Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Çözüm İçin Yeni Bir Toplumsal Sözleşme

Mahmut Yamalak

Demokratik çözüm sürecinin ikili karakterini, yenilgi ve başarı koşullarının iç içeliğine vurgu yapmak için dile getirmek durumundayız. Karamsar veya aşırı beklentili duruşları aşan her birey, bu sürecin doğru analizine yakınlaşabilir. İleride, oyuna gelmiş bir tarafın başı eğik üyeleri mazeret üreten olunmak istenmiyorsa, şimdiden çözüm sürecinin pratiğine yönelmeli, bu nedenle üretilen çözüm stratejisi doğru anlaşılmalıdır.

Harekete geçme, aldanma, kaybediş, öfhe biriktirme tarzındaki akış, tarihin diyalektiği değil, kesintili adımlarla bir çemberin etrafında dolanmaktır. Bir çemberin etrafında sonsuza dek dolanmak için bir kılavuza ihtiyaç yoktur; kısır döngüye alışmış her birey bunu yapabilir. Mücadele diyalektiği geçmiş-bugün-gelecek biçimindeki akışın sürekliliğine dayalıdır. Amacın korunması ve geleceğe taşırılması da bu bütünlüklü duruşun devam etmesine bağlıdır. Bu çalışmada Demokratik Çözüm Sürecinin yeni bir sözleşme olarak sonuca ulaşmasının zorunluluğu üzerinde durulacaktır. Bu amaçla, temel hak ve özgürlüklerin tarihsel gelişimi ve özellikleriyle, sürecin çözüme evrilmesindeki belirleyicilikler ele alınacaktır.

 

Tarihsel Akış: Artarak Gelişen Talepler

Bilindiği gibi Demokratik Çözüm Süreci bir yönüyle anayasal bir uzlaşma sürecidir. Temel hak ve özgürlükler için mücadele, kolektif bir mücadelenin sonucu olarak şekillenme hak ve özgürlükler için mücadele bir halkın, bir coğrafyanın veya bir dönemin mücadele geleneği ile sınırlı değildir; bütün bir insanlık tarihinde komünal toplumsal mücadelenin bir sonucudur. Bu halklar temelinde yürütülecek demokratik bir mücadele, bu toplumsal mücadelenin tamamı olmadığı gibi, toplumsal mücadele de onsuz olmaz. Dolayısıyla, “anayasal bir uzlaşma süreci” dendiğinde, bunun çözüme giden alternatif yollardan biri olduğunu, bugün için halklarımızın yararına olabilecek en gerçekçi formül olduğunu dile getirmiş olmaktayız. Konuya açıklık getirmek için temel hak ve özgürlükler mücadelesi ve bileşenlerinin tarihsel gelişimine bakmakta yarar var. Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum-1215) İngiltere Kralı yurtsuz John ile feodal derebeyler arasında bir sözleşmedir. Buna dayanılarak kralın yetkileri azaltılır, feodal beyliklere daha fazla yetki tanınır. Bu sözleşme, kendi etki alanının ötesinde bir rol oynar. İngiltere’de 1700’lerde gelişen bir dizi anlaşmanın, sonrasında Amerika ve Fransa’daki bildirilerin esinlendiği temel belge olur. Özünde gelişen burjuva sınıfının krala yetki paylaşımını içeren bu belgelerin toplumun diğer kesimlerine dönük kazanımları, vatandaşı kralın keyfi davranışlarına karşı koruma gibi genellemeci ifadelerin ötesine geçmez.

1776’da İngiltere ile savaş halinde olan ve bu ilkeleri kabul eden tüm eyaletlerde ilan edilen Amerikan Halklar Bildirgesi, kolonilerin bağımsızlık çağrısı etrafında toplanmalarını ifade eder. Bu belge, “Bütün insanlar doğal olarak eşit derecede özgür ve bağımsız olup, topluluk haline geçtikleri zaman hiçbir sözleşme ile gelecek nesiller vazgeçmeyecekleri ve onları yoksun bırakmayacakları, yaradılıştan bir takım haklara sahiptirler; bunlar, başlıca yaşam ve özgürlükten yararlanma, mülkiyet edinme ve ona sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve bunlara erişebilme haklarıdır” der.[1] 1789’da Fransız Vatandaş ve Halklar Bildirisi, 18. yy. özgürlük anlayışı temelinde devletin yetki alanının kuşatılması, bunun karşısında vatandaşın temel hak ve özgürlüklerinin mutlak güvenceye alınmasını hedefler. Devletin alanı daraltıldıkça bu hakların kullanım alanları da genişleyecektir ön kabulüyle devlet için sınır çizmeye yönelir. Devlete çizilen alan dışında birey özgürce davranma hakkından yararlanabilecektir. Ancak, temel hak ve özgürlükler kapsamında eğitim, sanat, barınma, istihdam gibi toplumsal alanın bütününe yayılan konuların olduğu düşünüldüğünde devletin ‘pasif’ kalması bir sorundur. Devleti yükümlülüklerinden kurtaran bu yaklaşımın sonucunda, temel hak ve özgürlükler teorik planda kalıp gerçekleşme şansına kavuşmazlar. Bireyi toplumdan soyutlayarak tekil birey halinde kabul eden bu yaklaşım, günlük yaşam sorunlarıyla boğuşan sosyal varlık olarak insanı yansıtır. Belirlenen ‘hak’lardan haberi bile olmayan, onlardan yararlanma imkanına sahip olmayan insana karışmaz; ‘ne halin varsa gör’ der. Bu haklar karşısında ‘tarafsız’ gösterilen devlet ise, eli rahatlamış olarak “asıl” işlerine geri döner. Öte yandan, bunları temin etmek için gereken toplumsal zenginlikler ve sermayede, devlet etrafında çöreklenmiş bir avuç elit kesimin elinde birikmiş olduğundan, toplumun bu haklardan yararlanma olanağı bulunmamaktadır.

“Negatif özgürlük anlayışı” insanı soyut bir varlık olarak sermaye sahiplerinin yarattığı kanlı cıngılda bir başına bırakır. Liberal ideolojinin isteği bu birey tipi toplumundan, gurubundan, halkından, kültüründen koparılarak “haklarına” kavuşturulur.

Buna alternatif olarak “ihtiyaç sahibi vatandaş” anlayışıyla kaleme alınan “insan ve vatandaş haklar bildirgesi” (1793) çevresi sosyal ilişkiler ağıyla örülmüş insanı kabul eder. Robespierre tarafından kaleme alınan bildirgede, “kamu yardımları kutsal bir borç” biçiminde tanımlanır.[2] Egemenliği ulus-devlete meşru kaldıktan sonra, bireyin devletten hizmet ve imkan isteme haklarına sahip olduğunu söyler. Devleti de bu alanlardaki ihtiyaçları karşılamakla görevli kılar.

18. Yüzyıldaki bu liberal anlayış 19. Yüzyılda da önemli oranda korunmuştur. Daha sonra üç kuşak hakları başlığı altında bu sürecin “birey hakları” süreci başlar. Ailenin, ana-çocuğun korunması, sağlık, öğrenim, çalışma, dinlenme, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme, sosyal güvenlik vs. hakları insanlığın gündemine taşınır. 1917 Meksika, 1918 Alman Cumhuriyeti (Weimar) Anayasası gibi örnek anayasa ve sözleşmelerde “hizmet eden devlet”, “koruyucu devlet” perspektifi ile sosyal haklar güvence altına alınır. Ancak bu yüzyıldaki niteliksel sıçrama II.Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşir.Klasik haklar denilen temel haklar ve insan hakları listesi genişler, sosyal haklar artar.

1946 Fransa Anayasası 1789’daki bildiriye ek olarak, ekonomik ve sosyal hakları tanır. 1948 İtalya Anayasası demokratik cumhuriyet esaslarına bağlılığını ilan eder ve geniş ekonomik ve sosyal haklar tanır. 1949 Federal Almanya (Bonn) Anayasası sosyal devlet anlayışına dayandığını ilan eder. ABD Başkanı Roosevelt, “dört özgürlük” demecinde söz ve ifade, vicdan, yoksulluktan kurtulma ve korkudan kurtulma özgürlüklerini temel haklar olarak ifade eder.[3] SSCB ve ona bağlı Reel sosyalist ülkeler ana yasalarında ( bireyin özgürlüğünü devlet güvencesine bağlama gibi sosyalizmle çelişen kararlarının yanında ), sosyal ve kolektif haklara öncelik belirler. Sonuçta dünyanın önde gelen devletlerinden başlayarak ikinci kuşak hakları gündemleşir.

Birleşmiş Milletlerin kuruluşuyla kağıt üstünde de olsa, artık temel hak ve özgürlüklerin ülkelerle sınırlı olarak ele alınamayacağı, genel olarak insanlığın sorunu olduğu kabul edilmeye başlanır. Artık kimlik hakları dönemi başlamıştır. 1948’de ki “insan hakları evrensel Bildirisi” bu alanda önemli bir dönemeçtir.

Üye ülkeler için bağlayıcı olmayan bu belge, yine de sorunun uluslararası hale geleceğinin habercisi olmuştur. Bu belgede yaşama hakkı, kişi güvenliği, işkence yasağıİbrahim Ö. Kapoğlu, Anayasa ve Toplum, kölelik yasağı, keyfi tutuklanmaların engellenmesi, kanun önünde eşitlik, özel hayatın korunması, din, vicdan, düşünce ve kanaat özgürlüğü, örgütlenme, toplanma, dernek kurma, seçme-seçilme hakkı, “ekonomik, sosyal, kültürel haklar” başlığı altında, sağlık, öğrenim hakları gibi temel haklardan önemli bir bölümünü uluslararası alana taşırmada rol oynar.

1976’daki “kişisel ve siyasi haklara ilişkin uluslararası sözleşme” ise yeni bir kapı aralar. BM bildirisine ek olarak, ilk defa halkların kendi kaderleri hakkında karar vermelerini ön gören serf-determinasyon hakkını kabul eder. Buna bağlı olarak halkların kendi doğal kaynaklarına ve zenginliklerine sahip olma ve bunları serbestçe kullanabilme hakkı, her türlü savaş propagandasının yasaklanması, ulusal, ırksal ve dinsel düzeyde kin ve nefret yaratarak ayrıma, düşmanlığa ve şiddete yol açabilme görülerin yasaklanması gibi önemli yenilikler getirir. Üye ülkelerin bu maddelere uyup uymadığını denetleyen bir mekanizmanın kurulmasını da prensipte kabul eder.

“Avrupa insan hakları sözleşmesi” ile de ek olarak, Avrupa ülkelerinde üye devletlerin uymasını denetleyen Avrupa insan hakları komisyonu, AİHM, Bakanlar komitesi gibi organlar kurulur. Bundan sonra bir dizi sözleşme ve ek protokollerle bu belgeler desteklenir. BM bünyesinde 1951’de soykırımın önlenmesine ilişkin sözleşme, 1960’da serf-determinasyon hakkı bildirisi, 1960’da ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına dair bildiri gibi önemli belge ve sözleşmeler yayınlanır.

 

Üç Kuşak Haklar

17. yüzyılda aydınlanma düşünürlerinden İngiliz ampirist John Locke’un “doğal durumda her insan için geçerli olan vazgeçilmez, devredilmez haklar” dediği ve “ temel haklar” veya “ doğal haklar” diye adlandırılan haklar 18.19. ve 20.yüzyıl boyunca dinamik bir süreç olarak gelişen temel haklar küresi “üç kuşak haklar” olarak ifadelendirilir.

Birinci kuşak haklar bireysel ve siyasal hakları içerir. Buna kamusal haklar da denir. Bireysel özgürlük, düşünme, konuşma, görüşlerini ifade etme özgürlüğü ve yasalara uyma zorunluluğunu içerir. Mutlak monarşiye karşı halkların, ezilen kesimlerim toplumsal mücadelelerinden yararlanmaya çalışan sistem, söz konusu haklar kümesini de burjuva bireyinin gelişimi lehinde yorumlar. 18.yy’daki haliyle birinci kuşak haklar önemli oranda liberal bir devlet-toplum, birey-toplum yorumuna saplanmaktan kurtulamazlar. Ancak buna rağmen hak arama mücadelesinde önemli bir rol oynadığı da göz ardı edilemez.

İkinci kuşak haklar ekonomik ve sosyal hakları içerir.

Politik haklar da denilen bu haklar kümesi, 19.yüzyıl da şekillenen haliyle politik iktidara katılmanın önünü açar. Devleti ele geçiren ve yeniden düzenleyen egemen kapitalist güce karşı siyasal arenada var olma, iktidarı etkileme ve dönüşüme zorlama gibi sonuçları doğurur.

Üçüncü kuşak hakları ise dayanışma ve özgürlükleri içeren toplumsal haklardır. 20.yüzyıl ile birlikte eğitim, sağlık, genel refah seviyesine göre yaşam, inanç özgürlüğü, dil-kültür özgürlüğü, self-determinasyon bu haklar kümesi içinde değerlendirilmektedir.

Genel bir ifade ile sırasıyla koruma, katılma, isteme hakları olarak ifade edilen hakların içinde en önemli olanı II. dünya savaşı ile hızlanan süreçte edinilen kimlik haklarıdır. Sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucunda bir dekolonizasyon (egemen devletlerin kendi sömürgelerinden çekilme) süreci başlar. “Halkların kültürel varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşamaları hakkı” olarak da açımlanan “halkların hakları” ve “self-determinasyon hakkı” Üçüncü kuşak haklar arasında dominant olanlarıdır.

Yine üçüncü kuşak haklar içinde yer alan dayanışma hakları; azınlık, gelişme, barış, çevre, vicdani ret, kadın, çocuk, hayvan, iletişim, bilgilenme gibi temel hakları barındırır.

Birinci kuşak haklar ilk olarak devlet ve üçüncü kişilerin karışmasını şart koşar. Bu nedenle “korunmacı haklar” diye tanımlanırlar. İkinci kuşak haklar devlet ve toplumun belli eylemlerde bulunmasıyla gerçekleştiğinden “isteme hakları” diye tanımlanırlar. Üçüncü kuşak haklar ise “katılım hakları”dır. Kaboğlu, “büyük ölçüde toplumda yaşayan herkesin çabalarını birleştirmesi, sadece devletin değil, kamu kurumlarının, bireylerin ve toplumların müdahale ve katkısı ile anlam kazanır. Dayanışma özgürlükleri denmesinin nedeni budur” der.[4]

Üçüncü kuşak hakları toplumdaki her gurubun ve bireyin aktifleşmesini ön görür. Bu dönem insanlığın bilinç düzeyi ile insan hakları ve demokrasi alanındaki gelişmeler soyut olmaktan çıkıp gündelik yaşamda somutluk kazanırlar. Demokrasi bilinci örgütsel tavır ve duruşla özdeş hale gelir. Bireyin örgütler, meclisler, kominler aracı toplumsal bütüne aktif katılabileceği genel kabul görür. Toplumun siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, ahlaki gibi her alana yeni hak ve özgürlük bilincine göre yeniden yorumlanarak somutlaştırılır. Toplumsal alanların tümü bu çeşit düzenlemelere konu olur.

Kaboğlu, özet olarak, haklar ve özgürlükler mücadelesinin hedeflerini şöyle formüle eder: Birinci kuşak haklar güvenlik içinde yaşama ihtiyacını; ikinci kuşak haklar (güvenlik ile birlikte) onur içinde yaşama ihtiyacını; üçüncü kuşak haklar kolektif kimliği de içererek barış ve uygun çevre içinde yaşama ihtiyacını kesinler.[5]

Toplarsak; tarihten günümüze üç kuşak haklarının kapsamı şöyle özetlenebilir: Üç kuşak haklarıyla,

a) İnsanlık, bugüne kadar yaşanan savaşlardan, işkencelerden asimilasyon ve soykırımlardan, ırk ayrımcılığından, inanç ayrımcılığından ve her türlü adaletsizliklerden sonuçlara ulaşmış, bunların tekrarlanmamasının koşullarını oluşturmaya çalışmıştır.

b) Güncelde insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlar ve tehlikeler olan kadın üzerindeki cinsiyetçi baskıları çevre-ekoloji, yoksulluk, çarpık kentleşme, silahlanma, savaş ve insanlık suçları gibi çağın çelişkileriyle bağlantılı sorunlara çözüm aramayı hedeflemiştir.

c) Negatif özgürlük anlayışından pozitif özgürlük anlayışına geçiş esas olarak “özgürlüğü temel kural, sınırlamayı ise istisna” gören bir bakış açısına geçiştir.

İnsanlığın düşünsel-toplumsal gelişimi ve artan talepleri, özgürlük anlayışını da etkilemiştir. Etik değerlerin ve ölçülerin öne çıkması ve toplumsallaşma alanlarına yansıması sonucunda temel hak ve özgürlükler kural ve normlarıyla insanlığın ortak dili haline gelmektedir.

Bu gelişimin sonuçları bugün hem ulusal anayasalarda hem de uluslararası sözleşme ve bildirilerde vazgeçilmez prensipler olarak yansımaktadır. 1982’de BM’nin üç kuşak hakları çerçevesinde kabul ettiği “dayanışma haklarına ilişkin sözleşme” barış hakkı, gelişim hakkı, çevre ve insanlığın ortak mal varlığına saygıyı içerir.

İnsan hakları, özgürlükle moral-etik haklarının toplamı olan üç kuşak hakları, 1945 BM sözleşmesi, 1949 Avrupa Konseyi Statüsü, 1949 Unesco Antlaşması, 1992 Avrupa Birliği Anlaşması, 1948’de imzalanan ve “dünya insan hakları anayasası” olarak kabul edilen evrensel bildirge ve ikiz sözleşmeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1943’teki ırk ayrımcılığına karşı sözleşme, 1975 işkenceye karşı BM sözleşmesi, AGİT belgeleri, çeşitli belge ve protokoller söz konusu hakların devletin, ülkelerin sınırlarını aşıp insanlığın genel özgürlük mücadelesinin önemli bir bileşeni olmasının adımlarıdırlar.

 

Anayasal Süreçlerde Temel Haklar

Ulus-devletin yasası olan Westphalia Antlaşması’ından (1648) sonra kabul edilen temel ilkelerden biri de “içişlerine karışmama”dır (Principe’de non-intervention). Bugün bu prensip gelişen mücadeleler karşısında etkisizleşmiştir. Uluslararası hukuk iç hukukun yerine geçmekte, ona rengini vermektedir. Aynı şekilde özgürlük mücadelesini yürüten halklar nezdinde geçerliliği olmayan bu prensip, ulus-devlete keyfi davranmanın serbest kılınmasından başka bir şey değildir. Devletler, hiçbir meşruluğu olmayan bu ilkeye zor araçlarıyla uygulayabilmekteler.

Temel hak ve özgürlükler mücadelesi “yüksek ahlaki nitelik” sahibi bir mücadeledir. Bunun haklar nezdindeki meşruluğu yanında, bugün artık tüm uluslararası belge ve sözleşmelerde tanınan, benimsenen ve güvenceye alınması istenen haklardır. Bir belgenin meşruluğu, bir olay ve olgunun doğruluğu temel hak ve özgürlüklere uyumluluğu ile ölçülmektedir.

Her koşulda bu hak ve özgürlükler “eskimezlik-değişmezlik-üstünlük” gibi özelliklere sahiptirler, her zaman için geçerlidirler ve diğer tüm yasalara rengini veren özelliklerdirler. Koşullara göre yaklaşımı, keyfi yaklaşımı terk edilmekte, giderek her koşulda uyulması zorunlu haklar olarak kabul edilmektedirler.

Giderek egemen hale gelen yeni yaklaşıma göre, “hakları askıya alma, sınırlama vb” gibi yetkiler devletlerin elinden alınmaktadır. Uluslararası hukuk normları keyfiliğe yer verilmeyecek şekilde geçerli hale getirilmeye çalışılmaktadır. Soykırım, işkence vb., durumlarda taraflar arası sözleşmelerle ilişkisi bulunmasına gerek duyulmaksızın dayatılabilen “amir kural” her devletin uyması zorunlu olan ilkeleri belirler. Bunlar;

-İnsan haklarına saygı

-İnsan hakları için işbirliği

-İç hukukta uyum sağlama

-Uluslararası ilişkilerde insan hakları koşulu

-Anlaşmazlıklarda, boşluk durumlarında “özgürlük lehine yorum”

-Özgürlüğü yok etme yasağı

-Karşılık aranmaması

-Başvuru hakkı

Bütün bu çalışmalar temel hak ve özgürlüklerin çoğaltılması, pozitif özgürlüklerin çoğaltılması, hakların bir zihniyet olarak yerleşmesi ve sürdürülmesine hizmet etmekteler. Toplumsallığın yeni halini insan-insan, insandoğa, insan-toplum ilişki ve dengesini belirleyecek olan özgürlük mücadelesinde bu hakların varlığı ve uygulanışıdır. Ahlaki normlar, toplumsallık ve siyasi bilinç bu haklar temelinde şekillenecektir.

Herhangi bir anayasal yapım süreci meşru ve vazgeçilmez olan temel hak ve özgürlükleri içermek durumundadır. Anayasal çözüm-hukukun olması gerektiği gibi düzenlenmesinin yanında, toplumsal talepleri kurumsal olarak ve uygulamaya dönük olarak belgelemek, yasalar nezdinde güvenceye almaktadır da. Bu açıdan hukuki gereklilikler kadar siyasal-toplumsal ihtiyaçları da gözetir. hukuk toplumsal ihtiyaçlar düşünülerek düzenlendiğinde, toplumun hizmetine de girmiş olacaktır. Böylelikle “hukukun üstünlüğü” gibi içi boş klişelerin ötesine geçip hukuk toplumsal talepleri içerebilecek duruma getirilmiş olacaktır.

 

Sözleşme

J.J. Rousseau’nun “toplum sözleşmesi”, kaostan düzen çıkarma fikrine dönüktür. “İnsan insanın kurdudur” (Hobbes) ilkesinin geçerli olduğu bir doğal toplum tahayyül eden Rousseau, bu toplumdan çıkmak için toplumun sözleşme yaptığını, bu sözleşmenin sonucunda toplumsallığa geçildiğini savlar. Buradaki anakronik mantık sözleşmeyi toplumdan önceki bir zamana yerleştirdiğinden sorunludur. Yine de toplumsal sözleşme ifadesini bugün için de kullanmamızı engellemez.

Yaygın kullanımıyla toplumsal sözleşme, savaş veya çatışma koşullarını yaşayan toplulukların, bu koşulların bir daha yaşanmaması için bir araya gelip ortak paydalar etrafında bir irade beyan etmesi olarak ifade edilebilir. Salt yöneticilerin veya halka birlikte yöneticilerin dahil olduğu bir süreçte yazılı veya güvene dayalı sözlü uzlaşmalar etrafında bağlayıcı biçimde bir anlaşmaya varmadır. liberal devlet anlayışı bu sözleşmede devleti “tarafsız” veya “hakem” addeder. Ona göre devlet bireylerin özgürlüğünü mutluluğunu, mülkiyet girişimlerini güvence altına alarak, bireylerin doğal hak ve özgürlüklerini korumak için vardır. Var olan savaş ortamından, herkesin herkesle kavgalı olduğu durumdan kurtulmak için devlete ve onun yeniden düzenlenmesine ihtiyaç duyar. Sınırları belli olmayan özgürlük ve çatışma halinin toplum için yıkıcı olduğunu öne sürerek devleti gerekli görür.

Bu “doğal” ve yıkıcı durumdan toplumsal bir sözleşmeyle kurtulmayı öngörür.

Toplumsal olarak yeni bir sözleşmeye ihtiyaç duyulduğunu belirttiğimizde, iki temel konuda klasik sözleşmeci yaklaşımdan uzaklığımıza değinmek gerekir.

1-  Toplumsal sorunların çözümünde devlet “tarafsız” veya “hakem” değildir. Bunun için yakın tarihimize bakmak bile yeterlidir. Kürdistan’da yaşanan tüm baskı, katliam, asimilasyon, sürgün ve işkencelerin sebebi egemen devletlerin kendisidir. Bu kadar suça bulaşmış bir kurum böylesi bir süreçte hesap verebilirlik pozisyonundadır. Yeni bir anayasal süreçte de devlet de, geçmiş suçlarının açığa çıkarılması mağdurların mağdurluklarının giderilmesi ve tekrarlanmamasının garantisi olacak yasal ve kurumsal güçler de çözümün tarafıdır.

2-  Bir toplumsal sözleşmenin güvencesi devlet veya yazılı belgelerle değil, toplumsal düzeyinde sağlanacak uzlaşma, karşılıklı anlayış ve güvencelerle sağlanabilir. Bu nedenle süreç sonunda toplumsal barışın başarısı ortaya çıkan yazılı belgelerle değil, toplumların birbirine yaklaşmalarıyla ölçülebilir. Anayasal, yasal belgeler bu toplumsal barışın korunmasını, sürdürülmesini sağlayabilir. Diğer bir ifade ile yazılı belgeler sözleşmeler, toplumsal barışı sağlamazlar; toplumsal barış ancak halkların yakınlaşması ile gerçekleşebilir, bu da bir sözleşmeyle bir anayasayla taçlandırılabilir. Dolasıyla öncelik toplumsal barışta, toplumsal yakınlaşmadadır.

Günümüzde siyasal meşruluk krizinin her düzeyde yaygınlığı bilinmektedir. Bu, özünde toplumu oluşturan grup ve bireylerin bir arada yaşamlarının sağlanmaması krizidir. Her birey, topluluk, cemaat, inanç, kültür veya halk öteki ile bir arada yaşamak, ama mağdur, inkar veya asimile edilmemek ister. Liberal devlet geleneği “bunu ben sağlıyorum, çünkü ben tarafsızım” dese de, bu artık toplumun her kademesinde inandırıcılığını yitirmiştir. Çözüm arayışları devam etmektedir.

Habermas, “iletişimci eylem kuramı” dediği müzakereci demokrasi anlayışıyla bir çözüm önerir. Bu kamusal iletişim ve uzlaşmacı rasyonellik üzerinedir. Habermas’a göre demokratik karar alma süreçlerinde bir tıkanma varsa bunun nedeni iletişimsizliktir. İletişim dogmatik yaklaşımları, katı tavırları, uzlaşmaz görüşleri dışarıda bırakmalıdır. Böylece sağlıklı bir iletişimin önü açılacaktır. Kısacası çözüm, tarafların kendi taleplerinde ısrar etmekten vazgeçmeleridir der.

Amerikalı teorisyen John Rawls, “modern sözleşme tezi” ile klasik tezi aşmaya çalışır. Rawls’ın adalet teorisi, sosyal adaleti en az iyi olanın lehine düzenleyecek bir eşitlik ve özgürlük anlayışı önerir.[6] Bu tür palyatif çözümler sadece gerçek çözümü geciktirirler.

Toplumsal düzeyde yeni bir sözleşme ihtiyacı toplumdaki temel hak ve özgürlüklerin yok sayılması, reddedilmesi veya asimile edilmeye çalışılması sonucunda gelişen toplumsal mücadelelerin etkisiyle gündemleşir. Bu haklar toplumsallıkla birlikte vardırlar; devlet oluşmadan önce vardılar, devlet yok olduktan sonra da var olacaklardır. Çünkü toplumsallık bu haklarla oluşmuştur. Toplumdan daha üstün bir gücün müdahalesi ile veya toplumun bir yerinde gelişen yeni bir durum sonunda değil, toplumsallığın içinde oluşmuşlardır. Toplum denilen şey dil, kültür, özgürlük, ahlak, irade gibi olgulardan oluşur.

Toplumun varlık sebebi olan bileşenleri olduklarından dolayı temek hak ve özgürlükler;

-Evrenseldirler

-Bireysel veya grupsaldır

-Dokunulmazdır

-Vazgeçilmezdir

-Devredilemezdir

Bütün bunlara bağlı olarak da pazarlık konusu yapılamazdır.

Temel hak ve özgürlükler toplumsal ilişkilerin içinde ortaya çıkıp gelişirler. Toplumdaki ahlaki, ekonomik ve siyasal gelişmeler bu ilişkileri belirler. Amaç toplumsal bütünlüğü ve insan onurunu, kişiliğini, maddi ve manevi varlığını korumaktır. Bunun yanında toplumun demokratik çerçevede irade olmasından geçer. Toplumsallık oluşurken her toplumsal varlık bu haklara eşit mesafededir. Gelişen toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça veya çalışma alanları oluştukça yeni toplumsal sözleşmelere ihtiyaç duyular.

Toplum, iç içe geçmiş çeşitli grup, cemaat, inanç, kültür ve halkların varlığıyla etkinlik kazanır. Herhangi bir toplumsal barış bu farklılıkları dengelediği oranda toplumsal doğaya yakınlaşır. Bu da kültürel, siyasal, sosyal ve ekonomik nitelikleri barındırmasını sağlar.

Temel hak ve özgürlükleri oluşturan toplumsal ihtiyaçlar iken, onlara yön veren ise toplumsal bilinçtir. Bu bilinç toplumu iktidar karşısında koruyan örgütlenmeye, onu değişime zorlayan mücadeleye de yön verir, siyasal ilişkileri düzenler ve toplumun kendi ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda belli bir hassasiyete sevk eder. Bu konuda aranan “uzlaşma” özünde ihtiyaçlara göre devlet ve iktidarın toplumun taleplerine karşı duyarlı kılınmasını, değişime zorlanmasını ifade eder. Taleplerin çatışmayla çözülmeye çalışılması savaş halidir. Çatışma olmaması için iktidarın toplumsal taleplere göre yeni bir güç dağılımına, buna uygun yönetim anlayışına ve kurumsal düzenlemeye gitmesi zorunludur.

Taleplerin toplumsal bir karşılığı vardır; bunlar elit irkesimin, dar bir ideolojinin veya siyasal bir grubun kendi grupsal çıkarlarına dayalı bir söylemler kümesi değildirler. Karşılanmaması durumunda yok edilmeleri, gizlenmeleri veya ötelenmeleri mümkün olmayan ihtiyaçlardır. Türkiye tarihi ötelenen, ertelenen küllendirilmeye unutturulmaya çalışılan hak ve özgürlükler açısından zengin bir deneyimi barındırıyor. Talepler, toplumsal ihtiyaç ve beklentilerin söz ve pratik eylem olarak yansımasıyla vücut bulur. Bunlar bir alet kutusundan kendine göre aletler (fikirler, sözler) ödünç alınmayla oluşmaz. Kolektif toplumsal ihtiyaçlar ne kadar inkar edilse de toplumsal bilinç ve eylem var olduğu sürece yeniden siyasal arenaya çıkacak, kendi çözümlerini dayatacaklardır. Karşılanmaması durumunda toplumun kendi çözümünü dayatması kaçınılmazdır.

Toplumsal taleplerin eylem-söylem olarak ortaya çıktığı durumlarda karşılıklı saygı ve birbirini tanıma temel koşul olmazsa, uzlaşmaya dayalı çözümün zemini de oluşmaz. Örneğin Kürt halkını ve onun dilini-kültürünü tanımayan bir T.C.’nin “çözüm” girişimleri de inandırıcı olamaz. Öncelikli şart inkarın reddi ve karşılıklı saygıdır. Diğer bir olguda, toplumsal bütün içinde yer alan grupların ve bireylerin sürece katılmasını sağlayacak bir sistemi oluşturmanın gerekliliğidir. Bunun için katılım, söz ve karar hakkı, eşitlik, ifade ve demokratik eylem özgürlüğü ve toplumsal yönetim işlerini denetleyebilme koşulları oluşturulmalıdır.

Uygulama için ortak mutabakat geliştirilmeden başarı şansı zordur. İnanç özgürlüğü veya anadilde eğitim gibi her hangi bir alanda yapılacak her düzenleme toplumsal hassasiyetlere duyarlı olmayı gerektirir. Bir tarafın baskın olması veya ötekinin sınırlarına müdahale edebilir şekilde konumlandırılması yeni sorunları doğuracaktır.

Sonuç olarak, bir sözleşme toplumsal ihtiyaçtan doğar. Ve bunun gerçekleşmesi için her şeyden önce yeni bir zihniyet, ruh ve anlayışa ihtiyaç vardır.

 

Toplumsal Sözleşmenin Parametreleri

Savunmanın son cildinde Öcalan, “demokratik çözümü devletler veya hükümetler geliştirmez. Toplumsal güçlerin kendileri çözümden sorumludur. Devlet veya hükümetlerle anayasa bağlamında uzlaşı ararlar” der.[7]

Erich Fromm, barış stratejisinin iki öğesini şöyle sıralar:

1-   Karşı tarafın kaybetmesini, yenilmesini önlemeye çalışmak (çünkü, der yenilen güç daha da saldırganlaşacak ve çatışma daha da derinleşecektir.)

2-   Kitleleri barış fikri için kazanmak ve hükümetlere baskı yapmaya yönlendirmek[8] nükleer silahsızlanmanın aciliyet arz ettiği soğuk savaş yıllarında önerilen bu çözümlerden bugün de yararlanılacak yanlar vardır. Çözümün yengi-yenilgi üzerinden düşünüldüğü durumlarda mücadelenin bir kısır döngüye, kendini tekrara düşüp giderek gücünü tükettiği ve sürgit yaşanacak çatışmalı ortamları doğurduğu gerçeği birçok örnekte mevcuttur. Bu nedenle demokratik çözüm yalnızca bir tercih değil, tarihin kimi anlarında bir zorunluluktur da.

Newroz 2013’de Amed’de dünya kamuoyuna canlı deklare edilen “demokratik çözüm süreci” böyle bir zorunluluğun ötesinde tarihsel bir görev niteliğindedir. Öcalan bu çözümün temellerini yılladır İmralı koşullarında oluşturmaktadır. Bunun köşe taşlarını oluştururken ulus-devletin çözüm karşıtı bir konumdan çıkarılıp çözüme zorlanması gerektiğine vurgu yapmaktadır.

“Demokratik çözüm modelinin tümüyle ulus-devletten bağımsız olmadığını önemle belirtmek gerekir. İki otorite olarak demokrasi ve ulus-devlet aynı çatı altında rol oynayabilirler. İkisinin kullanım alanını demokratik anayasa belirler”[9]

Bu noktada “çözüm”ün nasıl tespit edildiği üzerine durmakta yarar var. Çözümün öncesi “sorun”dur. Her sorun kendisine özgü bir çözüm üretir. Örneğin boyası dökülmüş bir duvar “çözüm” için yıkılmaz; onun çözümü yeniden boyanmasıdır. Sorunu ağırlığı, içeriği, kapsamı ve derinliğine göre çözümler üretilmezse, çözüm adına yapılan her müdahale yeni sorunlar doğuracaktır. Toplumsal sorunlar için bu gerçeklik çok daha yakıcıdır. Demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde bütün direniş ve özgürlük istemine, örgütlülüklerine rağmen istenilen sonuçların alınmamasında, bulunan “çözüm”lerin önemli bir payı vardır. Tarih adeta çözümlerin doğru ve yerinde uygulanmaması nedeniyle kaybedilmesi zaferler, haklı davalar mezarlığıdır. Kimi zaman da yerinde bir müdahale ile büyük acılara yol açacak kanlı savaşlar önlenmiş, demokratik mücadelelerle çözüm aramanın önü açılmıştır.

“Demokratik çözüm süreci” bir büyük kapışmanın özgününde tarihe ve halklara yaraşır bir uzlaşının kapılarını aralamıştır. Bu noktada çözülmesi düşünülen sorunların ağırlığıyla karşılaştırılacak, onun nasıl bir çözüm olduğunu bilince çıkarmak yerinde olacaktır.

Öncelikle binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan kadim halklardan biri olarak Kürt halkı üzerinde estirilen ağır bir inkar, asimilasyon ve soykırım politikası söz konusudur. Bununla birlikte, egemen ulus-devlet rejimi “üniter” yapısını oluşturmak ve korumak adına bu coğrafyadaki tüm kültürleri, inançları, kimlikleri tekleştirmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya kalan birçok kimlik, inanç, kültür bugün Kürt halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle yeniden canlanma sürecine girmektedir.

İnsan hakları ihlalleri, çevre tahribatları, ekonomik sömürünün ağırlığı, işkenceler, gözaltılar, hapis cezalarının sıradanlaştırılması; inanç inkarı ve baskının, temsilde eşitlik ve adaletin ihlali; devletin zor aygıtları olan polis, asker veya onların denetimindeki sivil çeteler eliyle yapılan ve soruşturulamayan katliamlar gibi ağır sorunlar toplumsal alanı bir devlet cenderesi altına almıştır. Bu noktada çözüm adına atılan her adım öncelikle ulus devletin engeline takılmaktadır. Her çözüm girişimi yeni sorunları beraberinde getirmekte, yeni çatışma alanları oluşturmaktadır.

Çünkü ulus-devlet adı altında kimlikler, inançlar, kültürler birbirine karşıt rakip biçiminde konumlandırılmışlardır. Birinin hak arayışı diğeri için hak ihlali şeklinde anlaşılmakta, böylelikle olması gereken birliktelik oluşmamaktadır. Bilinçlerin çarpıtılmaması sonucunda elde edilen bu çatışmalı hal, ulus-devlet dehşet dengesidir.

Önemli bir sorun da siyasal alandaki temsil sorunudur. Kimlik, kültür ve inançların siyasal alanında kendilerini demokratik olarak temsil etmelerini sağlayacak herhangi bir mekanizma bulunmamaktadır. Sistem farklılıklara kapalıdır. Farklı olanın kendini demokratik yollarla temsil etmesinin, sesini duyurmasının olmadığı yerlerde illegal çözüm yolları devreye girmektedir. Bu alanın kısıtlılığı bir çatışmaya dayalı olmasından dolayı halklar, kültürler, inançlar arası paylaşımda kısıtlanmakta, buda ulus-devletin çatışmaya dayalı dehşet dengesini beslemektedir. Demokratik temsiliyetin önünü kesen ulus-devlet oluşan siyasal sessizlikten güçlenmekte, böylece farklı olanın önünde daha büyük bir engel oluşturmaktadır.

Bütün bu sorunlardan yola çıkarak “demokratik çözüm süreci”nin dayandığı parametreleri ele almak gerekir.

Öcalan bu sürecin parametrelerini esas alarak “demokratik ulus” teorisi içinde konumlandırmaktadır. “Toplumsal sorunların en önemli parçası olan ulusal sorunların çözümünde demokratik model, hem toplumun, halkların ve emekçilerin doğası gereği hem de hegemonik sistemin ulus-devlet engeli nedeni ile esas alınmak durumundadır.”[10]

Sürecin esas olarak ulus-devletle yapılacak bir anayasal uzlaşma olduğu gerçeği önümüzde durmaktadır. Halkların, kültürlerin, inançların tarihsel-toplumsal varlığına ve mirasına saygının bir gereği olarak, bu coğrafyada yaşayan her rengin devredilemez, vazgeçilemez, dokunulamaz olan evrensel hakları temelinde bir anayasal uzlaşı farklılıkların örgütlenme ve ifade özgürlüklerini temel bir hak olarak güvenceye alacaktır. Anayasal uzlaşı, aynı zamanda ulus-devletin inkar, imha ve asimilasyondan vazgeçmesi demektir.

Ulus tanımında Öcalan, “kültür tanımlı ulus” gerçekliğini açımlar. Bunu “ortak bir zihniyeti paylaşanların oluşturduğu toplum” olarak, zihniyete dayalı bir oluşum olarak ifade eder. Kültür ulusundan tüm bu sorunların demokratik temelde çözümünü sağlayacak olan “demokratik ulus” gerçeğine ulaşılmaktadır.

Demokratik ulus, özgürlük ve eşitlik arayan toplumların ideal ulus anlayışı olarak demokratik çözümünde temel parametresidir. Farlılıkların kendilerini koruyarak, ortak bir zihniyet ve kültür dünyasını oluşturması demek olan demokratik ulus, gerçek çözümünde adı olmaktadır. Bir ara formül olarak “hukuksal çözümler ve anayasal vatandaşlık”, çatışmaların sonlanması ve gerçek çözüme ulaşmak için rol oynar. Ancak buda demokratik ulus perspektifi temeline dayanmak durumundadır.

“Toplum söz konusu olduğunda dar anlamada kültürü anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyeti, sanatı, bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar ise, dar anlamda bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir.”[11]

Kültürün içeriği olan anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyet, sanat, bilim onun dar anlamını oluşturur. Eğer politik, ekonomik, sosyal olarak kurumsal yapıya ulaşmazsa, toplumsal bütünlüğü sağlayamaz. Eş deyişle kültürün anlam dünyası kendini kurumsal temsiliyete kavuşturmazsa yaşama şansı bulamaz. Bir toplumu kültürel olarak doru tanımlamak bu zihinsel ve kurumsal bütünlüğün tanınması ile olabilir. “Sözleşme”, bu kültürel bütünlüğü güvenceye almak durumundadır.

Demokratik ulus çözümü farklılıkların bir arada yaşabileceği bir model olarak başat rol oynar. Çünkü demokratik ulusta birden fazla ulus, kültür, inanç iç içe kendi kültür ve dillerini özgürce yaşayabilirler. İç içe ve ortak bir vatanda yaşamak farklı ulusal sembollerin bir arada yaşamasının da önünü açar. Ulusal kimlik anlayışı açık uçlu olan demokratik ulus farklılıkların çatışmasını değil, paylaşmasını sağlar.

Demokratik ulusun yönetim tarzı da demokratik özerkliktir. Ulus-devlet monolitik ve merkezi bir yönetim isterken, demokratik ulus yönetimin yerellere dağılmasını ister. Bu da “demokratik çözüm süreci”nin ikinci parametresini oluşturmaktadır. Bu anlamda demokratik özerklik, çözümün kurumsal ifadesi olmaktadır.

Demokratik çözümün temel talebi Kürt halkının özgür iradesiyle kendi kendisini yönetmesi ve buna bağlı olarak bu coğrafyada yaşayan tüm farklı kimliklerin siyasal alanda temsiliyet hakkına kavuşmalarıdır. Anayasal bağlamda uzlaşı araman, ulus-devletle toplumsal güçler arasında yönetimin paylaşımı, yeniden düzenlenmesini de ifade eder. Gerçek bir çözüm süreci ve yeni bir “toplumsal sözleşme” zorunlu olarak yönetimde eşitlik ilkesini de içerecektir.

“Demokratik çözüm özünde demokratik ulus olma, toplumun kendini demokratik ulusal toplum olarak inşa etmesi olgusudur”[12] diyen Öcalan, çözümün her iki temel ayağına değinmektedir: demokratik ulus ve toplumun kendini yeniden inşa etmesi. Bunun somut adı da demokratik özerkliktir. Yönetimin toplumsal sürekliliğe bağlı bir olgu olduğu düşünülürse, yönetimden uzaklaştırılan toplum, bu süreklilikten de koparılmış olmaktadır. Yönetim toplumsal beyindir, hafızadır, iradedir. Toplumun yönetim hakkı sağlanmadan bir uzlaşmanın olması da düşünülemez. Öz yönetime kavuşmuş toplum kendi beynine de kavuşmuş demektir. Öz-yönetim toplumun doğasında ki özellikleri düzenler, denetler ve böylece toplumsal sürekliliği sağlar. Öz-yönetim yoksa; sömürü, asimilasyon, soykırım tehlikesi hep var demektir.

Öz-yönetim toplumsal iradenin açığa çıkarılmasını ve işlemesini sağlar. Doğasında demokrasi ve katılım vardır. Toplumun iktidar tarafından ezilmesini de, iktidarın manipülasyonlarıyla zehirlenmesini de engelleyecek olan öz yönetimdir.

Toplumsal sorun toplumun iktidar tarafından baskılanmasıyla oluşmuştur. İktidar ilk önce toplumun beyni olan öz yönetimini vurmuştur. İradesi teslim alınan toplum her türlü yıkıcı uygulamalara karşı savunmasız hale getirilmiştir. Bu açıdan demokratik çözüm ancak demokratik ulus temelinde örgütlendirilmiş bir öz yönetim hakkının tanınmasıyla mümkün hale gelir.

Öcalan, “zaten Kürt sorunun barış ve demokratik çözümünden kastedilen de demokratik özerklik statülü (yasalı) ulusal demokratik anayasal uzlaşmadır”[13] diyerek, merkezi ulus-devletin yönetim gerçekliğini paylaşmasının zorunlu olduğuna işaret etmektedir.

Sonuç olarak, “demokratik çözüm süreci” bir anayasal uzlaşma sürecidir. Bu sürecin en önemli iki ayağından biri, her türlü farklılıkların bir arada yaşayabileceği demokratik uzlaşma iken, diğer ayağı ise bu uluslaşmanın yönetim iradesi demek olan demokratik özerkliktir. Bu iki ana olguya dayanmayan veya bunları görmezden gelen, reddeden her “çözüm” eksik kalacaktır.

Yeni sorunlara yol açan eksik çözümlerden biri daha tekrarlanmak istenmiyorsa, gerçek bir toplumsal sözleşmeden kaçınılmamalıdır.

 

[1] Prof. Dr. MünciKaponi,Kamu Hürriyetleri
[2] Prof. Dr. Mehmet Akad, Prof. Dr. Bihterin Ural Dinçkök, Genel Kamu Hukuku
[3] Prof. Dr. Münci Kaponi,Kamu Hürriyetleri
[4] brahim Ö. Kaboğlu, Anayasa ve Toplum
[5] İbrahim Ö. Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku
[6] Derleyen; Armağan Öztürk, Yeni Sağ Yeni Sol
[7] Abdullah Öcalan, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtler,5. cilt
[8] Erich Fromm, Barışın Tekniği ve Stratejisi
[9] Abdullah Öcalan, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtler,5.Cilt
[10] Abdullah Öcalan, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtler, 5.Cilt
[11] Abdullah Öcalan, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtler, 5.Cilt
[12] Age
[13] Abdullah Öcalan, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtler, 5.Cilt
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.