Düşünce ve Kuram Dergisi

Ötekileştirmenin İdeolojisi Olarak “Oryantalizm”

Halil Dağ

“Oryantalizm” Avrupa modernitesinin Doğu ve Ortadoğu için geliştirdiği ideolojik hegemonyanın bilimsel ifadesidir. Çok etkili bir düşünce hegemonyası olarak işlevini yürütmektedir. Modernitenin küreselleşmesi ideolojik küreselleşme ile iç içedir. Belki de ideolojik hegemonya daha önceliklidir. “Zihinlerin fethi kadar etkili başka bir fetih yoktur.”[1]

Toplumsal yaşam, demokratik modernite, ulus devlet, Ortadoğu gibi pek çok olgu ve kavramla ilgili tartışmalar yürüten, sistem analizinde özenle durulması gereken konulardan birini de oryantalizm oluşturmaktadır. Avrupa modernitesinin son iki yüz yıllık tarihinin en azından kendisi dışındakileri ele alma ve yorumlama biçimine damgasını vuran oryantalizmin her açıdan kapsamlı çözümlemelere tabi tutulması gerekmektedir. Çünkü söz konusu bakış batının doğuyu algılama biçiminin ötesinde bir muhtevaya sahiptir.

Oryantalizm, özü itibarıyla bilginin ve gerçeğin içinde geliştiği toplumlara özgü olmadığı ve “öteki” hakkındaki bilginin kendi kavram ve algılarıyla edinilebileceği ve hatta belirlenebileceği gibi bir anlayış üzerinden hareket etmiştir. 18. yüzyıla gelene değin uğraş alanı olarak kadından farklı bir “öteki” yaratmak ve öteki kültürleri öğrenmek perspektifi ile hareket ederken, 18. yy’ın sonlarına doğru Batı’nın “öteki” olarak gördüğüne karşı kendini “uygarlaştırıcı” bir misyonla konumlandırıp üstünlüğünü vurgulamak, bu üstünlüğün dünyanın geri kalan bölgelerine yayılmasının gerekli olduğu konusunda ikna edici olmak için, Doğu’nun farklılıklarını ortaya dökmenin ve Doğu’nun zenginliklerini ele geçirmenin ideolojisi haline geldi.

İlk oryantalist araştırma kuruluşlarının oluşumu ve çalışmaları bu dönemlere denk düşmektedir. 1784’lerde ilkin oryantalist klüp olarak “İngiliz Kraliyet Asya Araştırmacıları” tarihi sahnesine çıkmıştır. Ardından İngilizlerin dünyaya hükmetme mücadelesinde, en önemli rakibi olan Fransa’nın da hemen hemen aynı dönemlerde Doğu-Yakındoğu’yu incelemeye girişmesi durumu söz konusu olmuştur. Özellikle Napolyon’un İskenderiye’ye çıkışında yanında bulunan bilim insanı gurubuyla “Doğu Araştırma Çalışmaları” Mısır’da geliştirilir ve 19. yy’a gelindiğinde Oryantalist kurumlaşma büyük ölçüde tamamlanmış olur.

Oryantalizm kavramı akademik düzlemde her ne kadar Edward Said’in “Oryantalizm” adlı eserinden önce kullanılmış olsa da, onun “Oryantalizm” adlı eseri ile kavramsal açıdan geniş kapsamlı tartışmaların merkezine oturmuştur. Eleştiriye muhatap olabilecek yönleri olmakla birlikte, söz konusu eserin Oryantalizm tartışmalarında bir dönüm noktası olduğunu teslim etmek gerekiyor.

Edward Said‘e göre Oryantalizm; “Sistemli bir disiplin, yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünü”[2] olarak karşımıza çıkar. Ancak bu “sistemli disiplin” Avrupa’nın üstünlüğünü öne çıkararak Doğu ile kurulabilecek bir ilişkiyi içerir. Yani Oryantalizmin temelinde kaçınılmaz olarak Batı’nın lehine bir egemenlik ve üstünlük kurma söz konusudur. Doğu ile ilgili üretilen kavramlar, kimliklendirmeler de bu bakış açısının bir ürünüdür ve Doğu’yu ötekileştirmek, kendini onun ötekiliği üzerinden anlamlandırmaya çalışır.

Buradan hareketle Edward Said, Oryantalizmi üç biçimde ele alır. İlk biçimin esas olarak Oryantalizmin 18. yy’da gelişen bir akademik disiplin olduğunu vurgular. Buna göre, Oryantalizm daha çok tarih, filoloji, antropoloji alanlarında kurumsallaşmıştır. Bu kategorideki Oryantalistler, Batı’nın diğer kültürlere üstünlüğünü vurgulamak için bilinçli olarak Doğu ile Batı arasındaki farkları irdeler ve buradan tezler üretirler. İkinci biçim E. Said’in Oryantalizmi bir düşünce sistemi olarak nitelendirmesiyle ifadeye edilir. Bu kategoriye sadece Oryantalist akademisyenler değil, bu anlayıştan etkilenmiş her türlü yazar ve düşünür girer. Düşünce ve edebiyat alanının geniş bir yelpazesinde bu eğilimin varlığına göndermede bulunur. Bu eğilimin karakteristik özelliği ise, hepsinin Batı-Doğu arasında öze ve karaktere ilişkin bir fark olduğu ön kabulünden hareket etmesi olduğunu vurgular. Avrupalı pek çok edebiyatçı ve düşünür (Marks, Victor Hugo, Dante vb.) bu kapsamda yer alırlar. E. Said, bu kategoridekileri “gizli Oryantalistler” olarak tanımlar. Üçüncü biçimi ise, Oryantalizmin doğu ile bir ilgilenme, içli dışlı olması ile ele alır ve bunu “Modern Oryantalizm” olarak nitelendirir. Buna göre modern Oryantalizm 18. yy’ın sonlarında, özellikle Napolyon’un Mısır Seferi sonrası başlamıştır ve Modern Oryantalizm denilen süreç, bir hükmetme, yeniden yapılandırma “Doğuyu ve doğuluları pratik ve kurumlarla temsil etme”[3] biçimidir. Dolayısıyla bu süreç, Doğu’yu öğrenme, gözlemleme, onunla ilgili yazma, düşünme, öğretme üzerinde yoğunlaşan bir süreçtir ve oraya (doğuya) yerleşme ve sömürgeleştirmeyi hedefler. E. Said bu üçüncü biçimi süreklilik arz eden Oryantalizm olarak da tanımlar aynı zamanda ve her üç biçiminde bir biriyle ilişkili oluğunu ifade eder.

Genel olarak bakıldığında şu ortaya çıkıyor: Oryantalizm bir zihniyet biçimidir ve düşünsel anlamda Avrupa modernitesinin kaynaklarından beslenen ve kedisini ötekileştirdiği toplumlar karşısında, kendi üstünlüğüne-gizli ya da açık-vurgu yaparak konumlanmasıyla ilgilidir ve son tahlilde oryantalizm, sömürgeciliğin adına “uygarlık aktarımı” denilerek meşrulaştırmasının ideolojik altyapısıdır.

Oryantalizmin gelişme evrelerini ve aldığı biçimlerini pek çok boyutuyla irdelemek mümkündür. Ancak konunun çok geniş bir bağlamda yer alması ve kapsamı sınırlı bir yazıya sığdırılmasını zorlayıcı kılmaktadır. Bu yüzden daha çok güncel açıdan tartışılan Kapitalist modernite ve onun ideolojik hegemonyası bağlamında bazı temel yönlerini ele almak daha yararlı olabilir.

Konuyu bu şekilde ele aldığımızda şu soru çıkış noktası olabilir: Oryantalizm, sadece Batı’nın Doğu’ya ilişkin oluşturdu bir düşünce biçimidir yoksa onu da aşan bir içeriğe mi sahiptir?

Oryantalizmi sadece bir bilimsel disiplin olarak ele almak hiç şüphesiz dar bir tanımlama olacaktır. Böylesi bir yaklaşımın olguyu temellerinden, yani onu var eden, ortaya çıkaran sebeplerden kopuk olarak ele almak anlamına gelir ki, bu da Oryantalizmin de bir parçası oluğu sistemsel ve ideolojik hegemonyayı ve onun sonuçlarını gözden kaçırmaya yol açar. “Oryantalizmi dar anlamda Avrupalı düşünürlerin Ortadoğu uygarlıklarına ve toplumlarına ilişkin düşünceleri anlamında değerlendirmek gerekir. Toplumsal doğalarına ilişkin bilimsel düşünceyi geliştirmek, kendi aydınlanmalarını sağlamak yerine, modernitenin ideolojik hegemonyasına bağlanmak, bilim yapılanmalarını esas almak geniş anlamda Oryantalizmdir.”[4]

Moderniteyi ve onun üçlü sacayağı olan endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus devleti ele alırken, her üç olgunun da modernitenin ideolojik olarak küreselleşmesiyle paralel geliştiği ve kurumlaştığı açıktır. Kapitalizmin ve ulus devletin yayılmasının biricik yolu, öncelikle ideolojik hegemonyanın geliştirilmesiyle olmuştur. Bilimsel olanın mutlak hâkimiyetine katıksız inancı öne çıkaran pozitivizm, doğal olarak toplumsal alanda da bilimsel olduğunu iddia ettiği kurgularını diğerlerine üstünlüğü tezi üzerinden hareket etti. Bu anlamıyla pozitivist bilimciliğin bu “üstünlüğünün” en bariz sonuçlarından biri, Batılı modern toplumların kendileri kadar modernleşmemiş saydıkları Batı dışı toplumların ötekileştirmesi; geride kalmış olması gereken bir ilkelliğin taşıyıcıları olarak sunmasıydı. Modernite, kendi bilimselliğini aydınlanmaya dayandırmaktaydı çünkü ve bu da benzer bir gelişmeyiilerlemeyi yaşamadığını düşündükleri toplumları geri, arkaik olarak görmeleriyle sonuçlanmıştı. Söz konusu toplumların içinde bulundukları “geri” durumdan kurtulabilmeleri için, Batı’nın değerlerini kabul etmeleri ya da bu değerlerin Batı uygarlığınca diğer yerlere taşırılması yoluyla benimsetmesini ön gören bir tutum ortaya çıktı. Bu kaynaktan beslenen en iddialı sosyal bilimcilerin modernite dışı kabul ettikleri toplumlar için öngördükleri şey, Batı dışı toplumların zaman içinde kaçınılmaz olarak kendilerinkine benzer bir biçimde düz-çizgisel bir tarihsel süreçten geçecekleri ve Batı’da ortaya çıkan akılcılığın da katkısıyla Batı’ya benzeyecekleriydi. Bu yaklaşım Marksizm’de yansımasını buldu. Batı uygarlığının dışında kalan ve geri olarak kabul edilenlerin, gelişerek ileri olana benzeyecekleri varsayımı, kapitalizmin, ulus devletin yayılmasının temeli haline geldi böylece.

Pozitivizmi içkin kılan modernist bakış ve pratik, bu perspektif üzerinden batının hükümranlığını ve ideolojik iktidarını pekiştirme rolünü oynadı. Bunun sonucunda da bu bakışın ideolojik tezahürlerinden biri olan Oryantalizm ortaya çıktı. Oryantalizm, Batı modernitesinin Doğu’yu kendi imgeleminde yeniden kurarak tanımlaması ve böylece doğu üzerindeki hegemonyasını perçinlemesinin söylemi olarak kolonyalizmin de “ikna edici” bir argümanı olarak kullanıldı. Her ne kadar oryantalizmin başlangıçta bir akademik disiplin olduğu kabul edilse de, modernist paradigmanın aydınlanmacı temellerinin üzerinde boy veren pozitivizmin üretimi olduğundan, baştan itibaren Batı’nın ideolojik hegemonya sürecinin önemli bir parçasıydı aslında.

 

Aydınlanma ve Oryantalizm

Bilindiği üzere aydınlanmanın tarihini yazanlar sahip oldukları hemen hemen her şeyi Doğulu kaynaklarını inkâr ederek bu karmaşık süreci daha çok Grek akılcılığından ve Roma cumhuriyetçiliğinden esinlenen Batı akılcılığının bir başarısı olarak gördüler. Zaferinin tarihsel birikimi olarak sunmuşlardır. Tarihsel gelişmeyi süre ve mekân gerçeğinden kopartarak geri plandaki tüm etkenleri neredeyse bir çırpıda hiçe sayarak tarihin sadece ve son beş yüz yıllık diliminde Avrupa’da ortaya çıkan gelişmelerle izah eden bir anlayışın sonuç olarak oryantalizme ve milliyetçiliğe dönüşmesi kaçınılmazdı.

Söz konusu aydınlanmacı bakış, insanlığın ilk kurduğu ve Doğu’da boy veren uygarlıklar hakkında oryantalizm yoluyla büyük bir manüplasyona başvurdu. Bu paradigma, gelişen endüstriyalizm ve hızla emperyalist kapitalizme yönelen yayılmacı sömürgecilik yoluyla insan ve dünya algılamasında kendisinin merkezinde olduğu yeni bir bakış açısı getirmeye çalıştı. İlerleme ve gelişmeye dayalı paradigmaydı bu. Eskiyi başlangıcı, zayıf, ilkel, aşılması gereken bir olgu olarak görüyor, moderniteyi ise yüceltiyordu. Oryantalizmin ortaya çıktığı dönemlere bakıldığında, bu fikriyatın giderek ırkçılığa dönüştüğünü görmek mümkündür. Gelişen antropoloji bilimi de Avrupalıların kökeniyle ilgili Avrupa merkezli tezler ileri sürüp, atalarının da Grekler olduğu sonucuna varmıştı. Böylelikle Doğu, Avrupa için artık kökensel, olarak tümüyle farklı bir kutup olmaya başladı.

Batı modernitesinin kendisini biricik olduğuna inandırması ve ilerleme fikri, temel olarak “güçlü-güçsüz”, “ben-öteki”, “biz-onlar” ikilemi üzerinden hareket etmelerine yol açtı. Güçlü ve ileri olma fikri, güçsüz ve geri olarak kabul edilene yönelik hegemonya arayışının meşru gerekçesi haline getirildi. Bu açıdan bakıldığında sosyal Darwinizmi oryantalizmin başlıca referanslarından biri olarak nitelendirmek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. “Doğu kanunu” veya “Türün yapısı değişmezdir” diye ifade edilen şey, bireyler, ırklar, farklı toplumlar, sınıflar içinde gerekli bir yasa olarak kabul edilmiştir. Bu da Batı’nın kendisini hem kültürel olarak hem de askeri-politik bir güç olarak “türün zayıf unsurlarına” karşı konumlandırılmasına ve nihayetinde “üstün ırk” gibi Hitler faşizminin doğuşuna kaynaklık etmesine yol açmıştır.

Sosyal Darwinizm ve Oryantalizm arasındaki ilişkiyi aydınlanmanın epistemolojisi üzerinden de okumak mümkündür. Aydınlanmanın temel fikirlerinden biri olan “ilerleme” düşüncesinin kökeni, Darwin’in pozitif bir bilim dalı olan biyoloji alanında ortaya attığı Evrim Teorisi oluşturmaktadır. Darwin’in canlı türlerinden öngördüğü ilerleme sonucunda oluşan evrim, aydınlanmanın tarih, toplum ve bireyin ilerleme süreçleriyle ilgili anlayışının altyapısını oluşturur. Tarihsel gelişmenin düzçizgisel ilerlemeye dayandığı, bu ilerleme sürecinde güçlü olanın, dominant olanın galip geleceği yünündeki bakış birazda bununla ilgilidir. Buna göre batı, “evrim zincirinin gelişmiş bir türü” doğu ise “gelişmemiş bir türü”dür!

 

Oryantalizmin Kültürel Boyutu

Edward Said “Oryantalizme gücünü ve kalıcılığını sağlayan, hegemonya ve yürürlükteki kültürel hegemonyanın sonucudur”[5] diye ifadelendirir bu süreci. Buradaki hegemonyayı dar anlamda siyasal bir süreç ve yapılanmanın izdüşümü olarak ele almamak gerekiyor. Oryantalizmi “geniş anlamda modernitenin ideolojik hegemonyasına bağlanmak, bilim yapılanmalarını esas almak” olarak kabul ettiğimizden, söz konusu hegemonyayı kültürel-ideolojik düzlemde ele almak gerekiyor. Oryantalizmin siyasal bir doktrine dönüşmesi bu sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır.

Kültürel hegemonyanın siyasal doktrine dönüşmesi, modernitenin üçlü sacayağından biri olan ulus devletle belirginlik kazanmıştır. Ulus devlet, aslında tam bu sürecin kurumsal karşılığıdır. Dolayısıyla “modernite aktarımı” denilen süreç, bir bakıma ulus devlet olgusunun ilerleme ve gelişmenin vazgeçilmez bir unsuru olarak Batı dışı toplumlara dayatılıp kurumsallaştırılması süreci oldu aynı zamanda. Bu süreç, modernist paradigmanın ideolojik hegemonyasının yayılmasıyla atbaşı giden bir süreçtir. Ulus devleti var eden normlar ve kurumlar yığını, Batı dışı toplumlar için bir gelişme yolu olarak empoze edilmiş ve yüzyıla damgasını vuran; aynı zamanda bu süreçten etkilenen pek çok devlet ve toplumun söz konusu modeli uygulamayı, ilerlemenin temel ölçüsü olarak benimsemeleriyle sonuçlanan bir tablo ortaya çıkarmıştır. Söz konusu kaynaktan beslenen bu yapılar birbirinin türevleri olduklarından, modernleşme sürecini Batı’nın ideolojik hegemonyasından edinilmiş kodlarla kendi toplumlarına da dayatmışlardır. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Türkiye’deki ulus devletleşme sürecidir. Geniş anlamda reel sosyalizmi ve bu gelenekten etkilenen tüm sol ve ulusal kurtuluş hareketlerini de aynı kapsamda değerlendirmek mümkündür. Hepsinde toplum üstten düzenlemelerle söz konusu projeye uydurulmaya çalışılmıştır.

Oryantalizmin yürürlükteki kültürel hegemonyasını pek çok başlık altında değerlendirmek mümkündür. Uzunca bir döneme karşılık gelen bu hegemonya neredeyse son iki asrın hatırı sayılır tüm düşünce ve sistem formülasyonlarına damgasını vurmuş ve tarih-toplum okumalarında büyük çarpıtmaları beraberinde getirmiştir. En büyük çarpıtmalardan biri tarih yorumunda ortaya çıkmıştır. Avrupa modernitesinin tekilliğine vurgu yapılması kapitalizmin sadece Avrupa’ya özgü olduğu tezi “protestan ahlakının” bir üstünlük temeli oluşturduğu yönündeki iddialar bunlardan birkaçıdır ve tüm bu iddialar Batı dışında kalan “ötekiler” üzerinde üstünlük kurma amaçlıdır.

Tam da bu noktada “Eurocentrisizm”[6] (Avrupa merkezcilik), anlayışı üzerinde de durmak gerekiyor. Avrupa’nın, dünyanın geri kalan bölgelerine karşı üstün olduğu ve ilerleme konusunda diğerlerinde bulunmayan Avrupalıların kendine özgü eşsiz özellikleri sayesinde gerçekleştiği ön kabulüne dayanan “Eurocentrisizm” Oryantalist fikriyatın özünü oluşturur. Avrupa ile kıyaslandığında dünyanın geri kalan kısımlarının tarihi, ekonomik, sosyal, siyasal kültür ve ideolojik anlamda “kusurlu” olduğu açıklamasına dayanır bu Avrupa Merkezcilik. Sonuçta Avrupa’nın hiç kimsede bulunmayan gelişme dinamikleriyle dünyanın geri kalanına “medeniyet aktarımı” görevini üstlendiği; söz konusu görevini de yayılarak yerine getirdiğini iddia eden bu bakış, Avrupa merkezli kapitalist sömürgeciliğin ve yayılmacılığın altyapısını oluşturan Avrupa merkezci anlayış temel olarak “Toplumsal gelişmenin toplumda içkin bulunan özellikler sayesinde gerçekleştiği”[7] önermesine dayanır. En azından başlıca önermelerinden biri budur denebilir. Bu yaklaşım oryantalistlerde “ideal batı” toplumunun kendi özü, yani onda içkin olduğu varsayılan nitelikler sonucunda ilerlemenin gerçekleştiği iddiasına dönüşür. “Protestan ahlakının” “batı rasyonalizminin özel ve eşi bulunmayan başarılarının”[8] sıklıkla dillendirilmesi bununla ilgilidir. Oryantalizm tam da bu noktadan hareket ederek Doğu’yu tarih dışı ilan eder. Avrupa sosyal bilimciliğinin büyük ölçüde bu anlayışa sahip olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

 

Marksizm’in Oryantalizmle İmtihanı

Söz konusu bakış açısının Marksist kuram üzerindeki etkisi de önemli tartışma konularından birini oluşturmaktadır. Marksizm’in oryantalizmle ilişkisini sorgularken temel olarak Avrupa merkezciliğinin ve Avrupa sosyal biliminin kuram üzerindeki yönlendirici etkisinden hareket etmek açıklayıcı olabilir. Marksizm de oryantalizm etkisiyle ilgili eleştirilere veri olarak genelde Marks ve Engels’in Doğu toplumlarıyla ilgilenmeye başladıkları dönem Avrupa’da Oryantalist düşüncenin çalışma ve kurumlaşmaların yerleştiği bir döneme denk gelmektedir. Oryantalizmin salt Batı’nın Doğu’ya bakışıyla ilgili değil, onu da içeren daha geniş bir retorik olduğu gerçeğini unutmadan genel bir yorumla bile oryantalizmin kurama nasıl sirayet ettiğini çözümlemek mümkündür. Yoğunca eleştirilen ve Marks tarafından kavramlaştırılmış olan “Asya tipi üretim tarzı” buna somut bir örnek olarak gösterilebilir.

Asya tipi üretim tarzı kavramı, Çin, Hindistan, Ortadoğu toplumlarını incelemek ve bu toplumsal yapılarda meydana gelen değişim ve gelişmelerin batı toplumlarındaki gelişmelere benzemediğini vurgulamak için ortaya atılmış bir tezdir. Bu tez, Doğu toplumlarının Marksizm’in ortaya koyduğu, ekonomik altyapı üzerinden analiz edilen diyalektik gelişmenin bir parçası olmadıkları ya da bu nitelikleri taşımadıkları kabulüne dayandığından, Doğu toplumlarını tarih dışı sayma tutumuna düşebilmiştir.

Marks’a göre Asya toplumlarında devlet, doğrudan ve baskıcı biçimde ortak ürüne el koymaktadır. Bu anlamda Asya tipi üretim tarzı, kapitalist üretim tarzının tam zıddıdır. Çünkü Asyalı toplumlarda artı değerin ekonomik ve ekonomi dışı zorla transferi, sınıf iktidarı ve devlet iktidarı, mülkiyet ilişkileri ve siyasal ilişkiler ayrışmamıştır, hepsi devlette bir arada bulunmaktadır. Oryantalizmin doğu ve batı toplumları arasında bulunduğunu var saydığı karşıtlıklar (zıtlıklar) gibi, Marks’ta, kapitalist ve kapitalizm öncesi toplumlar arasında mutlak bir karşıtlık (zıtlık) bulunmaktadır. Bunu açılımı şudur: kapitalizm ileridir, özel mülkiyete dayalıdır, sınıflar belirgindir ve toplum değişkendir. Dolayısıyla, Doğu’da özel mülkiyet olmadığından sınıflar da olmayacaktır. Sınıflar olamadığı için de “tarihin motoru” olan sınıf savaşımı da görülmeyecek; tarih ilerlemeyecek ve sonuçta Doğu toplumlarının “mutlak” durgunluğu, onların tarihsiz, hatta tarih dışı kalmalarıyla sonuçlanacaktır!

Bu yaklaşımın vahim sonuçlarından biri, Doğu toplumlarında ilerlemenin ancak gelişmiş Batı kapitalizminin ve üretim ilişkilerinin oluşturulmasıyla ortaya çıkabileceği gibi, bir ucu kapitalist modernitenin kolonyalist eğilimlerinin sonuçlarından dönüşüm bekleme tutumuna varan bir yaklaşımın ortaya çıkmasıdır. Marks’ın Hindistan için yaptığı şu değerlendirme “sonuçtan dönüşüm bekleme” tutumunu açıklayıcı kılmaktadır:

“Hint toplumunun tarihi hiç yoktur… En azından bilinen tarihi. Onun tarihi dediğimiz şey, bu değişmeyen

ve direnmeyen toplumun edilgen yapısı üzerinde imparatorluklarını artarda kuran işgalcilerin tarihinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla sorun İngiltere’nin Hindistan’ı fethetme hakkının olup olmadığı değildir. İngiltere, Hindistan’da iki misyonu yerine getirmek zorundadır: biri yıkıcı, diğeri yaratıcı (iki görev): yaşlı Asyalı toplumun ortadan kaldırılması ve Asya’da Batı toplumunun maddi temellerinin atılması…”[9]

Yukarıdaki değerlendirmeye bakarak “Marks, sömürgeciliği savunuyor” gibi bir sonuç çıkarılamaz elbette. Ama Marks, Doğu toplumlarının tarihsel ilerlemeye ulaşmasında gelişmiş kapitalist devletlerin kapitalizmi yaymasının rolü olacağına ve bu durumun tarihsel ilerlemenin zorunlu bir yasası olduğuna vurgu yapmaktadır. Her hâlükârda Batı’nın Doğu’ya kapitalizmi, diğer bir ifadeyle “uygarlığı” götürmesi yönündeki Oryantalist bakışın tipik bir yansımasıyla karşı karşıya olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunu “Oryantalist determinizm” olarak nokta koyabiliriz. Çünkü Doğu değişmiyorsa ya da toplumsal değişime (Batı tarzındaki) kapalıysa o zaman dışarıdan, -üstelik mutlaka Batı’danbu dönüşümü belirleyecek bir müdahale kaçınılmaz ve normal kabul edilmektedir. Böylece Doğu toplumlarının geleceğine ilişkin, belirleyen asli güç olarak Batı önceleyerek tarihsel ilerlemeyi düz-çizgisel bir temele oturtan pozitivizme meşrutiyet kazandırılmaktadır.

Asya tipi üretim tarzı eksenli bakışa göre kapitalist üretim ilişkileri çevreye yayıldığında, kapitalizm öncesi toplumsal oluşumlar çözülmeye başlar, kapitalist ilişkiler geleneksel üretim biçimleri üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurur ve bu geleneksel toplumsal ve ekonomik yapıları değiştirip kendisiyle bütünleştirir. Burada ve daha genel olarak Doğulu toplumlar, durağan ve değişmezdir. Ancak yukarıda belirtilen süreç geliştiğinde veya değişim bir kez başladığında, bu kesinlikle kapitalist bir gelişme aşamasına bürünecek ve böylece sosyalist geçiş aşamasına ulaşmanın yolu açılmış olacaktı. Dolayısıyla Batılı olmayan, Batı uygarlığının toplumsal değişimine benzemeyen “ötekiler” farklı bir noktadan hareket edeceklerinden, onları inceleyen tarihsel maddeci üretim tarzı da Batılılarınkinden farklı olacaktı. Böylelikle Doğulu ve Asyalı toplulukları ve ekonomileri incelemek üzere geliştirilen yaklaşım, Batı ve Doğu toplumsal yapılarının kaçınılmaz olarak birbirine zıtlığını vurgulayan Oryantalist bakıştan çok büyük ölçüde etkilenecekti. Bu paradigmanın daha sonraki pek çok Marksist ve ulusal kurtuluşu savunan hareketlerde ne tür kırılmalara dönüştüğünü ve yine kuramı tarihsel topluma değil, tarihsel toplumu kurama uydurmak gibi bir toplum mühendisliğine yol açtığını çözümlemek, yüzeysel bir bakış açısıyla bile mümkündür.

Marksizm’deki Oryantalist etkiyi çözümlerken sorunu sadece Marks ve Engels’in Doğu toplumları üzerinde yeterli bir inceleme yapmamalarıyla ilişkilendirerek söz konusu tutumu normalleştiren yorumların yetersiz olduğunu vurgulamak gerekiyor. Meselenin bunu çok daha ötesinde bir perspektifle ele alınması gerekmektedir. Avrupa merkezli sosyal bilimciliğin kuram üzerindeki etkilerini sorgulamak daha fazla ön açıcı olacaktır.

Avrupa sosyal biliminin pozitivist karakteri ve bundan kaynağını alan Marksizm’in toplumu “ilkel-model”, “kapitalist-sosyalist”, “sınıflı-sınıfsız’” ikilemine tabi tutarak tarihsel toplumu ve toplumsal doğayla ilgili hakikatleri niyetten bağımsız gibi görünse demanipüle eden bir rol oynaması başlıca açmazlarından birisidir. Toplumsal doğayı hem tarihsel hem de bütünsel ele almak yerine, binlerce yıllık toplumsal tarihin kaynaklarını görmezden gelerek bütün bir sürecin kümülatif birikimi olan kapitalizmi başat bir unsur; dominant merkez gibi ele alıp toplum ve tarih analizleri yapmak kaçınılmaz olarak oryantalizme götürmüştür.

-Kuramın oluştuğu koşullar ve zemin, Avrupa merkezciliğin teorik ve pratik düzlemde kurumlaşmaya başladığı bir süreçtir. Ulus devletin gücünü de arkasına alan kapitalist modernite artık kendisini dünyanın diğer bölgelerine doğru yaymaya başlamıştır. Marks’ın Doğu çözümlemelerini, ağırlıklı olarak kimi gezginlerin ve oryantalist araştırmacıların Hindistan’da yaptığı gezilerindeki gözlemlerine dayandırdığı yönündeki iddiada incelenmeye değerdir aslında. Zira söz konusu araştırmaların önemli bir bölümü o dönemde Avrupa’da kurumlaşmış olan şarkiyatçılıkla bağlantılı girişimlerdir. Ve bu tip araştırmalar Avrupa merkezli kapitalist yayılmacılığa altyapı hazırlama amaçlı bir çeşit tink-tank çalışması niteliği taşımaktadır.

 

Kadın ve Oryantalizm

Oryantalizmin bir siyasi ideoloji olarak varlığını “benöteki”, “biz-onlar” düalizmi üzerinden kurguladığını görmüştük. Bu düalizm, Batı’nın, Doğu’yu kendi iktidarını kanıtlayacağı bir nüfuz alanı ve bedeni üzerine tasarruf hakkına sahip gördüğü bir nesne olarak algılamasını içerdiğinden, doğuyu kendi imgelerinde bir çeşit “karılaştırma” politikası dayatmasını getirmiştir. Oryantalizmin Doğu’yu tasavvur etme biçiminin özünde, onu “tehlikeli”, “gizemli” olarak ifade etmenin yanı sıra, şehvetin, zevk ve sefahatin mekânı olarak da yansıtması söz konusudur. Erkek egemen anlayışta kadın, nasıl bir mülk olarak görülüyorsa Oryantalizmde de benzer bir tutum Doğu’ya dönük olarak sergilenmektedir.

“Oryantalistler bu iz düşümleriyle (doğuyu algılama biçimleriyle) kendilerinde bastırılmış ve yasak olanı, hayali kadın üzerinden yaşatmaktadırlar. Böylelikle doğu, bin bir gece masallarına çevrilmiştir. Lüks, arzu, tembellik, hayalperestlik, mutlak iktidar, ihtişam ve sefahat… Bu da ontolojinin bir boyutudur. Zira bilinçaltı ve kişi “öteki” gibi inkâr edilmektedir. Öteki ile bilinçaltı özdeşleştiriliyor ve kişi böylece kendi yaşamında yasaklı veya imkânsız olanın bu öteki tarafından yaşandığını hayal ediyor. Ardından kendisine yasak olan eylemi işlediği tahayyül ettiği insanı kendi yerine cezalandırıyor.”[10]

Oryantalizm, özü itibariyle ontolojiye dayandığından, ontolojinin, var olanı tanımlayıp sınıflandıran metodolojisini esas alır. Ontolojideki varlığı sınıflandırma yönteminin oryantalizmde en fazla Doğu’yu ve Doğu’ya dair yarattığı kadın imgesini tanımlamada kullanıldığını belirtmek mümkün. Bu ontolojik bakışın dışında olan her şey olmayandır, yoktur ya da ilkelliktir. Dolayısıyla var olan, görülen şey, erkeğin iktidar ve savaş yetenekleri olduğuna göre, bu aşamalarda görünmeyen kadın yoktur! Varlığı; sadece erkeğin bu süreçlerdeki lojistik ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde kabul edilebilir! Bu okuma biçimini Oryantalist mantığın her aşamasında görmek mümkündür. Aynı şekilde kadının tarihini de bir çırpıda inkâr eder.

Söz konusu bakış kurumlaşırken, erkek egemen anlayışın tarihsel kaynaklarına dayanarak kendisini onun son temsilcisi olarak görüp hegemonya oluşturmaya çalışır. Cinsiyetçiliğin, hiyerarşinin çıkışından bu yana bir iktidar ideolojisi olduğunu göz önüne aldığımızda, temeline yayılmacılık, hükmetme ve Doğu’yu kadın bedeni ile ilgili bir arzular dünyası olarak yansıtan Oryantalizmin, Batı uygarlığıyla doruk noktasına ulaşan cinsiyetçi iktidar ideolojisinin bir tezahürü görebiliriz.

Özellikle 19. yy’dan sonra modernitenin yaygınlaştığı süreçte kadının giderek “özel alanla” daha fazla sınırlandırıldığı, kamusal alanın ise sadece erkeğe ait kılındığı bir süreç gelişmiştir. Batı’daki bu modernleşme süreci ve projesi, zaman içinde liberal ideolojiye dayalı olarak biraz revize edilip kadına kurumsal alanda göstermelik bir yer vermişse de, esasta toplumsal cinsiyetçiliği daha fazla derinleştirme yoluyla kadının, başta ulus devlet olmak üzere, iktidarın toplumu dizayn etme aracı olarak kullanılması durumu derinleştirilmiştir.

Modernist-Oryantalist tarih ve toplum okumalarına düşmeden, tarihi, özellikle de Ortadoğu tarihini ve bu tarih içinde kadının rolünü ve konumunu irdelediğimizde, kadının yükseliş, yitiriliş ve düşürülüş tarihinin de bu topraklardaki uygarlıklarla başladığını görürüz. Verimli Hilal’de yoğunlaşan Neolitik Devrimle şekillenen ve günümüze kadar devam eden bir tarihten bahsediyoruz.

Bu tarihi ve bu tarihin başlangıcındaki ana ve kadın merkezli toplumsal düzeni göstermeden; yine ataerkil düzen ve kültürün bu tarihi nasıl yok ettiğini anlamadan Oryantalizm’in kadın tarihi üzerinde yaptığı çarpıtmayı ve bunun üzerinden erkek egemen ideoloji meşrulaştırma yöntemini anlamak kolay değildir. Bu açıdan modernist ve Oryantalist anlayışa karşı duruş, aynı zamanda kadının inkâr edilen tarihini asıl kaynaklarına dayanarak açığa çıkarmak anlamına gelir.

 

Türk Eliti ve Oryantalizm

Türk entelektüel elitinin oryantalist niteliği ile ilgili geniş bir tarihsel analiz yapmak mümkündür. Ancak karakteristik bazı özellikleri üzerinde daha yararlı olabilir.

İttihatçı geleneğin fikir babalarından Mustafa Kemal’e, oradan da günümüze liberal diye ifade edilen kesimlerine kadar geniş bir yelpazede Türkiye’deki modernleşme sürecini ele aldığımızda ufak tefek kimi nüansları saymazsak karşımıza katkısız bir oryantalizmin çıktığını görürüz. Her üç eğilimin ve bu arada İslamcı kesimin de toplumu ele alış biçimi, Batı’nın pozitivist modernleşme paradigmasından doğmuş ve onun bir kopyası olarak gerçeklik kazanmıştır. Entelektüel tipolojide tüm bu sürecin sonucu olarak şekillenmiştir. Şüphesiz kaba bir genellemecilik ile yaklaşmıyoruz, ancak ana akımın böyle olduğu açıktır.

Söz konusu entelektüel eğilimin toplumu ve onu oluşturan değerleri indirgenmiş bir oryantalist gözle okuması onu daha baştan toplumla hiyerarşik, otoriter yan bir ilişki içine sürüklemiştir. Bunun başlıca sebeplerinden birisinin modernleşmenin, toplumsal alanda doğal bir dönüşüm süreci olarak değil, bir proje olarak; oluşturulmuş ve dayatılan bir proje olarak geliştirilmesi olduğu söylenebilir. Bu bir proje olarak ele alındığı biçimde pozitivist-ilerlemeci tercihlere bağlanarak öncü gruplar, toplum mühendisleri, sosyal bilimciler ve dahası bizzat devlet tarafından belirlenmiş ve uygulamaya sokulmuştur. Tanzimat’tan bu yana Batı’dan kopya edilmiş bir modernleşme projesinin uygulandığı ve önce İttihatçılar, ardında da Mustafa Kemal ile birlikte bu sürecin zirve yaptığı bilinmektedir. Özellikle ulus devletin, cumhuriyetin kuruluş aşamasında Kemalizm, bütün bir toplumu Batılılaşma hedefine ulaşma etrafında örgütlemeye, dizayn etmeye başladığını biliyoruz. Bu dizayn etme süreci, kurumsal anlamda ulus devlet ve onun hukukuyla biçim kazanırken, toplumsal zorla ideolojik ve kültürel dönüşüme uğratarak bu proje uygun bir tipoloji yaratılmaya çalışılmıştır. Bunu en yalın ifadesi, toplumu homojenleştirme politikasında kendisini göstermiştir. Bu anlamda söz konusu projenin temel özelliği, cumhuriyet tarihi boyunca yaratılmaya çalışılan tek tipleştirmedir. Modernleşme projesi tıpkı Avrupalı oryantalistlerin yaptığı gibi, “ötekini” kendine benzetme, bu olmazsa onu yok saymaya, inkâr ve asimilasyonla eritme yöntemleriyle topluma ve farklı kimliklere dayatılmıştır. Toplumdaki farklılıklar hiçe sayılmış, zorla dönüştürülme ve inkâr-imha siyasetiyle yok edilmeye çalışılmıştır.

O kaynaktan beslenen entelektüel tipolojinin bu açıdan kendine has bazı özellikleri vardır. Sadece Kürtler ve Kürt özgürlük hareketi karşısında değil, içinde yaşadığı topluma, Türk halkına karşı da sergilediği duruş tepeden tırnağa sorunlu olmuştur. Öncelikle bu entelektüel elitin, kendisiyle toplum arasında sistematik ve mutlak bir fark olduğu bilinçaltıyla hareket eder. İçinde yaşadığı toplum, ama özellikle de Kürtler söz konusu olduğunda teorik soyutlamaları mutlak doğru olarak dayatılıp halkın kendini tanımlamaktan aciz, kendi adına karar verebilecek durumda olmayan bir acizliğe sahip olduğu ön kabulünden hareket ettiğini belirtmek gerekiyor. Bu yüzden “egosantiriktir”. Kendini merkez olarak olguları değerlendirir ve buradan vardığı sonuçları “tartışılmaz doğrular” olarak tedavüle sürer. Tezlerini, düşüncelerini var olan hakikate değil, varoluş hakikati tez ve düşüncelerine uydurmaya çalışır. Gramsci’nin deyimi ile “yönetici sınıfların memuru” olmayı önleyerek, güç üzerinden “mağdur” ya da “öteki” ile ilişkilenmeye çalışır. Her zaman “tayin edici” olmayı esas alır. Oryantalizmin en önemli karakteristik özelliğinin “ötekileştirme” olduğunu görmüştük. Ötekileştirme pratiği, söylemsel, siyasal, kültürel ve ideolojik olarak kendini ifade eder. Türk entelektüel elitin de çözümlenmesi gereken bir zihinsel duruma tekabül eden bir ötekileştirme anlayışı, entelektüelin durduğu yeri sancılı kılmakta ve kendisini konumlandırırken iktidarla bilgi arasındaki ilişkide dümeni iktidardan yana kırmasını getirmektedir. Söylemini kurgularken iktidara bakar. Politik ve ideolojik referanslarında, iktidarında dâhil olduğu daha geniş ölçekli bir egemenlik paradigmasının -kendisine ötekine karşı konumlandıran bir paradigmanınzihniyet kodlarından olarak “ötekine” biçim vermeye çalışır. Buradan bakıldığında Türk entelektüelindeki oryantalizmin, modernist paradigma anlamında bile düşünsel bir derinlikten uzak, toplumsal sorunu ve tarihi algılama da aşırı teknolojist ve şabloncu bir nitelik taşıdığını vurgulamak gerekiyor. Teknolojist yaklaşım, “toplumu modernleştirme” iddiası üzerinden geliştirilen ve teknik ilerlemenin toplumu modernleştireceği inancı üzerinden hareket etmeyi ihtiva ettiğinden, toplumsal doğaya ve onun binlerce yıllık yaratımlarına, değerlerine saldırıyı içermektedir. Bugün kendisine “ikinci cumhuriyetçi” diyen kimi şahsiyetlerin, Türkiye’de ilerlemenin sebebi olarak bu coğrafyadaki tarım köy toplumunun varlığını göstermesi tam da bunun ifadesi olmaktadır. Bunlara göre, Batı tipi bir modernleşme, esasında bu modernliğin taşıyıcı gücü olan kentleşme, sanayileşme, teknolojik ilerleme esası üzerinde kurulduğundan onlar ilerlemeyi başarmıştır. Dolayısıyla bu tip bir modernleşmenin önünde engel olduğu varsayılan tarım-köy toplumu ortadan kaldırılarak modern kapitalist kentler ve teknolojik gelişmişlik üzerinden batılılaşma süreci tamamlanmalı sonucuna varılmaktadır.

Bu eğilimin sahip olduğu özelliklerin en çarpık biçimde yansıdığı, onların başında Kürtlere ve Kürt özgürlük hareketine yaklaşım gelmektedir. Zaman zaman liberal bireysel özgürlüklerden yana görünseler de, esasta, “bize” tabi olmayı hak eden gayrı modern, medeniyet dışı bir kültürü medenileştirme ve bu zemin üzerinden sistemle entegrasyonunu sağlama yaklaşımı hâkimdir. Bu yüzdende lütufkâr ve kibirlidir söylemleri.

Edward Saîd, Oryantalizmi “bir bilgi sistemi” olarak tanımlarken bir anlamda hakikat ile ilgili yorumuna da dikkat çeker. Buna göre, hakikatte dair üretilen bilgi, Oryantalizm’de gerçeği “olduğu şeyi” halinden çıkarıp ona yeni ve “kendisi olmayan” bir söylem biçiminde ifade etme olarak okumak mümkün. Ayrıca bu süreç, iktidar ve bilgi arasındaki ilişkinin en somut yaşandığı bir süreçtir. Bu yüzdende gücün güdümünde belirlenmiş kavram ve söylemler yığınından başka bir şey değildir. Foucault, bu durumu “sipariş edilmiş süreçler sistemi” olarak nitelendirir. Ve gerçeğin dairesel bir ilişki içinde, onu üreten ve sürdüren iktidar sistemlerine, yeni, onu ortaya çıkaran ve genişleten iktidarlara bağlı olduğunu anlatmaya çalışır. Türk entelektüel tipolojisinin durumu, tam da Foucault’tun anlatmaya çalıştığı gibi, dairesel bir ilişki içinde onu üreten, sürdüren, genişleten iktidarla dolayışsız bir ilişki içinde tanımlanabilir. Kimi düşünürlerin bu tipolojiyi “organik aydın” diye tanımlaması bu açıdan yerindedir. En liberal-demokrat geçinen bireylerde bile Kürtler söz konusu olduğunda derin bir Oryantalizmin, milliyetçiliğin, tepeden bakışın olması bu gerçekle yakından bağlantılıdır.

Kürtler karşısında sergilenen oryantalizmi üç ana eğilim etrafında ele almak mümkündür: Birinci eğilim, oryantalizmin ulus devlet yaratma sürecindeki ilkel milliyetçi yaklaşımında ifadesini bulan ve “Kürtleri dağlı Türk”, “kart-kurttan türemiş,” “medeniyet dışı” biçiminde tanımlayan tutumdur. Bu aşamada ulus devlet nosyonuna bağlı olarak katı bir inkâr ve imha politikası uygulanmış ve Türkleştirme politikasıyla kendine benzetme yoluna gidilmiştir. Günümüze kadar da ana eğilim olarak bu devam etmektedir. Bu paradigmaya bağlı olarak “entelektüel”, Kürt’ün inkar sürecinin derinleştirilmesi konusunda devletin kendisine yüklediği misyon gereği görev üstlenmiş ve Kürtlerin nasıl, “bir halk olmadığı”, “özünde nasıl Türk olduğunu” “bilimsel”(!) tezlerle ispatlamaya çalışmıştır!

Eğilim; birincisinden kaynağını alan, “olguyu” Doğu’nun ekonomik kalkınmamışlığı, eğitimsizliği, feodal yapısı ile izah edip teknolojist bir yaklaşımla modernleşmenin kimi öğelerinin aktarımı ve kurumlaştırılması yoluyla Kürtleri sisteme bütünleştirmenin mümkün olduğuna inanan ve bu minvalde çabalayan yaklaşımdır. Söylemi, “dağlı Türk”ten “Kürt kökenli Türk vatandaşına” evirilmiştir. Kürtlere “aş, iş, okul” götürülmesiyle yani, “medeniyet aktarılmasıyla” sorunlarının çözüleceğini ileri sürerken, Kürtleri “geri” olarak kabul eden bir perspektiften hareket eder. “Mozaik, zenginlik” kavramlarını kullanırken, Kürtleri bir halk ve kendi değerleri olan bir toplum olarak kabul etmez, sadece kendi egemenliğini tescilleyecek bir yan motif, egzotik bir nesne gibi ele alır. “Kürtleri kazanmak,” sisteme bağlamak için “devletin şefkatli elini uzatması” üzerine güzellemeler dizerken özlediği tablo, “doğusuyla batısıyla muasır medeniyete ulaşmış” bir Türkiye’dir.

Üçüncü eğilim ise; post Oryantalizm olarak tanımlayabileceğimiz, Cumhuriyet tarihi boyunca yürütülen inkâr, imha ve asimilasyon politikasının, Kürtlerin kimlik mücadelesi karşısında çöküşü yaşamasıyla ortaya çıkan yaklaşımdır. Ağırlıkta liberal diye tanımlanan kesimin başını çektiği bu eğilim, Türk entelektüel elitinde Oryantalist bakışın güncel duruma uyarlanmış biçimini ifade etmektedir. “Sol” tandanslı önemli bir kesimi kapsadığı kadar, liberal ve İslamcı kesimlere kadar uzanan geniş bir yelpazede bu anlayış hâkim durumdadır. Kullandığı söylemler, mağdur ve öteki ile kurduğu ilişkinin temelinde onu kendi dünya görüşüne eklemleme çabası vardır. Kulağa hoş gelen şeyler söylerler. Sözgelimi; “Kürtlerin kimliklerinden, haklarından, üzerlerindeki baskılardan” sıkça bahsederler. Kendilerini mağdurun hakları üzerinden söylemleştirirken, mağdurun gerçek taleplerini muğlaklaştırıp anlamsızlaştırma tutumu sergileyerek onun kendi adına karar verme çabasını “en iyisini biz biliriz” edasıyla önemsizleştirip etkisizleştirmeye çalışırlar. Kürtleri kendi liberaliz veya cemaatçi projelerinin bir uzantısı haline getirmek istediklerinden, Kürt halkının örgütlenme ve eyleme geçirme kapasitesini kendileri için bir tehdit ve engel olarak görüp, “totalitarizmle” suçlayarak Kürtleri kendi içinde birbiriyle çatışır bir pozisyonda tutma siyaseti güderler. Daha çok akıl hocasıdırlar. Ve himayeci tepeden bakışa sahiptirler. Demokrasiye yükledikleri anlam, bir çeşit elitlerin demokrasisidir. Bu yüzden “demokrasi kavgası” dedikleri şey, birkaç statükocu gücün çatışmasında dengeleri gözetip ağır basan tarafa göre pozisyon almaktan ibarettir. Toplumsal özgürlük mücadelesine yaklaşımlarında, toplumsal kolektif olan, talep ve mücadele yöntemlerini, radikal demokrasi mücadelesini bireysel özgürlük talepleriyle sınırlandırmayı esas alırlar. Özgürlük mücadelesi yürütenlere “bireysel hakları” gibi birkaç kırıntıyla yetinmelerini öğütlerken, söz konusu mücadeleleri yaratan sebeplerle ilgili tartışmaları ellerindeki hazır reçetelerle yürüterek buna uymayanları azarlayıcı, horlayıcı bir dille “elleştirirler”. En önemli özelliklerinden biriside hakikatten fazlasıyla kopuk olmaları ve içinde yaşadıkları despotik dünyada ısrar etmeleridir.

Daha da sıralanabilecek pek çok özellik yan yana getirildiğinde ortaya çıkan sonuç; Türk entelektüel tipolojisinin tarihi boyunca hakikatlerden kopuk ve iktidarla göbek bağı ilişkisi içende olduğudur. Hakikatten kopuktur, çünkü hakikatti, E. Said’in “gizli ve modern Oryantalizm” olarak tanımladığı bir düşüncel ve pratik süreç içinde algılar. Böylelikle algıladığı için de kendisini “öteki” olanla savaşmak zorunda hisseder. Çünkü ona göre “ötekinin” durduğu yer eldeki reçeteye uymamaktadır! Dolayısıyla “ötekinin”, kendi mantık düzeneğinin sularına çekilmesi gerekmektedir. Bunun için “asimilasyon” kavramının yerine “entegrasyon” kavramı kullanılır. Entegrasyon yoluyla ötekinin “modern” “liberal” “ileri” değerler etrafında örgütlendirilebileceği ve biçimlendirilebileceği düşüncesinden hareket eder ve bunu ısrarla dayatır. Buradan bakıldığında her üç eğiliminde Kürtler karşısındaki pozisyonu devletçi kodlar içermektedir. Zaman zaman değişik söylemler kulansalar da işin özü değişmemektedir.

Sonuç olarak oryantalizm, hem geniş anlamda, “modernitenin ideolojik hegemonyasına bağlanmak, bilim yapılarını esas almak” yönüyle hem de dar anlamda Batı toplumlarını tek bir bütün olarak ele alan, toplumsal ve tarihsel yapılardaki farklılıkları göz ardı etmektir. Doğu’ya ait kimi objektif özellikleri, “Batılı niteliklerin” mutlak zıddı biçiminde görüp politik, ideolojik ve kültürel hegemonyasını geliştirme yönüyle günümüze kadar zihniyet dünyasında önemli bir yer tutmuştur, tutmaktadır. Siyaset, sanat, kültür gibi oldukça geniş bir alanda bilinçaltına kodlanan oryantalizmi aşmak için öncelikle kapitalist moderniteyi ve onun dayandığı paradigmayı sorgulamak gerekmektedir. Moderniteyi ve onun oluşturan düşünsel-pratik süreci doğru sorgulamadan Oryantalizm’in zihniyet dünyasında yol açtığı sorunları gidermek kolay gözükmemektedir. Hiç şüphesiz Oryantalizm eleştirisine yönelirken, onun tersten bir tezahürü olan “Batı karşıtlığı” diye de ifade edilen tutuma düşülmesi gerektiğinden söz etmiyoruz. Böylesi bir tutum modernist-oryantalist anlayışın yedeğine düşme anlamı taşıyacaktır.

Hakikat arayışı en doğru çıkış noktasıdır. Toplumsal tarihi ele alırken “yüzde onun değil, yüzde doksanın tarihini” düşüncenin temeline oturtmak; son dört yüzyıllık Avrupa merkezli kapitalist sisteminin yaratımı olan ideolojik hegemonyaya karşı demokratik uygarlığın, yani yüzde doksana ait olanın tarihini bütün boyutlarıyla ele almak ve buradan hareketle oryantalizmi sorgulamak hakikate en yakın bir yaklaşım olacaktır.

 

 

[1] “Ortadoğuda uygarlık krizi ve demokratik uygarlık çözümü” S. 145
[2] Edward SAİD: “Oryantalizm”
[3] A.G.E. (Aktaran: A. ÇIRAKMAN: “Oryantalizmin Varsayımsal Temelleri”)
[4] “Ortadoğuda uygarlık krizi ve demokratik uygarlık çözümü” S. 145
[5] E. Said: “Oryantalizm”
[6] Samir Amin
[7] Brion TURNER (Aktaran: A.g. FRANK “Yeniden Doğuş”)
[8] Max WEBER
[9] Karl MARKS:” The fature results of British rule in İndia” S. 5 (Aktaran: R. BOZTEMUR: “Marx, doğu sorunu ve oryantalizm”)
[10] Oliver KOTY: “Oryantalizm ve ataerkillik üzerine”

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.