Düşünce ve Kuram Dergisi

Anlaşılmamış Bir Rejim Türü: Faşizm

Gün Zileli

A-Faşizm Değerlendirmelerinde Yanılgılar

Sosyal tarihte yaklaşık yüz yıldır çözülemeyen iki devasa sorun vardır. Bunlardan biri, 1917 Devrimi ile kurulan, 1992 yılında yıkılan Sovyetler Birliği devletinin niteliği çerçevesinde, pratikte uygulanan “sosyalizm”in; diğeri ise, en tipik örnekleri 1920-30’larda kurulan İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizmi çerçevesinde faşizmin ne olup ne olmadığıdır. Bu yazı faşizmin niteliği üzerine bir deneme olacak.

Faşizm, ortaya çıktığı 1920-30’larda hem esasen Komintern tarafından temsil edilen “sosyalist kamp”ta hem de o zamanlar “Batı demokrasileri” diye anılan “kapitalist-liberal” kampta doğru bir şekilde tahlil edilememiştir. Diyelim ki, o zaman faşizm yeni bir olguydu, özelliklerinin anlaşılmaması doğaldı; evet ama bu anlaşılmazlık ve kafa karışıklığı hali zamanımızda da devam etmektedir; üstelik bu kafa karışıklığı, özellikle 1970’li yıllardan itibaren görülen ve günümüzde de varlıkları çeşitlenerek devam eden baskıcı rejimlerin niteliğine ilişkin tartışmalarla iyice artmış bulunmaktadır. Bugün varlıklarına tanık olduğumuz baskı rejimleri faşizm olarak adlandırılabilir mi, her baskı rejimi faşizm midir, eğer değilse günümüz faşizminin özellikleri nelerdir?

 

Komintern’in Faşizm Yorumları

Baştan kısaca belirtecek olursam, Komintern’in İtalyan ve özellikle Alman faşizmleri üzerine birçok farklılıklar da içeren tahlillerinin hepsi bir yanlışlıklar silsilesidir. Elbette her tahlilde olduğu gibi içinde yüzde on oranında doğrular da olmakla birlikte, büyük bir ağırlıkla yanlış tahlillerdir bunlar. Elbette bunun da sebepleri vardır. Bir kere, Komintern akademik bir kuruluş değil, dünya devriminin merkezi olduğunu iddia eden siyasi bir kuruluştur. Bu yüzden tahlilleri, akademik bir objektifliğe değil, o günkü politik niyetlere ve dalgalanmalara göre belirlenmektedir. Daha da kötüsü, bu politik kuruluş, serbest ve özgür tartışma olanaklarından yoksundur, SBKP’nin mutlak denetimi altındadır, bunun anlamı da bütün “farklı” tezlerin sonuçta tek adamın denetimine tabi olmasıdır. Özgür tartışmanın olmadığı ve herkesin ezop diliyle konuşmak zorunda olduğu bir ortamdan sağlıklı sonuçlar beklemek hayalcilik olurdu.

Komintern’in, özellikle Alman Nazizmiyle ilgili tahlillerine Sovyetler Birliği devletinin günlük çıkarları ve buna ilişkin taktik ve manevraları damgasını vurmuştur. Bunun da ötesinde, Komintern’deki bütün sözcüler ve tartışmacılar konuya, Rusya’da bir devrimle sonuçlanan sınıf çatışmalarından kaynaklanmış sınıfsal kavramlarla bakmış ve Rus devrimi için faydalı ve çözümleyici bir işlev görmüş olan bu kavramlar Alman faşizminin kavranmasında birer pranga rolü oynamıştır. Ayrıca, Sovyetler Birliği de Alman Nazizmi gibi totaliter bir diktatörlük, hatta yer yer ondan bile daha “su geçirmez” bir rejim olduğundan faşist diktatörlüğün temel niteliklerinin derinlemesine tahliline girişilmekten kaçınılmış, bu da faşizm olgusunun gerçek anlamda kavranmasının önünde büyük bir bariyer oluşturmuştur.

 

Faşizm Kimin Temsilcisi?

Örneğin, faşizm, devlet diktatörlüğü açısından Sovyetler Birliği’ndeki devlet diktatörlüğüne fazlasıyla benzediğinden, Komintern’deki yorumcuların neredeyse tamamı faşizmin bu temel özelliğini tahlil etmekten kaçınmışlardır. Bunun yerine, acilen sınıfsal kavramlara sarılmışlar ve aralarında bazı nüanslar olmak üzere hepsi de faşizmi, “finans kapitalin”, “burjuvazinin” veya “finans kapitalin ya da tekelci burjuvazinin en gerici kesimlerinin” diktatörlüğü olarak tarif etmeyi tercih etmişlerdir.

Oysa faşizm, bizzat burjuvazinin de baskı altına alındığı bir diktatörlüktür. Genel olarak rejimlerle sınıflar arasında bire bir mütekabiliyet yoktur, bu ikisi gevşek ve değişken ilişkiler içindedir. Sınıflar ve sınıfların çeşitli kesimleri, yükselmekte ve iktidara el koyma sürecinde olan aşırı sağ reaksiyonun temsilcisi faşizme yarar/korku diyalektiği açısından yaklaşırlar ve yine bu diyalektiğin sonucu olarak onu destekler ya da karşı çıkarlar. Burjuvazinin bir kesiminin hem yarar, hem de korku nedeniyle faşizme desteklemesi, faşizmin bu burjuva kesiminin temsilcisi olduğu anlamına gelmez. Faşizm, kendi aşırı sağ reaksiyoner çetesinin dışında kimsenin temsilcisi değildir.

 

Sol Gösterip Sağ Vurmak

Bunun ötesinde, Komintern veya onun içinde yer alan farklı eğilimdeki “teorisyen” ya da “taktisyenler”, esasen faşizmin iktidara gelişinin önlenememesinden doğan bir telaşla fazlasıyla “sol” görünen, fakat aslında teslimiyetçi tahliller yapmışlardır. Bunlardan birkaçını burada sıralayayım.

Örneğin alalım, “faşizmin, devrimin ilerlemesinin ürünü olduğunu” ya da “faşizmin, proletaryanın saldırı, burjuvazinin ise savunma evresine denk düştüğünü” veya “faşizmin burjuvazinin en zayıf yönetimi olduğunu” ileri süren görüşleri.

Maceracı siyasetiyle faşizm, Alman kapitalizminin iç çelişkilerini… kızıştırmakta ve Almanya’yı yıkıma sürüklemektedir. Böylece Almanya’da uçsuz bucaksız bir devrimci dalga yükselmektedir. (Alman Komünist Partisi polit-bürosunun 10.10.1933 tarihli kararı/aktaran: N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsel, İletişim, 2004, s. 64)

Açık faşist diktatörlüğün kurulması… Almanya’nın proletarya devrimi yönünden gelişmesini hızlandırmaktadır. (Komintern Prezidyumu’nun 1.4.1933 kararı/Age, s. 64)

Faşist diktatörlük… Almanya’da burjuvazinin en zayıf siyasal yönetimidir.” (Age, s. 65)

Böylece faşistleşme süreci… işçi hareketinin saldırı evresine ve burjuvazinin savunma evresine tekabül edecektir. (Age, s. 65)

Dolayısıyla, Komintern çevrelerine göre, faşizm devrimci bir durumun ürünüdür ve devrimi önlemeye çalışan burjuvazinin karşı-devrimidir.

Faşizm devrimci durumdan doğar. (İtalyan Komünist Partisi’nin Programme Communiste’sinden, Age, s. 65)

Faşizm, kapitalist sistemin gerileme çağında, proletarya devrimi çağında… Klasik karşı-devrim şekillerinden biridir. (IKP’nin 1924 yılındaki V. Kongre kararından, Age, s. 65)

Faşizmin ilerlemesi asla proleter hareketinin gerilemesinin belirtisi olmayıp tam tersine devrimci dalganın yükselişinin karşı etkisi, devrimci bir durumun olgunluğunun zorunlu yan tamamlayıcısıdır.” (Rote Fahne, 15.6.1930, Age, s. 66) Varlığı üye ve taraftarlarına umut vermeye bağlı olan siyasi kuruluşlardan daha objektif tahlil ve yorumlar beklemek saçma olur zaten. Yorumcuların bireysel ikballeri de bu örgütlere bağlı olduğuna göre onlardan ne beklenebilirdi ki.

KDP (Alman Komünist Partisi) merkez komitesinin 4 Haziran 1930 tarihli bir kararı, “içinde bulunduğumuz zamanda faşizmin daha güçlü ortaya çıkışını, devrimci durumun olgunlaşmasının kaçınılmaz olarak beraberinde giden bir şey” olarak teşhis etmişti. Almanya’da proleter devrimine engel teşkil eden şey, kitlelere Nazi propagandasının geçici cazibesi değil, SPD’nin (Sosyal Demokrat Parti) örgütlü işçilerin çoğunluğu üzerindeki engellemesiydi… Nazizmin yükselişinin proleter devrimin hızlandırıcısı olacağına ilişkin bu rahatlatıcı teori, özgün olarak tehdit eden ve şaşkına döndüren bir olgu karşısında durumu kurtarmak çaresizliğinden başka bir şey değildi. (E. H. Carr, Komintern’in Alacakaranlığı, çev: Uygur Kocabaşoğlu, İletişim, 2010, s. 45) Buradan, o sıralarda Komintern’in, baş rakibi olarak gördüğü Alman sosyal demokrasisini faşizmle aynı çuvala koyan ve faşizm kadar baş düşman ilan eden görüşlerinin yol açtığı felakete geçebiliriz.

 

Komintern’in Sosyal Demokrasiyle İlgili Yorumları

Komintern, yukarıda örneklerini verdiğim gibi, sadece faşizmi devrimi yakınlaştıran bir karşı-devrim olarak nitelendirmekle kalmamış, aynı ölçüde büyük bir yanlış olan, sosyal demokrasinin faşizmin hizmetinde ve onun kadar tehlikeli olduğu görüşünü ortaya atarak Komintern gemisinin bu iki büyük “ağırlık”la batmasına neden olmuştur. Burada da kısa vadeli siyasi yararcılığın (bir yarar getirmiş olsa neyse!) faşizm karşısında nasıl çaresizce bir körlüğe yol açtığı açıktır. Bu, elbette kısa vadedeki sonuçtur. Uzun vadede ise, bu tür yorumlar, faşizmi iyice anlaşılmaz bir olay haline getirmiş ve bu durum günümüze kadar artan bir kargaşalıkla süregelmiştir. Balık baştan kokar derler. Stalin’in, faşizmle sosyal demokrasiyi neredeyse özdeşleştiren şu sözlerinden sonra diğerlerinden ne beklersiniz ki:

Faşizm, burjuvazinin, sosyal-demokrasinin etkin desteğine dayanan kavga örgütüdür. Nesnel olarak, sosyal-demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır… Bu örgütler, “karşılıklı bağdaşmama” durumunda değillerdir, fakat tam tersine birbirlerini tamamlarlar. Birbirlerinin karşıtı değil. fakat ikizdirler. Faşizm, bu iki örgütün şekilsiz politik blokudur.” (Eserler, cilt 6. Moskova, 1952-5, s.

294/aktaran: N. Poulantzas, Age, s. 176) Şunları bekleriz örneğin:

… saflarımızda, faşizm ve burjuva sosyal-demokrasisini, Hitler’in partisini ve sosyal-faşizmi liberal bir şekilde birbirinden ayırma eğilimleri ortaya çıktı. (Alman Komünist Partisi başkanı Thalmann, Die Internationale, s. Aralık 1931/aktaran: N. Poulantzas, Age, s. 177)

Saflarımızda Ağırlığı olan ve … faşizm ve burjuva demokrasisi arasında, sosyal-demokrasi ve Hitler’in partisi arasında bir karşıtlık üzerine spekülasyon yapan yanılgılar… son derece zararlı ve ölümcüldürler. (Manuilsky, 1931’deki Komintern XI. Plenum’a sunulan rapor/ aktaran: N.Poulantzas, Age, s. 177)

Burjuvazinin, faşist yöntemlerle işçilerin eylemini ezmeye yönelmesi, üst kademelerin bundan böyle önceden olduğu şekilde, yani sosyal-demokrasinin katılması veya desteği ile iktidarını yürütmeyeceği anlamına gelmez. Faşizm, burjuvazinin diktatörlüğü sisteminden ayrı bir hükümet yöntemi değildir. Bunun tersini düşünen ise bir liberaldir. (Manuilsky, aynı rapor, aktaran: N. Poulantzas, Age, s. 177)

Nazilerin hükümete girmeleri halinde bile, faşist diktatörlüğü kurmak için burjuvazinin sosyal-demokrasi ile işbirliğini terk etmesi sorunu ortaya çıkmayacaktır. (Thalmann, Die Internationale, Ocak 1932/ aktaran: N. Poulantzas, Age, s. 177-178)

Faşizmi yıkabilmek için en yakın gelecekte tayin edici darbe sosyal demokrasiye yöneltilmelidir. (Vasiliev, Komintern XIII. Plenumu, 1934/aktaran: E. H. Carr, Age, s. 138)

Bununla da kalınmaz, bir de sosyal demokrasiyi esas hedef almaya uygun olarak “sosyal-faşizm” teorisi uydurulur. Bu teoriye göre sosyal demokratlar “sosyal-faşisttir”.

“Gayet açıktır ki, sosyal-faşistlerle birlik olunamaz” (H. Remmele, Die Internationale, Mart 1930); “Sosyal-faşistler bizim açımızdan hiçbir işbirliğinin mümkün olmadığını bilirler… Hiçbir komünist, faşizmin sosyal-faşizm yardımı ile yenileceği düşünü paylaşmaz.” (Rote Fahne, Mart 1931); … “Sosyal-faşistleri işletmelerdeki ve sendikalardaki görevlerinden atınız”; “İşletmelerden, iş bulma bürolarından, çırak okullarından, küçük sosyal-faşistleri atınız”; “Okullarda ve dinlenme yerlerinde sosyal-faşistlere vurunuz.” (Rote Fahne, 8.6.1932 /aktaran, N. Polantzas, Age, s.189)

Buna ek olarak, sosyal demokrasinin “sol” kanadı, işçi sınıfının en tehlikeli düşmanı ilan edilmiştir. Artık bu, olguları yanlış değerlendirmenin ötesinde, siyasi mücadelenin ve rekabetin, insanın gözünü kan bürümesine ve her şeyi tersinden görmeye neden olduğunu açıkça göstermektedir:

Devrimci hareketin yükselişi… Komintern’e ve şubelerine sosyal demokrasiye ve özellikle onun, komünizmin en tehlikeli düşmanını ve işçi sınıfının savaşkan eyleminin artmasının başlıca engelini oluşturan “sol” kanadına karşı mücadeleyi kesinlikle derinleştirmelerini gerektirmektedir… (X. Plenum -1929- kararı/aktaran: N. Poulantzas, Age, s. 189-190)

 

B-Faşizmin Temel Özellikleri

Faşizm, Monolitik ve Tekçi Rejimin Adıdır

Daha iktidara gelmeden önce paramiliter sokak çetelerinin sokaklardaki serkeşliği ve saldırganlığı şeklinde bir görüntü veren aşırı sağcı toplumsal reaksiyonun iktidara yürüyen yoğunlaşmış hali olan faşizmin en önemli belirleyici vasfı, iktidara geldikten sonraki tekçiliğidir. Tekçilik derken, bunu çok partili parlamentarizme karşıtlığı açısından söylemiyorum. Çünkü bugün halen yürürlükte olan çok partili, parlamentolu faşist rejimler da mevcuttur. Burada kastettiğim tekçilik, burjuva demokrasisinin dayandığı temel kolonların görece özerkliğinden kaynaklanan çoğulculuğu giderek ortadan kaldıran tekçiliktir. Yani faşizmin ana özelliği, burjuva demokrasisinin birbirinden görece özerk temel kolonlarının bu özerkliğine son vermek ve hepsini tek bir güçlü iktidarın (faşizmin) komutası altında toplamaktır. Bu kolonların görece özerkliği burjuva sınıfının kendi iç konsensüsü açısından bir gerekliliktir. Burjuvazi, devlet kurumlarını görece özerk bir yapıya kavuşturarak kendi içinden herhangi bir kesimin diğer kesimler üzerinde baskı kurmasını önlemeyi hedeflemiştir.

Kısaca belirtecek olursam bu kolonlar şunlardır: 1. Politikacıların yönetimi altında olan, merkezinde parlamento ya da meclis bulunan, farklı siyasi partileri barındıran ve içinden yönetsel hükümet aygıtını çıkaran siyasi kolon; 2. Devlet bürokrasisinin yönetimi altında bulunan, ana aygıtları polis, ordu ve yargı olan ve dönem dönem farklı hükümetlere bağlı olarak çalışan veya bağlıymış gibi görünen idari devlet kolonu; 3. Esasen burjuva sınıfına bağlı olarak faaliyet gösteren, fakat fiili hükümetlerin de denetim ve müdahalesine zaman zaman maruz kalan basın ve medya organlarının içinde yer aldığı ve kültürel alanı da kontrolü altında tutan ya da yönlendiren ideolojik aygıtlar kolonu.

Faşizm, Görece Özerklikleri Tasfiye Eder

Burjuva demokrasilerinde bu üç kolon görece özerktir ve çoğulcu bir tarzda çalışırlar. İktidarı ele geçiren faşizmin bütün gayesi bu görece özerkliği ortadan kaldırmak ve bütün kolon ve aygıtları tek elde toplamaktır. Faşist liderlerin “tek”e fazlasıyla vurgu yapmalarının nedeni budur. Faşizm, merkezi iktidarı aldıktan sonra adım adım ilerleyip bir süreç içinde bütün kolon, kurum ve aygıtları ele geçirerek monolitik bir faşist rejim kurar. Fakat elbette bu bir süreçtir. Faşizm iktidara gelir gelmez bir çırpıda bunu gerçekleştiremeyebilir, fakat nihai hedefi, devlet yönetiminde ve kurumlarında tam bir faşist itaati gerçekleştirmektir. Faşizm, uyguladığı şiddetle ya da ne kadar insanı hapse tıkıp öldürdüğüyle değil, kurumsal monolitikliği yaratmasıyla belirlenir.

Faşizm için önemli olan, en başta merkezi iktidarın ele geçirilmesidir. İster askeri darbeyle, ister saray darbesiyle, isterse seçim yoluyla olsun, faşizm bir kere merkezi iktidarı ele geçirdikten sonra orta vadede adım adım monolitik yapıyı oturtur ve yine adım adım rejimin bütün muhaliflerini tasfiye eder. Monolitikliğin en üst sınırda gerçekleştirilmesi ve rejimin tüm muhaliflerinin tasfiye edilmesi, özellikle günümüzde o kadar kolay değildir. Bu yüzden bazı faşist rejimlerde hâlâ muhalif basın organlarının yayınına devam ediyor olması, muhalefet partilerinin varlığını sürdürmesi ve seçimlere girebilmesi, parlamentonun çalışıyor gözükmesi vb. o rejimin faşist değil de kısıtlı bir burjuva demokrasisi olarak görülmesi yanılgısına yol açabilmektedir. Oysa, bu durum bile faşizmin kendini gizlemesinin aracı değil midir? Ayrıca faşist rejimlerin bir anda kurulduğunu sanmak büyük bir yanılgı olur. Hitler bile rejimini ancak üç dört yılda oturtabilmiştir. Zamanımızda ise, Kuzey Kore gibi geçmiş soğuk savaş döneminden kalmış birkaç rejim dışında hiçbir rejim yüzde yüz totaliter, yüzde yüz monolitik değildir ve olamaz da. Çünkü zamanımızın global ekonomisi, global kültürü, basın yayın organlarının ve sosyal medyanın yaygınlığı bu derece monolitik rejimlere izin vermemektedir. Bunun yerine baskıcı faşist rejimler bir yandan görüntüyü korurken bir yandan da kendi temel amaçlarına adım adım ilerleyebilmektedir.

 

Siyasi Yapının Ele Geçirilmesi ve Tekleştirilmesi

Dediğim gibi, faşizm, öncelikle merkezi siyasi yapıyı ele geçirerek kendi rejimini kurmak yönünde en belirleyici adımını atar. Çünkü merkezi siyasi iktidar bütün kilitleri açan anahtardır. Onu elinizde tutuyorsanız ve bu aygıt halen toplumun meşru iktidar aygıtı rolünü oynuyorsa onunla adım adım ilerleyip bütün kapıları açabilir ve sonunda monolitik bir yapıyı kurabilirsiniz.

Merkezi siyasi iktidarın nasıl ele geçirildiği önemli değildir. Bu, parlamenter yoldan da olabilir (Hitler’in izlediği yol), bir ayaklanmanın ya da bir iç savaşın ürünü de olabilir (kısmen Mussolini ve bütünüyle Franko) veya bir askeri darbe de olabilir. Burada dikkat edilecek husus, bütün askeri darbelerin faşist diktatörlük olmayabileceğidir. Diyelim ki, askeri darbeyle iktidara gelenler faşist olsalar bile bakalım orta ve uzun vadede faşist bir rejim kurma amaçları var mıdır; yoksa onlar, örneğin 12 Eylül darbesinde olduğu gibi genel olarak rejimin veya düzenin kurtarılması adına, yani genel olarak burjuva düzeni adına mı hareket etmişlerdir? Eğer böyleyse, iktidara gelen askeri darbe sahiplerinin, bütün faşistçe uygulamalarına ve baskılarına rağmen faşist bir rejim kurma niyetinde olduklarını söyleyemeyiz. Onlar belli ki, yeni bir faşist rejim kurmak adına değil, eski düzeni daha otoriter bir şekilde yeniden düzenlemek adına hareket etmektedirler. Bu işlevlerini tamamladıktan sonra çekip gidecekler ve siyasi alan yeniden “partiler sistemi”ne bırakılacaktır. Bu bakımdan her baskıcı askeri rejimi faşist diye nitelemeyi doğru bulmuyorum. Faşist olabilmesi için kalıcı olması ve iktidardan asla vazgeçmeden, kenara çekilmeden iktidarda kalmakta ısrar etmesi ve rejimi tekleştirmek için adım adım ilerlemesi gerekir.

Bu kıstaslar açısından baktığımızda, üç yıl boyunca esip üfüren, asıp kesen, halkı şiddetle bastıran 12 Eylül askeri cunta döneminin, generaller, iktidardayken her türlü faşist yöntemi kullanmalarına ve giderayak, kendilerinin geleceğini de garanti altına alacak parlamenter görünümlü baskıcı, faşizan bir rejimi oturtma girişiminde bulunmalarına rağmen, doğrudan faşist olduğunu söyleyemeyiz; fakat 12 Eylülcülere göre çok daha yumuşakmış gibi görünen, hatta bir dönem “vesayet rejimiyle mücadele” zokasını çoğu solcuya yutturabilen, “parlamenter kurallara saygılı” AKP’nin, en azından son yedi sekiz yıldır izlediği tekleştirme rotası açısından faşist bir diktatörlük peşinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Parlamento ve Faşizm

Siyasi iktidar meşruluğa muhtaçtır. Şu veya bu şekilde meşruluğunu inşa edememiş hiçbir iktidar uzun süre ayakta kalamaz. Meşruluk derken illa yasal yoldan, seçimle iktidara gelmeyi kastetmiyorum. Bir askeri darbe de, bir iç savaş tarafı da iktidara gelince bizzat bu iktidar araçlarından yararlanarak kendini meşrulaştırmaya girişebilir. Kimi, kendisinin memleketi uçurumun kenarından kurtardığını söyler, kimi terörden, kimi de savaştan; kimi de “emperyalist bölücülüğe karşı vatan savaşı” verdiğinden söz eder. Fakat bunların içinde meşruiyetini en kolay sağlayan siyasi iktidar seçimle gelmiş olanıdır. Bu yüzden, Hitler örneğinde gördüğümüz gibi, en tehlikeli faşist klikler seçimle işbaşına gelmiş olanlardır. “Seçimle geldik” veya “milletin iradesini temsil ediyoruz” aklayıcısıyla yapmayacakları baskı, uygulamayacakları faşist kurumlaşma yoktur.

Parlamenter sisteme dayanarak oy çoğunluğuyla iktidara gelmiş olan bir faşist kliğin “olağanüstü durumları” bahane ederek faşizm yönünde atamayacağı adım yoktur. Faşist iktidarlar daima olağanüstü durumlara dayanarak “devletin bekası” için her türlü kanun hükmünde kararnameyi çıkarıp istedikleri kurumlaşma yönünde ilerleyebilirler. Parlamentoda çoğunluğu ele geçirmiş olmak faşizm için muazzam bir avantajdır.

Faşizm iktidara, biçimsel açıdan tamamen ana-

yasal şekilde ulaşır. Hitler ve Mussolini “demokratik-parlamenter” devlet biçimlerine “saygı göstererek”, her burjuva devletinin kritik sınıf mücadelesi durumları için öngördüğü hukuk kuralları içinde iktidara gelirler… Faşizm iktidara devlet aygıtının yardımı ve suç ortaklığı ile gelir… faşizm dışarıdan bu aygıta nüfuz etmeyi ve onu kazanmayı ve dönüşsüzlük noktasından itibaren hâlâ kendine düşman olan kol veya sektörleri etkisiz kılmayı başarır. ( N. Poulantzas, Age, s.387-388)

Nazi Partisi ilk olarak – Almanya’nın görüp göreceği nispeten serbest son seçimde – hükümetin geniş kaynaklarını oy kazanmak için kullanabilecekti. Goebbels sevinçten yerinde duramıyordu. 3 Şubat güncesinde, “Artık savaşmak kolay” diyor, “çünkü devletin bütün kaynaklarından yararlanabiliriz. Radyo ile basın elimizde. Ortaya bir propaganda şaheseri çıkaracağız. Ve bu sefer parasızlık çekilmeyecek elbette.” (William, R. Shirer, Nazi İmparatorluğu-Doğuş, çev: Rasih Güran, Hürriyet, 1979, s. 187)

 

Polisin Ele Geçirilmesi

Burjuva parlamenter düzenlerde özerk yapısı en zayıf ve merkezi iktidara en tabi kurum, işlevi ve yapısı gereği polistir. Polis, merkezi iktidarı kim ele geçirirse, içişleri bakanlığı kime bağlıysa derhal ve bütünüyle onun emrine girer. Öyle ki, Fransa Naziler tarafından işgal edildiğinde trafik şubesi de dahil olmak üzere tüm Fransız polisi anında işgalcilerin emrine girmişti. Bu yüzden, şu ya da bu şekilde merkezi iktidarı ele geçiren faşist bir grubun ilk işi polis teşkilatını eline almak ve siyasi polisi de kendine bağlamaktır. Polis düzenin sopası olduğu kadar, “siyasi polis” işleviyle de içerideki baskı rejiminin ana dayanağıdır. Faşist iktidar polisi bir güzel denetimi altına alacak ve yönlendirecektir ki, muhaliflerini kolayca takip edebilsin, gereğinde onları içeri atabilmek için yargıya sunacağı dosyaları düzgün bir şekilde hazırlayabilsin, polis aracılığıyla muhalif güçlere karşı istediği provokasyonu yapabilsin. Elbette bu, yargının ele geçirilmesiyle bir arada yürür:

… “yürütmenin” ve devletin baskı aygıtının işlevinin artması ve polis örgütünün giderek üstlendiği önemli işlev, hukuki sistemin –“düzenin”- gerilemesi ve adliye örgütünün faşizm tarafından dolaysız ele geçirilmesi vb. (N. Poulantzas, Age, s. 388)

Nasyonal-sosyalizmin devlet aygıtına sızmasının başlıca yolu yönetim kadroları ve polisti… Nasyonal-Sosyalist Parti ile polis aygıtı arasındaki kesin suç ortaklığına dikkat çekmeye bile gerek yok. Polis sürekli nasyonal-sosyalistleri tutmuş, etkinliklerine paravana olmuş ve sokak savaşlarında onları korumuştu. Birbirleri için biçilmiş kaftandılar. Adli dal duruma mühür basmakla yetiniyordu. (N. Poulantzas, Age, s. 392)

Hitler’in ilk görevi… partisini devletin tek sahibi durumuna getirmek ve otoriter hükümetin iktidarıyla bu hükümete bağlı polis kuvvetinden yararlanarak Nazi ihtilalini yapmaktı. (William R.Shirer, Age, s. 186)

 

Yargının Ele Geçirilmesi

Faşizmin ikinci önemli adımı yargının ele geçirilmesidir. Yargı yoluyla muhalifler baskı altına alınacak, gerektiğinde tasfiye edilecek, aykırı şeyler yazmaya cesaret eden basına gözdağı verilecek, gerekirse mensupları içeri atılacak veya basın organları kapatılacak, hatta faşist rejimi kabul etmeye pek yanaşmayacak olan burjuvazinin mensupları polisin yanı sıra ikinci bir ceza sopası haline getirilen yargı ile tehdit edilip yola getirilecektir: “Bir gün yargı sizi de çağırabilir.”

Bu konuda da faşizmin temsilcilerinin kendi müdahaleleriyle alınmış yargının kararlarından şikâyetçi olan muhaliflere verdiği cevap hayli ilginç, hatta gülünçtür: “Yargı bağımsızdır. Yargıya müdahale etmemizi mi istiyorsunuz? Adalet diyerek yargıya baskı yapıyorsunuz.” Böylece faşist demagoji, “yargı bağımsızlığı”nı dahi yargıya kendi yaptığı müdahaleleri gizlemek için kullanabilmektedir.

Siyasi polisin rolüne adalet sisteminde ve adalet görevlilerinin rolündeki değişimler de eşlik etti… Mahkemelerin artık yasaları değil, “önderin iradesi”ni cisimleştiren “halkın sağlıklı duyguları”nı uygulaması gerekiyordu. (N. Poulantzas, Age, s. 398)

Yargıçlar iyice sinmişlerdi; hücum taburlarından herhangi bir kimseyi tasarlayarak adam öldürmekten ötürü mahkûm ettikleri takdirde kendileri öldürülmekten korkuyorlardı. (William R. Shirer, Age, s. 201)

Weimar Anayasası zamanında yargıçlar bağımsızdılar; yalnızca kanuna bağlıydılar; istenildiği zaman yerlerinden atılamazlardı; 109’uncu maddeye göre hiç olmazsa kuramsal olarak kanun önünde eşitlikleri teminat altına alınmıştı… 7 Nisan 1933 tarihli Hükümet Hizmetleri Kanunu mahkemelere uygulandı ve yalnız Yahudi hukukçular değil, aynı zamanda, kanunun deyimiyle, “Nasyonal Sosyalist devlette hiçbir zaman yer alamayacağı anlaşılan”lar ya da Naziliklerinden şüphe edilenler atıldılar… 26 Ocak 1937’de çıkarılan yeni Hükümet Hizmetleri Kanunu, yargıçlar da dahil olmak üzere, “siyasi bakımdan şüpheli” görülen bütün memurların görevlerine son verilmesini öngörüyordu. Bundan başka, bütün hukukçular Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçular Birliği’ne girmeye mecburdular.

(William R. Shirer, s. 262-263)

 

Ordunun Ele Geçirilmesi

Ordu, burjuva demokrasilerinde, işlevi ve yapısı gereği görece özerkliği en net olan kurumların başında gelir. Sonuç olarak devleti ve sistemi korumakla görevli, silahlı bir kurumdur. Bu yüzden de kurum olarak en azından teoride bütün hiziplere eşit uzaklıkta ve devletin genel çıkarlarına tabi olması gerektiği farz edilir. Bu böyle olmakla birlikte, ordunun görece bağımsızlığı, bunalım dönemlerinde, yine devletin genel çıkarları adına darbelere girişmesine yardımcı bir faktördür. Nitekim, tarihte “polis darbesi” pek görülmez de ordu darbe ve müdahaleleri çokçadır.

Faşizm, hiçbir şeye özerklik tanımadığı ve iktidarda mutlak tekelci olduğu için ordunun görece özerkliğine de asla izin vermez. Bırakın görece özerkliği, onun ayrı bir kurum olarak varlığına bile tahammül edemez ve profesyonel ordu mensuplarını faşist rejime bağlamak için büyük bir ivecenlik gösterir. Bu konu Hitler’i çok uğraştırmıştır ve bizzat Hitler Alman Ordusu’nun en üst kademelerinin içinde bulunduğu darbe ve suikast girişimleriyle karşı karşıya kalmıştır. Bizde de “vesayet rejimi ile mücadele” adı altında AKP iktidarının ordu mensuplarına karşı giriştiği tutuklamaların ve açtığı davaların amacı orduyu kendi rejimine bağlı hale getirmekti. Ne var ki, kendi iç çatışmaları bu girişimi bir süreliğine akamete uğrattı. Öyle de olsa, AKP rejiminin orduyu denetimine alma çabası böyle bir kesintiye rağmen bugün de devam etmektedir.

Faşistleşme süreci boyunca nasyonal-sosyalizm orduyu nötralize etmeye uğraşmış ve sonunda bunu başarmıştı. (N. Poulantzas, Age, s. 391)

Hitler artık, bütün dışişlerini, ekonomik ve askeri politikayı elinde toplamış, silahlı kuvvetleri de eline almış, yoluna devam ediyordu. (William R. Shirer, Age, s. 313)

 

Basının Ele Geçirilmesi ve Susturulması

Her ne kadar basın ve medya organları genelde burjuva düzeninin ideolojik hegemonyası görevini yerine getirirlerse de, burjuva demokrasisinin basın özgürlüğüne ilişkin yerleşik teamüllerinden yararlanarak eleştiri özgürlüğünü yaşatırlar. Bu yüzden devlet iktidarını ele geçiren faşizmin en önemli hedeflerinden biri bu eleştiri özgürlüğünü ortadan kaldırmak ve basını tahakkümü altına almaktır. Bunun üç yolu vardır. Birincisi, iktidarın ele geçirilmesinin verdiği ekonomik güçle gazetecilerden bir kısmını satın alarak yeni basın ve medya organları kurmak, bunlar aracılığıyla kendine yandaş bir basın-medya oluşturmaktır; ikincisi, muhalefette ısrar eden basın ve medya organlarını devlet ve yargı gücüne dayanarak baskı altına almak, gerekirse tutuklatmak ve hatta çeşitli gerekçe ve bahanelerle yayınlarına son vermektir; üçüncüsü ise, halihazır medya patronlarını, ileride burjuvazinin bütününe de yaptığını anlatacağım ekonomik şantaj ve vergi kontrolü silahıyla tehdit etmek, korkutmak ve bu medya patronlarının yayın organlarının iktidar ve rejim lehine yayın yapmalarını, en azından muhalefet etmemelerini, iktidar sözcülerine daha fazla yer vermelerini, tartışma programlarında kendi belirledikleri adamları için kontenjan ayırmalarını ve istenmeyen tartışmacıların bu tür programlara sokulmamasını, kendi yorumcularının medya organlarının baş yorumcusu olarak görev almalarını sağlamak. Bütün bu anlattıklarım, kendi hayatımızda her gün karşılaştığımız olaylardır.

Devletin ideolojik aygıtlarına gelince, dikkat edilecek ilk nokta birbirlerine ve baskı aygıtlarına karşı görece özerkliklerinin baskı altına alınmasıdır. Bu, kamu-özel boyutundaki hukuki değişikliklerle gerçekleştirilmiştir. Bu aygıtlara devlet hiçbir zaman el koymadı: Yayın, gazeteler, sinema, okullar vb. hepsi özel yapılarını sürdürdüler – hiç değilse sahiplerine kâr getirmek bakımından. Ama bu aygıtların üyeleri kamu kuruluşlarına bağlanmak zorunda bırakıldılar: Sanat, müzik, tiyatro, edebiyat, basın, radyo ve sinema için “Reich Konseyleri”ne girdiler. Bu kurulların kararları kanun kuvvetindeydi ve önderlik ilkesi Nazi partisi üyeleri yararına uygulanıyordu. Dolayısıyla ideolojik aygıtlar en çok parti dolayımıyla baskı aygıtına tâbi kılındı. (N. Poulantzas, Age, s. 400-401)

Berlin’de çıkan günlük gazetelerin yazı işleri müdürleri ile Almanya’nın başka yerlerinde çıkan gazetelerin muhabirleri her sabah Propaganda Bakanlığı’nda toplanırlardı. Orada Dr Goebbels kendilerine ya da yardımcılarına hangi haberlerin yayınlanacağını, haberleri nasıl yazacaklarını ve nasıl başlık atacaklarını, ne gibi kampanyaların açılacağını ve nasıl bir başyazı yazılacağını anlatırdı. Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek üzere de, sözle anlatılanlara ek olarak yazılı bir günlük emir verilirdi. Şehir dışındaki küçük gazetelerle dergilere bu emirler telgrafla ya da mektupla ulaştırılırdı. (William R Shirer, Age, s. 241)

Faşizmin Olağanüstü Kararnamelere Dayanan Yönetim Tarzı

Faşizmin bir özelliği de, kanunnamelerle yürürlüğe konan olağanüstü bir rejimi olağan ve sürekli hale getirmesidir. Faşizm olağanüstü hal uygulamaları olmadan yönetemez. Bu olağanüstü haller için de olağanüstü olaylara ihtiyaç vardır. Örneğin Reichstag yangını veya bastırılan kontrollü bir darbe girişimi gibi:

Yangının ertesi günü, 28 Şubat’ta Hitler, Hindenburg’a “Halkın ve Devletin Korunmasını” öngören bir kararname imzalattı. Böylece anayasanın kişi ve toplum hak ve hürriyetlerini garanti eden yedi bölümü birden ortadan kaldırılmış oluyordu. (William R. Shirer, Age, s. 191)

Komünist basını ile siyasi toplantılar yasaklanmıştı; Sosyal Demokrat gazeteleriyle birçok liberal dergi kapatılmış ve demokratik partilerin toplantıları yasaklanmış ya da dağıtılmıştı. Yalnız Nazilerle Milliyetçi müttefiklerinin seçim kampanyalarına dokunulmuyordu. (Shirer, s. 192)

Parlamento’nun önüne Yetki Kanunu denen tasarı getirildi. Kanunun resmi adı şuydu: “Halkın ve Almanya’nın Sıkıntılı Durumunun Kaldırılmasına Dair Kanun.” Bu kanunun beş kısa maddesi, yasama yetkisinden başka Alman bütçesinin denetimini, yabancı devletlerle yapılacak anlaşmaların onayını ve anayasa değişiklikleri yapma yetkisini parlamentonun elinden alıyor, bunları dört yıl için Alman kabinesine bırakıyordu. (Shirer, s. 196)

Parlamento, anayasanın kendine tanıdığı yetkileri Hitler’e vermekle kendi kendini mahvetmiş oldu. Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun sonuna kadar bir mumya gibi yaşadı… Artık gerçek seçim yapılmıyor ve parlamento üyelerini Nazi partisi seçiyordu. Hitler diktatörlüğünün meşru temeli yalnızca bu yetki kanunudur… Almanya’nın en güçlü kurumları artık birer birer Hitler’e teslim olmaya ve hiç ses çıkarmadan, karşı koymadan ortadan silinmeye başlamıştı. (Shirer, s. 197)

Bundan sonraki adım artık tek parti diktatörlüğünün ve parti-devletin ilan edilmesidir.

 

Faşizmle Burjuvazi İlişkisi

a. Faşizm ve Burjuvazinin Siyasi Mülksüzleştirilmesi

Faşizmi burjuva diktatörlüğünün bir türü olarak ele alan görüşler de hatalıdır ve faşizm olgusunu bulandırmaya, burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki farklılığı muğlaklaştırmaya hizmet etmektedir. Önce örnekleri görelim:

Faşist diktatörlük, finans kapitalin diktatörlüğünün aynı ölçüde gerçekleştiği burjuva demokrasisinden fazla farklı bir şey değildir. (Alman Komünist Partisi’nin Mayıs 1931 Genelgesi/ aktaran. N. Poulantzas, Age, s. 89)

N.Poulantzas, kitabında Komintern’in bu yanılgısını şöyle eleştirmektedir:

Faşist parti esas olarak büyük sermayenin hizmetinde, onun “ücretli ajanı” olarak görülmektedir. “Büyük sermayenin askeri kavga aracı” faşist parti, çoğu kez, büyük sermayece beslenen ve onun istediği gibi çekip çevirebildiği bir “beyaz muhafızlar topluluğu”na, basit bir “silahlı milis” gücüne benzetilmektedir. (Age, s. 102)

Benzeri yanlış değerlendirme Troçki’de de vardır:

Burjuva demokrasisi, yasal, barışçı yoldan bir faşist diktatörlüğe dönüşmektedir. Olanların esrarlı bir yanı yoktur: burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük bir ve aynı sınıfın sömürücülerinin aletleridir. (Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, çev: Orhan Koçak-Orhan Dilber, Yayın, 1998, s. 405)

Aynı hatalı görüşü, Troçkist olduğu anlaşılan Ferit Burak Aydar da tekrarlamaktadır:

Faşizm burjuvazinin egemenliğiydi, iktidara yeni bir sınıfı (mesela küçük burjuvaziyi) taşımamıştı. (F. B. Aydar, İspanya İç Savaşı’nın İzinde, Agora,2017)

Aydar, bunun da ötesine geçerek, Troçki’den aldığı ilhamla, faşizmi, burjuvazinin ekonomik mülksüzleştirilmesini önlemek için siyasal mülksüzleşmeye razı olması olarak tanımlamaktadır:

Faşizm burjuvazinin siyasi açıdan mülksüzleştirilmesidir.Ekonomik açıdan mülksüzleştirilme tehdidiyle karşı karşıya kalan burjuvazinin can havliyle sarıldığı bir silah olarak dizginlerin burjuvazi adına kullanılmak üzere bir kişi ya da zümreye devridir. (F. B. Aydar, Age, s. 553) Bu görüş iki açıdan yanlıştır. Birincisi, aslında Komintern’den (ve bu konuda ondan farklı düşünmeyen Troçki’den) miras kalan bir görüş olarak faşizme sadece bir devrim tehdidinin yol açtığını ileri sürdüğü için yanlıştır. Aşırı sağcı reaksiyoner toplumsal hareketin en sivri ve vurucu gücünü oluşturan faşizmin tırmanışa geçmesine neden olan etkenlerden biri devrim tehdidi olsa da aslında genelde faşizm, devrimin yükseldiği değil, gerilediği dönemde daha büyük bir hızla gelişir. İkincisi de, faşizm burjuvazinin siyasi mülksüzleşmesi değil, esasen ekonomik mülksüzleşme tehdidi altına girmesi anlamına gelir. İşin aslına bakılacak olursa, burjuvazi normal burjuva demokrasisi sisteminde siyaseten zaten mülksüzleşmiş bir sınıftır. Yani, ekonomik hâkimiyetini sürdürebilmek için siyasi hâkimiyetinden gönüllü olarak vazgeçmiş (son dönemlerde Trump örneğinde görüldüğü gibi, doğrudan patronların siyasi alana el attıkları gözlenmektedir) ve siyaset alanını politikacılara, devlet yönetimini de bürokratlara bırakmıştır. Bu bağlamda, burjuva demokrasisi burjuvazinin ekonomik hâkimiyeti için siyasi hâkimiyetten vazgeçmesi anlamına gelir. Faşizmde ise, burjuvazinin ekonomik hâkimiyetini garanti eden siyasi alanın özerkliği yok olmuş ve dolayısıyla burjuvazinin ekonomik hâkimiyeti de tehlike altına girmiştir.

 

b. Faşizm ve Burjuva Demokrasisi Farkı

Faşizm sanıldığı gibi gerçekten de burjuvazinin ya da tekelce burjuvazinin veya tekelci burjuvazinin “en reaksiyoner kesimlerinin” diktatörlüğü müdür?

Burjuva demokrasisinde devlet burjuvazinin bütününün, bütün kesimlerinin yönetsel temsilcisi konumundadır. Hem bir rızaya hem de baskıya dayanır. Baskısını da burjuvazinin bütünü adına uygular. Fakat faşizmde bu durum bozulmuştur. Faşizm, burjuvazinin bütün kesimleriyle birden devlet yönetiminden dışlanması demektir. Burjuvaziyle devlet arasındaki sözleşmenin sona ermesi ve burjuvazinin bütün kesimlerinin devlet mekanizmasından kovulması, devletin faşizmin tekeli altına alınmasıyla birlikte burjuvazinin de baskı altına alınmasıdır.

Normal burjuva devletinde devletin çoğulculuğunu garanti eden nedir? Bu, farklı burjuva kesimlerinin konsensüsüdür. Faşizm bu konsensüse son verir ve burjuvaziyi devletin dışına atar. Faşist devlet için, farklılıkları uzlaştırmak değil, yok etmek diye bir sorun vardır. Burjuva demokrasisinin polis ve ordu gibi baskı kurumları bir kere görece özerkliklerini kaybedip faşist rejimin denetimi altına girdikleri zaman özlerindeki baskıcı nitelikleri nedeniyle faşist rejimin amaçlarına çok güzel uyum sağlarlar. Keza parlamento da kukla bir organ olarak varlığını sürdürür ama fiilen ölmüştür.

 

C. Faşizm: Burjuvazinin Diktatörlüğü Değil, Burjuvazi Üzerinde Diktatörlük

Faşist rejim, burjuvaziyi devlet yönetiminden dışlayıp siyasi olarak mülksüzleştirmekle kalmaz, aynı zamanda tekelci iktidar olanaklarından yararlanarak, vergi denetimleri ve kredi mekanizmaları gibi araçları kullanıp burjuvaziyi denetimi altına alır, onun farklı sesler çıkarmaması için sürekli başında sopayla bekler. Burjuvaziyi denetim altına almanın en iyi yolu ekonomik şantajdır.

Dolayısıyla faşizm, tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değil, diğer sınıflar üzerinde olduğu gibi burjuvazinin bütünü üzerinde de bir diktatörlük anlamına gelir. Burjuvazi, kendi yaşamını ve mülkiyetini koruyabilmek için en azından bir süreliğine faşizme boyun eğmiş görünür. Bu arada, kimi burjuva kesimleri, faşizmin vurucu bir güç olarak iktidara atak yaptığını görünce, sözünü ettiğim yarar/korku diyalektiğinin ürünü olarak faşizme yanaşır ve hatta destek verir. Israrla üzerinde durduğum gibi bu, bir temsiliyet ilişkisi değil, teslimiyet ilişkisidir; kâh iktidara aday olan aşırı reaksiyoner bir güçten yararlanma fırsatını kaçırmamak, kâh onun iktidara geldiğinde bu olanaklardan yararlanarak mülkiyetini tehdit etmesinden korktuğu için, işte bu her iki nedenle de faşizme destek olur. Bir yandan da faşizmin emekçi taleplerini bastırması ve “sessizliği” sağlaması işine gelmiştir. Fakat ısrarla belirtiyorum ki, bu ilişki gevşek ve değişken bir ilişkidir ve anında zıddına dönüşebilir. İşin aslına bakılacak olursa, iktidara gelen ve rejimi monolitikleştiren faşizm bir anlamda gerdiği ağlar görünmeyen bir örümcek gibi boşlukta asılıymış gibi görünür. Ağına takılan burjuva kesimlerini yiyerek beslenir. O ağa takılan böceklerden kendisinin de besleneceğini uman örümceğe destek veren burjuva kesimleri, örümceğin onun da kanını emmek için üzerine geldiğini gördüğü an ağdan kurtulmak için çırpınmaya başlar. Kurtulabilecek midir?

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.