Düşünce ve Kuram Dergisi

Adına Yakışır ‘Yeni’ Bir Anayasa

Özgür Sevgi Göral

Anayasa tartışmaları Türkiye’nin siyasi ve entelektüel tarihi ile Türkiye muhalefetinin çok önemli ve temel bir parçasıdır. 19. yüzyıl sonunda Genç Osmanlılar muhalefetinden cumhuriyetin ilk yıllarına, 1970’li yılların devrimci hareketlerinin dahi kendi meşruiyetlerini anayasaya dayandırmalarından son yıllarda entelektüel yelpazenin her kesiminin hararetle yeni anayasa üzerine tartışmasına kadar tüm anayasa tartışmaları hep canlı, hep önemli olagelmiştir. Anayasalar, basit bir yasal düzenleme değil, toplumun nasıl bir arada yaşayacağının temel kodlarını oluşturan metinlerdir.

Üstelik temel hak ve özgürlüklerin nasıl düzenleneceğine, idari yapının tanımlanmasından yerel yönetimlerin yetkilerine kadar sadece maddeler olarak ifade edildiği gibi değil, aynı zamanda da sembolik olarak, işaret ettikleri siyasi yönelimden ötürü de önemlidirler. 1982 Anayasası’na anayasacıların biraz da müstehzi bir şekilde ifade ettiği gibi önce hakkı sayıp sonra “ama” ifadesiyle o hakkı kullanılamaz hale getiren bir anayasanın işaret ettiği siyaset ile 11 dili resmi dil olarak tanımlayan Güney Afrika Anayasası’nın işaret ettiği siyaset aynı değildir şüphesiz. Dolayısıyla Türkiye gibi tarihi soykırımlarla, darbelerle, asimilasyon ve kıyım politikalarıyla dolu bir ülkede anayasa üzerine konuşmanın yarattığı/yaratacağı coşku anlaşılır olsa gerek. Bu nedenle yeni anayasa tartışmaları, nasıl bir ortak yaşam kurmak arzusunda olduğumuzun siyasi ve hukuki olarak temel belgesi olacağından bu coşkudan nasibini almaktadır.

Öte yandan, özellikle 20. yüzyıl boyunca kendini siyasi aktör olarak ortaya koymuş olan feminist, ekolojik, anti-militarist vb. hareketler, 20. yüzyıl başında Marksist hareketin sisteme ilişkin başlattığı eleştiriyi farklı şekillerde alt üst ederek başka bir noktaya taşıdı. 20. yüzyıl başında klasik Marksizm-Leninizm, kapitalizme içkin olan ancak üstü örtülen sınıfsal sömürü ve tahakküm ilişkilerini nasıl peçelerini kaldırarak ve apaçık ederek ortaya koyduysa, diğer siyasi hareketler gibi kadınlar, vb. gibi farklı toplumsal kesimler mevcut sömürü, tahakküm düzeni ve iktidar ilişkileri kadar bu ilişkiler içinde önemli bir yeri olan şiddeti tüm yönleriyle ortaya koydu. Bunlar aynı zamanda eşit yurttaşlık hareketlerinin, farklı azınlıklar ya da toplumsal grupların nasıl sistematik olarak baskı, soykırım ve sömürü altında hapsedildiğini gösterdiler. Diğer yandan ekolojik hareket dünyaya sadece kalkınma ve insan odaklı bakmanın yaratacağı muazzam tahribatı açığa çıkardı.

Bu hareketler aynı zamanda anayasalar ve diğer hukuki metinlerdeki “toplumsal sözleşme” kavramının, belirli normlara uyan insanlar için nasıl düşünüldüğünü ve belirli toplumsal kesimlerin sistematik olarak nasıl dışlandığını görünür hale getirdi. Bunun en tipik örneği “vatandaşlık” üzerine yürütülen tartışmalardır. Ve bu tartışmalar 20. yüzyıl başında yapılan tartışmalardan kategorik olarak farklıdır. Bugün azınlık hakları ya da cinsiyet kimliği veya cinsel yöneliminden dolayı ayrımcılığa uğrayanların vatandaşlık hakları gibi meseleler, bazen çok kültürlülük tartışmalarıyla iç içe geçerek “çok kültürlü anayasal vatandaşlık” olgusuyla birlikte tartışılıyor. “Eşit vatandaşlık hakları/talepleri” olarak isimlendirebileceğimiz ve farklı toplumsal grupların vatandaş olmaktan kaynaklanan ancak modern devlet eliyle gasp edilen haklarının gerçek anlamda kullanımının önünün açılması meselesi de bu tartışmaların bir parçası. Bireylerin çok farklı siyasal ve toplumsal gruplara aidiyet hissedebileceği dolayısıyla aslında vatandaşlığın farklı ve çoğul düzeylerinden, hatta farklı ve çoğul kamusal alanlardan söz etmek gerektiği de ileri sürülen görüşler arasında. Bu tartışmalar aynı zamanda hak öznelerinin haklarını kullanması, kozmopolit olan ve çeşitlilik içeren bir sivil toplum alanı ve ulus-devlet denilen bir kulübe üyelik olma yerine, bir haklar dizisi anlamında vatandaşlık temaları etrafında şekillendi.[1] Diğer yandan 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan iki önemli gelişme yani sömürgeciliklerin hukuki olarak sona ermesi ve reel sosyalizmin çöküşü anayasacılık hareketlerinin siyasi taleplerini, dilini ve yaklaşımını yeniden köklü biçimde değiştirdi. Bu süreçlerde yazılan yeni anayasalar ya da yapılan anayasa değişiklikleri ordunun siyasi alandaki etkisini sınırlamayı hedefleyen, çok etnikli, çok dilli ve çok kültürlü yapılar oluşturmaya çalışan ve soğuk savaş döneminin kontrgerilla örgütlerinin kısmen de olsa dağıtılmasıyla sonuçlanacak kimi demokratikleştirici değişiklikler getiren metinler oldu.

Türkiye hem uluslararası siyaset düzeyinde, hem de entelektüel düzeyde tüm bu gelişmelerden etkilendiyse de darbe sonrası yazılmış olan 1982 anayasasıyla hesaplaşması hiç kolay olmadı ve halen de olamıyor. Bunun temel sebebi, 1989 sonrası kısmi demokratikleşme dalgasını ve NATO ekseninde soğuk savaş bağlamında örgütlenmiş kontr-gerilla yapılarının bir ölçüde temizlenmesi sürecini Türkiye’nin yaşamamış olması. Türkiye’de mevcut kontr-gerilla aygıtı 1980’li yıllar boyunca zayıflamak şöyle dursun, tahkim edilerek yeniden yapılandırıldı ve Kürt savaşı çerçevesinde etkin bir biçimde yeniden işlevlendirildi. 1990’lı yıllar boyunca da Kürdistan’ı bir ölüm ve kıyım mekânına dönüştürmek konusunda epey maharetli bir özel harp yapısı ve aygıtı oluşturuldu. Dolayısıyla militarizmin siyasi ve toplumsal etkisinin sürekli artması, Kürt sorununda topyekûn savaş yaklaşımı ve temel hak ve özgürlüklerin başta Olağanüstü Hal Bölgesi olan Kürdistan’da ve sonra tüm Türkiye’de sistematik olarak kullanılamaz hale getirilmesi olağan hale geldi. Bütün bu dönem boyunca birçok kez anayasa değişikliği yapıldıysa da bunlar köklü değişiklikler olmaktan çok, darbe anayasasının artık hiçbir biçimde savunulmayacak en absürt maddelerinin revize edilmesi şeklinde oldu.

Son yıllarda yeni anayasa talebinin bu kadar güçlü bir şekilde duyulması, öncelikle Türkiye’nin farklı kesimlerinin mevcut darbe anayasasıyla devam etmeyi artık istemediği anlamına geliyor. Bu talep aynı zamanda 1990’lı yılların topyekûn savaş stratejisine de siyaseten bir itiraz oluyor. Bugün Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve onun da sağındaki kimi soy-ırkçı siyasi eğilimlerin dışındaki herkes, 1982 anayasasından önemli ölçüde farklılaşan bir yeni anayasa ihtiyacı olduğunda hemfikir. Buradaki soru, yeni anayasanın ne ölçüde bir kopuş anayasası olacağı, ne ölçüde Türkiye’nin tarihsel anayasacılık geleneğiyle süreklilik içinde olacağıdır. Yeni yazılacak anayasanın adına yakışır, gerçekten eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir yeni anayasa olması için her anlamda gerçek bir kopuş anayasası olması ve mevcut anayasacılık geleneğiyle arasında radikal köklü farklılıkların bulunması gerekir.

Neredeyse iki yıldır TBMM Anayasa ve Uzlaşma Komisyonu’nda devam eden yeni anayasa yazım sürecindeki belki de en temel tartışma vatandaşlık tanımı ekseninde yaşandı. Vatandaşlık maddesindeki tanım “Türk vatandaşlığı” ibaresi kullanılarak mı yazılacak yoksa “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” terimi kullanılarak nötr ve farklı etnisitelerden tüm yurttaşları içine alan bir tanım mı kullanılacak? Aslında bugün itibariyle bu tartışmanın olması bile epey utanç verici. Zira vatandaşlık epeydir dünya anayasalarında nötr bir hukuki ilişki olarak tanımlanıyor veya anayasalarda vatandaşlık hakkında bir madde yok ve bu tanım yasalara bırakılmış durumda. Üstelik vatandaşlık meselesi bugün artık sadece vatandaşlığın bir etnisiteye göre tanınmaması ve bütün yurttaşları kapsaması bağlamında tartışılmıyor; göçmen ve yabancıların oy hakkı ile kadınlar, LGBT bireyler, azınlıklar gibi dezavantajlı toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık haklarından yararlanmasının önünün açılması gibi temel tartışmalar vatandaşlık literatürünü belirliyor. Biz ise hala “Türk milletinin düşmanları anayasadan Türklüğü attırıyor” gibi ırkçı argümanlarla imza toplayan aydınların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Vatandaşlık tanımının tarihsel olarak nasıl bir etnik ayrımcılığa denk düştüğünü, neden anayasanın bazı maddelerde “her vatandaş” denilirken bazı maddelerde “her Türk” demeye gerek duyulduğunu Mesut Yeğen çok güzel anlatmış: Burada kabaca yapılmak istenen her etnisiteden Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını Türklük dairesi içinde asimile ederek eritmek ve yine de bazı durumlarda “özde Türklük” ve “anayasal Türklük” ayrımını hatırlatmak için “Türk” terimini tekrar ederek en öz, hakiki Türklerin ancak etnik olarak Türkler olduğunu belirtmek.[2] Etnik olarak Türklerin üstünlüğüne dayalı bir hukuk rejimi tam da mevcut vatandaşlık maddesinden yola çıkılarak kuruluyor. Dolayısıyla bu maddenin tüm yurttaşları kapsayacak şekilde yeniden yazılması şart.

Aslında vatandaşlık maddesi sadece bir başlangıç. Yeni anayasanın gerçekten kopuş anayasası olmasının yolu bugüne kadar Türklük, Sünnilik ve erkeklik üzerine kurulu bir hukuki ayrıcalıklar rejimini ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Burada kültürel kimlik haklarının tanınması ve kabul edilmesinden anadil hakkının anayasal garantiye alınmasına, dinsel azınlıkların kimi pozitif tedbirlerle korunmasından seçimle oluşturulan ya da atamalarla yapılandırılan tüm organlarda kadınların eşit katılımını sağlayacak özel önlemler almaya kadar düzenlenmesi gereken birçok mesele var. Yeni anayasa, tüm yurttaşların haklarının gasp edilmeden kullanması için destekleyici kimi düzenlemeler yapmak zorunda. Bu sadece kadınlar, LGBT bireyler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler gibi farklı sömürü ve tahakküm yapılarıyla ezilmiş kesimlerin eşit yurttaşlık haklarının tesis edilmesini sağlamayacak, aynı zamanda Türk, Sünni ve erkek olmaktan kaynaklanan ayrıcalıkların da tasfiyesini sağlayacaktır. Bugüne kadar akademide ve entelektüel çevrelerde layıkıyla ele alınmayan ve Türk olmanın hangi türden ayrıcalık setlerinden yararlanmak anlamına geldiğinin açığa çıkarılması anlamına gelecek “Türklük ayrıcalıkları” dokunulmadan kaldığı sürece gerçek bir siyasi eşitliği sağlamak mümkün değil.[3]

Mevcut tekçi ve militarist yapının kırılmasının bir diğer temel ayağı yerel demokratik özerklik. Belediyelere basitçe yetki devreden ya da zaten çok eskimiş bir metin olan Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın çekincelerinin kaldırılması gibi çok sınırlı adımlar öneren yaklaşımlar bu konuda son derece yetersiz kalıyor. Burada yapılması gereken, merkezin yetkilerini yerel yönetimlere ve yerel yönetimlerin de sistematik bir biçimde daha aşağıya, yurttaşlara doğru yetki devrini mümkün kılmaktır. Devletin merkezi aygıtının tüm temel yetkileri kullandığı, belediyelerin ve yerel yönetimlerin de en fazla daha fazla çöp topladığı bir yapı dünyada artık kolay kolay kabul edilebilir bir yapı değildir. Federal, yarı federal veya ademi merkeziyetçi devletler son otuz yıldır neredeyse norm haline gelmiş durumda; mesele bu desantralizasyonun aynı zamanda emekçilerden, yoksullardan ve ezilenlerden yana demokratik bir muhtevaya da nasıl büründürüleceğinde düğümleniyor. Basitçe yerel yönetimlerin güçlendirilmesini savunmak yerine halkların kendi hayatları üzerinde daha fazla söz sahibi olacağı siyasi yapılanmalar üretmek gerekiyor. Kürt toplumu artık açıkça kendi varlığının tanınmasını ve kendisinin nasıl yönetileceği konusunda söz sahibi olmak istediğini haykırıyor. Yeni anayasa bu siyasi istemi birebir yazacağımız bir metin değil kuşkusuz. Zira bu istem siyasi mücadele yürüterek, en küçük birimlerden en kalabalık metropollerde buna uygun bir siyasi örgütlenme gerçekleştirerek ve iktisadi, toplumsal ve siyasi açıdan programatik olarak bu amaçla uyumlu bir çerçeve belirleyerek olabilir. Ancak yeni anayasa, demokratik özerklik fikrinin de kalbinde bulunan demokratik konfederalizm ve öz-yönetim ilkelerinin hayata geçirilebileceği bir ortamı mümkün kılabilir. Dolayısıyla anayasada ne yazılırsa yazılsın, demokratik özerkliği hayata geçirmek için siyasi mücadele şart ama yeni anayasanın yarattığı yeni iklim daha az veya daha çok elverişli olabilmesi bakımından bu mücadeleyi etkileyecektir. Federal veya yarı federal veya ademi merkeziyetçi ülkelerin, en tipik örneğini İspanya’da göreceğimiz gibi, son dönemde yaşanan ekonomik kriz nedeniyle her geçen gün biraz daha “merkeziyetçi” olmaya başladığı son yıllarda özerkliğin demokratik muhtevasını siyaseten oluşturmak her zamankinden daha acil olmaktadır.

Yeni anayasaya belki de bir geçiş anayasası niteliğini verecek temel bazı hükümlerin yazılması da bir diğer önemli mesele. Geçmişinde savaş, etnik çatışma, soykırım veya darbeler yaşamış toplumların demokrasiye geçişleri ancak belli başlı mekanizmaların hayata geçirilmesi ile mümkündür. Bu mekanizmaların oluşturduğu paradigmaya da geçiş dönemi adaleti (transitionaljustice) deniyor. Türkiye’de geçiş dönemi adaleti yaklaşımının sadece Hakikat Komisyonları bölümü kısmen biliniyor. Oysa bu yaklaşımın çok boyutlu, bütünlüklü ve birbirini tamamlayan temel mekanizmaları var. Bu mekanizmalar sistematik insan hakkı ihlalleri yaşanan toplumlarda “normalleşme” olması için yapılması gerekenler üzerine yol-yordam önerileri olarak görülebilir, bu mekanizmalar kabaca hakikat komisyonları, ceza yargılamaları yoluyla hak ihlal edenlerin yargılanması, anıtlar, müzeler ve anmalar yoluyla yaşananların bellekleştirilmesi, savaşın, çatışmanın veya darbenin mağdurlarının yaşadıklarının özür gibi yöntemlerle tanınması, maddi ve manevi tazminat programlarıyla telafi ve onarıcı adalet mekanizmalarıyla tazmin edilmesi ve başta güvenlik birimleri olmak üzere devlet aygıtında kurumsal reformlar. Kısaca, yaşanan sistematik hak ihlallerinin hatırlanarak devletin yükümlülüğünün tanınması, adaletin tesisi yoluyla sorumluların cezalandırılması ve giderici kimi mekanizmalarla yaşananların toplumsal hafızanın bir parçası haline getirilmesi öneriliyor. Bu mekanizmalar dünyanın birçok ülkesinde çatışma, savaş, darbe veya otoriter rejimlerden çıkış dönemlerinde uygulanmış ve tartışılabilir pek çok yanı olmasına rağmen önemli deneyimler oluşturmuş.[4] Türkiye gibi Ermeni Soykırımı’ndaki müthiş etkili inkâr endüstrisinden kadınlara karşı savaşın gündelik olarak sürmesine, azınlıklara yönelik sistematik pogramlardan Alevilere yönelik ayrımcılığa kadar geniş bir zulüm repertuarı olan bir devlette pek çok konu bakımından geçiş dönemi adaleti mekanizmaları kullanılabilir. Ancak, hem aciliyeti hem de yeni anayasanın yazılması bakımından siyaseten muazzam bir basınç oluşturmuş olmasıyla esasen konu Kürt meselesi etrafında düğümleniyor. Dolayısıyla yeni anayasa eğer bir geçiş dönemi anayasası olacaksa buna ilişkin bir işaretin olması gerekir. Bu, örneğin Arjantin Anayasası’nda olduğu gibi hakikate erişim hakkının tanınarak kabul edilmesi olabileceği gibi savaştan doğan zararların tazminiyle ilgili düzenlemeler içermek şeklinde de olabilir. Böylesi bir vurgu hem gerçek bir demokratikleşmenin olabilmesi için gerekli nesnel zemini sağlayacağı için hem de sembolik açıdan devlet geleneğinde güçlü bir kırılmaya işaret edeceği için çok önemli olacaktır. Bu anlamda bir geçiş anayasası, Türkiye’nin şimdiye kadar yazılmış devletçi, militarist ve tekçi anayasalardan radikal bir kopuş anlamına gelecek ve aynı zamanda bir kopuş anayasası niteliğini de taşıyacaktır.

Yeni anayasanın tüm siyasi sorunları çözen bir metin olmayacağı aşikâr; hukuk metinleri nihai kertede mevcut güç ilişkilerine göre şekillendirilen ve zaman içinde değişmeye mahkûm metinlerdir. Dolayısıyla yeni anayasa devrim yapamaz, demokratik özerkliği kuramaz, kadınlarla erkekleri eşit hale getiremez. Ama tüm bunlar için yürüteceğimiz mücadelenin daha elverişli koşullarda yürütülmesini sağlayacak bir ortamın oluşmasını ve yurttaşlar arasında tam bir siyasi eşitlik kurulmasını sağlayabilir. Bu, hem “hâkim millet olarak Türklük” mekaniğini bozacak hem de demokratikleşmenin ilerlemesini garanti altına alacaktır. Tüm bunlar ancak bir kopuş anayasasıyla mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez tüm partilerin eşit katılımıyla sivil bir anayasa masası kurulmuşken tüm demokrasi güçlerine düşen görev de başta Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl biçimde çözümünü güçlendirecek bu masada demokrasi, adalet, özgürlük ve eşitlik talebini daha güçlü bir şekilde ve geniş bir ittifaklar ağıyla dile getirmektir. Kopuş anayasası ancak bu kolektif çabanın siyasi bir sonucu olarak yazılabilir. Adına yakışır “yeni” bir anayasa için en geniş ittifaklar ağıyla mücadele etmek, sinizmden, “ya hep ya hiç”çilikten ve kenarda beklemekten iyidir. Yeni anayasa masası topyekûn savaş döneminde öldürülmüş on binlerce Kürt’ün, Ermeni Soykırımı’nı dile getirdiği için sokak ortasında vurulan Hrant Dink’in, sokakta dövülerek, işkence edilerek öldürülen transseksüellerin, öldürülme tehditleri pahasına kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmak için mücadele eden kadınların, son yıllarda KCK tutuklamalarıyla hapse atılan tutsakların bedenleri üzerinde kurulmuştur. Adına yakışır bir “yeni” anayasa tüm bu kesimlerin ve bu coğrafyanın tüm ezilenlerinin taleplerini içerdiği oranda anlamlı olacaktır. Bunun için ise çok çalışmak, ittifaklar ağını sürekli genişletmek, yeni yöntemler ve stratejiler bularak anayasal taleplerimiz etrafındaki desteği artırmak ve demokratik kamuoyu basıncını sürekli diri tutmak gerekiyor.

 

[1] Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz. Vatandaşlığın Dönüşümü: Üyelikten Haklara,der. Ayşe Kadıoğlu, Nancy Fraser, “Rethinkingthepublicsphere: A contributiontothecritique of actuallyexistingdemocracy”, Habermasandthepublicsphereder. C. Calhoun, MIT Press, Cambridge, 1992; NiraYuval-Davis, “Thecitizenshipdebate: Women, ethnicprocessesandthestate”, Feminist Review, no: 39, 1991.
[2] Mesut Yeğen, Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa, Cumhuriyet ve Kürtler
[3] Bu konuda bilgi üreten az sayıda akademisyenin çalışmaları şöyle özetlenebilir: Barış Ünlü, “Türklük Sözleşmesi” ve Türk solu, http://www.tr.boell.org/web/103-1534.html, Kaya Akyıldız “Türklük halleri: ‘yalnız ve güzel ülke’nin ruhu – 1”ve “Türklük halleri: ‘yalnız ve güzel ülke’nin ruhu – 2”, Birikim, ayı 274 ve 289-290. Yine Tanıl Bora’nın kimi çalışmaları da Türk milliyetçiliği üzerinden benzer temalara kısmen bakar: Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yayınları, İstanbul, 2008
[4] Bu konuda daha detaylı bir tartışma için bkz. Özgür Sevgi Göral, Ayhan Işık ve Özlem Kaya, “Sonuç ve Öneriler”, Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler içinde, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi Yayımları, İstanbul, 2013.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.