanı yoktu ve insanlığın gelişiminde bir sonraki adım olarak dünya sosyalizmi gösteriliyordu.

Ancak oldukça hızlı bir şekilde, insanları kapitalist sömürüden kurtarmanın yeterli olmadığı bilinci gelişti. Şovenizme, kültürlerine yabancılaşmaya ve manevi inançları nedeniyle baskılara maruz kalanlarla birlikte toplumlar üzerindeki baskının da acil bir hedef olduğu anlaşıldı.

Böl ve yönet, elbette o dönemde hâlâ dünyanın büyük bölümünü yöneten birçok imparatorluğun ‘ticari markasıydı.’ Çok uzun bir süre boyunca İrlandalı Katolikler (ya da Galler ve İskoç toplulukları) ya birbirleriyle ya da İngiliz Anglikanlarla karşıtlık hâlindeydi. Böl ve yönet, feodal idareci sınıfın Britanya’nın yanı sıra dünyanın yedi denizini de yönetmesini mümkün kıldı. Ancak köylüler ve emekçi sınıflar birleşerek aynı sendikalarda omuz omuza mücadele etmenin yollarını geliştirdi. Ulusal sorun, özellikle İrlanda halkı açısından, hâlâ çözülmemiş durumda.

Ancak dünya sisteminin periferisinde, hatta 19. Yüzyılın başlarında, Latin Amerika gibi ülkelerde, “demokratik egemenlik” gibi bazı aydınlanma fikirleri sayesinde, özgürlük fikri bağımsızlıkla bağlantılı hâle gelerek bir tür ilerici milliyetçilik üretti. Her şeyden önce Simon Bolivar sadece devletçi bir ulusal temelde değil, kıtasal ölçekte de bağımsızlık istiyordu.

Doğu Avrupa’da bazı imparatorluklar (Çarlık Rusyası, Öz-Macaristan) pogromlar gerçekleştirmiş ya da gerçekleştirilmesine izin vermiştir. Çünkü ırkçılık nüfusları kontrol etmeye yararken, etnik hiyerarşik tabakalaşma da feodal seçkinlere erişimi-seçkinler arasında bir seçkin gibi-çok dar bir gruba indirmeye yardımcı olmuştur. Dolayısıyla özgürlük mücadeleleri çok kısa süre içerisinde ulus olma sorunlarını nasıl ele alacakları sorusuyla karşı karşıya kaldı.

Burjuvazi, tüccar ve endüstriyel girişimcilerin yaklaşan sınıfı olarak, otokratik ya da feodal idareye karşı durmaya hazırdı ve çoğunluğu elde etmek için popülist bir temele ihtiyaç duyuyordu. Birçok durumda, burjuvazi, ihtiyaç duyduğu bu halk desteğini bulabilmek için ‘ulus’ kavramına başvurdu. Ancak ulus-devlet kurulduktan sonra demokratikleşme yarı yolda kesintiye uğradı, çünkü bu yeni yönetici elit için sosyal adaletle uğraşmamak çok daha iyiydi… Ayrıca, yeni kurulan ulus-devlet kurumları, yeni bir sınıf egemenliğini garanti altına almak için sınırları kullanma eğilimindeyken sınıf işbirlikçiliğini geliştirmenin bir yolu olarak da vatanseverlik ve milliyetçilik kavramlarını kullandı. Birçok durumda, yeni pazarlar bulmak için ulus-devletin topraklarını genişletme arayışına da girdi ve bu da emperyalist ulus-devletlerin birbirlerine karşı milyonlarca sıradan insanın hayatını yaralayan kanlı bir savaş yürüttüğü Birinci Dünya Savaşına yol açtı.

İlerici güçlerden bazıları (çoğunlukla sosyal demokratlar), siyasi ve ekonomik düzeydeki her büyük ölçeğin otomatik olarak ilerici olduğunu düşünerek yeni kurumlar ve sınırları hemen ele alma eğilimindeydiler. Ayrılıkçılığın ya da bağımsızlığın ‘her halükârda bir gerileme’ olacağını düşünen Rosa Luxemburg’un durumu da böyleydi. Ona göre, özyönetim ve bağımsızlık hakkı sadece içi boş bir amaçtı. Otto Bauer gibi Avusturyalı Marksistler ulusal-kültürel özerkliği savunmuşlardı, ancak bu özerklik farklı kültürel toplulukların bireylerine, üzerinde yaşadıkları topraklardan bağımsız olarak haklar tanımaktaydı. Lenin’den sonra Avusturya Marksistlerinin tutumu ise tutarsızdı. Çünkü Avusturya Habsburg İmparatorluğu’na karşı kampanya yürütmekten kaçınmayı mümkün kılıyordu. Lenin ezilen uluslar ile ezen uluslar arasında bir ayrım yapmıştı ve onu takiben, burjuvazi artık bu demokratik mücadeleyi yürütme yeteneğine sahip olmadığı için ulus sorunları çözülmekten çok uzak. Lenin soyut enternasyonalizme karşı olduğu kadar yurtseverliğe ve şovenizme de karşıydı. 1913’ten itibaren halkın kendi kaderini tayin hakkını savundu. Aynı zamanda, sosyalizm her zaman yerel ve ulusal düzeyde başlar, ancak uluslararası düzeyde başarıya ulaşabilir. Sosyalist devletlerden oluşan bir (kon)federasyonun kurulması, sosyal adalet, demokrasi ve tüm uluslar arasında eşit davranışa saygı gösterildiği sürece merkezileşmeyi daha yüksek bir düzeyde örgütleme olasılığını ortaya çıkarabilir. Eğer Lenin ve Bolşevikler Şubat 1913’ten itibaren kendi kaderini tayin hakkı (ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere) çağrısını savunmamış olsalardı, Rus Devrimi Petrograd ve Moskova ile sınırlı kalacaktı.

Kendi kaderini tayin hakkının meseleye dahil edilmesiyle Rus devrimi ‘içeriden’ gerçekleşen ilk anti-emperyalist devrim olmuştur. Bu aynı zamanda Çarlık Rusyası’nın hem emperyalist hem feodal-kapitalist bir rejim olmasına rağmen emekçi sınıfların ve pleb kitlelerin çok uluslu karakterde olmasıyla de bağlantılıdır. Ekim devriminin ardından Bolşevikler Bakü’de (Azerbaycan) doğunun ezilen halkları için bir konferans düzenlediler. 1920 yılında gerçekleşen bu konferansa Hindistan, Güneydoğu Asya, Çin, Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerinden yaklaşık 2000 temsilci katıldı. Bu konferans, 3. uluslararası komünist parti ile ulusal-demokratik liderler ve örgütler arasında bir ittifakın yolunu açmıştır. Aynı zamanda 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin de önünü açtı ve ‘tüm halkların kendi kaderini tayin hakkı’ gibi sağlam bir pozisyona dayandı. Ancak 1930’lardan itibaren yeni bir tür ‘Pan-Slavizm’ tekrar ön plana çıktı ve özellikle de azınlıkların yerinden edildiği ve hatta soykırım girişimlerinin yaşandığı çevre cumhuriyetlerde tüm iktidar kanallarının Ruslaştırılmasına dönüştü.

 

Neoliberal Küreselleşmenin Dünya Egemen Sınıflarının Karşı Saldırısı

20.Yüzyıl boyunca, iki dünya savaşı ve on milyonlarca insanın ölümünden sonra, devlet egemenliği dünya ölçeğinde büyüdü. Bununla birlikte Soğuk Savaş ve sömürgecilik karşıtı devrimler sayesinde önemli sayıda bölge ve ülke emperyalist tahakkümden belli bir süre için kurtuldu. Batı Avrupa’da devrim korkusu, egemen sınıfı uzlaşmayı kabul etmeye, geniş tabanlı evrensel bir sosyal güvenlik üzerinde anlaşmaya ve sendikaları tanıma pahasına da olsa sosyal demokrasinin sahneye girmesine izin vermeye itti. Yönetici elit için bu, isyan eden kitleleri evcilleştirmek anlamına gelirken sosyal demokrat liderler içinse, toplumu kademeli olarak değiştirmek için güç kazanmanın ve mevki elde etmenin bir yoluydu. Ne yazık ki bu değişim yarı yolda sekteye uğradı ve 1970’lerin sonunda, Pinochet’ye karşı yapılan darbenin ardından Şili’de şok terapisi ile uygulanan neoliberal politikalardan esinlenen Margaret Thatcher ve Ronald Reagan ile karşı saldırı başladı. Kitleleri gerçek iktidarın dışında tutmak söz konusu olduğunda, darbe, bonapartizm veya yaygın faşizm gibi tüm araçlar işe yarar. Ya da aynı dönemde İtalya’da olduğu gibi gerilim stratejisi…

Şüphesiz, 1989 bir dönüm noktasıydı. Berlin duvarının yıkılması, kısa bir süre sonra SSCB’nin parçalanması ve Çin’in (veya Vietnam’ın) yönetici kastının yavaş yavaş kapitalizme dönüşmesi, tüm toplumsal hareketleri ve mücadeleleri kapitalist despotizme karşı mücadelelerinde yalnız bıraktı. Cezayir giderek daha fazla devlet kapitalizmine dönüşürken Yugoslavya savaş ve iç etnik çatışmalarla parçalandı.

Neoliberal küreselleşmenin dünya egemen sınıflarının karşı saldırısının siyasi ifadesi olduğu açık bir gerçek. Yetmişli yılların başından beri kâr oranlarının ve piyasaların durgunlaştığı bir dönemde sermaye birikimi ve kâr elde etme sürecindeki her türlü engeli ortadan kaldırma amacını taşımaktadır.

Günümüz küresel kapitalizmi, birikimi düzenlemek ve desteklemek için hâlâ devlet sistemine ihtiyaç duyduğu kadar uluslarüstü düzenlemelere ve ihtilaflı konularda anlaşma sağlamaya da ihtiyaç duymaktadır. Çokuluslu şirketler ve finansal oligarşiler devletçi (ulusal) demokratik alanlara boyun eğmektedir. Ancak küreselleşme ahenkli bir büyümeye değil, ülkeler arasındaki ve ülkeler içindeki uçurumların artmasına yol açtığından, ideolojisi er ya da geç meşruiyetten yoksun kalmaya başlamaktadır.

Küreselleşmenin neoliberal ideolojisi yerel/spesifik kimlikleri kullansa bile (gıda endüstrisinin tüm egzotik tatları gibi), ulusal, yerel veya spesifik kültürel gelenekleri de ihlâl etmektedir. Ayrıca herkesten kendi kültürünü küresel dünya pazarında satışa çıkarması istenmekte ve bu imkânsızlık, çoğu zaman gerici ama bazen ilerici özlemler de içeren bir tür neo-milliyetçiliği beslemektedir. Gerici eğilimler ırkçılığa, safçılığa, sınırları kapatma isteğine ve ‘ötekinin’ dışlanmasına doğru ilerler. İlerici özlemler söz konusu olduğunda ise egemenlik, kendi kendini yönetme veya özyönetim amaçlarını ifade eder. Örneğin ‘bizim, halk olarak’, hem siyasi hem ekonomik hem de kültürel düzeyde ortak geleceğimiz hakkında yeniden karar verebilmemiz gerekmektedir.

Elbette, ‘tek ülkede sosyalizm’ 80 yıl önce olduğu gibi, hatta bugün belki daha da saçma. Yine de yerel/bölgesel düzeydeki mücadeleleri, küçük ilerleme olanaklarını enternasyonalist ve küresel bir perspektifle nasıl birleştireceğimiz sorusuna yanıt vermeliyiz.

Abdullah Öcalan’ın yazılarının, insanın kendisine bu güzel soruyu sormasına ve böylece insanlığın karşı karşıya olduğu krizlere hem teorik hem de pratik çözümler geliştirmenin bir yolunu bulmasına çok önemli bir katkı sağladığını söylemek gerekir. Kilit mesele, güç ilişkilerinin her zaman önce geldiğini anlamaktır. Bu, ataerkillik ve devlet despotizmi için olduğu kadar, birçok kültürün ve ulusal kimliğin baskı altında tutulması ve sermayenin emek sömürüsü için de geçerlidir. Özgürleşme söz konusu olduğunda iktidar aynı zamanda ilk ve son meseledir: İktidar paylaşılacak ve aşağıdan mı kontrol edilecek, yoksa halk adına yönetime geçecek bir partinin tekelinde mi olacak? Öcalan, 20. Yüzyılın bilançosunu 21. Yüzyılda karşı karşıya olduğumuz görevlerle birlikte ifade etmeyi başarmıştır. Murray Bookchin’in toplumsal ekolojisinden, komünalizm ve doğrudan demokrasi geleneklerinden ilham almıştır. Yine de Abdullah Öcalan ataerkilliğe karşı mücadelenin öneminin de farkındadır ve bu nedenle hâlâ ‘dünyanın zencileri’ olan kadınlar ve onların özgürlük mücadelesi tüm mücadelelerin merkezinde yer almalıdır.

 

Devlet Toplum Üstünde Bir Ağırlıktır

Demokrasi, kaderimiz ve geleceğimiz hakkında kolektif müzakere yoluyla karar vermenin bir yolu anlamına geldiği andan itibaren, mahalleden şehir bölgelerine veya daha yüksek bir kıtasal veya küresel düzeye kadar her düzeyde, konfederalist bir yaklaşım geliştirme ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. İşte bu nedenle devletlerin değil, gündelik hayatların kendi kendilerini örgütlemeye hazır toplulukların ‘demokratik konfederalizmi’ mevcut mücadelelerimize gerek program gerek strateji bakımından önemli bir katkı sunmaktadır.

Örneğin bu yanıt, 2002’de Porto Allegre’de başlayan Dünya Sosyal Forumu çerçevesinde yapılan tartışmalarda tamamen eksikti. Ne yazık ki, birkaç yıl süren umut verici toplantılardan sonra, dinamikler STK’larla sınırlı kalmış, görevler, kampanyalar ve birbirlerine aktif destek hakkındaki tartışmalardan ise kaçınılmış gibi görünmektedir. Yani elimizde sadece cephe ve mücadelelerden oluşan bir takımada bulunuyor. STK’laşmanın böylesine sorunlu bir hâle gelmesinin nedenini görmek ise oldukça kolay: Birçok ülkede devlet sübvansiyonlarına bağımlı olarak gelişen bu yapılar galaksisi, toplumsal tabanlarından ve toplumsal mücadelelerinden kopma eğiliminde. Bu aynı zamanda uluslararası ticaret hareketi için de söylenebilir, ancak iş yerinin en alt seviyesinde, sınıf mücadelesi gerçekliği hâlâ mevcuttur ve özelleştirmelere, sosyal kesintilere, kemer sıkmaya, güvencesizleştirmeye ve benzerlerine karşı olduğu gibi, yeni neslin yenilenmiş yollarla bu mücadeleye katılmasına yol açmaktadır.

Bugün uluslararası ve küresel dayanışmaya duyulan ihtiyaç aciliyetini korumaktadır: Filistin ve Kürt halklarının maruz kaldığı savaş ve devlet terörüne karşı mücadele; yerli halkların mücadelesi; kadınların kendi yaşamları ve bedenleri üzerindeki egemenlikleri için dünyanın dört bir yanında verdikleri mücadeleler; topraklarının gasp edilmesine karşı mücadele eden köylüler; suyun ticarileştirilmesi ve piyasalaştırılmasına karşı suyun ortak mal olarak korunması için mücadele eden kentli topluluklar; büyük şehirlerin küçük mahallelerinde yasadışı çeteler kapitalizmine karşı mücadele ve diğer alanlarda…

Ancak toplumsal hareketler arasında bağlantılar, dayanışma ağları geliştirmek çok önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Bu bağlantılar ancak kapitalist devlet sisteminin ‘Moloch’u yerine halkın kendi geleceği hakkında karar vermesi hedefiyle desteklenirse somut sonuçlara yol açabilir. Demokrasiyi hedeflemek aslında baskıyı ortadan kaldırmak ve doğa ile ilişkiyi yıkıcı olmayan bir şekilde değiştirmek için egemenliği, gücü ve kolektif özyönetim kapasitesini (hem bireysel hem de kolektif olarak toplumsal yaşamın her düzeyinde) geri alma mücadelesidir.

Şahsen ben hâlâ günümüz Enternasyonalizminin, kapitalizm sonrası bir toplumun alternatif sistemi üzerine kurulması gerektiğini düşünüyorum. Bu sistemi sosyalist ya da hatta ekososyalist olarak adlandırmamız şart mı? Cevabım evet. Ne var ki eğer bu sistemle mücadele etmek isteyen ancak kendilerini devlet sosyalizmi ya da otoriter komünizm gibi bir terminolojide tanımayan herkesle diyalog kurmak istiyorsak, tartışmayı genişletmemiz de gerekir. Aksi takdirde, sadece 20. Yüzyıl akımlarının temsilcileriyle tartışır, geçmiş hakkında polemiklere gireriz.

İçinde bulunduğumuz sistemik kriz döneminde insanlık, iklim krizi ve kapitalist sistemin dayattığı hayatta kalma tehditleri ‘sayesinde’ ortaya çıkıyor ve bir araya geliyor. İnsanlığın tüm temel sorunları doğrudan ve dolaylı olarak bu sistemden kaynaklanıyor. Elbette bağımsızlık ya da kendi kendini yönetme çabalarını desteklemeye hazır olmalıyız. Ancak bu, toplumsal çoğunluğun (işçi sınıfları, pleb kesimler, kadınlar, göçmenler, gençler gibi ezilen kategoriler) çıkarlarına dayalı bir içerikle bağlantılı olmalıdır. Etnosentrizmi reddetmeli ve toplum için özgürleştirici, radikal demokratik ve sosyal adalete dayalı bir ufuk önermeliyiz.

Dayanışma ve daha üst düzeyde işbirliği geliştirme her zaman siyasi metodolojinin bir parçası olmalıdır: Özerklik veya yetki devri, ortak bir toplumsal sözleşme veya anayasaya sahip kantonlar, cumhuriyetler konfederasyonu gibi daha üst düzeyde bir işbirliği ile el ele gidebilir.

Mevcut kurumsal düzenden kopma ihtiyacı benim için çok önemli. Mevcut kurumlarla mücadeleler birbirine bağlanmış, entegre edilmiş ya da evcilleştirilmiştir. Devlet toplumdan ayrı, toplumun üstünde ve onun üzerinde bir ağırlıktır. Sosyal bir doğası vardır, bu da tarafsız olmadığı ve örneğin sosyal adaleti uygulamak için kullanılamayacağı anlamına gelir. Latin Amerika’daki ilerici hükümetlerin (Venezuela, Ekvador, Bolivya) son deneyimleri, yeni anayasalarla hükümette olmanın bile ‘derin devleti’ ve oligarşiyi ve onun sabotaj örgütleme ve ilerici güçleri kitlesel olarak yozlaştırma kapasitesini ortadan kaldırmadığını göstermiştir.

Şu anda kurumsal bir yanıt formüle etmek çok zor, çünkü özellikle güçler dengesi iyi olmaktan çok uzak. Yine de kapitalist dünya sistemi büyük bir borç okyanusunun üzerinde yüzmektedir. Kâr elde etme ve büyüme, borçların daha da artmasının ardında yürüdüğünden, finansal sistemin kendisini yeni bir büyük krize sürüklenmiş hâlde bulacağını biliyoruz. Bu krizlerin çözüm yollarından biri savaş, orta sınıfların yoksullaşması ve dünya nüfusunun geniş kesimlerinin açlıktan ölmesidir. Bu olasılık, altta yatan ekolojik krizle birlikte, insanlığın en bilinçli kesimlerini kapitalizm sonrasına dair çözümler aramaya yöneltecektir. Bu senaryo, son derece gayrimeşru küresel ve ulus-devletçi kurumlarla birleştiğinde, toplumsal özgürlük hareketleri, insanların ihtiyaçlarına daha önce hiç olmadığı kadar cevap vermekle sorumlu hâle getirebilir. Bu da kısmen özgürleştirilmiş ya da ‘terk edilmiş’ bölgelere, toplumsal hareketler, aktivistler, akademisyenler ve teknik beceriye sahip kişiler bu anın görevlerini kavrayabildiği sürece özyönetimin gelişebileceği şehirlere ya da bölgelere yol açabilir. Tüm bu mücadeleleri, deneyimleri ve ilerlemeleri birbirine bağlamanın tek yolu küresel demokrasi hedefidir. Buna hazırlıklı olmalıyız.

 

 

 

 

*Petar Stanchev, İngiltere’de bulunan Essex Üniversitesi, Latin Amerika Çalışmaları bölümü mezunu ve aktivist.
İngilizceden Çeviren: Oğul Köseoğlu

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.