Düşünce ve Kuram Dergisi

Olmayan Hikayemiz: Başka Bir Devlet Mümkün Mü?

Mehmet Nuri Özdemir

Devletin etkilerinden biri, devletten başka yol olmadığına inandırmaktır.
Pıerre Bourdıeu
Aslında toplumumuzda hükümetin önemini fazlasıyla abartıyoruz. Bunun sorumlusu tarihçilerdir. 
Arthur Murice Hocart 

 

Giriş

Dünya sisteminin merkezinde olan devlet ve ulus-devlet sistemi insanlık tarihi boyunca görülmemiş düzeyde doğa, birey ve toplum üzerinde tahakküm kurmuş durumda.  Devleti meşru kılan fiziksel ve sembolik şiddet tekeli, dünyayı özgürlüklerin radikal bir şekilde budandığı büyük bir hapishaneye dönüştürdü. Toplumsal ‘zor ve rıza’ imalatının icra edildiği bir aygıt olarak tasarlanan devlet, geniş failler zümresinin ve onların menfaatlerinin kaldıracı haline geldi. Bu açıdan devlet sadece “işlevsel” boyutuyla değil toplumsal sorunların maniple edilerek istismar edildiği ve kudretlilerin karşılıklı bağımlılık ağının gıdasını aldığı bir “alan” olarak da tartışılmaya muhtaçtır.

Hayatlarımız üzerinde kalıcı hale gelen devlet hegemonyasının aşılamıyor olması ve buna karşı belli bir direnç gerekirken tam aksine toplumların gittikçe daha da itaatkar ve bağımlı hale gelmesi devlet sorunsalını derinleştiriyor. Devletin “ilahi, milli, ezeli ve ebedi” karakteri, onu, farklı egemenlik biçimleriyle uyumlu hale getirmeyi kolaylaştırıyor. Bu durum büyük bir toplumsal sorundur. Tahakkümcü, hiyerarşik ve eril merkezileşme sorunları başta olmak üzere ulus-devletin ürettiği diğer sorunların çözümü, elindeki yetkilerin dağıtılması ve paylaşılması ile mümkündür; bu öneri barışçıl ve rasyonel olan bir seçenektir.

Devlet ilk toplumlardan beri toplumsal sorunu çözmekten çok üreten bir yapı olarak iktidarın en sorunlu sürümüdür ve başarısız bir formdur. Bu iddiayı referans alan makale, projeksiyonu yaşamımızın içinde ve dışında dolaşma hakkını kendinde bulan “devlete” tutuyor. Haliyle makale boyunca devletin doğuşunu, tanımını, kavramsal istikametini ve hegemonya üretme pratiklerini, devleti sönümlendirebilecek olası alternatiflerle birlikte ele alarak tartışmaya çalışacağız. Yöntemsel olarak devlet sorunsalını, devlet-toplum karşıtlığı şeklinde tartışmak, “anlamı” pozitivist düzeneklerin içine hapsetme riskini taşıyor. Kabul ve red ölçüleri de bu düzeneğin bir parçası gibi görünüyor. Dolayısıyla tartışmayı olabildiğince yeni bir bakış açısıyla, devlet ve toplum ilişkisinin nasıl işlediğine yoğunlaşan “üçüncü bir gözle” bakarak sürdüreceğiz.

 

  1. İlk Toplumlar ve Devlet
Toplum, insan ihtiyaçlarının, devlet ise kusurlarının ürünüdür; toplum özünde iyidir; devlet ise hepimizin çok iyi bildiği gibi kötü olabilir, çoğunlukla da öyledir.
Abbe Raynal

Toplum, tartışmasız devletten önce var olan bir yapıydı. Buber[1], toplumun bir halklar topluluğundan oluştuğunu söylüyor;  ona göre toplum sadece aile toplumu birimlerinden değil; tarz ve türleri, yapılanış biçimleri, kapsamları ve dinamikleri bakımından çok değişik toplumsal birimlerden ve gruplardan, sosyal çevrelerden, cemiyetlerden, kooperatiflerden ve cemaatlerden oluşmuştur.

Tarih bize birbirine indirgenmesi olanaksız iki büyük toplum tipi sunuyor: Devletli ve devletsiz toplumlar. Kuşkusuz yazımızın hedefi, farklılıklarına rağmen aslında birbirinin devamı olan bu iki toplum biçiminin bağlantılarını tasfiye eden devletin oluşum sürecini tartışmaktır.

İlk toplumlar devletsiz toplumlardır, fakat devletsizlik onların politikasız olduğunu göstermez. 43 yıllık kısa yaşamında politik antropolojiye büyük katkılar sunan Clasters siyasal kurumlaşmanın var olmadığı toplumlarda bile politikanın olduğunu ve iktidardan yoksun toplumların olmadığını söyler.[2] İktidarı ise “zorlayıcı ve zorlayıcı olmayan iktidar” şeklinde ikiye ayırır. Zorlayıcı olmayan iktidarın olduğu toplumlara ‘tarihsiz toplumlar’, zorlayıcı iktidarın olduğu toplumlara ‘tarihli toplumlar’ der. Clasters’in ilk toplumlar üzerine yaptığı analizler zihin açıcı ve tartışmaya değer metinlerdir.

Devletli ve devletsiz toplumları birbirine bağlayan birçok dinamik var; zira insanlar devletsiz toplumdan devletli topluma eli boş geçmemiştir; o ana kadarki tüm kültürel birikimlerini (birer savunma aleti gibi) yeni formlara (aşiret, kabile, devlet, kent, uygarlık) taşıdılar; ancak bir süre sonra bu aletlerin talihsiz bir şekilde tanımlayamadıkları gücün (formun) eline geçtiğinde, kendilerine karşı acımasız birer silaha dönüşeceğinden haberdar değillerdi. İnsanlık tarihinin farklı zamanlarında kan bağı, kültürel ritüeller ve basit birikim modelleri otoritelerin eline her geçtiğinde “toplumsal anlam” büyüsünü kaybetmiştir.

 

Kurucu Borç Olarak Devlet ve Din

Öznesi devlet olan bütün cümleler teolojik cümlelerdir.
Bourdıeu

İlk toplumların politik örgütlenme açısından en belirgin özelliği toplumsal tabakalaşma ve siyasal otoritenin bulunmayışıdır. Genel kanıya göre bu toplum biçimi, topluluk üstü bir iktidarın ölümcül bir tehlike olabileceğini; toplumun dışında yer alan ve kendi meşruiyetini kendisi yaratan bir otoritenin toplumsal birliğin kökeni olan kültürün yadsınması anlamına gelebileceğini ön görerek toplumsal tabakalaşmaya ve siyasal otoriteye mesafeli durdular. Ancak ilk toplumların iktidara mesafeli durma nedeni örgütlü bir davranıştan çok, ilk ortaya çıkışlarından itibaren devletin kendisiyle olmasa bile devlete benzer yapılarla sürekli uğraşmak zorunda kalmalarıdır.

Topluluk üstü iktidarlara karşı olan direnç bir süre sonra değişime uğradı; çünkü ilk toplumlar açısından iktidarı dışa yerleştirerek yaşamı kurma kültürü toplum olarak kalabilmenin ön koşulu haline geldi. Bu nedenle insanlar ilk toplumlardan günümüze, gerçek hayatlarının dışında kurguladıkları bir toplumsal fenomene kutsiyet atfedip bu kutsala karşı kendilerini “borçlu” hissederek yaşamlarını sürdürdüler. (dış fenomen: erkek, rahip, kral, tanrı, din, sınıf, kent, devlet, uygarlık…)

Marcel Gauchet, ‘Anlam Borcu Ve Devletin Kökenleri’[3] adlı makalesinde kutsalla olan kurucu borç kültürünün bizi, hem siyasi iktidarın farklılaşmasını engelleyebilecek aygıtın tabiatına, hem de aynı aygıtın devlet şeklinde olan dönüşümünün nedenine götürdüğünü söyler. Bir başka değişle böylelikle hem devletsiz toplumlarda hem de devletli toplumlarda ortaklaşa bulunan bir noktaya ulaşmış oluruz. Böylece “kurucu borç” ilk toplumlarda siyasi iktidarı toplumun kendisinde tutma amacı taşırken devletli toplumlarda ise iktidarı meşrulaştırma işlevi görür.

Marcel Gauchet’e göre anlamamızı halen tanrılara borçluyuz; ancak bu borcu başka insanların kişiliğinde ve onların aracılığıyla ifade etmeye başladık.[4] Belki de büyük kötülük tam da burada başladı. İnsanın insana başka bir anlam yüklemesi ve de toplumun “emretme-itaat etme” bölünmesinde bir küme insanın bir başka küme insana yabancılaşması derinleştikçe devleti kaçınılmaz hale getirdi. Toplumun kurucu ve yasa koyucu güçlerle sıradan insanlar arasında yaptığı ayrım, zamanla devasa bir hiyerarşi üreterek insanın insana kulluğunun aracı haline geldi. Böylece devletin ortaya çıkışıyla insanlar arasında görünmez alemin ve varlığın anlamının efendisi ya da bir temsilcisi de ortaya çıkmış oldu.

 

  1. Devlet Nedir?

Devletin temsil ettiği çoklu eşitsizliklere rağmen, hala vazgeçilmez ve meşru karakterini koruyor olmasının “kurucu borç krizinin” kronikleşmesiyle doğrudan bir bağlantısı var; ve bu sorgulanmaya değer bir konudur. Borç krizini canlı tutan toplumsal formların belki de en önemlisi devletin aktığı nehre yataklık eden “din” olgusudur. Devletin doğuşu bağlamında yapılacak gerçekçi ve önyargısız bir analiz için din ve devlet olgusunun birlikte değerlendirilmesi zorunlu gibi görünüyor; çünkü insanlık tarihi boyunca dini söylemin ilk halinde önemli bir değişim söz konusu olmadığı sürece devletin ortaya çıkması ve de değişime uğraması neredeyse mümkün değildir.

Devletsiz toplumların sosyolojisinden bakıldığında, kendi efendisi olarak kalabilen, kendi örgütlenmelerini kendileri oluşturabilen ve bunu ortak rızaya dayalı değiştirebilen toplumlarda devletin olmadığı görülür; ancak var oluşları üzerine söz söyleme yetkisinden yoksun olduklarına, kendi iç örgütlenmelerinin dışarıdan belirlendiğine ve bir dış odak tarafından meşru kılındığına inandıkları için bu örgütlenme üzerinde kendilerine bir hak tanımayan toplumlarda devlet vardır ve bu toplumlar aracılığıyla devlet tüm dünyaya yayılmıştır.

 

Devletin Doğuşu

Devlet karşıtları, devletsiz toplumları (doğa durumu) eşitliğin ve huzurun hüküm sürdüğü bir altın çağ; devletten yana olanlar ise şiddetin hüküm sürdüğü kaotik bir dönem olarak anlatmayı tercih ettiler. Bu tez-antitezler devam ederken devlet, bu doğal durumdan kurumsallaşmış siyasi bir iktidar olarak bir egemenin ortaya çıkmasıyla doğdu.[5] Egemen, çoğu zaman tekil gibi görünse de (ki bu bir taktiktir) özel bir hukukla bir arada duran bir kümeden oluşmaktadır; zira tarihçiler, devletin ortaya çıkışını, devlete göbekten bağlı olan bir “failler zümresinin” ortaya çıkışından ayrılamayacağını söyler.

Şu vurguyu yapmadan geçmeyelim: Hem ilk toplumların sosyolojisi hem modern sosyoloji, devletsiz toplumlardan devletli toplumlara geçiş parametrelerinin kendiliğinden değil toplumsal fenomenlerin eliyle gerçekleştiğini bize anlatır. Devletin kurucusu olan failler kümesi bu geçişi, özgürlük-güvenlik dengesini ve de tüm kutsalları ve aidiyetleri istismar ederek yaparlar. Ve artık herkese ait olan doğa, herkesi temsil eden toplum, herkesin sorunlarına çözüm bulması gereken yönetim devletleştirilerek belli bir zümreye tapulanır.

Emmanuel Terra’ya göre[6]  devletin bir noktada ortaya çıktığı andan başlayarak, çevre toplulukların hepsi geri dönülmez iki seçenekle karşı karşıya kaldılar: hükmetmek ya da hükmedilmek; üçüncü bir yol yok. Başka bir deyimle, yönetmek istiyorsanız, o zaman kendi hesabınıza bir devletin kurulmasına girişmeniz gerekir, yoksa bir başkasının hakimiyetine katlanırsınız.

 

Kavramsal Olarak Devlet

17. Yüzyıl evveli için kavramsal olarak devletin kullanımına pek rastlanmıyor. Devletten önce devlet yerine kullanılan “etat” kavramı (ilkin çoğul anlamda kullanılmış, zamanla tekil anlamı öne çıkmış) “sosyal küme, toplumsal düzen ve sosyal kategori” anlamında kullanılmıştır. Devlet, kökensel olarak “durum ya da var olma biçimi” anlamını taşıyan ve tarafsız bir sözcük olan “statüs” kavramına dayanıyor. Statüsün ilk siyasi anlamı ise “mutluluk, refah, özel bir topluluğun sağlıklı düzenidir.” Devlet sözcüğünün ortaçağ siyasi dil dağarcığında olmadığı yönünde bir fikir birliği söz konusudur; respublica, regnum, civitas gibi birçok sözcüğün onun yerine kullanılıyor olması bunun göstergesidir. Devletin modern anlamının Machiavelli ile birlikte kesinleştiği söylenmektedir..

“Her adamın çocukları ve kadınları üstünde yasa koyma yetkisi vardır” der, Homeros. Devlet tam da bu “eril” zihniyetin taşıyıcısıdır. Aristo “bir adamın eşi üstündeki yönetimi bir devlet adamının yönetimidir” diyerek “erkek devlet” zihniyetinin sürdürücüsü olur.[7] Robert sözlüğü, devleti belli bir toprak parçasının ve bir halkın tamamının üzerinde egemen olan otorite olarak tanımlıyor. Sözlüklerdeki dar anlama göre devlet idaredir, bakanlıklardan oluşan bir bütün, bir hükümet biçimidir; geniş anlamıyla ulusun ülkesi ve yurttaşların toplamıdır. Dar anlamıyla devlet, geniş anlamıyla devleti oluştururken aynı zamanda kendisini de oluşturur.[8]

Devleti “meşru şiddet tekeli” olarak tanımlayan Weber için devlet özgül bir kazanımdır ve batı akılcılığının bir bileşenidir; bu nedenle diğer kültürel dönemlerin iktidar örgütlenmeleri ile aynı adla anılamaz. Devlet hukuki açıdan örgütlenmiş bir toplum, hukuki olarak örgütlenmiş ulustur. Pıerre Bourdıeu, devleti tanımlarken Weber’in meşru şiddet tekeli tanımına “fiziksel ve sembolik şiddet tekeli” eklemesini yapar; devleti kamusal düzenin tezahürlerinde ancak yakalanabilecek kargaşanın, anarşinin ve iç savaşın tersi anlamındaki “fiziksel düzenin gizli hali” olabileceğini söyler; devletin doğuşunu, “yoğunlaşma ya da birleşme ve hatta tekelleşme” şeklinde özetler.[9]

 

3.Devletin Gelişimi ve Devlet Modelleri 

Tarihçi Joachim Stieber’ e göre 17. Yüzyıldan önce devlet yoktur; monarkın şahsında ve ulusun ülkesinin sınırları dahilinde diğer siyasi bünyelere hakimiyet kuran modern devlete ancak 17. Yüzyılda rastlanır.[10]

Ortadoğu toplumlarını inceleyen İbn-i Haldun, yaşadığı çağda görevleri nedeniyle “mutlak monarşi” esasına dayalı yönetimleri gözlemleme şansı bulmuş ve sosyolojisini bu gözlemlere dayandırmıştır. Haldun’a göre devletler soy veya ittifak asabiyetiyle (dayanışma) yönetilir. Haldun’un sık kullandığı “asabiyet” kavramı onun sosyolojisini anlamanın yol levhası gibidir. Haldun, devletin akıllı insanlar tarafından yönetilmesi gerektiğini Platon’dan sonra söylemiş, ama Hobbes’tan önce de devletin toplumdaki karmaşayı yönetmek üzere ortaya çıktığını ve toplumun bir egemene ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştir.

Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde (Machiavelli’den önce) hükümdarlara öneriler yapmaktadır. Ona göre “mülkün gücü (devletin gücü) ancak hukukun uygulanması ile gerçekleşir; hukuk da ancak güçlü bir yönetim-mülkü tarafından uygulanabilir. Mülk halk aracılığıyla gücünü artırabilir; halk servet edinmeden varlığını sürdüremez; servet gelişme olmadan elde edilemez; gelişme adalet olmadan sağlanamaz; Allah’ın insanı değerlendirebileceği ölçüt adalettir ve adaleti sağlamak yöneticinin görevidir.”[11]

 

Leviathan’a Çağrı

Avupa’da uzun süren savaşlar topluma kafa yoran insanlarda radikal bir kötümserlik yaratmıştı. Modern siyasetin ve devletin kurucu babası kabul edilen Makyavel bunların başında gelmektedir. Uzun süren savaşlar, siyasetçileri devlet çıkarı doğrultusunda “devlet yararı gerektirdiği zaman, sapkınlıkları hoş görmeye” yöneltti.

Kötümser teorisyenlerden bir diğeri ise Thomas Hobbes’tur. 1603 ile 1714 arasındaki yılları İngiltere için kaotik bir dönemdir; Hobbes bu dönemi gözlemleyerek: “insanları korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaşın içindedirler ve bu savaş herkesin herkesle savaşıdır.”der. Hobbes, bundan kurtulmak için Leviathan’ı (devleti ve egemenliği nitelemek üzere bir metafor) çağırır. Hobbes’un anlatısı modern devletin grameridir.

Modern siyaset felsefesinin doğrudan mirası olan “egemen ve egemenlik” kavramları da Bodin ve Hobbes‘un eserlerinin odak noktasıdır. Onların anlayışında egemen, yüce iktidarı elinde tutan son kişidir. Rousseau ise egemeni “siyasi bütünün eş anlamlısı” sayar. Ulusal egemenlik öğretisinde egemenliğin hukuki kaynağı “ulustur”; Leon Duguit’e göre bir topluluk ulus olarak var olduğu anda, toprakları üzerinde bulunan tüm bireyler üzerinde, tabii ve zorunlu olarak egemenlikle donatılmıştır.[12]

 

Modern Devlet

Avrupa Devletlerinin sınırları bakımından değişime uğraması mutlakiyet döneminde oldu. Mutlakiyetten önce Avrupa devletleri sık sık birbiriyle savaşan devletler sistemiydi. Mutlakiyetçiliğin gelişimi ile birlikte devlet sistemi büyük çapta dönüşme uğradı ve ilk kez modern anlamda Avrupa oluştu. Bu nedenle modern devletin temeli, mutlakiyetçiliğin oluşum aşaması ve biçiminde aranmalıdır.

On altıncı yüzyılda batıda kapitalizmle birlikte ortaya çıkan “mutlakiyetçi devlet”, idari, hukuki ve askeri merkezileşmenin en üst noktaya vardığı modern devletin ilk biçimidir. Aslen savaş için düzenlenmiş bir aygıt olarak öne çıkan mutlak devlete, bir yandan hukuki ve bürokratik ayağıyla idari modernleşme, diğer yandan devletin gücünü savaşa, savaşın başarısını devletin zenginliğine, zenginliği de genişleyen bir pazar için yapılan meta üretimine bağlayan “Merkantilist” bir ekonomi anlayışı egemen olmuştur.[13]

Mutlak modern devletin oluşum aşamasının en önemli yeniliği toplumsal sorunu çözmek için politik aktörler arasında yeni bir yol olarak “kongrelerin” yapılmasıdır. Ortaçağda kilise mensupları arasında daha önce yapılan uluslararası toplantıların ortaya çıkardığı “diplomasinin”, 17. Yüzyılın büyük dönüm noktalarından birisi olarak kabul gören kongre kültürünün oluşmasında önemli bir payı olduğu düşünülmektedir. Westfalya’dan önce Avrupa’da dokuz kongre yapılmış. Daha önce birkaç devlet temsilcisinin katılımı ile başlayan toplantılar Otuz Yıl Savaşlarının sonunda Westfalya kongresi ile radikal bir şekilde dönüşüme uğrayarak bir Avrupa kongresi haline geldi.

Bağımsız, laik ve kamusal bir güç olarak, yönetenlerle-yönetilenler arasındaki toplumsal sözleşmeye referansla kurulan modern devlet, Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllarda kilise-devlet ve devlet-halk arasında yaşanan büyük kavga ve mücadelelerden sonra ortaya çıktı. Modern devlet öncesi kent devletleri ve sınırları kesin olmayan hanedanlıkların öncülüğünde iktidar sahibi olan imparatorluklar dışında modern döneme benzer bir disiplin ve bürokrasi ile toplumu denetim ve kontrol altına alan devlet modeli yoktur. Carl Schmitt, Avrupa tarihinin son 400 yılını “devletleşme çağı” olarak adlandırmaktadır; ona göre 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla uzanan tarihte devlet, siyasi birliğin her şeye hükmeden “düzen” kavramıdır.[14] Yeni düzen kavramı olan devlet, ortaçağın feodal zümreye dayalı karışımını giderek ortadan kaldırmış, Avrupa merkezli bir dünya düzeni kurmuştur: İlerlemenin ve uygarlaşmanın sahibi artık modern devlettir; ama sömürünün, eşitsizliğin, asimilasyonun ve etnik kırımın yuvası da yine aynı modern devlettir.

 

Devlet ve Hukuk

Ortaçağ siyasi hukuku esas alınarak modern devlet hukukunun köşe taşları döşenmiştir. Ortaçağın Batı toplumları pozitif hukuku yöneticinin iradesi ile özdeşleştirirler; prensin hoşuna giden şeyin yasa gücü vardır ve prens yasalara bağlı değildir; devlet iktidarı, tabii hukukun altında, pozitif hukukun üstündedir. Krallığın devredilemez hakları ile halkın edinilmiş, devredilmez haklarının arasındaki gerilim modern devletin de alt yapısını oluşturdu.

İbni-i Haldun’un sosyolojisinden anlaşıldığı kadarıyla Ortadoğu toplumları da “erkek hükümdarın” şahsında benzer bir hukuksal yönteme başvurmuştu; bu açıdan Ortaçağ siyasal yapıları, hukuku ve devleti hükümdarın şahsında tekleştirilen bir kutsallık üzerinde inşa etmişti. Modern ulus-devlet ile birlikte bu kutsiyet hükümdar zümresi (erkek elitler) ile halk arasında paylaşılacaktır. Zira “yasama ve yürütme” kuvvetlerinin birbirinden ayrılması bu noktada önerilmeye başlar ve bu ayrım, o andan başlayarak “hukukun üstünlüğü” modelinin başlangıcı olur; fakat “hukuk devleti ile devlet hukuku arasındaki gerilim” belli ki daha da derinleşerek devam edecek.

 

Devlet Aklı

Aslan postunun yetmediği yerlerde, tilki kürkü kuşanmak gerekir 
Çocuklar oyunlarla, büyükler yeminlerle aldatılır.
 Lysander
 
Hak kuvvetlinindir.
Thukydides

Milattan önce 410 yılında Atina’da devletin yüksek menfaatleri adına çıkarılan yasa, herkese sitenin yasal zeminine saldırı gerçekleştiren kişileri öldürme yetkisi tanıyordu. Bir zamanlar “devlet adına kurşun sıkan herkesin meşru sayıldığı dönemler” bu aklın izdüşümüdür ve bu akıl bizlere çok tanıdık gelmektedir.

Bourdieu, devlet aklının hane mantığından hislerden, merhametten, hayırseverlikten ve feodal sevgiden daha güçlü olduğunu söyler. Devlet aklı mefhumu, devlet siyasetine salt şahsi, devletçi veya etik olmayan gerekçeler bulmaya çalışmak üzere Tacitus’un karamsar tarih geleneğine dayanır. Bu doktrininde en elverişli yol, bir kutsalın karşısında başka bir kutsalı çıkarmaktır. Modern Leviathan, yani “görünmeyen, işitmeyen, kendisine dokunulmayan, fakat her şeye kadir, her yerde hazır ve nazır olan yapı” bu çabaların bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Bu doktrinin siyasi temeli Makyavelli’ye uzanır. Makyavelli’nin öğretisi, ‘iktidarı ele geçirmenin ve korumanın siyasal eylemin temel ölçütü olarak görülmesi ve siyaset ile etik arasındaki bütün bağların koparılması’ olarak özetlenebilir. Friedrich Meinecke, etik ve hukuk kurallarının ihlalinin yarattığı sürekli bir kirlenmenin devlet aklının özünde mevcut olduğunu söyler. Devlet aklının gereklerine göre hareket eden bir devlet, sürekli günah işlemek zorunda kalır.[15] Bu zihniyet, modern devletin “gözetim, denetim ve yıkım” potansiyelinin dehşet verici boyutlara ulaştığı günümüzde modern öncesi zamanlarla ve erken modernlikle kıyaslanamayacak kadar bir tehdit ve tehlikeyi barındırır.

Mehmet Ali Kılıçbay’a göre devlet aklının uzantısı olan “derin devlet”, egemenliğin esas kullanım alanıdır; derin yapı, devletin çekirdeğidir hatta bizzat kendisidir. Ona göre devleti devlet yapan bu görünmeyen yanıdır; görülen devlet ise, işin hizmet kısmıdır.  Bu nedenle derin devletin kendine yaklaşıldıkça işler çatallanmakta; karşımıza milliyetçilik, ulus-devlet, ümmet ve benzeri gibi kutsal kavramlar çıkmaktadır.[16]

Mithat Sancar, “devlet aklının ve hukuk devletinin” nöbetleşerek koruma altına aldıkları devlet rejiminin işleyişine dikkat çeker. Ona göre muhalefetin görece güçsüz ve sistemin kendinden emin olduğu dönemlerde ‘hukuk devleti’ öne çıkarılıp ‘devlet aklı’ arka plana itilmekte; sistemin korkutacak boyutlarda bir muhalefetin ortaya çıktığı ya da adına krizden herhangi bir olgunun yaşandığı konjonktürlerde ise devlet aklı değişik yöntemler içinde belirleyici kılınmaktadır.[17]  Demokratik modernitede devlet aklı yerine aklın toplumsallaştığı ve yerel karar süreçleriyle politik irade haline gelebileceği “toplumcu akılla” ikame edilecektir.

 

  1. Ulusun Devletleşmesi

Ulus devlet, belirli bir toprak parçası (territory) üzerinde merkezileşmiş, farklılaşmış ve özerk siyasi yapılar yoluyla yönetim ve denetimi sağlayan bir devlet biçimi olarak doğdu.[18] Bölgelere, vilayetlere, sınıf ayrışmalarına karşı birleştirilmiş bir devlet tipi olan ulus-devlet “toplum üstü” bir birleştirmedir; devasa bir korporasyondur.

Sınırlar içinde yaşayan halkın güçlü bir ulusal kimlik etrafında birleşip devlete bağlanmasıyla ortaya çıkan ulus-devlet, Fransız devriminden sonra gelişti. İmparatorluk ya da kent devletleri gibi siyasal yapıların yerini ulus-devlete bırakmasıyla 16. Yüzyılda sayıları beş yüze yaklaşan bağımsız siyasi birim, yerini 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde yirmi beş ulus-devlete bıraktı.

Dünya sistemleri daha önce parçalıydı; ve her büyük imparatorluk kendisini siyasetin jeopolitik ve kültürel merkezi olarak görüyordu.[19] Fakat 20. Yüzyıla gelindiğinde dünyanın egemenleri evrensel bir fikir birliğiyle ulus-devlet sistemini hakim bir güç ilan ederek küresel bir hegemonya kurmuş oldular. Böylece Birinci Dünya Savaşı hanedanlığın altın çağını sona erdirdi. 1922’de Habsburglar, Romanovlar  ve Osmanlılar artık yoktu. Uluslararası norm artık ulus-devletti; o kadar ki varlığını sürdürebilen imparatorluklar bile Milletler Birliğine imparatorluk üniformasıyla değil ulusal kıyafetleriyle katılıyordu.

 

Yurttaş İnşası

Devletin kutsiyeti hep ön plana çıkarılır ama dünyeviliğin payı göz ardı edilmemelidir. İnsanlar, kahir ekseriyetle kendilerini evrensel veya kutsal bir yapının mensubu olarak değil de belirli bir yerelliğin parçası ile ilişkilendirmeye eğilimlidir. Yerellik üzerinden motive olan bu sosyolojik eğilim, ulus-devlet eliyle manipüle edilerek sözde evrenselleştirildi. Kuşkusuz insanlık tarihinde bir kültürel form olarak ‘etnisite’ her zaman vardı; fakat modern zamanların filozof ve sosyologları bu etnik eğilimleri hakim bir kimlik çatısında altında homojenleştirerek ’ulus’ olarak ifadelendirmeyi tercih ettiler. Zira ulus-devlet inşası “yurttaş” icadıyla at başı gitmiş, ‘teba’ karşısında ‘yurttaş’ kavramı icat edilmiştir. Böylece kamusal alanın tek meşru öznesi ulus olmuştur; kitleler millileştirilmiştir.

Devlet ile ulusun eş zamanlı fetişleştirilmesiyle kitleler “ordu ve okul” aracılığıyla “ortak görme ve bölme”  müşterek inşa faaliyetlerine tabi tutuldu. Bu pratikle devletin ulus inşası, milliyetçilik söylemi ile iç içe geçirilerek yerli aidiyetler tasfiye edildi. Milliyetçilik kuramcısı Ernest Gelnner’e göre milliyetçilik, siyasal birim ile ulusal birimin örtüşmesiyle gerçekleşir; yani, her ulusa bir devlet, her devlete bir ulus ilkesi.[20]

Her ulusa bir devlet her devlete bir ulus ilkesinin altında yatan asıl hakikat ise ezilen halkların kendi kaderini tayin etme hakkından öte tüm ezilen halkların egemen zihniyetin belirlemiş olduğu bir kadere tabi tutulmasıdır. Bu açıdan self determinasyon hakkının kabul edilmesi ezilen halkların egemen akla karşı direnişinin bir sonucu olarak okumak gerekir. Self determinasyon hakkından hareketle bağımsızlığını ilan eden birçok üçüncü dünya ülkesinin ve hatta ikinci dünya ülkesinin ne kadar bağımsız olduğu ise yoruma açıktır.

Egemen etnik yapılar ulus-devletin gelişiyle daha evvel sahip olamadıkları idari, ekonomik ve bölgesel olarak düzenlenmiş bir ulusal-devlete ve dolayısıyla ulusal birliğe sahip oldular. Bu birlik varlığını başka halkların birliğinin dağıtılması ve ‘kırımı’ üzerine bina etti. Böylece her devletli ulus, kendisinden kültürel olarak farklı olan devletsiz ulusların sömürüsü, inkarı, asimilasyonu ve kırımı üzerinden kurumsallaştı.

 

Ulusun Kapitalistleştirilmesi

Avrupa ulus-devletlerinde endüstriyel ve askeri gücün devletin idari gücüyle birleşerek başlattığı muazzam yayılmada tarihsel gelişmelerin payı büyüktür. Mesela 1815 anlaşmalarıyla başlayan ve neredeyse 1915 kadar süren Avrupa’daki göreceli barış dönemi gelişmelerin önünü açan bir dönemdir; Giddens’e göre bu yüzyılda Avrupa’da yaşanan sorunların büyük bir kısmı “diplomasiyle” kontrol edilmiştir ve bu yöntem başarılı bir güç dengesini oluşturarak devletin ulusal endüstriyel kapsamının genişlemesine olanak sağlamıştır. Avrupa’yı dünyanın geri kalanının engelsiz efendisi yapan bu süreç endüstriyalizmin mümkün kıldığı ve kapitalizmin teşvik ettiği silahlardaki teknolojik yeniliklerin hızlanmasıyla paralel yürüdü.[21] Bu bağlamda ulus inşası ile ulusun kapitalistleştirilmesi eş zamanlı bir gelişmedir.

Benedict Anderson’a göre teknoloji ve insanın dilsel çeşitliliğe olan mahkumiyetinin birbirleriyle buluşması yeni bir cemaat tarzının hayal edilmesini mümkün kıldı ve bu yeni tarz modern ulusların temel morfolojisi oldu.[22] Giddens ise analizinde global ölçekte “kapitalist” gelişmeyle ulusçu duyguların şekillenme tekniklerine dikkat çekiyor; ona göre “endüstriyalizm”, yarattığı zorunluluklarla ortak düşünce ve inanç biçimlerinin yayılmasını talep ederek kitleleri ulusçuluk aracılığıyla koordine edip devlete bağladı.

 

Ulusun Militerleştirilmesi

Ernst Kantorowicz, “yönetici, mülkiyetten daha fazlasını talep edeceği gibi yurttaşların canını da isteyebilir”der.[23] Ortaçağda kralın barış ve adaleti uğruna ölenler “şehit” kabul ediliyordu. Kilisenin başı olan İsa’nın mistik bedeninin yerini devletin başı olan hükümdarın mistik bedeni alır; ve nihai olarak, bu doruk noktasından erken modern ve ultra modern devletçiklere giden yolun taşları bu “şehitlik mitosuyla” döşenmiş oldu. Dolayısıyla bu mitosun taşıyıcısı olması gereken yurttaşlardan kalabalık modern ulusal ordular” kuruldu; ulusal bilincin aşılandığı okullardan geçen her “genç erkek” milli ordunun “talim ve terbiyesinden” geçmeliydi. Kuşkusuz milli eğitim felsefesinin metinleri kışla ve garnizonlarda hazırlanmıştır.

Toplumların militaristleştirilmesi ve tarihin görülmemiş boyutlarda silahlandırılması, devletçi-merkeziyetçi toplumlarda rahatlıkla mümkün olmakta; otoriter yapılar merkezileştirme eğilimlerinin güçlendirilip yerli yerine oturtulmasına katkıda bulunan teknolojileri durmadan geliştirmektedir. Merkezileştirmenin yabancılaştırıcı etkileri, şovenist eğilimler desteklenerek ideolojik bir örtü görevi gören suni aidiyetlerle giderilmektedir.

Anderson, yüzyılın büyük savaşlarını olağan dışı kılan şeyin “öldürülmelerine izin verdiği insan sayısının emsalsizliği değil, ne kadar çok sayıda insanın canını vermeye ikna edebildiğidir.”[24] der; ki bu ölümler ölmeye amade olan ulus için bir dernek ya da bir şirket uğruna ölmekten çok daha erdemlidir. Ulus-devlet, yurttaşları erdemli bir ölümün öznesi haline getirerek savaş ekonomisi ve ordulaşma ile militerleştirdi.  Ulusallık, “çıkar değil, fedakarlık talep eder” mottosu ulus uğruna canını feda etmeyi maniple eden evrensel bir ritüel oldu; ölüm kader olmaktan çıkıp fedakarlıkla kendini arındırma pratiği haline geldi.

 

Ulus ve Dil İlişkisi

Hayali Cemaatler’in yazarı Benedict Anderson, daha başlangıçta ulusun kandan değil, dilden hareketle kavrandığını ve insanın bu hayali cemaate davet edilebileceğini gösteriyor; “göz-insanın kendisiyle birlikte doğan ve özel sıradan göz-aşık için neyse, dil de-tarihin kendisinin kıldığı ana dili-yurtsever için odur. Ananın dizinin dibinde karşılaşılan ve ancak mezarda terk edilen o dille geçmişler onarılır, dostluklar hayal edilir, geleceğin rüyaları kurulur.” [25]

Anderson, ulus-devlet inşasının yeni bir yurtseverliği ırkçılıkla birlikte formüle etmeye başladığını söylüyor; buna Vietnam halkının dil direnişini örnek gösteriyor. Fransız ve Amerikan emperyalistleri Vietnamlıları yıllar boyunca yönetti, sömürdü ve öldürdü. Ama başka neyi talan etmiş olurlarsa olsunlar, Vietnam dili yerli yerinde kaldı. Anderson, Vietnam’ın nüfuz edilmezliği karşısında köpürtülen hiddet ve ölmekte olan sömürgeciliklerin türettiği zehirli argoyu (googs: yapışkan pislik, ratons: sıçan yavrusu) dilin direnişiyle ilişkilendirir.

 

Ulusun Globalleşmesi

Ulus-devlet modeli son iki yüzyılda modern dünyanın baskın siyasi sistemi haline geldi. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen anlaşmalarla ulus-devletin otonomisi ve sınırlılığı resmen tanındı. Fransız İhtilali’nden sonra Wilson’un 14 prensibi ve Versay kongresi ulus-devletin küresel düzeyde politik bir yapı olmasını sağladı.

Ulus-devletin en yıkıcı sonucu ise yeni ulus-devletlerle yerli halklar ve azınlıklar arasındaki düşmanlıkların devletlerarası düşmanlıklara dönüşmesiydi. Ezilen halkların ve azınlıkların egemen devletlere dönüşmesi liderlerine daha önce asla seçenek olamayacak eylem şemaları tasarlayacak şekilde “askeri güç” verdi. Bu aynı zamanda dünyada kurulan en büyük savaş düzeninin dizayn edilmesine ve bağlı olarak savaş ekonomilerinin büyümesine olanak sunuyordu.

Yeni ve aşılması zor bir savaş düzeni kurulunca yeni ve yapay bir barış düzeni de kendisini dayatmıştı. Yalta Konferası yapay barış düzeni yapay barış düzeninin sembolü olarak görüldü. Modernitenin temel çelişkilerinden birisi, sözüm ona barış düzeninin inşa edildiği bu yüzyılda insanlık tarihinde görülmemiş düzeyde katliamların yaşanmasıydı. 20. Yüzyılda yaşanan kitlesel soykırım ve etnik temizlik pratikleri kapitalist modernitenin çöküşünün ve barış politikalarının başarısızlığının en somut göstergesidir.

 

  1. Devletin Zor ve Rıza Pratikleri
Hepimiz devletleşmişizdir.
Thomas Bernhard

Devletin doğuşu, tanımı ve işlevselliğinin çokça tartışıldığını biliyoruz; ancak politik bir aygıt olarak iktidarı nasıl kullandığı, nasıl organize olduğu ve bu pratiklerle nüfusu nasıl ehlileştirdiğini içeren tartışmalar genellikle eksik kalıyor. Marksistler devleti “üst yapıya ya da işlevselliğe” hapsederek asıl gücünü basite indirgediler. Gramsci, Althusser ve Foucault’un devletin arkeolojisine yönelik soruşturmaları kutsallık atfedilen devlet iktidarını teşhir etmek için önemli bir gedik açtı. Özellikle Gramsci’nin devlete sadece zor kullanmak, kısıtlamalar getirmek ve düzeni korumak gibi işlevleri değil, “mutabakatı yerleştirme ve yeniden üretme” işlevlerini de yüklemesi hegemonya tartışmalarını derinleştirdi. Bourdıeu, devlet üzerine uzun süre verdiği derslerde hegemonyanın geçişlerini anlatır. Yazının bu kısmında bir alan olarak elitlerin devlet içinde oynadıkları oyunun tekniklerine, hegemonya ve rıza pratiklerine odaklanacağız.

 

Devlet Üst Sermayedir 

Devlet oluşumunun, askeri güç ve vergi sistemi ile ilişkilendiren askeri klasik tanımı aşina olunan bir tanımdır. Bourdieu’ya göre mesele çok daha karmaşıktır; Bourdieu, çubuğu fiziksel güç sermayesinin (askeri gücün birikim süreci) yoğunlaşmasının hemen sonrasında kamusal güce dönüştüğü parametreye bükmemizi istiyor. Yoğunlaşma: evrenselleşme+tekelleşmedir; kamusal güç kurmak ise devlet tarafında olmayanları kuvvet kullanmaktan men etmektir. Muhtemelen eğitim temelinde bir kültürel sermayeye dahil etmediklerini cahil ve barbar; dinsel türde bir sermaye tesis etmek için dinden yana olmayanları toplum dışı ilan edilecektir.

Kamusal fiziki gücün yoğunlaşmasını sıradan şiddet tasfiye edilir; şiddet artık sadece devlet güçleri kullanabilecektir. Weber buna “meşru şiddet tekeli” (devlet) demişti. Böylece birbiriyle ilişkili ve paydaş olan bu sermaye türlerini bünyesinde toplayan devlet, iktidarını her bir sermaye üzerinde uygulayabilmesine imkan veren bir “üst sermaye” ile donatılmış olur.

Bu geçişlerden sonra devlet klasik anlamda işlevsel olan devlet olmaktan çıkacaktır. Bourdıeu’ya göre devlet artık “tarihsel bir blok” değil, özgün sermaye ve farklı çıkar biçimlerine bağlı karşıtlıklara göre yapılandırılmış bir uzamdır, Bourdıeu’cü anlamda bir “alandır.”[26] Bir rakip blok değil bir çok aktörün rızaya dayalı rant üretme ve pay kapma alanıdır. Alan içindeki insanların onları güç sahibi yapan farklı sermaye türlerinin muhafazası ve yeniden üretimi için devlet içinde yaptıkları savaşlar iktidar alanının birleştirici ilkelerinden birisi haline gelir. [27]

 

Devlet Kudretlilerin Karşılıklı Bağımlılık Ağıdır

Devletin oluşumu devletin ne olduğunu anlamamız açısından önemli çelişkileri barındırır. Norbert Elias merkezileşmiş ve tekelleşmiş kaynakların, birkaç bireyin elindeyken aşamalı biçimde sayıları gitgide artan bireylerin eline geçme ve en nihayetinde, bir bütün halinde, birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı bir insan ağı haline gelme eğiliminde oldukları bir süreçten bahseder. Elias’a göre iktidar belli bir noktada yoğunlaştıkça, merkezi iktidar öznesi kudretlilerden oluşan karşılıklı bir bağımlılık ağına dönüşür; ve bu ağ “eşitler” arasındaki karşılıklı bağımlılık değil “tahakküm” ilişkilerini içeren bağımlılık ağlarıdır.[28] Bourdıeu, bu ağa din, bürokrasi, hukuk, iktisat gibi farklı kudret esaslarını ellerinde tutanları ekleyerek buna “kudretlilerin karşılıklı bağımlılık ağı” adını verir. Bu yönüyle devlet yeni bağımlılık zincirleri ortaya çıkarır ve zincirin her bir halkasında bir “yozlaşma” ihtimali yerleşir.

 

İtaat Nasıl Üretilir?

1977’de yayınlanan Sembolik İktidar Üzerine başlıklı makalede Bourdıeu “nasıl oluyor da ezilenler itaat ediyor ve boyun eğiyorlar, Hume’un dediği gibi nasıl bu kadar ‘kolay’ boyun eğiyorlar”, sorularına yanıt aramaya çalışmıştı? Ona göre sembolik formlar, toplumsal gerçeğin inşa esaslarıdır: Toplumsal failler sadece fiziksel kuvvetlerce hareket ettirilen parçacıklar değil, aynı zamanda bilişsel yapıların taşıyıcısı olabilen faillerdir. Bu yapıları organize eden bir üst yapı olan devlet, bir “emir” vermeden, sürekli “cebire” başvurmadan düzenli bir toplumsal dünya oluşturma gücüne sahip bir kurumdur.

Bourdıeu’nun gözüyle meseleye bakarsak devleti anlamak için, sembolik bir işlevi olduğunu anlamak gerekir; devlet etkisinin bu sembolik boyutunu anlamak için de devlet söyleminin oluşturmuş olan failler evreninin-yasa koyucular, hukukçular-işleyiş mantığını, başkalarının karşısında ve mücadele sahaları içinde işgal ettikleri konuma göre hangi çıkarlara sahip olduklarını anlamak gerekir. Bu yönüyle devlet bir memurdan başlayıp devlet bürokratına ve oradan bakanlara kadar uzanan hiyerarşik bir bağımlılık ağının en üst sermayesidir. Bu yüzden devlet iktidarı üzerine yapılan kavgalar en kanlı kavgalardır.

 

Devlet Zihni Düzeni Yönetir

Corriggan ve Sayer’e göre devletin rolü sadece “nesnel düzen” değil, aynı zamanda “zihni düzeni” ayarlamak ve hiç durmadan devam eden bu öznellik düzenlemesine liderlik etmektir. Corriggan ve Sayer devletin inşasını bir kültür devrimi, bir tür ortak temsiller ve değerler bütününün inşası ve dayatılması ve de “ezilenlerin ehlileştirilmesi” teşebbüsü olarak görürler. Bourdıeu de devletin “kutsayan, törenselleştiren, tasdik eden, kaydeden” benzersiz meşru mercii olması, devleti klasik ve basit işlevsel tanımlardan uzaklaştırmıştır.

Devletin düşüncelerimizin en mahremi üzerinde koyduğu kısıtlar (nesnel yapılarla zihinsel yapılar arasında gerçekleşen ve bilincinde olunmayan mutabakatlara dayanan kısıt türleri) ve devletin bizzat düşüncelerimizin içine yerleşmiş olabileceği kaygısı, failler zümresinin suç ortaklığıyla gerçekleşen görünmez cebrin en net örneğini teşkil eder. Bourdıeu’nün sembolik şiddet ya da sembolik tahakküm diye adlandırdığı şey tam da budur.

Buradan bakıldığında devlet, Bourdıeu için sadece “propaganda” türünden bir eylem vasıtasıyla kurulu düzeni meşrulaştıran bir mercii değildir. Devlet bizzat toplumsal düzeni (zamanların kullanımı, ajandalarımızdakiler, devletin yapılandırdığı tüm hayatımız) ve böylelikle de zihinlerimizi yapılandırır. Bu türden bir devlet düşüncesi dünyaya dair bir söylem değil toplumsal dünyanın kurucu unsurudur; toplumsal dünyaya nakş olmuştur.

 

Devlet Ehlileştirir!

Max Weber “ezilenlerin ehlileştirilmesinden” bahsetmişti. Kuşkusuz devlet faaliyetinin en önemli kısmı uysallaştırılması ve “oyuna” dahil edilmesi gereken tehlikeli sınıflara ve halklara yöneliktir. Dolayısıyla devlet sadece disipline etmez; bir tip “politikleştirme ve millileştirme” pratiğiyle yurttaşı ehlileştirir; yardımlar yoluyla devletle bütünleştirir; devlet aracılığıyla ulusu inşa etmek, ezilenleri ehlileştirerek bütünleştirir.

Sonuç olarak Bourdıeu, bir üst sermaye olan modern devletin müphem karakterini açığa çıkarmak için “fiziksel, ekonomik, kültürel sermaye ve sembolik yoğunlaşma” süreçlerini irdeleyen derin bir kazı yapmıştır; buradan hareketle devletin binlerce küçücük eylemin ürünü ve de toplumsal gerçekliğin inşa araçlarının başlıca üreticisi olduğuna kanaat getirmiştir. Devlet, son kertede teorik olarak birleşmiş ve inşa pratiğiyle homojen hale getirilmiş bir uzamın üniter kuş bakışı açısıdır.

 

  1. Devletin Dönüşümü Mümkün Mü? 

Hemen hemen herkes devlet olmazsa kargaşa ve anarşinin boy göstereceğini düşünüyor ama asıl cevaplanması gereken soru “ne büyüklükte bir devletin zorunlu ya da gerekli olduğu” sorusudur. Daha az devlet talebi, devletin belirli alanlardan elini çekmesi ile sağlanabilir. Bunun için de “tahakkümcü ve merkeziyetçi yapılara karşı özgürlükçü ve adem-i merkeziyetçi yerel demokrasilere” ihtiyacımız var.

Rolf Cantzen’in mevcut toplumun içinde o toplumun egemenliğine dayalı özgürlükçü sosyal yapılar geliştirilmediği sürece, büyük tarihsel devrimlerin de gösterdiği gibi “yıkma eylemleri” büyük bir olasılıkla iktidar ve güç sahiplerinin yer değiştirmesinden öte bir amaca hizmet etmeyecektir. Bu uyarı devletin dönüşümünü dert eden politik hareketler için dikkate değer bir uyarıdır. Cantzen’e göre bu dönüşüm ancak özgürlükçü bir perspektifle mümkün olabilir; bu perspektifin içeriği, şeffaf insan değil şeffaf yönetimler ve kurumlardır; devletin, onu eleştiren yurttaş karşısında güvenceye alınması değil, insanın devlet müdahaleleri karşısında güvenceye kavuşturulmasıdır; insanın devlet tarafından denetlenmesi değil, devletin devletsizleştirilmesidir.[29] Devleti devletten arındırmak için devlet müdahalelerinin, denetimlerinin ve düzenlemelerinin geriletilmesi yetmeyecektir; bunların yanında devleti toplum üzerindeki zihinsel yönlendirici işlevinden vazgeçirmek de bir zorunluluktur.

Proudhon’un “devleti toplumun içinde emdirerek dönüştürme” düşüncesi de devletin toplumsallaştırılmasını arzulayan özgürlükçü boyutlardan biridir. Proudhon’a göre ‘devletin emilmesi’ için geniş ölçekli karar yetkilerinin tabana aktarılmasını sağlayacak biçimde toplumu merkeziyetçi olmayan federal bir organizasyona dönüştürerek sağlanabilir.[30]

 

  1. Sonuç

Devlet, kaotik anlarda toplumlarda oluşan (ya da inşa edilen) “kurtarıcı” beklentisi ile elitlerin ve üst tabakanın hırsları ve çoklu iktidar kurma arzularının kesiştiği anlarda ortaya çıkmış olabilir. Ezilen halkların bu denklemde devlet olma arzusu da buna paralel olarak ilk zamanlarda kendi kendini yönetme, modern dönemle birlikte meşru olma ve hukuk kurma arzusunun uzantısıdır. Ancak tüm icatların bir süre sonra ihtiyacı maniple ederek “sapmaya” başladığı gibi devlet de ilk başta belki de toplumun yönetim ihtiyacını karşılamak için yola çıkmış olsa da daha ilk kurulduğu andan itibaren sapmaya  başladığı söylenebilir.

Özetlersek; devletin “emir-itaat” ilişkisinin kurumsallaşması ve bir iradenin diğerine dayatılmasıyla ortaya çıktığı söylenebilir. İlk toplumlarda devlet yoktu, ama siyaset ve iktidar vardı; zorlayıcı olmayan iktidar, tarihsiz toplumlarda otoriteye ihtiyaç duymayan toplumcu ve eşit bir karaktere sahip olmasına rağmen zaman içinde sönümlendi; devlete akan lağımın yatağına dönüşen zorlayıcı iktidar ise tarihli toplumlarda toplum üstü bir iktidara dönüşerek eşitsizliğin, sömürünün, etnik temizliğin, doğa ve kadın kırımının kaynağı haline gelen ulus-devlete dönüştü. Dünya sisteminin politik çatısı olan ulus-devlet halklar arası boğazlaşmanın, sınıflar arası eşitsizliğin ve son kertede tüm yaşamın içinde dolaşan tahakkümcü ve hiyerarşik zihniyetin en radikal aktörüdür.

Tüm ümitsizliklerin toplamından daha derin ve daha sağlam nedenleri çoğaltmak gerek. “Neden bir yanda efendiler diğer yanda da köleler var” sorusunun peşine düşen özgürlükçü bir perspektif, devletin mutlak gücünü sınırlandırabilecek demokratik ve barışçıl alternatiflere can suyu olabilir. Rivayete göre kölelerin birbirlerine her zaman söyledikleri bir söz varmış: “Birilerinin yönetmesi ve diğerlerinin de boyun eğmesi için herhangi bir neden yoktur.”

Devletin demokratikleşmesinin temel koşulu ulusun demokratikleştirilmesinden geçiyor. Demokratikleştirilmiş bir modernitede devletin toplumsal bir yönetim aygıtı olabilmesi (Engels’in deyimiyle sönümlenmesi), “mutlak, eril, ırkçı, tekçi, elit iktidar” zihniyetinin dönüşüme uğraması ve devletin merkezinde oluşan gücün yerele çeşitli formlarla aktarılmasıyla mümkün olabilir.

Son kertede devletin merkezinde oluşan gücün bir kısmının yerelle paylaşması devleti dönüştürmenin en “barışçıl” yolu olsa gerek; kendi aralarında ve yan yana katmanlaşmış cemiyetlerden, komünlerden, bölgesel birimlerden ve bölgeler üstü federasyonlardan oluşmuş hiyerarşik olmayan bir ilişkiler sistemini kurmak her zaman mümkündür ve dahası bu yol tüm toplumlar için hala mümkün olan en “rasyonel” tercihtir.

 

[1]Aktaran, Rolf Cantzen, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, Ayrıntı Yayınları, 2000, S, 98,
[2] Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, 2006, S. 21,
[3] Marcel Gauchet, Aktaran, Cemal Bali Akal, Devlet Kuramı, Dost Yayınevi, S, 34-36
[4] Marcel Gauchet, Age. S. 48-49
[5] Alev Özkazanç, Aktaran, Yüksel Taşkın, Siyaset, İletişim Yayınları, 2014, S. 143-144
[6] Emmanuel Terra, Aktaran, Cemal Bali Akal, Devlet Kuramı, Dost Yayınevi , S, 104-105
[7] Aristoteles, Politika, 19 Remzi Kitabevi, 2017, S, 32
[8] Pıerre Bourdıeu, Devlet, İletişim Yayınları, 2015, S. 155
[9] Bourdıeu, Age. S. 18
[10] Joachim Stieber, Aktaran, Pıerre Bourdıeu, Devlet, İletişim Yayınları, 2015, S. 238
[11] İbn-İ Haldun, Aktaran, H.Fırat Şenol, Siyaset Felsefesi Tarihi Platondan Zizek’e, Doğu Batı Yayınları, 2017, 116-117
[12] Leon Duguit, Aktaran, Cemal Bali Akal, Devlet Kuramı, Dost Yayınevi, S, 341
[13] Alev Özkazanç, Age.  S. 147
[14] Carl Scmitt, Aktaran, Cemal Bali Akal, Devlet Kuramı, Dost Yayınevi, S, 245
[15] Friedrich Meinecke, Aktaran, Mithat Sancar, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, 2010, S. 26
[16] Mehmet Ali Kılıçbay, Devlet, Doğu Batı Yayınları, Sayı, 1, 1997,  S. 18-21
[17] Mithat Sancar, Mithat Sancar, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, 2010, S. 57
[18] Alev Özkazanç, Age. 151-152
[19] Anthony Giddens, Ulus Devlet Ve Şiddeti, Kalkedon Yayınları, 2008, S, 113
[20] Alev Özkazanç, Age.153
[21] Anthony Giddens, Age.  S. 334-335
[22] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları, 2011, S, 58
[23] Ernst Kantorowicz, Aktaran, Cemal Bali Akal, Devlet Kuramı, Dost Yayınevi, S, 118
[24] Anderson, Age, S. 161
[25] Anderson, Age, S. 166
[26] Bourdıeu, Age. S. 37
[27] Bourdıeu, Age. S. 240
[28] Norbert Ellias, aktaran Pıerre Bourdıeu, Devlet, İletişim Yayınları, 2015, S, 163
[29] Rolf Cantzen, Age. 117-118
[30] P.J. Proudhon, Aktaran, Rolf Cantzen, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 119
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.