Düşünce ve Kuram Dergisi

Temsili Demokraside Hukukun Araçsallaştırma Çıkmazı

Veysi Eski

Doğal ya da ilk-el komünal toplumlar büyük ölçüde ahlaki ve politik düzenlemelerle sorunlarını çözmeye çalışırlardı. Sınıflı toplum ve onun zirvesi olan kapitalist sistemde sermaye ve iktidar tekelleri bütün meşruiyetini hukuka dayandırmaya çalıştı. Toplumun sömürülmesi için ona dışardan müdahalelerin olması ihtiyacı, egemenlik aracı olarak hukuk kurumunun ihdas edilmesine yol açtı. Hukuk denilen bu karmaşık yapıyı Marx, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde kapitalist modernist ulus-devletin meşruiyetinin zemini olan hukuku, “üst-yapı kurumlarından bir tanesi olarak ekonomik ilişkilerin değişmesiyle birlikte yaşanan toplumsal değişimin de buna ayak uydurduğu, dolayısıyla alt-yapıyla birlikte değişen üst-yapı kurumlarından bir tanesi” olarak tanımlar. Hukuku alt-yapıya bağlı bir üst-yapı kurumu olarak düşünürken tabii burada devlet, din, aile, ahlak, bilim, sanat da üst-yapı kurumu olarak ele alınır. Bunların her biri Hegel’in idea düşüncesinde toplanan şekilde aslında bilinç biçimleridir. Yanısıra Althusser’de hukuk, “kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin bir aracı veya başka bir deyişle devletin ideolojik aygıtıdır.” Öcalan da ise hukuk, “kapitalizmin bütün meşruiyetini dayandırdığı araç, … Burjuvazinin elindeki en büyük silah ve ulus-devlet tanrısının ayetleri…” olarak tarif eder. Özetle her üç tanımlama ve yaklaşım da hukuk kurumunun sınıfsal karakterine ve egemen olan ile ilişkisine odaklanır.

Sınıflı toplumda aldığı hal bir yana, ulus-devletçilik Avrupa’nın bütün ülkelerinde eş zamanlı ve aynı ekonomik/politik zeminde ortaya çıkmadığı için her ülkede özgün politik sonuçlar yaratmıştır. Örneğin Almanya ve Türkiye, ulus-devlet inşasında geriden gelen -geç uluslaşmış- ülkeler olarak ulus-devlet modelleri içerisinde çok önemli farklılıklar gösterirler. Dolayısıyla bu ve benzeri devletlerde hukuk ve adalete yaklaşım da farklı olmuş; hukuk, devletin ve tek ulusun menfaatleri noktasında kolayca araçsallaştırılıp muhalif kesimlerin tasfiyesinde ve yok edilmesinde de kullanılabilmiştir.

Fransız devrimi ile başat devlet modeli olarak ortaya çıkan ulus-devlet Avrupa’nın ve dünyanın diğer coğrafyalarına emperyalist modern müdahaleler ve burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda farklı tarihlerde egemen olarak feodal/imparatorluklar dünyasının sonunu getirmiştir. 18. ve 19. yüzyıl Avrupası, Fransız devriminde öne çıkan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik/dayanışma” sloganlarının etrafında ulusal burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda feodal düzen tasfiye edilirken, güçlü merkezi iktidarların oluşumuna doğru yol almıştır. Bu aynı zamanda hegemonya savaşında birçok emperyalist kutbun oluşması anlamına gelmektedir. Kadim imparatorluklar yaratan Almanya, İtalya ve Türkiye bu uluslaşma sürecinde Avrupalı diğer devletlerin gerisinde kalmış, refleksif olarak merkezileşme ve devlet eliyle uluslaşma sürecini yürüterek hegemonya savaşında farkı kapatmaya çalışmışlardır.

Başka bir ifadeyle merkezi hükümetin tesisinin geciktiği Almanya’da burjuva sınıfının güçlenmesinin gecikmesi, burjuvazinin kendine özgü isteklerini yeterince dile getirememesine, Alman ulusçuluğunun demokratik temellere dayanmamasına yol açmıştır. “Alman ulusçuluğu, Batı Avrupa ulusçuluğu gibi millete dayanan; ancak onu aşan bir toplumsal değere erişen bir devlet öğesine dayanmıştır.”[1] Alman ulusçuluğu ile benzer süreçlerden geçen Türk ulusçuluğu da devlet eliyle yürütüldüğü için hiçbir zaman demokratik bir temele dayanmamıştır. “1871 yılında ülke sınırları içinde ekonomik ve kültürel değerler üreten ve kendi hinterlandını etkileyen birçok merkezi aynı çatı altında birleştirmeyi başaran Almanya, merkeziyetçi bir devlet olarak şekillenmişti.”[2]  “Prusya Kralının aynı zamanda Alman İmparatoru, Başbakanının da Alman Başbakanı (Şansölyesi) olduğu”[3] bu devlet; bir yığın krallık, prenslik ve şehirlerde yaşayan, çoğunluğu kasabalı olan bir milletin birleşmesiyle oluşmuştur. Fransa ve diğer Avrupalı ülkelerin aksine Almanya parlamentarizmden kaçınmış, merkezi bir imparator etrafında Alman ulus-devletinin inşası sağlanmıştır. Bismark yönetimi altında bir araya gelen çeşitli Alman unsurlar, siyasal birliği devlet etrafında örmüşlerdir.

 

İmparatorluktan Ulus-Devlete Dönüşüm Serüveni

Osmanlı devletinde de aynı süreç işlemiş Osmanlı aydınları önce Osmanlıcılık fikriyle imparatorluğu bir arada tutma ve Padişahın bir takım yetkilerini sınırlandırma girişimi sonucu temelde devleti kurtarma güdüsüyle hareket etmişlerdir. Ancak Osmanlı topraklarında bulunan özellikle Müslüman olmayan halkların içinde yaygınlaşan milliyetçi cereyanları bu fikir durdurmaya yetmemiştir. Özelikle Balkan Savaşlarından sonra Osmanlıcılık fikri, Osmanlı münevverlerinin arasında İslamcılık fikri etrafında ümmetin halifesinin merkezinde olduğu bir devleti kurtarma ve İslam milleti inşa etme düşüncesi olarak ön plana çıkmıştır. Ancak bu düşünce, özellikle Arnavut ve Arap milliyetçi akımlarının etkisi ve İttihat ve Terakki partisinde bulunan yeni genç Türkçü subaylar ve bürokratların etkisiyle zamanla katı Türk milliyetçisi bir söyleme/eyleme geçme hali almıştır.

Türk ulus-devletinin oluşumu yukarıda belirtildiği gibi Alman ulus-devletinin oluşumuyla paralel ilerlemiş, devlet aygıtı etrafında tüm kurumlar yeniden merkezi olarak dizayn edilmiştir. “Modern Türkiye, Osmanlı’nın “millileşerek”, yani siyasi anlamda Türkiyelileşerek yeniden ortaya çıkışıyla devamlılığını sağlamıştır.”[4] “Müslümanlar da böylece 19. Yüzyılın sonuna doğru gerçekleştirilen reformlar yoluyla, Müslüman kimliklerini bir Osmanlı-Müslüman siyasi kimliği haline dönüştürdüler. Bu gelişme, devlet mekanizmasının, yani siyasi karar verme salahiyetinin açıkça Müslümanların elinde toplanmasıyla sonuçlandı. Devlet, tebaayı eşit olarak bütünleştirme hedefini gerçekleştirememiş, tam tersine eski tarafsızlığını kaybederek Müslümanlarla özdeşleşmeye başlamış; fakat aynı zamanda Müslümanların üzerinde mutlakiyetçi bir hâkimiyet kurmuş oldu.”[5]

Daha önce tüm meşruiyetini dinden alan Türk devleti/padişahı, zamanla meşruiyetin kaynağını hukuksal metinlere dayandırmaya başladı. Ancak burada oluşan hukuksal/anayasal metinler devleti kurtarma ülküsü ile hareket eden Osmanlı aydınları ile Osmanlı padişahının birçok defa uzlaşması ile oluşan ‘lütuf metinleridir’. Osmanlı’nın ilk anayasal metinlerinden biri olan Sened-i İttifak, büyük arazi sahiplerinin/ayanların iktidara getirdiği II. Mahmut tarafından idare ettikleri arazinin mülkiyetinin kendilerine verilmesini sağlamıştır. Ziya Gökalp söz konusu metni Türk demokrasisinin önünü açan metin olarak kabul etmektedir. Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla tebaanın yerini vatandaşlık almıştır. Ancak bu vatandaşlıkta siyasi kimlik olarak Müslümanlık ön plana çıkmıştır. Yine 1839 tarihli Tanzimat fermanıyla birlikte halk kendini yönetecek eliti kısmen seçmeye başlamış ve böylece padişahın yanında çoğunluğunu küçük burjuva aydınların oluşturduğu Meclis-i Mebusan ilk temsili demokrasi kurumu olarak ortaya çıkmıştır.

Modern ulus-devlet, merkezi devlet aracılığıyla oluşturulurken hukuk ve hukuk kurumları da aynı amaçlar çerçevesinde yeni oluşan ulus-devletin ihtiyaçlarını karşılamak için yeniden dizayn edilmeye başlanmıştır. Kazaskerler aracılığıyla kadılar eliyle adaleti sağlamak Padişahın görevi iken yeni gelişen kurumsallaşma ile birlikte merkezi devlet teşkilatının içinde 1868 yılında  Şurâ-yı Devlet (Danıştay) ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay) kurulmuştur. Yine Tanzimat Fermanından sonra Fransız Ceza Kanunu iktibas edilmiş, 1926 yılına kadar bu kanun uygulanmıştır.

Osmanlı devletinin anlatısı, söylemi ve meşruluk mekanizması dindi. Kapitalist modernizmin meşruluk mekanizması ve dolayısıyla anlatısı ve söylemi, hukuk ve adalet olmuştur. Kemalist yönetimin oluşmasıyla birlikte görece demokratik ve dönemin ihtiyaçlarına binaen hazırlanan 1921 Anayasası, 1924’te ilga edilerek tek ulusçu devlet yapılanmasının inşası başlamıştır. Bu dönemde hızlı bir şekilde yapılan iktibaslar ile kıta Avrupa’sının birçok kanunu kabul edilerek yeni oluşan ulus-devletin yasal çerçevesi oluşturulmuş, bununla birlikte devlet eliyle bir burjuvazi inşası da başlamıştır.

 

Türk Ulus-Devleti ve Adalet

Birinci Dünya savaşının mağlupları olan Alman ve Türk ulus-devletleri, oluşumunu bu yaşanan mağlubiyetin etkisindeki seçkinler eliyle yürütürken, devlet destekli kapitalizmin oluşumu için çalışmışlardır. Almanya’da ve Türkiye’de bürokraside görev alan ve almak isteyen yetişmiş profesyoneller geri kalmışlığın sorumluluğunu azınlıklara vererek katı bir milliyetçi kuşağın oluşmasını sağlamışlardır. Bu açıdan Türk ve Alman modernleşmesi bazı farklılıkları olmakla birlikte benzer paralelliklerde ilerleyerek tekçi otoriter rejimler oluşturmuşlardır. 3. Reich Almanya’sı ile M. Kemal Türkiye’si, modern pozitivist hukuk normlarını vatandaşlarına uygularken aynı zamanda Alman/Türk ulus tekliğinin dışında kalan muhalifleri ve Yahudileri/Kürtleri hukuk dışı vatandaşlar olarak kabul edip onlara “düşman hukuku” uygulamaya başlamışlardır. Bu devam edegelen gelenek içerisinde hukuk neredeyse devletle yan yana, bilinç biçimlerinden bir tanesi olarak konumlanmıştır. Devlet, hukuk, ahlak, siyaset, din, bilim vs. bunların hepsi birer bilinç biçimi ve ekonomik ilişkilerin temelde yer aldığı bu süreçte bunun birer yansıması olarak değişip dönüşmüşlerdir.

Kapitalist modernite, hukuku bir meşruiyet zemini olarak kullanırken demokrasiyi de çoğu zaman seçilmiş/seçkin temsilciler aracılığıyla yürütülen bir yönetim mekanizması olarak görmüş; ulusal meclisler, egemen ulus ile egemen sınıfın hizmetinde çalışmaya başlamışlardır. Türk ulus-devletinin ilk temsili demokrasi deneyimi olan Meclis-i Mebusan darbeler ve karşı darbe süreçleri yaşayarak neticede İttihat ve Terakki fırkasının tam egemenliğine girmiş, İttihat ve Terakki etrafında oluşan özünde devleti kurtarmayı amaçlayan ama tüm farklılıkları Türklük/Müslümanlık potasında eriten ideolojik düşüncenin taşıyıcısı olmuştur.

Türk ulus-devletinin ilk Meclisi, 1. Dünya Savaşı sonunda oluşturulurken çeşitli kongreler aracılığıyla Türkiye’nin tüm renklerinin yansıdığı bir Meclis olmuştur. Bu Meclis, tüm anayasa hukukçularının en demokratik anayasa olduğu konusunda uzlaştıkları 1921 Anayasasını oluşturmuştur. Birinci Meclisin tutanakları incelendiğinde Türkiye toplumunun tüm kesimlerinin yeni oluşacak devlete dair fikirlerinin açıkça ifade edildiği ve çok canlı tartışmaların olduğu bir platform olduğu açıkça görülmektedir. Bu Meclis içinde daha sonra CHF/CHP olacak ve birinci grup olarak adlandırılacak olanlar, 1923 yılına gelindiğinde ikinci grubu tasfiye ederek Mecliste ve yönetimde hegemonik bir güç haline gelmişlerdir. Birinci Meclisle eş zamanlı olarak Meclisin egemenliğini sağlamak ve savaş kaçaklarını yargılamak için İstiklal Mahkemeleri oluşturulmuş, bu mahkemeler eliyle “Meclisin gücü” halka kabul ettirilmiştir.

Birinci Meclisin tasfiyesinden sonra yeni rejimin inşasına başlanmış, modern, laik, Türkçü olarak tarif edilen rejim, bunun dışında kalan tüm kesimlere çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunuyla adeta savaş açmıştır. Yaklaşık iki yıl süren Takrir-i Sükûn dönemi, Türkiye tarihinde, yeni rejim karşıtlarının, hilafet yanlılarının, muhalif basın organlarının, siyasi muhaliflerin ve tehlikeli görülen veya ilerde tehlikeli olabilecek herkesin değişik suçlamalarla yargılanarak susturulduğu bir şiddet dönemi olmuştur. Bu dönemdeki tasfiye politikalarının araçları, başta Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleri olmak üzere İstiklal Mahkemeleriydi.

Şeyh Sait isyanından sonra çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu Türk ulus-devletinin Kürdistan’a ilk “hukuk seferi” olarak adlandırılabilir. Bu kanun ile oluşturulan Şark İstiklal Mahkemesinin kararları, Ankara İstiklal Mahkemelerinden farklı olarak Meclisin onayı olmadan derhal infaz edilen kararlar olmuştur. 28 Haziran 1925 tarihinde Şeyh Sait ve arkadaşlarına verilen idam cezası, herhangi bir üst mahkeme ve Meclis onayı olmadan ertesi gün (29 Haziran) infaz edilmiştir. Yine bu yargılamalarda Şeyh Eyüp’ün Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını beğendiğini belirten beyanı üzerine Mecliste ikinci grup olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kürdistan’daki şubelerinin kapatılmasına karar verilmiştir. Ayrıca İzmir suikastı olarak bilinen olaydan dolayı Mecliste ve Meclis dışında bulunan tüm Kemalist rejim muhaliflerine dönük tutuklama ve idam kararlarını Ankara İstiklal Mahkemesi hiçbir hukuk kuralı tanımadan vermiştir. Burada yargılanan milletvekilleri dokunulmazlığı kaldırılmadan tutuklanmıştır.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte modern/pozitivist hukuk normlarını ve kurumlarını iktibas eden Kemalist rejim bir taraftan modern ulus-devleti inşa ederken -kendi deyimleriyle Türk milletini tebaadan yurttaşa yükseltirken- “Türklük sözleşmesinin” dışında kalan tüm kesimleri aynı zamanda hukukun dışında kabul ederek İstiklal Mahkemelerinin eliyle göstermelik yargılamalarla tedip etmiştir. İstiklal Mahkemeleri her ne kadar süreli mahkemeler olarak görünse de “normal vatandaşlar” dışındaki kesimlere karşı İstiklal Mahkemesi hukuku, Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanmaya devam etmiştir. Türk ulus-devleti oluşturulurken kurulan Meclis, 1923 yılından sonra tek parti denetimine girmiş ve tamamen yeni rejimin inşası için çalışan bir aparat haline getirilmiştir. Tek partili dönemde kapatılan Terakkiperver ve Serbest Fırkalardan sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla 30 siyasi parti “bölücülük, komünizm ve irtica” gerekçeleriyle kapatılmıştır. Mahkemeler, Türk temsili demokrasisini resmi ideolojinin çerçevesi içinde tutmak amacıyla iktidarlar tarafından açıkça araç olarak kullanılmıştır.

Bu icraatlar üzerinden inşa edilen ulus-devlet, doğası gereği demokrasiye kapalıdır. Ulus-devlet ne evrensel ne de yerel bir gerçekliği ifade eder; tersine evrenselin ve yerelin inkârı anlamına gelir. Bu inkâr Alman ve Türk deneyimlerinde en kaba halini almıştır. 1933 yılında Almanya’daki Parlamento yangınının görece demokrasiyi tasfiye için Hitler tarafından kullanılması gibi Türk temsili demokrasisi de sürekli kesintilere uğradığı darbeler sürecinden sonra AKP/MHP iktidarı tarafından kolayca tasfiye edilecek bir hale gelmiştir. AKP/MHP iktidarı tıpkı 1923 sonrası Kemalist rejim tarafından oluşturulan İstiklal Mahkemelerinin eliyle yapılan tasfiyenin benzeri gibi yine hukuk ve adalet kavramları ve kurumlarını araç olarak kullanmaktadır. Yine 1923 tasfiyesinde olduğu gibi Kürt mahallesinde girilen hukuk dışı tünelin sonu, mevcut iktidarın tüm muhaliflerini tasfiyesiyle bitirilmek istenecektir. Bu karanlık tünel, Almanya demokrasisinin karşılaştığı tünelin bir benzeri olduğunu artık toplumun tüm kesimlerine hissettirmektedir. Ve bu çıkmaz, kapitalist modernitenin araçlarıyla aşılabilecek bir çıkmaz değildir. Çünkü ulus-devlet hegemonyasının yarattığı bu çıkmaz, tamamen sistemin kendi içsel sorunlarından kaynaklanmaktadır. Modernite çağının sorunlarının ana kaynağı, iktidar ve devletle ulusu buluşturmaktır. Bu çağın sorunlarını diktatörlükler ve hanedan devletlerinden kaynaklanan sorunlarla karşılaştırdığımızda, modernite çağında sorunların devlet ulusundan kaynaklandığını ve bu durumun ikisi arasındaki en büyük farkı oluşturduğunu görürüz. Bugünlerde Türk temsili demokrasisinin kendi sonunu getirmesi de ulusun “Reis’ine” giden yol olmuştur. Bu süreci tersine çevirmenin yegane yolu, devleti ulusunun üzerinde inşa eden Türk ulus-devletinin karşısına demokratik ulus paradigmasını bir çözüm alternatifi olarak koymaktır. Çünkü ulus-devlet, sınıflı tarih boyunca hukuki düzenlemeleri en çok geliştiren devlet biçimidir. Bunun nedeni toplumun her şeyine karışması, özellikle ahlaki ve politik toplumu tasfiye etmeye çalışmasıdır. Ahlaki-politik toplum en az hukuka başvuran toplumdur. Dolayısıyla toplumu demokratik ulus çerçevesinde örgütlediğimiz takdirde toplum kendi özünde bulunan ahlaki politik doğal normlar ile ne ulus-devlete ne de onun bir aracı ve üst-yapı kurumu olan hukuka ihtiyaç duyulmayacaktır. Yanısıra temsili demokrasi, demokratik bir topluma dayanırsa her türlü egemen baskıya karşı da bağışıklık kazanacaktır.

 

[1] Oran, 1997: 58-59
[2] Reissert and Schaefer, 1985: 104, aktaran; Tuncer, 2012: 795
[3] Çam, 2000: 278
[4] Kemal Karpat Türk Demokrasi Tarihi s.16
[5] Kemal Karpat Türk Demokrasi Tarihi s. 37/38

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.