Düşünce ve Kuram Dergisi

Ahlak Yasaları, Özgürlük Yasalarıdır!

Cihan Eren

Toplum var olma koşulumuzdur. Çağımız da bilgi, teknik ve bilişim çağı kavramlarıyla adlandırılmaktadır. Ancak bu çağda tam anlamıyla ve bütün ağırlığıyla insanın ne bilip bilmediği büyük bir muamma ve sorudur. Kapitalist modernite yöntemli akıl ve fikir ile donanmış günümüz insanında, saatlerle sınırlı yaşam algısı ve en sığ yüzeysellik hakim hale geldiği için, sadece varoluş koşulumuz gibi herkesin bilmesi gereken bir doğruyu değil, yaşam için gerekli en basit doğruları bile hatırlatmak bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Genelde uygarlık özelde de kapitalist uygarlık insanı neden kendi varoluş gerçeği hakkında cahilleştirmiştir? Madem insan sosyal bir varlıktır, sosyoloji neden etkili bir bilim dalı yapılmaz? Canlı evrim zincirinin son halkası insan, neden kendi kendine problemler yaratır hale getirilmiştir?  İnsan neden açlık, işsizlik, savaş, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik, çevre tahribatları gibi yakıcı, insanı ve doğayı yok edici sorunların kaynağı haline getirilmiştir? İnsan olmanın işareti ve ispatı duygular ve akıl değil midir? Sorular çoğaltılabilir. Bu ve benzer birçok soruya kuşkusuz ki toplumu inceleyerek, yaşamın anlam sırrına eğilerek cevaplar verebiliriz.

İnsanı ve toplumu, hem anlamak hem de yaşadığı sorunlarını çözmek için en temel sorunun şu olması gerektiğini düşünüyorum; toplumda ne değişir veya değiştirilirse toplumsallık yaratan, geliştiren, besleyen, koruyan olmaktan çıkar ve yaşam olumsuz yönde değişir? Ya da nerede ve nasıl bir değişiklik gerçekleştirildi ki, insan kendi kendine ve üzerinde yaşadığı doğa için sorun olmaya başladı? Bu sorunun cevabı bizi toplumsallığımızı tanımaya ve özgür birey olmaya götürecektir.

“İnsan cinsiyetini ve etnik kimliğini seçme imkanına sahip değildir,” denilir. Bundan çok daha önce seçemediklerimiz için şu da söylenmelidir; doğa ananın evrim kanununa göre insan olmaktan başka şansımız olmadığı için bizler başka canlılar gibi davranmayı ve yaşamayı seçemeyiz. Yani başka bir sürüde ya da tür içinde yaşama şansımız yok. Ne kadar ararlarsa arasınlar şayet varsa bile; insanı kültürel olarak başkalaşıma uğratmadan üzerinde yaşayabileceğimiz başka bir dünya da yoktur.

O nedenle de kendimizi ve toplumumuzu rayına koymaktan başka ne şansımız ne de başka bir ihtimalimiz görünmüyor. Ama nasıl? Nereden başlamalıyız? Toplumsallaşarak insanlaştığımız tartışmasız bir kabuldür. “Neden toplumsallaştık?” sorusu yersizdir. İnsan biyolojisinin zayıflığı ve bu zayıflığı gideren akıl ve duygular toplumsallık dediğimiz varlığa yol açtı tespiti de, kabul gören bir diğer gerçekliktir. Yani toplumumuz aklımızın ve duygularımızın gelişimine, akıl ve duygularımızda toplumsallığımızın büyümesine yol açmıştır. Toplum ve onu mümkün kılan akıl ve duygularımız insan olmamızın temelidirler.

Akıl ve duygular, hem yaratarak geliştiren hem de varlığımızı tehlikelere doğru sürükleyebilecek sadece insana ait iki özellik gibi durmaktalar. Sadece insana ait derken oluşum ve çalışma tarzlarındaki özgünlüklerini kast ediyoruz. Tüm canlılarda kendilerine has bir akıl ve birçok canlıda da duygu diyebileceğimiz refleksler vardır. İnsan bu iki özelliği sayesinde var olduğu için insandaki akıl ve duyguları diğer canlılarla aynılaştırmak doğru olmaz.

Toplumun gelişim tarihi içinde akıl ve duygular sayesinde koca bir kültür dünyası yaratılmıştır. Bu aklın toplumla aktifleştiğinin en çarpıcı sonucudur. Demek ki sorun akıllı ve duygulu olmakta değildir. Sorun akıl ve duyguların nasıl çalıştırıldığı ve aralarındaki ilişki biçiminde gizlidir.

İlk aklımız duygusal akıldır. “Duygusal zekânın en önemli özelliği yaşamla bağlantısıdır. Yaşamı korumak temel işlevidir. Yaşamı koruma konusunda çok gelişmiştir. Bu yönü asla küçümsenmemelidir. Sıfır hatayla çalışır. Bunu anında cevap verme anlamında belirtiyorum. Bu zekâ türünden yoksunluk, yaşamı tehlikelere alabildiğine açık hale getirir. Yaşama saygı ve değer verme, duygusal zekânın gelişmişlik seviyesiyle bağlantılıdır. Doğa dengesini gözetir. Buna doğal yaşamı mümkün kılan zekâ da diyebiliriz. His dünyamızı tamamıyla bu zekâ türüne borçluyuz.” İnsan akılının gelişmesinde ikinci evre ise analitik akıl aşamasıdır. Yukarıdaki alıntıyla bağlantılı olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Kapitalist Uygarlık adlı kitabında dil devriminin başarılmasıyla beraber gelişmeye başlayan analitik akıl hakkında şu belirlemelerde bulunuyor: “Kelimelerin zihne yerleştirilmesi nesneler ve olaylar olmadan da haklarında düşünmeyi mümkün kılar. Kurgusal veya teorik zekânın başlangıcındayız. Bu muazzam bir gelişmedir…Faydası kadar çok tehlikeli, zararlı durumlara da yol açabilecek bir zekâ türüyle karşı karşıyayız. Duygulardan kopuk çalışması temel özelliğidir. Kurgusal veya “analitik düşünce”ye yol açan zekâ olarak da tanımlanabilir. Analitik zekâ veya aklın en önemli avantajı, gerektiğinde, kendini fazla yormadan tüm evren hakkında düşünmesidir; sınırsız hayal kurma yeteneğidir. Analitik zekâ müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak ve komplo kurma yeteneği gelişir. Doğayı taklit ederek her tür icadı geliştirebilir. Planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine ulaşabilme yeteneği kazanması, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına neden olur.”

Aklın analitikliği hızlı düşünmeye ve yaratmaya olanak tanıdığı gibi soyutlama ve taklit yapma özelliği gibi karakterinden ötürü yaşamda sorunlara da yol açabilmektedir. Bu aklın beş bin yıldır süren sınıflı uygarlık döneminden bu yana yol açtıklarına bakarak artık “sorunlara hem de varoluşumuzu tehdit edecek düzeyde tahribatlara yol açmıştır” diyebiliriz. Analitik düşünce insan yaşamının yararı için duygusal akıl kadar “akıllı” değildir. Her olgu gibi insan da varlığını sürdürmek ister. Hatta bunu var oluşun temel yasası olarak da kabul ediyoruz. İnsanın varlığını sürdürmesi özgürce yaşaması demektir. Yaşamın özgürce olması için başta insan yaşamına tehlike oluşturan sorunların olmamasını şart koşar. İnsan yaşamını duygusal aklı sayesinde kazanarak, doğadaki varlığını kesinleştirmiştir. Süreçle yaşamını tehlikeye sokabilecek toplumsal sorunlara yol açacak etmenlerin doğadan değil, analitik düşünce yönteminden kaynaklandığını fark ederek buna karşı tedbir almıştır. Bu tedbir toplumun ahlak yasasıdır.

Doğa olayları toplumsal sorun sayılamazlar. “Kuraklık oldu, ürün alamadık, açlık yaşandı ve insanlar öldü” denilemez. İnsan olmak kuraklığa sebep olmamak, doğal kuraklık yaşandığında da bunun olumsuz sonuçlarına karşı dünyanın başka bir yerinde tedbir almaktır. Dolayısıyla kuraklık değil, kuraklığa yol açmak ya da kuraklık karşısında çaresiz kalmak toplumsal sorundur. Çünkü duygular ve akıl böylesi dış etmenlerin yaşamı sonlandırmaması için gelişmiş özelliklerdir. İnsanlık varlığını kesinleştirdikten sonra varlığının bir daha tehlikeler hele hele bizzat insanların kendisinden kaynaklı tehlikelerle karşılaşmaması gerekir. Duygu ve akıl birlikteliğini düşündüğümüzde kimi istisnaları hariç gelişim seyrinin böyle olmasını beklemek insan olmanın bir gereğidir. Ancak son beş bin yıllık gelişme bunun tam tersi yönde olmuştur. Bunun da temel sebebi uygarlığın dayandığı analitik akıl sahiplerinin toplumsal ahlak yasasını işlevsizleştirmesidir. Bu tüm sorunların kaynağıdır.

 

Sorumluluk Özgürlüğün Olmazsa Olmazıdır

Toplumsal yaşamda ortaya çıkan sorunların kaynağını analitik düşüncenin gelişmesine bağlamamız, akıl-düşünce karşıtlığı yaptığımız şeklinde anlaşılmamalıdır. Belirtmek istediğimiz bu düşünce tarzının toplumsal yaşama ters bir şekilde işleme ihtimalinin fazla olduğu, toplumsal tecrübenin bunu başından itibaren fark ettiği ve tedbir olarak da ahlakı devreye koyduğudur. Dolayısıyla analitik düşüncenin gelişmiş olması değil, onun olası sapmalarına karşı düzeltici güç olarak devreye konulmuş ahlakın sınırlandırılması ya da ahlak adına ahlaksızlığın topluma dayatılmasının sorunların temeli olduğunun altını çizmek istiyoruz. Analitik düşünceyi toplumsal gelişmenin hizmetine koyan ahlâk yasalarını daraltıp işlevsizleştirmenin tüm sorunlara temel oluşturduğunu hatırlatmak istiyoruz. Dolayısıyla toplumsal ahlak değiştirildiğinde ya da zayıflatıldığında “akıl başa bela olur.”

“Neye toplumsal ahlak diyeceğiz” ya da “iyi olan ahlak hangisidir” gibi gerçekten de karmaşık birçok soru da sorulabilir. Bu konuda özellikle günümüzde büyük bir karmaşanın yaşandığını biliyoruz. Sorun toplumun ahlak yasalarının ne olduğu ve nasıl olması gerektiğinin karmaşıklığından değil, insanın kendi varoluşu hakkında yaşadığı cahillikten kaynaklanıyor. Toplum ahlak ile analitik düşüncenin “sapkın özelliklerini” kontrol etmek istemiş ve bu isteminde her zaman ısrar etmiştir. Ancak sınıflı uygarlıkla beraber analitik düşüncenin “sapkın özellikleri” ahlakı kontrolüne almış, toplumdan uzaklaştırıp göğe yerleştirmiş, istediği sıfat ve adlar takarak egemenlerin aklıyla konuşturduğu tanrıların yasaları haline getirmiştir. Bu belirlemeler ışığında yukarı da sorduğumuz temel sorumuzun yanıtına da kovuşmuş olduk.

Yani toplumda ahlak yasası değişirse yaşam değişir. Zihniyet, dolayısıyla insan değişir. Bu anlamda tüm toplumsal sorunları ahlak yasasını temel alarak incelemekle en doğru sonuçlara ve çözümlere varabiliriz. Ahlak toplumun değişmezi, hep var olacak olan temel birimidir. Ahlak yaşamın devamı karşısında sorumluluk bilincidir. Sorumluluk özgürlüğün olmazsa olmazıdır. Bu anlamda yaşamı var eden ahlak yasaları, özgürlük yasalarıdır da. Ahlak-özgürlük-sorumluluk konusunda söylenmiş sözleri analitik aklın saptıran yorumlarından temizlediğimizde her şeyin en azından daha iyi olacağı bir mecrada akacağı kesindir.

Tarihi belgeler, devletçi uygarlığın başından bu yana ahlak ile analitik düşüncenin yol açtığı sapmaları arasında hep bir gerginlik ve çatışmanın yaşandığını kanıtlar niteliktedir. Bu minvaldeki ilk çatışma egemen erkek aklının yaratımı mitolojilerle oluşturulan, iktidar-sınıf-şehir üçlüsünün, toplumu kuşatmaya almasıyla başlamıştır. Analitik aklın ilk sistemli ürünü mitolojiler, evvelindeki komünal yaşama alternatif bir kurguyla insanı ve yaşamı yeniden tanımlamıştır. Neredeyse tüm mitolojilerde bir kozmogoni öyküsü vardır. Toplum için olmazsa olmaz olan beslenme, savunma ve üreme ihtiyaçlarının nasıl giderileceğine kendince çareler üretmiştir. Neticede mitoloji yazan analitik aklın toplumu ve yaşamı vardırdığı nokta köleci devlet ve imparatorluklar olduğunu biliyoruz. Köleleştirme insanın toplumsallığını bitirmek ve insan olmaktan uzaklaştırmaktır. Tanrı krallar çağını, büyük imparatorlukların yönetici sınıfları karşısındaki diğer kesimleri düşündüğümüzde, toplumun ekseriyetinin bunlar karşısında köle olmazsa bile dilenen ve güdülen “sürü” konumunda olduğunu biliyoruz. Köleleşmeyi kutsayarak insan ruhuna kadar işleyen bir “yaşam aklından” bahsediyoruz. Karşımızda bu yaşam halini en iyi, anlamlı, doğru ve hatta tanrılardan gelen emir olarak mutlak gören bir akıl olduğu tartışmasızdır. İlk defa insanın analitik aklın esiri ve kölesi yapıldığına tanık oluyoruz. Özgürlük ahlakını ve toplumun doğayla uyumlu doğal seyrini ele geçirip bozmadan tüm bunlar gerçekleşebilir mi?

Bu aşamadan sonra özgürlük ahlakı, her türlü köleleştirici uygulamaya karşı bilinç uyandıran duygu ve direnişe geçiren irade olmaktadır. Bilimsel olarak yeterli olmasa da incelenen toplum-akıl-duygular ilişkisinin birbirini besleyen bileşik kaplar misali çalıştığını biliyoruz. Yaşama gönül gözünden bakabilenlerin rahatlıkla görüp anlayacakları gibi insanın kendi eliyle yaptıklarının iyi-doğru-güzel ve özgür olup olmadığını bildirenin ahlak terazisi olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla toplumsal sorunların kaynağını ve bu sorunları çözme iddiası taşıyan arayışları ahlak yasasıyla ele almak özgürlük ahlakı gereği olmaktadır. Bu bağlamda Öcalan’ın “Toplum ahlaki ve politik bir yapıdır.” tespitinin mana derinliği daha iyi anlaşılmaktadır.

 

Ahlak Analitik Akıl Karşısında Daha Galebe Gelemedi

İyi-kötü mücadelesine, ahlaklı zihniyet ve analitik akıl sapkınlıkları arasındaki mücadele de diyebiliriz. Bu mücadelenin köleci uygarlıktan beri teorikleştirildiği, binlerce yıl önce yazıya ve sanat eserlerine işlendiği de belgelidir. Mitolojilerde tanrıçalara karşı tanrıların saldırıları, Zerdüşti kaynaklarda aydınlık-karanlık güçler arasındaki mücadele, İbrahim’i dinlerde de yer yer belirsiz ifade edilmiş de olsa iyi-kötü ayrımlarının yapılmış olması, toplumsal tarih içinde düşürülen insanlığın daraltılıp etkisizleştirilen ahlak olduğunu yeterince göstermektedir.  Zulmat, zulüm, zalimin karanlık demek olduğunu, bunun kötü tarafı yani ahlaksızlığı, aydınlığınsa iyi olması hesabiyle özgürlük ahlakı tarafını temsil ettiği kesindir. Kötülüğe karşı savaşan iyilerin direniş çağırılalı birer ahlaki söylem, yaptıklarıysa ahlaklı yaşam kanunu olmaya en yakın gerçekler olduklarını da bu mitik ve dini belgelerden çıkarabiliyoruz.

Ahlakın köleciliği neden tümüyle engelleyemediği böyle bir düşüşü yenemediği kuşkusuz ki büyük bir soru ve sorundur. Üzerinde en çok kafa yorulması gereken konuların başında ahlak yasasının neden analitik aklın köleleştiren vicdansızlığına galebe gelmediğidir. Özcesi bu temel konularda sosyoloji ve onun etik kolunun derinlemesine tartışma yapmasına ihtiyaç vardır.

Toplumu eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri üzerinden düzenleyen ahlak, sınıflı uygarlığın başından bu yana analitik akıl karşısında galebe gelmedi henüz. Ancak yenildiğini de söylemeyiz. Zaten ahlakiliğin yenilmesi demek insan olmaktan çıkmak demektir. Bu gerçekleşmeyeceğine göre, yapılması gereken şey ahlakı yaşamımızın temel düzenleyicisi olarak tekrardan devreye koymak olmalıdır. Madem toplumsal gerçeklik ahlaksız ve politikasız yani iyilik ve iş yapmadan yaşayamaz bir olgudur o zaman temel işimiz iyi olanı yapmak olmalıdır. Bunun için de günümüzde iyinin zaferi için tüm yaptıkları kötü olanların, söz ve pratiklerine karşı tavır almakla işe koyulmalıdır. Bu günümüzde olması gereken ahlakiliğin amentüsü gibi durmaktadır.

Analitik aklın ahlakı kuşatmaya alarak vardığı düzey, üzerinde yaşadığımız gezegenin yaşanamaz bir noktaya sürüklenmiş olmasıdır. Ahlaki denetime açık olmayan, bunu kabul etmeyen analitik akıl sahipleri, baskı sistemlerini egemen kılmak, sapmalarını doğru göstermek için ahlakı kullanarak toplumu aldatmayı kural haline getirmişlerdir. Bunun için çok büyük yalanlar; mitolojiler, felsefi bakış açıları, dinler ve bilimsellik adı altında muazzam bir külliyat oluşturularak bir gösteri havasında topluma sunulmaktadır. Ahlaki ve politik toplum için öncelikle bu yalanlara karşı yeni bakış açılarına ve teoriye ihtiyaç olduğu kesindir. Bu zihniyet devrimi yapma iddiasındaki dar bir gurubun varlığını gerektiren başlangıçlara ve zihniyet devrimi ile sonuçlanmaya muhtaç bir çalışmadır.

Yaşamda hemen her şeyin kendi tersine dönmüş olması toplumun ahlak yasasının bozulmasıyla direkt bağlantılı bir sonuçtur. İlk sapma kabul ettiğimiz egemen erkeğin analitik aklının ürünü mitolojiler bu işi masal gibi ele almıştır. İnsana “sen çamurdan yaratıldın” diyerek içine düşürdükleri ahlaksızlığı ilahi bir emir diye sunmuştur. İnsanca bir yaşamdan uzaklaştırıp tüm imkanları tanrılar adına elinden aldıkları insana, tek tanrılı dinlerden bildiğimiz Adem ve Havva öyküsüyle “insanca yaşamdan uzak bu durumundan sen sorumlusun” diyerek rıza göstermesi istenmiştir. İkna olmayanlara ise cehennemi bu dünyada yaşatmışlar. Dikkat edilirse hemen her söz yaşama biçim veren analitik aklın “olması gereken oluyor” manasında ve bir ahlak olarak kabulünü isteyen bir ikna dilliyle sunuluyor. Burada düşürenlerin ahlak problemine yol açtıkları çok açıktır. Köleciliğin nasıl bir yaşam ve kültüre yol açtığını hem bu minvaldeki yığınca söz ve eylemden hem de buna karşı direnen büyük arayış sahiplerinin başkaldırılarından biliyoruz.

Ahlaki yasayı bozanların, insanlığın düşüşünü “köle canlı bir makinedir”e kadar vardırdıklarını tarih kayıt altına almıştır. Bu bitişe karşı tek tanrılı dinlerin ahlak yüklü söylemlerle çare ve umut olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Toplumsal sorunun ahlaki çöküntüden kaynaklandığına en iyi kanıt köleciliğe karşı çıkış iddiasındaki dinlerin kullandığı dil ve yöntemde tespit edebiliyoruz. Dinlerin binlerce yıldır etkili olmasındaki neden buradan kaynaklanmaktadır. Bu geleneğin atası kabul edilen Hz. İbrahim’in zalim tanrı krallara karşı “İnsan tanrı olamaz, tanrı bu kadar zalim olamaz, tanrı adildir” manasına gelecek temel ilkeler üzerinden isyan ettiği bilinmektedir. Bu isyanda; tanrı-kralların toplumun ezici çoğunluğu için yaşamı çekilemez dayanılamaz hale soktuğu ve bunlar yerine “daha iyi” olabilecek “yeni birileri”nin gelmesi gerektiği çağrısı çok açıktır. Burada bizi ilgilendiren “yeni birilerinin” var olanlardan “daha iyi” olma talebinin dile gelmiş olmasıdır. Çünkü bu ahlaki bir duruş ve talebi ifade etmektedir.

Bu tarzdaki umut arayışı, İbrahim peygamberden yüzlerce yıl sonra Yahudilik olarak kendi ahlak kurallarını geliştirerek köleci krallıklardan farklı bir yaşam kültürüne yol açmaya çalışmıştır. Yahudiliğin öyküsünde bu dinin temel yasalarının tanrı krallara karşı mücadele süreçlerinde örüldüğünü, dağılmanın da temel ahlak yasası olarak belirlediklerine ters düşme dönemlerinde yaşandığını Tevrat bildiriyor. Dinin bu dünyayı düzenlemesi, kötü yönetici yerine daha iyi olabileceğine inandığı yeni bir yönetici talebine dayanır. Bu aynı zamanda kurtuluş fikrinin temelidir. Ancak toplum-akıl-duygu ilişkisi ile olaya baktığımızda, binlerce yıl boyunca köle sisteminde yaşamış, onun zihniyet kalıpları ile şekillenmiş bir arayışın ne kadar alternatif yaratabileceği, yaratsa bile toplumu kurtuluşa götürecek sayıda “iyi yöneticilerin” çıkma ihtimalinin ne kadar olabileceği de önemli bir sorundur. Köklü bir zihniyet ve vicdan devrimi yapmadan bunun pek mümkün olamayacağını çok sayıdaki zalim, köle sahibi kral, halife, Ortaçağ kilise yönetimi ve Yahudiliğin gelişim tarihinden biliyoruz. İbrahimi geleneğin temel handikabı budur.

Belirttiğimiz handikabından ötürü Yahudilik analitik aklın yol açtığı büyük toplumsal sorun olan köleci düzene çare olamazdı. Toplumsal sorunları köklü çözecek ahlak yasasının işlemesi için sadece seslendi ve kimi hatırlatmalarda bulundu. On emri bu mantıkla okumak daha toplumsal ve tarihsel olmaktadır. İncil’den ve Hz. İsa etrafında dille gelenlerden öğrendiklerimiz, Hz İsa’nın tam da bu noktalara atıf yaparak çıkış yapmak istediğini gösteriyor. Yozlaşmış kahinleri, Roma işbirlikçiliğini,  kutsal mabetleri kirletenleri, haksızlıkları, günahkarlıkları eleştirmiştir. Hristiyanlığın köleci Roma ve Sasani devletleri içinde taraftar bularak evrenselleşmesi, köle düzeninin sembolü olan putları kırarak çıkış yapan Yahudiliğin yaşadığı sorunların köle devletlerindeki sorunların aynısı olduğunu gösterir. Ancak bu geleneğin temel handikabı olan “kötü yöneten yerine iyi yöneten” birilerini getirme ilkesi İsevilikte de devredir. “Gökteki krallığın temsili olma, insanlara çoban olma” ilkesi mantığı handikabın İsevilikteki zuhurudur. Aranan “çobana” taraftarlar çoğalınca Roma kralları bu “çoban biziz” demeye getiren kurnazlıkla bu dini kabullendiler ve önemli bir sorun çözülmüş oldu. Ahlaki çöküntüden en çok çekenlere seslenerek büyüyen Hristiyanlık, Roma dini olduktan sonra toplanan İncil konsüllerinin yeni kurallar koymasıyla devlet yönetimine ortak oldu. Böylece yoksullara vaat ettiklerine ruhban sınıfıyla karşıt bir güç olup yeni bir ahlaki soruna yol açtı. “Karanlık Ortaçağ” ismi tek başına bu gelişmeyi yeterince anlatmaktadır.

Kendi zamanı ve mekanı içinde dini gelenekle yeniden umut olmaya çalışan üçüncü ses İslam’dır. İslam’ın da hedefinde Mekke yönetici sınıfı olan Kureyş kabilesinin tüccarları vardır. Tüm kötülükleri Kureyş elitlerinin yaptıklarıyla tanımlayan İslam, bu yönetici elidi yaşanan ahlaksızlığın müsebbibi olarak görür. İslam’ın selefi diğer iki gelenekten farkı, söylediklerini kısa bir süre içinde yaşamsallaştırabilecek imkanları yakalamış olmasıdır. Yahudilik ve Hristiyanlık uzun bir süre zihniyet çalışması yapmışlardır. Oluşumları ve yasaları karşıtları ile ilişki, çelişki içinde şekillenmiştir. Ancak İslam’da tam böyle olmamıştır. Hz. Muhammed’in kısa sayılabilecek peygamberlik ömrü, köklü bir zihniyet değişimi yapmasını engellemiştir. Bunun en çarpıcı göstergesi vefatından hemen sonra ikisi hariç “inandık” diyen tüm kabilelerin dinden dönmesidir. Bu İslam’ın kendi zamanı ve mekanı içinde dillendirdiği ahlak ile çözmek istediği toplumsal sorunları tam çözemediğini gösterir. Çünkü “ahlak, iman edilendir” de.

Dini geleneğin temel dayanaklarından olan kötü yönetici yerine daha iyisini getirme ilkesi İslam’da çok özgün bir sonuca yol açmıştır. Gerçekten de yönetimi, toplumsal işleri “Hüküm Allahın’dır.” diyecek kadar üst bir noktaya çeken bir dinde, peygamberin kendisinden sonra kimin ve nasıl bir yönetimin olacağını net belirtmemesi üzerinde çok düşünülmesi gereken bir husustur.

Dinlerin ahlaki problemleri “kötü yönetici yerine iyi yönetici” yaklaşımıyla ele alıp çözme arayışı olduğuna en iyi ve somut veri İslam’da yaşananıdır. İslam’ın ilk ciddi sorunu peygamberin vefatından sonra yaşanan dinden dönmelerse, ikincisi ve halen devam eden sorunu ise Beni Sakife gölgeliğinde rivayete göre daha peygamberin cenazesi yerdeyken Mekkeliler (Muhacir) ile Medineliler (Ensar) arasında kimin işin (yönetimin) başına geçeceği tartışması ile başlayan meseledir. Böylece İslam; beklenti içinde olan yoksullara ve “gelen vahiyle umutlananlara ne verebilirim” den kimin “işin” başına geçeceği tartışmasına erkenden çekilmiş oldu. Hakim İslam anlayışı tümüyle bu tartışmalarda taraf olanların kendilerini “iyi yönetici biziz” iddialarını kanıtlamak için ileri sürdükleri fikre dayanmaktadır. Bunun için anlamı net ve yoruma kapalı muhkem ayetleri, yorumlanabilir müteşabih ayetlere göre değerlendirip genel ilkeler oluşturup topluma “Kurani ilkelerle uyumlu olan budur” diye empoze etmişlerdir. “İş” için aynı kaynaklar bir biriyle zıt hadisler ileri sürüp peygamber adını kullanarak yalan söylenmiştir. İslam’ın peygamber kişiliğini “sen güzel bir ahlak üzerinesin” diyerek ahlak ölçüsünü koymasına rağmen iktidar-yönetici olanların çok kısa bir süre içinde bu ahlaka tümüyle ters yaşamaya ve yönetmeye başladıklarını biliyoruz. Bu müdahalenin dinselleştirildiği dönemin başlangıcı olan Muaviye sultanlığı yalan hadislerle ve “müteşabihatın muhakemata arz edilmesi” ilkesini tersine çevirerek kurulmuştur. Böylece İslam, kötü yönetici olarak ilan ettiği ve tüm ahlaksızlığın kaynağı olarak gösterdiği sınıfın eline hem de İslam adına geçmiş oldu. Daha başından beri İslam içi tartışmalar zihniyet yaratmak için değil, dinin kimler için “iyi yöneticidir” dediği minvalinde gelişmiştir. “İyi kimdir?” çatışması diyebileceğimiz bu tartışma ve mücadelede kazananların dinin “ahlaksızlar, tüm kötülüklerin kaynağı” dedikleri olduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır? Bu uygulamalar Abbasiler döneminde de derinleştirilerek sürdürülmüştür. İktidar İslam’ının kendi “iyi yönetici”lerini yarattığı bu iki dönemden sonra İslam adına iktidar olan Türk egemenlerse sanki İslam’da her şey yolunda gitmiş, dinin temel kaidelerinde hiçbir oynama olmamış gibi davranmıştır. Dolayısıyla Türk iktidar ve yöneticilerin elinde saptırılmış İslam tüm ahlaksızlıklara kolayca örtü yapılıp her türlü kötülüğün meşruiyetini sağlayan iktidar ideolojisi temelinde çok rahat kullanılmıştır, kullanılmaktadır.

Bu tarihsel gelişmeler İslam adına hareket edenlerin hem özgürlük ahlakıyla hem de kendi mantığı içinde topluma umut diye sunulan dini gerçeklerle en çok kendilerinin çelişmesi biçimde sonuçlanmıştır. Dolayısıyla dinler içinde özgürlük ahlakıyla ve kutsal kitabıyla en çelişik ve ters düşmüş din hakim İslam’dır. Burada Kurani ilkeler içinde belirtilmiş ve özgürlük ahlakı içinde ele alabileceğimiz çağrının sesiyle iman eden müminleri tenzih ediyoruz. Diğer iki din, karşıtlarıyla mücadele ede ede değişerek ve değiştirerek kurumsallaşmıştır. İslam’da ise karşıtlar otuz yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde işi yani iktidarı-yönetimi ele geçirip iman edenleri bastırmış, İslam’ı kendi yaşamlarıyla uyumlu biçime sokmuştur. Bu çok derin incelenmesi gereken bir konudur. Yeni bir içtihat gerektirir. Hiçbir din İslam kadar İslam adına kendisine karşı kullanılmamıştır. İslam içi tüm arayışların ve mücadelenin kimin iktidar olacağı üzerine kurulduğunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. Halifelerin öldürülmesi, Sıffın, Cemel ve Kerbela savaşları, peygamber ailesinden çok sayıda insanın öldürülmesi, Emevilerin Abbasileri, Abbasilerin Emevileri toplu öldürmesi, “İrfan, Burhan ve Beyan” alanlarında geliştirilen ilimlerin Arapça’yı, Araplığı ve Arap egemenlerini yüceltmesi temeline dayandırılması anlatmak istediğimizin verileridir. İslami ilimler denilen ilimlerin yaşanan iktidar kavgalarında taraflardan birini haklı göstermesi amacı gütmesi bu mücadelenin ne kadar keskin ve derin yapıldığını gösterir.

Dinlerin yol açtığı ahlaki sorunları Hristiyanlık şahsında ele alan pozitivizm, çözümü ahlakı gereksiz ve geri görmede buldu. Böylece bu ideoloji ile iktidar süren kapitalist ulus-devlet yöneticileri toplumda ahlak yapan, koruyan ve gerekliliğini hatırlatan maddi-manevi ne varsa saldırıp dağıtıyor, ahlaktan doğan boşluğu hukuku ile doldurmaya çalışıyor. Bu sistem ahlaktan vebadan kaçar gibi kaçıyor. Yol açtığı sonuçlar sadece insan toplumu değil üzerinde yaşadığımız dünyanın da felakete sürüklenmesi oldu.  Bunun için özgürlük ahlakı ile ilişki ve çelişkilerinde bu dönemi dinler gibi ele alamayız. Dini yönetimler ahlakı bildikleri için kendine uyarlayıp kullanır, kapitalist iktidar ve yönetimi ise ahlakı yok etme ilkesi ile işler. Bu anlamda kapitalist sistem mutlak ahlaksızlığı isteyen bir sistemdir. Sonuç olarak dini mantık ve söylem ile iş yapanlar topluma karşı ahlakı bir silah olarak en iyi kullananlardır. Çünkü din “bozulmuş ahlakı düzelten iyi benim” tümcesiyle belirtebileceğimiz bir ideolojidir.

Ahlaki politik toplumun ahlakı özgürlük ahlakıdır. Özgürlük ahlakı hem ahlakı sınıf çıkarları için kullananlara hem de ahlak bilmezlere karşı durma ahlakıdır. Bu ahlak ayrıca değerlendirilmesi gereken geniş bir konudur.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.