Düşünce ve Kuram Dergisi

Anadolu-Mezopotamya İlişkilerinde İktidar Sorunu ve Demokratik Yönetim 

Ali Fırat

Devletin temelinde teokrasi vardır. Hiçbir döneminde bundan vazgeçilmiş değildir. Teokratik devleti şekli olmaktan öte özde görmek gerekir. Ortadoğu’da rahip tapınağının etrafında yükselen bu kurumun mayasındaki ideolojik özü görmek önemlidir. Zihniyetteki inandırıcılık bağı olmadan, çıplak zorla binlerce kişiyi tapınağın hizmetinde uzun süreli çalıştırmak zordur. Devletin ilahi, kutsi niteliği bu ihtiyaçtan ileri gelir. İster mitolojik ister dinsel inanca dayansın, hâkim zihniyete dayanmadan ve meşruiyet sağlanmadan devlet binası sağlam kılınamaz, uzun ömürlü olamaz. Tek tanrılı dinin oluşmasında büyük rol oynayan İbrani kabilelerindeki otorite olma, her iki tarafında büyük bir heybetle duran Mısır ve Sümer devletinden farklı bir devlet kurma ihtiyacı, Ahdi Atik’in-Kutsal Kitap-temel kaygısıdır. Bir nevi İbrani Krallığının ideolojik temelidir. Özellikle ‘Samuel-1’ ve ‘Samuel-2’ bölümleri âdeta Yahuda devletinin-tanrı devlet-kuruluş manifestosu gibidir. Pers-Med İmparatorluğu’nun temelinde Zerdüştlük belirleyici dinî etkendir. Hıristiyanlık Roma sonrası tüm Avrupa devletlerinin ortak genidir. İslâm devleti daha doğuşunda dinin kendisidir. Ortaçağın tüm İslâm devletleri kendilerini olmazsa olmaz kabilinden din devleti sayarlar. Zerdüştlük yerine geçen Şia İslâm’ı halen devletin resmi ideolojisidir. Tüm Arap ülkelerinde devletin dini resmi ideoloji olarak İslâm’dır. Kendini laik ilan eden Türkiye Cumhuriyeti en geniş Diyanet-resmi Sünni İslâm ideolojisi-kadrosuna sahiptir. İslâm resmi devlet dinidir. Pakistan ve Afganistan resmi İslâm devletleridir. İsrail din devletidir.

Laik devlet ideası köklü bir devrimden geçmedikçe ütopik bir ideadır. Ancak örtük veya açık dinli devletten bahsedilebilir. Devlet ne zaman şeffaf, genel güvenlikle zorunlu kamu yararlı bir kuruma dönüşürse, ancak o zaman dinsel örgülerinden sıyrılıp gerçek laik bir niteliğe kavuşabilir.

Toplumun çağdaş hiçbir rejimde görülmeyen devletleştirilmesi söz konusudur. Devlet toplum aleyhinde ne kadar büyütülürse o kadar kendini güçlü saymakta, güvencesini ve gücünü totaliter devlette görmektedir. ‘Geleneksel, kutsal, ana, baba devlet’ sıfatları eksik edilmemektedir. ‘Devletten yemlenme’ klasik bir tabir haline getirilmiştir. Devlet önce milletten çalıyor. Sonra dilenciye sadaka dağıtır gibi velinimet olarak kendini sunuyor. En değme hırsızdan daha tehlikeli oluyor. Devlete dayanarak yapılmayacak kötülük yoktur. Gerçek Leviathan günümüz devletidir derken nedenlerimiz çoktur. İşin acı tarafı, bu devlet halka en temel iş ve aş kapısı gibi gelmekte, her şeyi kurutan devletten her şeyi var eden hizmetler beklenmektedir.

Ortadoğu devleti çözümlenmeden hiçbir ekonomik ve toplumsal sorunun üstesinden gelinemez. Ne Batının yöneldiği demokratik duyarlılığı yüksek devlet, ne de örtük olmayan açık faşist devlet gibi olabilen bu güncel devlet tüm sorunların kaynağıdır. Yeniden yapılanması şarttır. Sorun çokça konulduğu gibi ‘üniter, yerel, federe’ gibi ayrımlara dayalı çözümler değildir. Çözüme duyarlı devlet gerekiyor. En azından bireyin özgürleştirilmesi, toplumun demokratikleşmesi önünde engel konumundan çıkarılması gerekiyor. Sadece küçülmesi değil, işlevsel kılınması gerekiyor. Rasyonel, genel güvenlik ve gerçek kamu yararlılığı dışında, tüm fazladan kurum ve kurallarını terk etmesi gerekiyor. Devlet reformu bu temellerde geliştirilmeden, el atılacak her sorun ağır, hantal devlet nedeniyle çözümsüzlüğe itilmekten kurtulamaz. Her dönemden daha yakıcı bir devlet iktidarı sorunu ile karşı karşıyayız. Yakın geçmişin sosyal demokrat, ulusal kurtuluşçu ve reel sosyalist devlet hastalığına kapılmadan, ne yıkarak yenisini ne de uzlaşarak kendisini ele geçirme gibi aldanmalara düşmeden, devlete yönelik ilkeli bir demokratik uzlaşı veya çözüm olanağını yaratmak en temel görev olmaktadır. Tüm politik eylemlerin hedefine bu görev alınmak durumundadır.

 

Türkçülük Zihniyeti, Devlet ve Devlet Odaklı Partilerin Resmi İdeolojisidir

Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti denen oluşumlar (1840’taki Tanzimat’tan günümüze kadar etkili olan modern milliyetçi ideolojiler ve iktidar yapılanmaları), ancak Kapitalist Modernitenin hegemonik hesaplarıyla olan bağları temelinde doğru çözümlenebilir. İzah edildiği gibi can çekişen Osmanlı ve İran İmparatorlukları, hegemonik denge hesapları nedeniyle yaşamalarına müsaade edilen fosil oluşumlar durumuna düşmüşlerdi. İmparatorluk bürokrasileri açısından iktidarda kalmanın tek yolu, bir veya birkaç hegemon güce dayanarak varlıklarını sürdürmekti. Dolayısıyla adı geçen bölgeler üzerinde İngiltere, Almanya, Rusya ve kısmen Fransa’ya bağlı yeni iktidar elitleri, ayrışmaya başladı. Elitlerin, Kapitalist Moderniteyi taklit etmeleri, kaçınılmazdı. Bunların, eski imparatorluk kültürleriyle yaşama şansları olmadığı gibi (Kapitalist Modernite Kültürü onları çoktan fethetmişti), demokratik halk seçenekleri de söz konusu olamazdı. Varlıkları, halk kültürünü gasp etme üzerinde inşa edilen bürokrasilerden ve onlara vücut veren üst tabakadan (istisnalar dışında) demokratik çıkış beklenemezdi. Bu kesimlerin, yeni hegemonik güçlere eklemlenmekten başka şansları yoktu. Geriye, bürokratik aydınlanmayla modernite taklidinin olduğu gibi aktarımı kalıyordu. Dünya genelinde (daha önceleri Fransa Devrimi sonrası Avrupa’da) olduğu gibi Osmanlı bürokrasisi de bu yola girdi. Tanzimatçı paşalardan sonra Genç Osmanlılar ve ardından 1890’lardan itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşmüş Jön Türk Hareketi, bu yolda atılmış kritik adımlardı. İdeolojik olarak önce Osmanlıcılıkla başlayan ve Panislamizm’le devam eden dönüşüm, Türkçülükle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılıkla, imparatorluğun tüm bakiyelerinden bir ulus-devlet yaratmak amaçlanmışken, Hıristiyan uyrukların ayrılık eğiliminde olmaları karşısında, Panislamizm ile Müslüman halklardan (özellikle Arapları da kapsayan) bir oluşum yaratma temelinde imparatorluk sürdürülmek istendi. Araplarda ayrılma eğiliminin güçlenmesiyle birlikte Türkçülük eğilimi, öne çıktı. Birinci Meşrutiyet, Genç Osmanlılar’ın arzusu sonucunda ilan edilirken; İkinci Meşrutiyet’te İslâmcı ve Türkçü ideolojiler daha baskın durumdaydı.

1913’ten günümüze kadar Türkçülük zihniyeti, devlet ve devlet odaklı partilerin resmi ideolojisine dönüştü. Bu eğilimlerin hepsinde, hegemonik güçlerin az veya çok etkisi vardır. Daha da önemlisi, ciddi bir Masonik sızma vardır. Fransız Devrimi’nden beri Masonlar, tüm genç ulusçu laik hareketleri desteklemiştir; bir nevi burjuva sivil toplumculuğunun, teolojik iktidar yanlılarıyla hesaplaşmasını ifade eder. Tanzimat’la başlayan süreçte her üç akımda da son derece etkili olmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşumunda ve iktidarında asıl yönetici elidi teşkil etmiştir.

Bu akımlarda Siyonizm’in de etkisi olmuştur. 1896’da kendilerini resmen Yahudi burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri olarak ilan eden Siyonistler, Kudüs merkezli eski Yahudi-İsrail devletinin yeniden inşası peşindeydiler. Bunun yolu, Osmanlı İmparatorluğu’nda etkili olmalarından geçmekteydi. Bunun için elverişli aygıt ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi. Her ne kadar 1913 Ocak darbesiyle, ideoloji olarak resmen Türkçülükte karar kıldıysa da İttihat ve Terakki Cemiyeti, içerik olarak hayli karmaşık bir ideolojik ve politik yapılanmaydı. İttihatçıların Türklüğü, sosyolojik bir olguya dayanmaktan ziyade, Türklerden daha çok her türlü milliyetin tortusal öğelerinden oluşan karmaşık bir yapıyı ifade ediyordu. Başta ordu olmak üzere bürokratik kurumların yöneticilerinin, kendilerine bir gelecek arama hesabının ağır bastığı bu süreçte, söz konusu oluşumun, herhangi bir sınıfsal veya etnik temeli bulunmuyordu. Türkçülük, başlangıçta bu yönüyle yapay ve tortusaldı. İktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendine bir sosyal temel hazırlamak istedi. Bürokrasiden, bir burjuva sınıf oluşturulmaya çalışıldı. Cumhuriyet iktidarları, bu programı daha da geliştirerek günümüze kadar sürdürmeye çalıştılar. Süreç içinde merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi olarak bölünseler de ideolojik ilkeleri hep aynı kaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, İkinci Abdülhamit’le gelişen denge hesapları sonucunda, Alman devlet sermayesine bağlılık öne çıktı. İttihat ve Terakki’de zaten güçlü olan Alman etkisi, özünde Yahudi sermayesinin etkisiydi. Buna Masonların ve yerel Yahudi sermayesinin etkisi de eklenince, Yahudi milliyetçiliği, İsrail Siyonizm’inden önce Anadolu-Türkiye Siyonizm’ini güçlü bir biçimde konumlandırdı. Meşrutiyet’in ilanı, 23 Ocak 1913 darbesi, 1919-1922 Ulusal Kurtuluş süreci ve Cumhuriyet’in inşasında, asıl rol sahibiydi. İşte tam da bu nedenle Türkçülük ideolojisi, kendini maskelemesinde ideal bir örtü rolünü oynadı, kullanıldı.

Alman Modelini kendine örnek alan Enver Paşa’nın düzenlediği 23 Ocak 1913 darbesi (daha öncesinde Meşrutiyet ilanı için de benzer bir hamlesi vardır), bu bağlamda değer taşır. O dönemde Yahudi kadrolar, Almanya’da en güçlü konumlarını yaşamaktadır. Enver ve grubunu eğiten de Liman von Sanders ve Colmar von der Goltz Paşa gibi subaylar, bu tür kadrolardır. Alman ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, öncülüğü İngiltere yanlısı Yahudi kadrolarına geçirdi. Kurtuluş Savaşındaki büyük önderlik çekişmesi, öncülüğün bu el değiştirmesiyle bağlantılıdır. M. Kemal Paşa’nın, İngiltere’nin onayıyla Samsun’a çıktığı bir gerçekse de Anadolu başkaldırısındaki rolü, bağımsızlık ve yurtseverlik temelindedir. Bu durumu kavrayan İngiltere, iki tedbir geliştirdi: Dıştan Yunan işgalini destekleyip isyanı bastırmak; bu mümkün olmazsa, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üzerinden içte Mustafa Kemal’i kontrol altında tutmak. Yunanlıların (İşbirlikçi Yunan burjuvazisi, geleneksel olarak İngiliz-ABD yanlısıdır) yenilgisiyle birlikte, tüm ağırlık İsmet ve Fevzi Paşaların güçlü kılınmasına hasredildi. İsyanın başında ve isyan kararında, İsmet ve Fevzi Paşaların rolü olmadığı gibi, her ikisi de İstanbul’da İngiltere ve müttefiklerinin denetiminde kalan orduda kendilerine verilen görevlerin başındaydılar. İngilizler, haklarında herhangi bir önlem almadığı için daha sonra harekete katıldılar, daha doğrusu gönderildiler. Bu temelde isyana öncülük eden beş paşadan dördü (Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele) çeşitli gerekçelerle tasfiye edildi. Geriye kalan Mustafa Kemal Paşa, gerek stratejik konumu gerekse oynadığı denge politikası nedeniyle yerini korudu. Şeyh Sait’e karşı komplo ile başlatılan 1925’teki komplo zinciriyle siyasi program halinde hayata geçirilen Beyaz Türk Faşizmi diyebileceğimiz rejim, kendisini katı laik Türkçü bir sistem olarak tanımlasa da özünde metafizik olan, çok daha dogmatik ve terörist yeni bir dindir. Bu konuda tarihsel tecrübeye sahip olan Yahudi İdeolojisinin güncel Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği yeni dindir. Mustafa Kemal’in tanrılaştırılması, İnönü’nün peygamberleştirilmesi, Fevzi Çakmak’ın komutanlaştırılması (Yeşua ve Davut örneği) Yahudi Mitolojisinin bir gereğidir. Türk Toplumunun ezici çoğunluğuna rağmen, ilan edilen ve siyasi programa dönüştürülen yeni dinin ideolojisi olan Türkçülük, günümüze kadar devam eden terörün, soykırımların ve sömürünün gerçekleşmesindeki genetik kodu oluşturmaktadır.

Mustafa Kemal, İzmir suikastıyla sindirilmek istendi. Kürt isyanlarıyla provokasyona getirildi. Kendi yakın arkadaşı Fethi Okyar, bu nedenle (Kürt isyanını kanlı bastırmadan yana değildi) başbakanlıktan alınıp, yerine İsmet Paşa getirildi. Ordu da tümüyle Fevzi Paşa’nın denetimine bırakıldı. Mustafa Kemal’in konumu, artık sembolik cumhurbaşkanı unvanıyla Çankaya’da bir nevi tutsaklıktır. İngiltere’nin de Ulusal Kurtuluş Savaşında yenildiği söylenir. Bu, düpedüz yalandır. 1922’den itibaren İngiltere’nin olası kurtuluştaki rolü, kesinleşmiş gibidir. Desteğini Yunanlılardan çoktan çekmiş (Sultan Vahdettin’i de İngiltere çekti), kendi has kadrolarıyla ulus-devlet inşasına girişmiş, kocaman bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkıştırılmış Türkiye Cumhuriyeti’yle amacına ulaşmıştır. Bunun diğer bir kanıtı, Cumhuriyet’in, Sovyet Rusya’nın önünde hep bir baraj duvarı gibi tutulmasıdır. Bunun için Mustafa Suphi’lerle başlayan sosyalistlere yönelik soykırım, günümüze kadar sürdürüldü. Ermeni Soykırımı, sadece bir başlangıçtı. Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ise, halen devam etmektedir. Diğer azınlıklar, kültürler, Süryaniler ve Türkmenler de Türkçülüğün dehşeti ve uyguladığı karmaşık küçük soykırımlarla kendiliklerinden, kendilerinden vazgeçirildiler.

Bütün bunların evrensel ve milliyetçi Yahudiler ve Yahudi sermayesiyle ne ilişkisi vardır, sorusu, boş bir soru değil, son yüz yıllık Türklük Tarihini anlamanın temel kritik sorusudur. İçinde Türk olmayan Türklük Tarihi, bir ideolojik inşadır; hem kuram hem de uygulama olarak yarı yarıya Filistin’de kurulacak İsrail Devleti öncesi bir Ön İsrail hazırlığıdır. Mustafa Kemal’in dengeleyici (dışta Sovyetler Birliği ve İngiltere, içte çeşitli sınıf ve tabakalar arasında) politikaları olmasaydı, hiçbir güç, Anadolu’daki yeni oluşumları, İttihat ve Terakki kadroları ile Enver Paşa’nın denetiminden çıkaramaz, Türkçülüğü, Alman faşizmine taş çıkartacak bir şoven faşist tırmanışa geçmekten alıkoyamazdı. Bu da Cumhuriyet’in (Cumhuriyet kurulur muydu? Bu da ayrı bir sorudur) daha İkinci Dünya Savaşına varmadan yıkılışı olurdu. İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde Mustafa Kemal’in ölümü, 1938-‘45 yılları arasında İngiltere ile Almanya’nın Türkiye-Anadolu üzerinde rekabeti, 1945 sonrasında ABD hegemonyasının kesinleşmesi, Türkiye’nin, sistem tercihini, NATO’ya girerek resmileştirmesi, 1922’nin devamı niteliğindedir. Cumhuriyet’in partisi olan CHP, sistemin sigortası niteliğindeydi. 2000’li yılların başına kadar darbe ve komplolarla yürütülen sistemin diğer bir adı ‘Beyaz Türk Faşizmi’dir. Bundan kasıt, yapay Türklük ve toplumun bu Türklüğe göre terörle homojenleştirilmesidir; bu tanım dışında kalan hiç kimseye ve hiçbir kültüre yaşam hakkı tanınmamasıdır.

ABD hegemonyasının ‘Yeşil Kuşak’ Teorisine bağlı olarak beyazdan yeşile kayan Türkiye kapitalizminin Anadolucu geçinen ve İslami örtüye sarılan kesimi, baştan beri çıkış yapma peşindeydi. Ona bu fırsatı, Türkiye Solu ve Kürdistan Özgürlük Hareketi verdi. Beyaz Türk Faşizminin Sol’a ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaşta yıpranması ve tecrit olması, Anadolucu kanadı güçlendirdi. ABD’nin, hem bölge halklarına hem de Sovyet Rusya’nın yayılmasına karşı harekete geçirdiği İslami Milliyetçi Hareket, Türkiye somutunda önce koalisyonlarla, 2000’lerden sonra ise tek başına iktidara yerleşti. Beyaz Türk Faşizminde, Yahudi Siyonist milliyetçiliği ne denli etkiliyse; Yeşil Türk faşizminde de evrensel Yahudi sermayesi o denli etkilidir. Bunların en son karar kıldıkları sigorta partisi, AKP oluyor. Türkiye bürokratik burjuvazisinin doğuşunda Siyonist Yahudi milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Anadolu burjuvazisinin (Liberal, özel sermaye de denilmektedir) gelişiminde ve iktidara yerleşmesinde de Küresel Yahudi Sermayesi (Karaimler) o denli etkilidir. Hitler türü faşizmi, Enver Paşa, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve MHP (Milliyetçi Hareket Partisi, kuruluşunu Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne dayandırır) temsil etmek istedi. Almanya’nın yenilgisi, Kara Türk Faşizmi diyebileceğimiz bu kanadın iktidar şansını düşük kıldı. Faşizmin bu her üç kanadı da dış hegemonik güçlerin uzantısı olup, hangi güç sisteme egemen olursa onun devamı olarak iç iktidara yerleşir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yahudilerin güçlü desteğiyle hem İdeolojik (Türkçülük faaliyetleri) hem de Maddi (Türkçülüğün esas besleyici kaynağı idiler) yönden katkılarıyla kuruldu ve geliştirildi. Alman Militarizmini temsilen yeniden inşasına başlanan Modern Osmanlı Ordusunu eğiten Alman paşalar ve subayların büyük kısmı, Yahudi kökenliydi. Hem İkinci Meşrutiyet’in ilanında hem 31 Mart karşı darbesinin bastırılmasında hem de Birinci Dünya Savaşının ardından gelişen Ulusal Kurtuluş Savaşında Yahudi kadrolar, stratejik rol sahibiydiler ve bu rollerini başarıyla oynadılar. Türkçülüğün tüm temel yapıtları, ilk defa Yahudi aydınlar (Vambery, Cohen gibi) tarafından yayınlanıyordu. Türkçülük İdeolojisinin gerçek yaratıcısıydılar. Türk Toplumunun ezici çoğunluğu, bu ideolojiye ters bir gerçekliği yaşıyor olmasına rağmen, eğitimsizliği ve örgütsüzlüğü nedeniyle etkisiz olduğundan, bu kadrolar, devletin yeniden inşasında da (İttihat Terakki ve CHP yoluyla) yine temel çekirdek rolünü oynayacaklardır. Yahudilerin bu bariz üstünlükleri karşısında Hıristiyan Ermeniler ve Rumların, yeni devlet oluşumlarında etkili olma şansları çok azdı. Ekonomideki güçlü varlıkları, iktidarda bulunan rakipleri (Yahudi sermayedarları ve oluşturdukları Türkçü devletçi kolektif kapitalist sınıf) karşısında daha çok hedef haline gelmelerine yol açıyordu. Cumhuriyet ilan edildiğinde, geriye pek bir şeyleri kalmayacaktı.

Ermeni Soykırımı, bu genel tablo içindeki en trajik bölümdür. Ulus-devlet için ayağa kalktıklarında (1914 öncesinde ve savaşın ilk yılında), İttihat ve Terakki yönetiminin 24 Nisan 1915 tarihli kararı temelindeki karşı saldırısıyla kendilerini binlerce yıllık yurtlarından atılmak ve yollarda imha edilmekle, geriye kalanların ise uzun süreli diaspora yaşamına mahkûm edilmesiyle karşı karşıya bulacaklardı. Diaspora Ermenileri, bir gerçekliktir ama çok mutsuz, ezik ve yıkık bir gerçekliktir. Kurulan küçük Ermeni ulus-devleti, belki de bir teselli kaynağı olacaktı. Soykırımda sadece Türkçü burjuvazinin değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar, sadece Ermeni Soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt Soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt Soykırımında bunlar, ‘köy korucuları’ olarak, Kürtlüğü inkâr karşılığında mülklerini ve sermayelerini arttırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak, lanetli rollerini oynamaya devam etmektedir.

Anadolu Yahudiliği, daha önce bahsettiğimiz gibi Selçuk Bey’den beri (Hazara Yahudi Devleti, M.S. 900’ler) Türk kabile üst tabakasıyla ittifak halindeydi. Değişik biçimlerde bu birlikteliği Kafkasya, Kırım, Doğu Avrupa ve Anadolu’da da sürdürdüler. İspanya’dan atılmalarından sonra Anadolu, kendileri için emin bir sığınak olmuştu. Bunda imparatorluk maliyesindeki doldurulamaz yerleri önemli bir rol oynamıştı. Hıristiyan halklara karşı Osmanlı Sultanı ve bürokrasisiyle bağları gittikçe güçlenmişti. 1550-1600’lerde Osmanlı sarayını büyük ölçüde kontrollerinde bulunduruyorlardı. 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, İmparatorluğun görünmeyen gerçek gücüydüler. İkinci Meşrutiyet, 23 Ocak 1913 Darbesi, Birinci Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluşta, stratejik önderlik rolünü de görünmez biçimde Türkçü maskeyle başarıyla oynamışlardı. Beyaz Türk Ulusçuluğunun (Faşizminin) gerçek mucidi ve inşacısıydılar. Ekonomiden kültüre, askeriyeden dış politikaya kadar tüm önemli kurumsal gelişmelere hem zihniyette hem de yapısallaşmada öncülük etmişlerdi. Anadolu Türk Müslüman burjuvazisiyle aralarında bazı çelişkiler doğsa da bu rol halen devam etmektedir. Cumhuriyet, son tahlilde Hıristiyan halklara karşı bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi sermayesi arasındaki ittifakın bir ürünü olarak doğmuş, günümüze kadar bu niteliğini, Yahudi sermayesi İsrail’in kuruluşundan sonra kısmen çekilse de sürdürmüştür. Selçuklulardan beri Anadolu’daki iktidar, ekonomi ve ideolojik tekellerde Yahudi kültürünün rolünü hesaba katmadan ne Hıristiyan halkların tasfiyesini ne de Türk iktidarcı, ekonomik ve ideolojik elitlerinin gelişimini çözümleyebiliriz. Zaten bu ittifakı çözümlemeden, 1925 yılından beri Kürtlere yönelik yürürlükteki tenkili, tedibi, asimilasyonu ve soykırımı hiç anlayamayız. Kürtlerin vatansız bırakılmasının, bu iki tarihsel deneyimle yakın bağlantısı vardır. Buna bir de pozitivist ideolojinin zirveye çıktığı bir dönemin etkisini eklemek gerekir. Pozitivist Bilimcilik, sosyal olguları da tıpkı fizik ve biyoloji biliminde geçerli yasalara göre değerlendiriyordu. Bu ideolojinin dogmatik laikçi etkisini taşıyan Beyaz Türkçüler, bir olguyu kanunla yok saydıklarında artık o olgunun hükmünün geçerliliği ve gerçekliğinin kalmayacağı inancındaydılar. Bu yönüyle Ortaçağ dogmatiklerinden daha katı dogmatiktiler. Türkiye kavramı, bu yıllarda oluşmuştu. Türk nüfusunun çokluğu ve tarihsel oluşumu nedeniyle bu, yanlış bir kavram değildi. Fakat zoraki ve kanunla, bunun, Kürdistan’ı da içerecek tarzda genişletilmesi, tarihsel gerçeklere aykırıydı. Türk Ulusçu Modernitesi, sanki yeni bir din kuruyormuş gibi kabul etmediği her kavram ve olgunun “yok olsun” demekle yok olacağına kendini inandırmıştı. Elbette öldürücü militarizm, bunda başrolü oynuyordu.

Kürt İsyanları, Kürdistan’ın Kürtlere vatan olarak kalmaması için acımasızca ezildi. Cumhuriyet’in kuruluşunda yer almış bir halk ve vatanı gitmiş, yerine her şeyiyle ezilmesi ve yok sayılması gereken dilsiz ve vatansız, adı yasaklanmış, dağda karda yürürken ‘kart-kurt’ sesi çıkaran bazı vahşiler kalmıştı! Kapitalist hegemonik güç olan İngiltere, bu politikanın yakın işbirlikçisiydi. Hiç ses çıkarmadı, bu politikayı alttan destekledi. Zaten Musul-Kerkük petrollerine bu nedenle konmuştu. Türk devletinin Fransa’ya yakınlığı, laik ulus ve hukuk anlayışını benimsemesi, Fransa’nın bu insanlık dışı uygulamaları unutması için yeterliydi. Almanya zaten kurucu üyeydi. Rus reel sosyalistleri açısından, Beyaz Türkçülüğün Kürdistan’daki uygulamaları, gericiliğe karşı ilericiliğin zaferiydi! Doğu Kürdistan’daki Mahabad Kürt Cumhuriyeti de aynı politikanın kurbanı olmuştu. Kanıtlanan şey, kapitalist modernist güçlerin günlük çıkarları uğruna, bir halkın binlerce yıllık vatanını bir çırpıda feda edip yok saymaktan çekinmeyecekleriydi.

Anadolu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan hegemonik yapı, herhangi bir yapıya benzemez. Görünüşte çok katı Türkçü bir egemenlik söz konusudur; özde ise çok dar komplocu bir grubun manipülasyonuyla yürütülen bir sistem vardır. Devlet sistemleri olan monarşi, cumhuriyet demokrasilerle pek alakalı değildir. Kendine özgü bir despotizmdir. Çok gizli ve falsifikasyonlarla yürütülen bir mekanizması vardır. Şüphesiz bunda Türk bürokratik burjuvalaşmasının, proto-İsrail’in Ermeni, Süryani, Pontus ve diğer Helenistik Hıristiyan unsurların tasfiyesiyle yürütmekte olduğu Kürtlüğü imha etme harekâtının belirleyici payı bulunmaktadır. Soykırımlara kadar varan uygulamalarda bulunan bir rejim, açıktan ve meşru yöntemlerle sürdürülemez. Sadece güncel olarak yürütülen Kürt Kültürel Soykırımındaki gizlilik, rejimin içyüzünü tümüyle açıklamaya yeter. Ama hiç kimse bunu açıklama cesaretini gösteremez. Eleştirmek ve karşı çıkmak ise bilinmez biçimlerde ‘fail-i meçhul’lerle kurban olmaya götürür. Şeffaflık, dünyada belki de en çok bu yapılanma için gereklidir.

Unutmamak gerekir ki, bu köklü Yahudi sermayesi ve ideolojik aygıtı, son dört yüz yıldan beri Kapitalist Modernitenin Küresel Hegemonyasını geliştiren ve yürüten temel güçlerin başında gelmektedir. Yüzlerce devlet iktidarı ve sermaye tekelinin oluşumunda dolayısıyla çatışma ve savaşların çıkmasında belirleyici rolü vardır. Kapitalist Modernitenin Dünya Hegemonyasında ideolojik ve ekonomik olarak bu denli etkili olan bir gücün, kendisi için en stratejik alan saydığı bir coğrafyada, Anadolu ve Mezopotamya’daki iktidar oluşumunda ve modernite tesisinde etkisiz kalacağını varsaymak, rasyonel değildir. Nasıl ki Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında laik-milliyetçi bir ulus-devlet inşa ettiyse ve çıkarlarına (proto-İsrail; Sovyet hegemonyacılığına karşıt ve bölgeden izole edilmiş kapalı bir iktidar yapılanması) en uygun modernite modeli saydı. 2000’li yıllarda da benzer amaçlar temelinde ama tersine araçlarla (yeniden düzenlenmiş Türkçü-Sünni ulus-devlet, dışa açılan sınırlar, bölgeye daha çok karışan ve küresel sermaye ile bütünleşen bir Türkiye Cumhuriyeti) hegemonik güç düzenlemesine gitti. Bilinmesi gereken en önemli husus, bu yeni hegemonyanın tesis edilmesinde dünya hegemonik gücünün belirleyici rol oynadığıdır.

AKP önderliğinde somutlaştırılmaya çalışılan rejime, İkinci Cumhuriyet veya Ilımlı İslâm Cumhuriyeti demek erken bir yorum olacaktır. Esas karakteri idea edilmesine ve anayasada ifadesini bulmasına rağmen, rejim, hiçbir zaman demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti haline gelememiş, kuruluşundan beri oligarşik faşist karakterini hep korumuştur. Cumhuriyet rejimi, klasik anlamda hep bir ad olarak kalmıştır. Özellikle Demokratik Cumhuriyet haline gelememiştir. Tıpkı CHP hegemonyasına karşı olduğu gibi AKP hegemonyasına karşı da Demokratik Cumhuriyet ve Anayasa Mücadelesi, gündemde olacaktır. Dolayısıyla yaşanan bu sürece, Oligarşik Dikta ile ona karşı verilen Demokratik Cumhuriyet Mücadelesi Dönemi demek daha doğru olacaktır. Her ne kadar ısrarla ve çok bilinçli medyatik çarpıtmalarla seksen yıllık Beyaz Türk Faşizminin alternatifi olarak sunulsa da özünde, uyuştuğu bu rejimi, renk farkıyla sürdürme kararındadır. Yıpranan, içte ve dışta desteklerinin önemli bir kısmını yitiren Beyaz Türkçü Faşist Rejimin hem gizli desteği hem de yıpranmasının doğal sonucu olarak, AKP’nin Yeşil Faşist Rejiminin önü, yolu açılmıştır.

Burjuvalaşmış İslami İktidarcı Gelenek, Beyaz Türkçü yaklaşımı aşma yeteneğini gösterememiş hatta onun daha da gerisinde bir tutum takınmıştır. Kürt Kültürel Varlığına karşı modernist laikçi yöntemlere ilaveten, İslami gelenekleri de kullanarak, Türk-İslâm Sentezi adı altında milliyetçiliği daha da koyulaştırıp uygulamıştır. Özellikle tasfiyede laikçi Türkleştirme yetersiz kalınca, Türk-İslâmcı motifler devreye sokulmuştur. Nakşi ve Kadiri tarikatlar başta olmak üzere, bütün dinsel araçlar, bu konuda kültürel imhanın araçları olarak kullanılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, zaten Cumhuriyet’le birlikte kuruluşundan beri laikçilerin hizmetinde çalıştırılmıştır. Özellikle Kürtlerin, Din Kültürüne bağlılığı istismar edilerek, dinin komplocu tarzda kullanımına büyük ağırlık verilmiştir. Tarikatların geleneksel direnişçi özellikleri, içi boşaltılarak tersine amaçlar için kullanılmıştır.

Cumhuriyet rejimine karşı gerici ayaklanmalar olarak yargılanmaya çalışılan 1925-1940 dönemindeki Kürt Hareketliliği, özünde Beyaz Türk Faşizmine karşı kendi varlığını savunma, Kürt kimliğinin tasfiye edilmesine karşı direnme amaçlıdır. Kürtler, halk olarak gerek Ulusal Kurtuluş Savaşına gerek Cumhuriyet’in kuruluşuna samimi olarak katılmışlardı. Asli unsur olarak katılımları, tüm önemli toplantı belgelerinde, Amasya Protokolü’nde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin belgelerinde, TBMM’nin birçok yasasında ve hatta 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda belirtilmiştir. Ulusal Kurtuluş, Türk halkı için neyi ifade ediyorsa, Kürt halkı için de benzer bir anlam taşıyordu. Cumhuriyet, salt Türk etnisitesinin cumhuriyeti olarak değil başta Kürtler olmak üzere çoklu etnik yapılanmalara dayalı olarak inşa edilmiş, öyle anlamlandırılmıştı. Ayrıca emekçi ve İslami ümmet kimlikleri de kurucu kimlik sayılmaktaydı. Sovyetler’in destek verdiği açıktı. İttihatçı geleneğin, tek etnisiteye dayalı Türkçülük akımı, resmi ideoloji olarak benimsenince, diğer tüm kurucu unsurlar, kaçınılmaz olarak ötekileştirildi. En ufak hak talepleri, imhayla neticelendirildi. Kürt nüfusunun fazlalığı ve tasfiye edilmesinde yaşanabilecek güçlükler, Misak-ı Milli’den taviz verip Musul-Kerkük’ün İngiliz hegemonyasına terk edilmesinde ve İngiltere ile anlaşıp, Kürtlerin Varlık ve Hareket olarak tasfiye edilmelerine karar verilmesinde önemli rol oynadı. Almanya ile ittifak, Ermenilerin imhasında nasıl kullanıldıysa; İngiltere ile Musul-Kerkük konusundaki anlaşma da Kürtlerin imhasında öyle kullanıldı. Çokça iddia edildiği gibi Kürt isyanlarında dış güçler, desteklerini Kürtlerden yana değil Kürtlere karşı faşist rejimden yana kullandılar. Sovyet Rusya’nın desteği de buna dâhildir.

 

Türk-Kürt İlişkilerinde İktidar ve Devlet Sorunu

Kürt-Türk ilişkilerini çözümlemek, sosyolojinin belki de en zor konusudur. Kürt Sorununun çözümlenmesindeki güçlük, bu ilişkinin mahiyetinin hiç bilinmemesi ve bilinmek istenmemesi kadar yanlış ve keyfe göre tanımlanmasından, hiçbir bilimsel temeli olmayan beylik laflarla kestirilip atılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyal Bilimin tüm gücünü kullanarak, ilişkiyi doğru belirlemeye ve bu temelde çözüme gitmeye büyük önem vermekteyim. 15 Şubat 1925 soykırım komplosundan sonra, stratejik olduğu kadar aynı ümmetten olmaya dayalı dokuz yüz yıllık Tarihsel-Toplumsal ilişkiler, bir günde yok sayıldı. Tanrının ‘Ol!’ emriyle bile olmayacak şeylerin gerçekleşeceği yani ‘Yok ol!’ deyince Kürtlerin yok olacağı sanıldı.

Aynı gerçeklik, Tarih Bilimi için de geçerlidir. Denilebilir ki çok az tarih ilişkisi, Anadolu ve Mezopotamya’da inşa edilen Uygarlıklar ve devletlerin tarihindeki kadar kendi aralarında çok önemli bir diyalektiksel bütünlüğü ifade edecek güce sahiptir. İnsanlık Tarihinin gelişmesinde Mezopotamya-Anadolu hattı, belkemiği niteliğindedir. Tarihin ilk Uygarlıklarını ve devletlerini kuran Mısır ve Sümer Toplumundan günümüz toplum gerçekliğine kadar bu hat, bu diyalektik bütünlük ve belkemiğini teşkil etme rolünü oynamaya devam etmektedir. Buna rağmen Ulus-Devlet Modernizmi, bu tarih üzerine kırmızı bir inkâr çizgisi çekerek, tarihi sıfırdan, yani kendisinden başlatmayı bilim sayar. Halkların kültürel gerçeğini inkâr etmeyi ulusçuluk sayan bu kültürel soykırım barbarlığını, kesinkes bir tarafa bırakarak tarihi bilmeye çalışmak gerekir.

Hem sınıflı, kentli ve devletli Uygarlık Kültürü hem de bu üçlüye karşı varlığını koruyan Toplum Kültürleri bir bütündür. Bütünlük, hem birbirlerine karşıtlık temelinde hem de kendi içlerinde geçerlidir. Bu gerçeğe, tarih boyunca en çok Anadolu ve Mezopotamya Kültürleri arasında rastlamaktayız. Uygarlığın üst tabakaları için geçerli olan iktidar ve devlet olguları, bu iki coğrafya içinde hep iç içe olup bir bütünlük teşkil etmiştir. Bütünlük, her alanda geçerlidir. Özellikle ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda kendini hep belli eder. Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Mitanni, Urartu, Med, Pers, Helen, Roma, Bizans ve Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar Ana Nehir halinde bütünsellik arz eden bir Toplumsal Kültür yaşanır. İster egemenler ister boyun eğdirilmişler açısından olsun bütünlük, esastır. Bütünlükle birlikte kavranması gereken diğer husus, yerel farklılıktır. Bütünlüğün olabilmesi için farklılık gerekir. Farklılığa dayanmayana bütünlük denmez; zoraki veya günümüz deyişiyle Faşist Tek Tip Yaşam denir.

Anadolu’daki ilk devlet olan Hitit Devleti, Mezopotamyasız düşünülemez. Kaldı ki tarih, Hitit prensleri ve prensesleri ile krallarının Hurri kökenli yani proto-Kürt olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır. Yine komşusu ve akrabası olan Mitanniler, Kuzey Mezopotamya merkezli ilk devlet olarak Hititlerle iç içedir. Birinin sınırının nerede başladığı, diğerininkinin nerede bittiği belli değildir. Asur ve Urartularda da aynı gerçeklik söz konusudur. Med-Persler, zaten iç içe gelişip yaygınlaşmışlardır. Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı’da da Kürt gerçeği bağlamında aynı gerçeğin yaşandığını iyi bilmekteyiz. Sadece İktidar ve Devlet Kültüründe değil tüm Toplumsal Kültür alanlarında benzer ortaklıklar yaşanır. İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik, aynı kökenli dinlerdir. Kültürel ortaklığın en belirgin örneğini teşkil ederler. Batı Kapitalist Modernitesi, Ortadoğu Kültürlerinde ulus-devlet formunu, bilinçli olarak egemen kıldı. Eskiden hep tek evrensel imparatorluk formuyla temsil edilen iktidar ve devlet olgusu yerine, halkların onlarca parçaya bölünüp, birbirlerine karşıtlaştırılması üzerinde inşa edilen zayıf ulus-devletler temelinde, Ortadoğu’nun kültürel parçalanması ve yeni-sömürge haline getirilmesi sağlanmıştır. Böylelikle bölge, kapitalist sistemin hegemonyası altına alınmıştır. Bir alt hegemonik güç olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti bile, dayandığı temel olan Misak-ı Milli’nin en önemli parçalarından biri olan Musul-Kerkük yani Irak Kürdistan’ı kopartılarak, topal ördek misali daha doğuşunda topal yaşamaya mahkûm edilmiştir. Geleneksel Anadolu ve Mezopotamya bütünlüğü, bilinçli olarak hem de birbirlerini inkâr ve karşıtlık temelinde parçalanmıştır. Bütünlük, Faşist Tek Tip Yaşama kurban edilirken, bütün farklı kültürler de inkâr ve imhaya yatırılarak yokluğa terk edilmişlerdir.

Kürt üst tabakası, yani iktidar ve devlet meselesiyle ilgilenen kesimler, Sultan Alparslan’dan M. Kemal’e kadar Ortak İktidar ve Devlet Kültürüyle hareket etmişler, bu tutumu halka da benimsetmişlerdir. Kendi kültürel farklılıkları için bir güvence ve statü geliştirmiş olamamaları, sınıfsal yapılarıyla bağlantılı olsa da halkın kendisi de hem stratejik hem de Tarihsel-Toplumsal açıdan Ortak bir Devlet Kültürünü çıkarlarına daha uygun bulmuştur. Uygun bulduğu için de suçlanamaz. Suçlanması gerekenler, halkların bu tarihsel beraberliğini hukuki statüye bağlamak ve demokratik yönetime kavuşturmak yerine, inkâra ve imhaya yeltenenlerdir.

Sonradan yanlışlığını kabul edip özeleştirisel temelde aşsa da PKK’nin doğuşunda, bu İmha ve İnkâr Kültürüne karşı reel sosyalist bir ulus-devletçi zihniyetle çıkış yapması, anlaşılır bir husustur. Sosyalist bakışla da olsa, ayırıcı ve bölücü ulus-devletçiliğe karşı ayrı bir ulus-devletçilikle karşılık vermek, kapitalizmin oyununa düşmek olur. Dünya halkları, bu temelde ‘böl-yönet’ politikasının tuzağına düşürülmüşlerdir. Sosyalistler, hiçbir koşul altında ulus-devletçiliği savunamazlar. Kapitalizme karşı olmanın en başta gelen ilkesi, ister ezen ister ezilen uluslar veya halklar adına olsun, ulus-devlet formunu kabul etmemektir. Genelde olduğu gibi Kürt-Türk ilişkilerinde de tarih boyunca ortak kültürel temellerde yaşanan bütünselliği, her koşul altında savunmak, sosyalist olmanın diğer bir ilkesidir. Kaldı ki, en son Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yolda, Misak-ı Milli ilanında, Amasya Tamimi’nde ve TBMM’de ortak bir strateji etrafında hareket etme dışındaki her tavrın, iki halkın da mahvına yol açacağı, başta Önder M. Kemal olmak üzere sürecin tüm önemli simaları tarafından dile getirilmiş ve belgelenmiştir. Ortak bir statü, hem de çağdaşlık adına, birlikte ve gönüllü olarak kabul edilmiştir. Sonraki komplocu ve darbeci yaklaşımlar, Cumhuriyet’in asli unsurları olarak Türkler ve Kürtlerin gönüllü ortak statü gerçeğini ortadan kaldıramaz. Cumhuriyet Tarihi boyunca aynı komplocu ve inkârcı zihniyet tarafından dayatılan asimilasyonist, kültürel soykırımcı yöntemler de gönüllü olduğu kadar belirleyici tarihî değeri olan ve ilk Anayasada (1921) da belirlenen statüyü geçersiz kılamaz.  Bu gerçeklik, Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki Kürt Toplumsal Yaşamı için de geçerlidir. Kürtler, hiçbir devlet tarafından fethedilmemişlerdir. Kendilerine yönelik hiçbir fetih, işgal ve ilhak statüsü yoktur. Siyasal ve hukuki açıdan statüleri, içinde yaşadıkları devletlerle gönüllü ortaklık temelinde oluşmuştur. Modernitenin ulus-devletçiliği tarafından kendilerine pahalıya mal edilse de hem tarihsel zihniyetleri hem de toplumsal kültürleri açısından, bu yönlü bir geleneği yaşamayı, esas almışlardır. Bu gelenek, halen varlığını sürdürmektedir. İlgili ulus-devletlerin, bu gerçeği çok doğru kavrayıp, dayattıkları inkâr ve imha siyasetini terk ederek, tarih ve toplumla barışarak hâkikate değer vermeleri gerekir. Aksi halde çoktan anlaşıldığı gibi sadece topal yürümekle kalmayacaklar, her faşist ulus-devletin başına geldiği, yaşadığı gibi kendi felaketlerini de bu imha ve inkâr siyaseti ve uygulamalarında yaşayacaklardır.

Tarihsel ve toplumsal gerçeklerin bilince çıkarılmasıyla ulus-devletçiliğin kapitalizmin bir tuzağı olduğu anlaşılmaktadır. Halkın kendi demokratik yönetim sistemi ve demokratik ulus olma hakkı tanınmalıdır. Ulus-devletçiliğe karşılık Kürt ulus-devletçiliği savunulmuyor. İlkesel olarak bunu reddeder. İster bir ulus-devlet çatısı altında (eğer demokrasiye bağlılığını kabul ediyorsa) ister kendi başına bağımsız olsun, Kürt halkının kabul edeceği siyasi otorite, kendi demokratik özerk yönetimidir, toplumun demokratik olması anlamına gelir. Sistem olarak bütün halkların ulusal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden, ortaklaşa ve gönüllü siyasi otoritelerini inşa etmeleri demektir. Ulus-devletlerin çatısı altında yaşamayı ancak demokratik özerk yönetimlerinin tanınması şartıyla kabul ederler. Bu yaşam tarzı, devletlerin federal veya konfederal temelde düzenlenmesi anlamına da gelmemektedir. Devletlerle bu temelde anayasal uzlaşmaya gidilmemektedir. Toplumun demokratik özerk yönetiminin tanınması temelinde ‘demokratik anayasal uzlaşma’ya gidilmektedir. İkisi arasında köklü farklar vardır. Kürtler Türkiye, İran, Irak ve Suriye ulus-devletleri içinde, ayrıca Irak Kürt Federe Devleti karşısında da demokratik özerk bir oluşum olarak en ideal ortak, eşit ve özgür yaşamı savunuyor. Tarihsel-Toplumsal gerçekliğin de kanıtladığı gibi tüm bu devletlerle var olan sorunların ancak demokratik özerklik temelinde, barış içinde ve demokratik siyasal yöntemlerle çözülebileceğine inanmaktadır.

Türk-Kürt ilişkileri, kavimsel ve devletsel bağlamda ele alınırken, Anadolu ve Mezopotamya’nın jeopolitik ve jeostratejik bağları dikkate alınmadan, doğru çözümlere varılamayacağı iyice fark edilir oldu. İki toplumun yoğunlaştığı coğrafyalar arasında, tarih boyunca sıkı jeopolitik ve jeostratejik yaklaşımları da belirleyen yoğun kültürel alışverişler yaşanmaktadır.

Günceli, şimdiyi de belirleyen bu ilişkiler, ancak bütünsel bir yaklaşımla doğru çözümlenebilir. İktidar ve devlet sorunsalıyla daha çok karşılaşan Kürt hiyerarşik üst tabakası, tarih boyunca ağırlıklı olarak kaderini, nispi bir özerklik temelinde hep kendisinden daha güçlü olan iktidarlara ve devletlere bağlamıştır. Kürt Toplumuna özgü bağımsız iktidar ve devlet sistemleri peşinde pek koşmamıştır. Tarihsel ve toplumsal koşullar nedeniyle, bu yönde bir girişim, çıkarlarına uygun düşmemiştir. Türklerle geçen yaklaşık son bin yıllık tarihi de bu temelde değerlendirmiştir. Gönüllü olarak Selçuklu Sultanı Alparslan’la birlikte zafere eriştirdikleri Malazgirt Savaşıyla, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında İslâmi temelde yeni bir iktidar ve devlet paylaşımını gerçekleştirmişlerdir. Her iki coğrafyadan kaynaklanan jeopolitik ve jeostratejik gerçekler, iki kavmin üst tabakası arasında İslami iktidar ve devlet paylaşımını zorunlu kılmıştır. Halkların, bu iktidar ve devlet paylaşımında pek çıkarları olmasa da iktidar ve devletin ortak çatısı altında yaşamayı, sık sık direnişle karşılasalar da, ortak yaşamın gerekleri ve dönemin din ve mezhep savaşları nedeniyle bir arada yaşamaktan geri kalmamışlardır. Türk kavimsel üst hiyerarşisi ile Kürt üst tabakasının yaşadığı bu ortaklık, hep gönüllülük temelinde olmuştur. Türk fetih geleneğinde, Kürdistan’ın fethi diye bir olgu pek yoktur. Zaman zaman yapılan fetih seferleri, ancak Kürt önde gelenlerinin katkılarıyla olmuştur. Dolayısıyla bu tip seferlere de fetih denilemez.

Türk-Kürt ilişkilerindeki bu tarihsel gerçeklik, günümüzde Kürt Sorununun çözümü açısından, tüm derinliğiyle anlaşılmak durumundadır. Tarihin bu ilişkilerdeki ana kavşakları olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Sultan Selim ile Doğu’ya açılım politikalarında (1512-1521), Sultan Abdülhamit dönemindeki (1876-1909) Hamidiye Alaylarının teşkilinde, Osmanlıların İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oldubittisiyle katıldığı Birinci Dünya Savaşında ve devamında, en önemlisi de Mustafa Kemal önderliğinde geliştirilen modern Ulusal Kurtuluş Savaşında bu gerçeklik, hem esas alınmış hem de sonuçta belirleyici olmuştur. Cumhuriyet’in demokratik temelinin yadsınması anlamına gelen 15 Şubat 1925 komplosuyla, bu tarihsel ve coğrafi iktidar ve devlette ortaklaşa ve gönüllü temsil, ilk defa sona erdirilmeye çalışılmıştır. Bu komplonun geliştirilmesinde, dönemin kapitalist hegemon gücü olan İngiliz İmparatorluğu’nun, Cumhuriyet’i etnik ayrıştırmaya tabi tutma, böylelikle petrol bölgesi olan Musul-Kerkük’ü (Irak Kürdistan’ını) hâkimiyeti altına alma hesapları, belirleyici rol oynamıştır. İngiltere’nin, minimal Cumhuriyet veya ulus-devlet projesi, dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında da başarılı olmuştur. Hem toplumsal hem de devletsel olarak bölünen Ortadoğu’nun, tüm kültürel güçleri, halkları hatta devletleri, bu politikayla büyük güç kaybına uğramış, sürekli parçalanıp aralarında çatışmaya girerek zayıflamış, dolayısıyla İngiliz hegemonyası başarıyla geliştirilmiştir.

Cumhuriyet’in anti-Kürtleştirilmesi, geleneksel ittifakı bozmuş, Kürtler, tümüyle sistemden dışlanmıştır. Kürt üst tabakasının önüne konulan proje, Kürtlükten ve Kürt kimliğinden vazgeçme karşılığında birer Türk birey-yurttaşı olarak varlıklarını koruyabilecekleri temel ilkesine dayanır. Hatta daha da ileriye gidilerek, sistemde güç kazanma ve yükselme yolunun, Kürtlüğün inkâr ve imhasına karşılık Beyaz Türklüğün yüceltilmesi ve geliştirilmesinden geçtiği belletilir. Cumhuriyet’te varlık sahibi olmanın ‘tunç kanunu’ böyle formüle edilir. Üst tabakanın başlangıçta kısmen itirazlar ve isyanlarla gösterdiği tavır, sistemin sert ‘tedip ve tenkil’ harekâtları sonrasında uysal bir baş eğmeye dönüştürülür. Kürt Toplumunun tarihinde belki de ilk defa üst tabakanın (istisnalar kuralı bozmaz) kendi öz toplumunun varlığını toptan inkâr ve imhaya yatırmasına karşılık, kendi varlığını güvenceye alması söz konusudur. Varlığını ve gelişmesini artık Beyaz Türklüğe hizmete borçlu olacak, ona hizmet ettiği oranda varlığını koruyacak ve geliştirecektir.

Başsız ve öndersiz olarak geriye kalan halk kesimleri ise, artık nesne, eşya durumundadır. Her türlü inkâr, imha ve asimilasyon uygulamalarına açık haldedir. Kürtlüğe en ufak bulaşma, ölüm demektir! Kürtlüğü terk etmek, artık tek kurtuluş ve yaşam yoludur! Kürtlük, sadece olgu olarak değil tüm sembolleri ve isimleriyle de tasfiye edilmeye çalışılır. Tüm Cumhuriyet Tarihinin Kürtlüğe ilişkin Örtülü Kültürel Soykırım Projesi (sözü edilen proje diğer kültürler için de söz konusudur ama esas olarak Kürtlüğe ilişkin geliştirilmiştir), gün gün, adım adım hayata geçirilir. Tüm iç ve dış politikanın ana hedefi, bu ‘Tunç Kanunu’na bağlı olmak ve hizmet etmektir. Büyük oranda gizli yürütüldüğü için, bu politikaların farkında olmadan geliştirdiğimiz partiler, sivil toplum örgütleri, ekonomi ve siyaset dünyası da aynı ‘Tunç Kanunu’na endekslenmiştir. BM, NATO ve AB gibi dış organizasyonlar da aynı ‘Tunç Kanunu’na hizmet temelinde değerlendirilir. Darbeler, komplolar, suikastlar, her türlü işkence ve tutuklamalarda, bu kanunun payı belirleyicidir.

Anadolu ve Mezopotamya arasındaki kültürel bütünlük, jeopolitik ve jeostratejik birlik, bunların Kürt-Türk ilişkilerine yansıması, yeterince kavranmamıştır. Kapitalist Modernitenin hegemonik güçleri olan İngiltere ve ABD’nin, minimal ulus-devlet politikaları, tüm Sosyal Bilimleri olduğu gibi Bilimsel Sosyalizmi de etkilemiştir. Aşılması gereken ulus-devletçilik, ulus-devletçi sapmaydı. Dünya çapında solda ve Türkiye Solunda, bu sapma aşılamadığı için çözülme kaçınılmaz oldu. Sosyalizmin halen devam eden bunalımının ana nedeni de bu konuda içine düştüğü çıkmazdır. Kürt Sorunu temelinde ulusal sorunların yeni çözüm modeli, her tür ulus-devletçilikten soyutlanmış, arınmış Demokratik Ulustur. Kapitalizmde ulusların inşa tarzı, azami kâr kanununa hizmet etmek durumundadır. Bunun yolu da modernitenin yeni dini olan milliyetçiliğin hedeflediği ulus-devlettir. Milliyetçilik, ulus-devleti; ulus-devlet, milliyetçiliği doğurur. Kapitalizmin yoğunlaşan bunalım dönemlerinde milliyetçilik ve ulus-devlet, faşistleşir. Sosyalizm, ancak kapitalizmin milliyetçiliğini ve yol açtığı ulus-devletçiliği aştığı oranda kendisini alternatifleştirebilir ve sistem olarak geliştirebilir. Bunun yolu, Demokratik Ulus ve Kârsız Sosyal Piyasa Ekonomisidir; kapitalizmin azami kâr amaçlı endüstriyalizmine karşılık Ekolojik Endüstridir.

Sadece Kürtler için değil tüm etnik ve ulusal topluluklar için geçerliliği olan Demokratik Ulusçuluk yegâne çözüm modelidir. Kapitalist Modernite Tarihi boyunca, tüm Ulusal Sorun dönemlerinde tek çözüm yolu olarak dayatılan ulus-devletçi çözümler, tarihi kan banyosuna çevirmiştir. Ulus-devletçi çözüm, sorunları çözme yolu değil derinleştirme, şiddetleştirme ve savaşı tırmandırma, böylelikle azami kârı ve endüstriyalizmi gerçekleştirme ve sürekli kılma yoludur. Başta Türk ulus-devleti olmak üzere İran, Irak ve Suriye ulus-devletleri ve hatta Kürt Federe Devletiyle Kürt Sorununda barışçıl ve siyasi yaklaşımla çözüm, ancak Kürt Halkının Demokratik Ulus Olma Hakkını (bu hak diğer halklar için de geçerlidir) ve bu hakkın doğal sonucu olarak demokratik özerk yönetim statüsünü kabul etmeleriyle mümkündür.

 

İktidar ve Demokratik Yönetim

Toplumsal Yönetim olgusunda İktidarcı ve Demokratik Özerkçi biçimler arasındaki ayrım, temel toplumsal sorunların çözümünde kilit öneme sahiptir. İki yönetim paradigması arasındaki köklü farklar ayrıştırılıp netleştirilmedikçe, geliştirilecek tüm çözümlerin işlevsiz kalması kaçınılmazdır. Toplumsal Yönetimin kendisi, özgürce tayin edilmedikçe, diğer tüm sorunlar, son kertede yönetim çözümsüzlüğüne takılıp boşa çıkacak, hatta sorunların daha da ağırlaşmasını beraberinde getirecektir. Tarihsel bir örnek vermek gerekirse, yönetim olgusuna iktidarcı diktatörlük yaklaşımı, Sovyet deneyiminin iflasında belirleyici rol oynamıştır. Başarısız devrimlerin temelinde de aynı olgu gizlidir. Bu devrimler, İktidarcı Yönetim anlayışından bir türlü kopamamalarının sonucu olarak ya iktidarlaşıp yozlaşmışlar ya da yönetim olgusunu tümden dışlayarak bireysel anarşizme kayıp yenilgiyi kaçınılmaz kılmışlardır. Toplumsal Sorun, yönetim olgusunun hiyerarşik ve devletçi iktidarın tecavüzüne uğramasından kaynaklanmıştır. Yönetim olgusu tecavüze uğramadan, çarpık ve saptırıcı kılınmadan baskı ve sömürü kurumlaşamayacağı için, bu olgular ya gerçekleşemez ya da geçici olmaktan kurtulamaz. Yönetim gaspı gerçekleştirildiği oranda, toplumlar üzerinde kapsamlı baskı ve sömürü mekanizmaları kurulur. Böylelikle de Pandora’nın Kutusunun açılması misali tüm toplumsal olgular sorunlara boğulur.

Hiyerarşik Yönetimle bozulan Doğal Toplum Düzeni, doğadan kaynaklanan sorunlara ilaveten iç toplumsal sorunlarla da karşılaşacaktır. Toplumun maddi ve manevi kültüründe sorunlar giderek ağır basacaktır. Klanlar ve kabileler arasında şiddetlenen çatışmalar, sorunlu yapıya işaret etmektedir. Zihniyet dünyasında ortaya çıkan çelişkili mitolojik fikirler ve tanrısal kavramlar, özünde artan toplumsal sorunu ifade etmektedir. Tüm bu olguları, Sümer Toplumunda çarpıcı biçimde gözlemleyebiliriz. Tanrılar arasındaki savaş, aslında yükselen hiyerarşik hanedanların ve kent-devlet yöneticilerinin kendi aralarındaki çıkar çatışmasını ifade etmektedir. M.Ö. 5000-3000 yılları arasında Aşağı Mezopotamya’da daha sonraki tüm Uygar Toplumların tanıklık edeceği iktidar çatışmalarının, sömürü tekellerinin, kent-kır (‘barbar’) çelişkileri ve sınıf anlaşmazlıklarının temelindeki köklü çatışmalı toplumsal sorunların prototipi oluşacaktır. Daha sonra ortaya çıkacak olan tüm toplumsal çatışma ve uzlaşma biçimlerinin, devletin, sınıfın, kent içi ve dışı kavgaların, barışın ilk örnekleri buralarda denenecektir.

Süreçten galip çıkan İktidarcı Yönetim olmakla birlikte, toplum hiçbir zaman Özyönetim arzusundan vazgeçmemiş, İktidarcı Yönetime karşı sürekli Özyönetim talebini yükseltmiştir. Kaldı ki, tarihin en yaygın toplum biçimlenişi olan kabile ve aşiretler, özünde Özyönetimi yaşamışlar; Yabancı İktidarcı Yönetimlere boyun eğmektense hep dağ, çöl ve bozkırların göçebe toplumu olmayı tercih etmişlerdir. Sonuna kadar kırımdan geçmeyi göze almışlar ama Toplumsal Doğanın temel bir ihtiyacı olan Özyönetim Hakkından vazgeçmemişlerdir. Kabileler ve aşiretler, Özyönetimden vazgeçmenin kimliklerini yitirme ve esirleşme olduğunun derin bilinciyle yaşıyorlardı. Kentlere karşı barbarların direnişi denilen olgu, özünde Kabile Toplumunun Özyönetiminden vazgeçmeme ve kendi kimliğini koruma savaşıdır. Bu olguyu, günümüze kadar yaygın olarak gözlemek mümkündür. Sümer Toplumuna karşı Batı’dan çöl kabileleri olan Aramitlerin (proto-Arap kabileler), Kuzey’den ve Doğu’dan Hurri (proto-Kürt) kabilelerin saldırı ve direnişleri, Sümer tabletlerinde çarpıcı ifadeler halinde destanlaştırılarak anlatılmaktadır.

Kabile ve aşiret topluluklarının kavim, milliyet veya halklaşma süreçlerinde Özyönetim Sorunu kendini, Demokrasi (Yunanca ‘halkın kendini yönetmesi’ anlamına gelmektedir) olarak somutlaştırmaktadır. Demokrasiyi, iki önemli niteliğiyle tanımlamak gerekir: Birincisi, halk üzerindeki iktidar kurumlaşmasına, devletleşmeye karşıtlığı içermektedir. İkincisi, geleneksel toplumdan kalma Özyönetimini daha katılımcı kılmakta, tartışma ve toplantı kültürünü kurumlaştırıp parlamentonun prototipini oluşturarak sağlamlaştırmaktadır. Özyönetim, Demokratik Özerklik olarak tüm ilgili toplumsal birimlerin katılımını gerçekleştirmekte ve kurumlaştırmaktadır. Bu konuda da tarihsel örneği çarpıcı olarak ve yazılı belgelerden izleyerek Atina Demokrasisinde bulmaktayız. Atina Demokrasisi, köleliği aşmadığı için tam demokrasi sayılmaz. Ama Sparta örneğindeki devletleşmeyi kabul etmediği için de devlet sayılmamaktadır. Tam Demokrasiden devlete geçişin bu çarpıcı örneği, gerçek demokrasiye ilişkin bugün için bile geçerli birçok ders vermektedir. Doğrudan Demokrasi, yönetimin yıllık seçimlerle belirlenmesi ve seçilenlerin hiçbir üstün yanlarının bulunmayışı, demokrasinin emrindeki yönetim olgusu, vatandaşların politik tartışmalara katılımını sağlayan ve dolayısıyla eğitimini gerçekleştiren toplantı kültürü, Atina Demokrasisinden günümüze miras kalan değerlerdir. Şüphesiz yazıya dökülmemiş olan sayısız diğer toplulukların yaşadığı da benzer Demokrasi Kültürüdür.

Kısaca örneklemeye çalıştığımız tarihsel deneyimler, Özyönetim ve Demokrasi olgusunun yaygınlığını ve farkını ortaya koymaktadır. İktidarlaşmayan, böylece toplumsal soruna yol açmayan, baskı ve sömürünün doğuşuna fırsat tanımayan bir yönetim biçimi olarak kendisini tanıtlamaktadır. Demokrasinin veya Demokratik Özerkliğin bu temel niteliklerini, İktidarcı Yönetim yozlaştırmalarına karşı hep net kılmak ve bu niteliklerden vazgeçmemek büyük önem taşır. Demokrasiyi, iktidarın veya devletin meşruiyet kılıfı haline getirmek ona yapılacak en büyük kötülük olacaktır. Demokrasiler asla iktidar ve devletle özdeşleştirilmemelidir. Bu tür bir karıştırma, toplumsal sorunların bir türlü çözüm bulamaması kadar giderek yığınlaşması anlamına da gelecektir. Toplumların politik bilincini ve ahlâki duyarlılığını sürekli canlı tutan demokrasiler, iktidar ve devletten kaynaklanan sorunların gerçek çözüm alanıdır.

Kapitalist Modernite Çağında, demokrasiler ve özerk yönetimler için en büyük tehdit, ulus-devletçi iktidarlardan gelmektedir. Demokrasiyi kendine kılıf yapan çoğu ulus-devlet, en katı merkeziyetçiliği sağlayarak, Toplumun Özyönetim Hakkını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Liberal ideolojik hegemonya ulus-devletin bu demokrasi karşıtı niteliğini ‘demokrasi çağı’nın özelliği diye yutturmaya çalışmakta, demokrasinin ulus-devletçe yadsınmasına demokratik rejimin zaferi demektedir. Kapitalist moderniteye karşı demokrasilerin gerçek sorunu kendi farkını ortaya koymak, katılımcı ve süreklilik arz eden özelliğinden vazgeçmemektir. İktidar ve devlet hegemonyası dayatılmadığı müddetçe, demokrasilerin çözemeyeceği bir toplumsal sorun yoktur.

Reel Sosyalizmin, iktidar ve devlet sorununu bir karşı iktidar ve devlet oluşumu biçiminde çözmeye kalkışması, iflas etmesinin temel nedenidir. Reel Sosyalizm, devlet ve iktidarın birikmiş sermaye olduğunu, bunlar işlev kazandıkça sermaye ve kapitalizmle sonuçlanacağını hiç hesaba katmamış, bu konuda ciddi bir teorik körlüğü yaşamıştır. Merkezî ulus-devletçiliği, klasik liberal örneklerinden katbekat büyüterek komünizme varacağını sanırken, en vahşi kapitalist oluşumla karşılaşmıştır. Sosyalizmin demokrasisiz gerçekleşmeyeceği, reel sosyalizm denemelerinin en önemli sonucu olmuştur. Günümüzde yaygınlık kazanan sivil toplum, insan ve azınlık hakları,  yerel yönetim sorunları ve klasik tüm ulusal sorunlar, demokrasi ve özyönetimlerin merkezî ulus-devletçe bastırılmasından kaynaklanmış olup, bu sorunların çözüm yoluna girmesi de ancak ulus-devletin gerçekleştirdiği hak gaspı zemininin aşılmasıyla mümkündür. Gerek ABD’nin federal karakteri gerekse AB’nin gasp edilen demokratik değerleri azar azar da olsa yeniden sivil topluma, bireyler ve azınlıklara ve yerel yönetimlere aktarma temelinde kendisini geliştirmesi, üçyüz yıllık ulus-devletçi teori ve taktiklerden çark ettiklerini göstermektedir. Çünkü bu üçyüz yıllık süreç, tarihin hiçbir döneminde görülmeyen savaşlara, talana ve sömürgeciliğe, soykırımlar ve asimilasyonlara yol açmıştır.  Merkezî Uygarlığın ana ülkesi ve bölgesinde yaşanan büyük kaos, ulus-devletçiliğin ve iktidar paylaşımcılığının iflasını tüm yönleriyle ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu kaos, Filistin-İsrail, Irak ve Afganistan ulus-devletçiliklerinin ve kökeni en gelişkin hiyerarşilere dayalı olan iktidarcılığın tüm maskelerini düşürmüş, sorunların temel kaynağını teşkil ettiklerini kesinleştirmiş, sınırsız şiddet, terör, savaşlar ve katliamların bu kaynaktan beslendiğini her yönüyle gözler önüne sermiştir. Ulus-devletçilik ve iktidar paylaşımcılığının bumerang gibi sahiplerini vurmaktan başka yeteneğinin kalmadığı yeterince kanıtlanmıştır.

Bu koşullarda Radikal Demokrasinin ve Demokratik Konfederalizmin çözümleyici gücü ortaya çıkmaktadır. Uygarlığın şafak vaktine beşiklik etmiş Kürdistan coğrafyası, bu sefer, Demokratik Konfederalizmin, radikal ve gerçek demokrasinin şafak vaktine beşiklik etmektedir. Doğada bir kural vardır: Her şey kendi kökeni üzerinde yeniden doğar. Demokrasi de Neolitik Devrimde gizli kökenleri üzerinde tam ve başarılı doğuşunu gerçekleştireceğe benzemektedir. Halen tüm merkezî hegemonik uygarlıkların darbesini yemekte olan bu beşiğin, demokrasi bebeğini de büyütmesi imkân dahilinde görünmektedir. Özyönetim gücünü, politik ve ahlâki toplum olma yeteneğini çoktan kaybetmiş bu topraklar, bu dağlar, ‘Kurti’lerin bir kez daha beşikten çıkıp yürüyüşe geçmelerine tanıklık edebilir. Ortadoğu kültüründe her şey, bileşik kaplar misalidir. Bir alanda başarısını kanıtlamış toplumsal hâkikat, hızla diğer alanlara da yayılma özelliğindedir. İslâm, sadece otuz yıl gibi kısa bir zaman içinde bir dünya sistemi haline geldi. Ufacık bir Filistin sorunu, yıllardır tüm bölgeyi esir almış gibidir. Kürdistan şafağında uygarlık beşiğinde büyüyüp atılım yapabilecek düzeye gelmiş gerçek demokrasi, demokratik özerklik, demokratik konfederalizm ve tüm bu olguların sistematik ifadesi olarak Demokratik Modernite, Kapitalist Modernite karşısında güçlü alternatif olarak rol oynamaya başlamıştır. Her geçen gün iflasını ibret verici derslerle kanıtlayan bu sistem karşısında Demokratik Modernite, yükselen yıldız niteliğindedir.

Demokratik Özerklik Çözümü, bu devleşmiş yapılarla iki tür yöntemle baş edebilir: Devrimci ve reformcu yöntemler. Kapitalist Modernite yapılanmalarını özellikle ulus-devletçi iktidarı tamamen yıkmaya dayalı devrimci yöntemin tarihsel deneyimi, iktidarcı ulus-devletçiliği daha da güçlendirme biçiminde olmuş; toplumun demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi yapılanmasını yaratmayı başaramamıştır. Reformcu Demokrasi de hâkim modernite içinde erimekten kurtulamamıştır. Çıkarılması gereken sonuç, hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, asıl olanın Demokratik Modernite Sistemini geliştirecek kurumsal ve anlaksal seçenekleri sürekli gündemleştirmek ve uygulamak olduğudur. Her iki modernite sisteminin belki de yüzlerce yıl bir arada yaşamak durumunda kalacaklarını kestirip, hem tikel ulus-devlet bünyesinde hem de evrensel ulus-üstü sistem içinde demokratik anayasal çözümler geliştirerek kendi aralarındaki ilişki ve çelişkileri aşmaları daha güçlü bir olasılıktır. Bu yönlü bir gelişme, olumsuz geçmişi olumlu geleceğe taşıyabilir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.