Düşünce ve Kuram Dergisi

Erkeklik Bir Bütündür, Bölünemez! Faşizmin Cinsiyeti Üzerine Deneme

Hacı Sincer

Giriş

Hiçbir toplumsal teori, ilkesel olarak boşlukta kurulamaz ve var olamaz. Bu, tüm teorileştirmelerin sosyo-kültürel temelleri olduğunu, siyasi iklim içinde şekillendiklerini ve belli bir toplumsal görüş açısına dayandıklarını anlatır.

Zaman ve mekana ilişkin belirli koşullarda açığa çıkmış, belirli bir algı biçimini yansıtan teoriler; aynı zamanda toplumsal bir kesimin siyasi, sosyal taleplerini de sistematize ederler.

Bu nedenle, verili olanı anlamaya ve yeniden kurmaya talip tüm teoriler örtük olarak politik iddia da öne sürerler. Bu da, teorilerin, gizil olarak politik çıkarları sistematize ettikleri anlamına gelir.

Teorilerin, boşlukta salındıklarına inanmıyor ve onların bir ilişki karakterini söylemleştirdiklerini düşünüyorsak; bu, bizim gerçekliği bir ilişki sarmalı içinde kavrayabileceğimizin farkında olduğumuzu anlatır. İddiamız odur ki, toplumsal düzlemi anlamaya ça-

lışan her görüş açısı, politik bir öz taşır, verili politik bir bağlam olmadan gerçekleşemez. Bu, toplum denen yapısallığın sahip olduğu diyalektik ile alakalıdır. İster tikel, isterse de evrensel düzeyde olsun, tüm toplumsal oluş tarzları tesis ettikleri ilişki vesilesiyle görünürlük kazanırlar. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: ilişkinin kendini örgütleme tarzı siyasaldır ve siyasi bir çatı gerektirir.

İlişki birimlerinin, kendi oluşlarını, siyasi bir mahiyet içinde vücuda kavuşturdukları gerçeğini biliyor olmak, onların, kimliğinin doğru kavranması olanağını da açığa çıkaracaktır. Çünkü biliyoruz ki, ilişkiler, roller ve gündelik temsil tarzları, geride failinin kimliğinden parçacıklar bırakarak ilerler. Dolayısıyla pratiğin dolgu malzemesini çözmeye başladığımızda ve olgular arasındaki anlamlı ilişkiyi çözdüğümüzde, yapıp etmelerin, failin kimliğini daha fazla belirgin kıldığını göreceğiz.

Tematik olarak bu güzergahı izlediğimizde, inceleme konumuz olan “faşizmin cinsiyeti”ni anlamamız da olanaklı hale gelecektir. Çünkü faşizm denen fenomenin, toplumsal ilişkinin kendini örgütleme tarzından başladığını; mikro düzeyde bireylerin kendilik tarzlarına yapışık bir mahiyet taşıdığını düşünüyoruz. Elbette “…izm” olarak faşizmin belli sosyo-ekonomik, sosyo-politik süreçlere tekabül ettiğini biliyoruz. Ancak bunu da olanaklı kılan sosyolojik bir hinterlandının da bulunduğunu düşünüyor ve öne sürüyoruz. Faşizmin toplumsal “iç bölge”si olarak kavradığımız bu alanda, erkek ve erkeklik kültürü bulunmaktadır.

Bunun için, erkekliğin, faşizmin dolgu malzemesi olduğunu iddia ediyoruz. Bu sebeple, “faşizmin cinsiyeti”ni anlamaya çalışırken, olgunun mümkünatını sağlayan erkeklik tarzı ve kültürü olduğunu savunacağız. Yanı sıra, toplumsal bünyedeki yerine, kim’i ve ne’yi temel aldığına, hangi geleneği sürdürdüğüne, politik bir çatı olarak ne gibi sonuçlar açığa çıkardığına ve en son olarak da şimdilerde ki temsil tarzlarına değineceğiz.

 

Faşizm Bir İlişki Karakteridir

Faşizm denen olgu, tarihin bir vaktinde yaşanmış ve bitmiş melanet değil; hele hele politik bir sapma hiç değil.

Faşizm, modernist sistemin düşünsel, kültürel ve politik olarak geliştirildiği olgular arasındaki ilişkiselliği kavrama tarzıyla alakalıdır. Yoksa, ‘çağcıl’ değerleri yorumlama ve kavrama yeteneksizliği ile malul hale geçmiş sapkın siyasal bir görüşten bahsetmiyoruz. Hatta, iddiamız odur ki, faşizm, modernist düşüncenin kendini, uygulama tutarlılığı içinde doğrulamasıdır. Yani faşizm, modern epistemolojik tarzın ve parametrelerin belli bir tutarlılık içinde kendi nesnelliğini rasyonalitesini takip etmesi oluyor. Başka bir deyişle modernitenin kendi nesnel mantığı takip etmesi anlamına geliyor.

Dolayısıyla olguyu, “uygarlaşmış” dünyanın ve değerlerin dışına düşmek şeklinde ele alan ve bu melaneti alabildiğince kendinden uzaklaştıran modernist çaba ve görüş açısı hakikati yansıtmamakta. Mark Neocleous’un ifade ettiği gibi, faşizm “gerçekte yaşadığımız ilişkilerin ‘normal’ öğütlenişine dair bir problem”dir(2014:10). Eğer bu böyle ise, “faşizm hakkındaki her argüman aynı zamanda ilişkiler hakkındaki bir argümandır da”(Neocleous,2014:11). Bu bize faşizmin bir ilişki karakteri olduğunu ve oradan kurulmaya başladığını anlatır. Ve bu ilişki tarzının veri aldığı temel ise, toplumsal cinsiyet düzenidir.

Cinsiyet düzeni ve bunu veri kabul eden hiyerarşi, tüm tarihsel egemenlik biçimlerinin kök ilişki zemin ve paradigmasıdır. Tüm toplumsal olguların “şeylerin düzeni”ne uygun rasyonelleştirilmesi de bu nokta üzeriden gerçekleşir. Faşizm denen ve topluma yansıtılan ilişki ufkunun konum koordinatları da yine bu temeldeki bir bölünmeyi işaret etmektedir.

Toplumsal cinsiyet düzeni, içkin olarak bir ilişki asimetrisi üzerine kurulur. Erkekliğin sosyo-politik çatısının çatılmasından bu yana, bu böyledir. Öcalan bu temayı “kurnaz ve güçlü adamın hikayesi” olarak çerçevelendirir. Bu hikaye erkekliğin sosyo-politik çatısının nasıl çatıldığının yanı sıra, kurulan ve halen verili olan “düzen”e ilişkin tertibatın dinamiklerini de açık eder. Faşizm de bu hikayenin “özel” ve özgün bir biçimidir.

Yazının akışı içinde bunu irdeleyeceğiz. Ancak öncesinde tüm bu sürecin fail’i konumundaki “erkek”in, “üretici çekirdek” olarak konumunun kavranması gerekiyor.

 

Erkeklik Bir Bütündür, Bölünemez!

Erkeklik bir bütündür, bölünemez! Bu varsayım erkekliğin kendilik kavrayışının tipik formülasyonlarından biridir. Ve esasta da, siyasi bir projeksiyon iddiasında bulunur. O, bununla diğer tüm versiyonlarında olduğu gibi, mülkiyet damgasının biricikliğini ve vazgeçilmezliğini teyit etmek ister. Bu, erkekliğin kendini kurma tarzı ve bu tarzın siyasallaştırılması sonucu açığa çıkar. Erkekliğin bölünmez bir bütün olması, sahip olduğu siyasi kurgu ile alakalıdır. Tanrı, devlet ya da özne gibi kurmaca yapıların tümü, yaşamın çoğul niteliğini Tek’e ve Bir’e indirgeyerek onu olumsuzlama pratiği geliştirirler. Her güç kurmacanın faili de erkektir. Dolayısıyla yaşamın çoğul ritmin sabote eden ve eksilten erkekliğin kendine aşırı vurgu yapmak istemesi sahip olduğu siyasi projeksiyonla alakalıdır. Ha keza, erkekliğin toplumsal konumunu pekiştiren ve fakat yaşamın toplumsal hakikatini çarpıtan varsayımlar öne sürmesi, düşüncede yaratmak istediği stabilizasyon ve monarşik yapıyla ilgilidir. Bu anlamıyla monarşi, aslında yalnızca bir devlet biçim değil, bunun yanında, eril düşünce tarzının değişmez mahiyeti oluyor.

Yani yaşamın fark ve çoğulluk kapasitesinin çarpıtılarak Bir’e indirgenmesi monarşik düşünce tarzının bir sonucu oluyor. Tanrı, devlet ve evrensel özne gibi kurgusallıkların düşünceye model haline gelmeleri de bunların aynı kumaştan yapılma olduklarını gösteriyor. Belki bir izleği takip ederek birbirlerinin yerine geçmelerine de olanak tanıyan, onların erkeklikte özdeş olmalarıdır. Yani her üç olgu da, var oluş sal olarak, “tikel evrensellik “olarak erkekliğin kendini kurma tarzı biçiminde vücuda kavuşur. Bu, eril ekonomi-politiğin tarihsel sürekliliğini anlamamızı da olanaklı kılar. Elbette, tanrı, devlet ve özne nosyonları arasında basitçe bir geçişkenliğin olduğu iddiasında değiliz. Birinden diğerine geçisin, dönemin simgesel evreninde köklü bir dönüşümü gerektirdiğini biliyoruz. Vurgulamak istediğimiz şey, her üç nosyonun katalizörü gibi çalışan değişmeyen özünü anlama gerekliliğidir: Erkeklik! Tarihsel olarak, erkekliğin “özne” biçiminde kendini kavrama tarzı megalomaniktir ve epistemolojik bir probleme dayanır. Erkek, varlığın müşterekliğini inkar ederek, her şeyi kendisiyle ilişkisel bir tanım içerisinde ele alır. O, simgesel evrenin her tarafını dolduran kadir-i mutlak gibi hareket eder. Kendisinden gayrı, bütün ötekilikler bir ‘başka’lığı temsil etme kapasitesinde değildir. Onun bölünmez bütünlüğü, erkekten gayrı kimsenin simgesel evrene yerleşmemesi ve ondan pay alamaması anlamına gelir.

Erkekliğin kendilik projeksiyonu, yaşam diyalektiğine terstir ve onunla örtüşmez. Epistemolojik problem dediğimiz mesele de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Erkeklik, oluşturduğu ve verili kıldığı politik çatıdan da güç devşirerek toplumsal düzlemi güç ve iktidar birikimiyle çarpıtır. Bunu da başarmasını temel olarak, zihin dünyasını ‘düzene sokma’ya borçludur. Zihnin düzene sokulması da toplumsal gücün yoğunlaştırılmasının ve dağıtılmasının tüm özel ve genel biçimlerini tasarruf altına almak anlamına geliyor. Bu anlamıyla erkeklik, kendini yanlık ve yanılsamalarla dolu bir epistemolojik temel üzerinde şekillendiriyor. O, “bilen özne olarak, bilinecek ve kontrol edilecek bir nesneye karşıt olarak veya nesne karşısında”(Yeğenoğlu, 2003:13) kendini koruyor.

Yani erkeklik, bir başkalık yanında veya karşısında; bir başkalık olarak varoluşsal bir anlama kavuşmuyor. O, kendini, nesneleştirdiği kadın dolayımıyla kuruyor. Ve fakat, erkek yalnızca ötekinden dolayımla kurulmuyor, aynı zamanda ötekinden dolayımla da temsil ediliyor. O, “ötekini, kendinin kategorik karşıtı, radikal inkarı olarak adlandırması sayesinde kendini evrensel ve soyut özne olarak(kuruyor)”(2003:15) Yeğenoğlu’na göre, “Hegelci özne-kuruluş diyalektiğinin ekonomisi, ötekinin farklı olarak kurulabileceğini kabul edemez”(2003:16. Erkekliğin ruhsal ekonomisini de yansıtan bu özne-kuruluş süreci baştan patalojiktir. Bir yandan “öteki özne ile aynı evreni paylaştığı” ve öznenin ancak ötekini dolayımlayarak kurulduğu ifade edilirken, diğer yandan ötekine olan bağımlılığını “zorunlu” bir unutuşa terk etmesi bakışını sakatlar. Bunun pratikteki tercümesi ötekinin insanlığını, başkalığını unutmak ve onu ahlakın alanından silmektir. Yani, ötekini nesneleştirerek, kendini, ahlaki yükümlülüklerden azade kılmak ve sorumsuzlaştırmaktır.

 

Erkek Kendi Benliğinin Çete Şefidir

Şuraya varmak istiyoruz: erkeklik ortalama farklılığı kategorik farklılığa çevirerek, toplumsal cinsiyet bölünmesinin her iki tarafını da çarpıttı. Tayfun Atay bu durumu “tam anlamıyla ‘insan’ olmaktan eksilerek, erkek ya da kadın oluruz”(2012:45) diyerek açıklar. Çünkü o, birbirlerisiz kadın ve erkeği “eksik yarım” olarak niteler. Bundan kastı, “tam insan” olmanın ancak erkek ve kadının, birbirlerindeki kendilerini fark etmeleri ile mümkün olduğudur. Birbirlerisiz ikisi de eksik kalırlar.

Oysa kategorik farklılık, erkekliği ve kadınlığı kendi içinde ‘çok benzer’; ancak birbirleri karşısında “hiç benzemez” olarak kavrar. Yani her ikisini de karşıt kutuplara yerleştirir. Çünkü homojenleştirme ve araya derin ayrılar koyma yalnızca homojenleştirici eril stratejiye olanak sunmaz; aynı zamanda cinsiyet rejiminin ekonomi-politiğinin sürgit yeniden üsluplaştırmasının önünü de açar. Connell’in iddiasına göre, “kadınlık ve erkeklik biçimleri bir yandan üsluplaştırılırken bir yandan da yoksunlaştırılmaktadır”(1998:245).

Aslında üsluplaştırma ve yoksunlaştırma bir ve aynı şeydir. Ve tek bir süreç olarak işler. Her ikisi’de kadınlığı ve erkekliği cinsiyet rejimi içinde performe eder. Erkeklik ve kadınlık, inşa edilmiş bir yatkınlıklar çemberi içinde, kendilerini icra ederler; katiyen birbirlerine bulaştırılmazlar ve çemberin ortaklıklarını ifade eden bir kesişim alanı da yoktur!

Fakat bu projeksiyon toplumsal hakikatin yaşam pratiğine terstir. Farklılıkların çarpıtıldığı ve abartıldığı böyle bir tasarıma karşı, yaşam kendi direncini oluşturur. Eril tertibatın tüm tahakküm ve tahsisat pratiklerine rağmen, yaşamın müşterekliği, eş’liği her fırsatta kendi dengesini oluşturmaya çalışır. Aslında bu anlamıyla yaşam, eril patolojiye karşı “yaşam”dır. Yani yaşamın direnci, erkekliğin projeksiyonu ile performansı arasında her zaman kesintiler yaratır ve gedikler oluşturur.

Erkeklik algılama tarzları icat ederek siyasal düzenin örgütlenme ilkesi temelinde kendini yaşama dayatır. Bu uğurda mitolojiden, teolojiden ve sosyolojiden devşirdiği retorik tantananın “cazibe”sine kapılmamak gerekiyor. Çünkü öne sürülen bütün tez ve varsayımlar örgütlü erkekliğin tahsisatına hasredilmiş çabalardır. Örgütlü erkeklik bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu sürecin tümüyle oluşturulan kayırma mekanizmalarının lojistik desteğiyle mümkün oluyor. Feminist literatür ve fayda ilişkisi “lanetli pay” şeklinde kavramlaştırılıyor. “Lanetli pay” düzeni, erkeklerin kendilerine ve birbirlerine iltimas geçmeleri anlamına geliyor. Bu düzen içindeki her erkek, “kendi benliğinin çete şefidir”(Adorno:49).

 

Faşizm Erkeklik Endüstrisinden Geriye Kalandır

Buraya kadar anlattıklarımız, erkekliğin kendini kavrama tarzı ile faşizmin varoluşsal bir koşulluk içinde olduklarını anlatmak içindi. Yani faşizmin kökenlendiği toplumsal temayı açık etmeye çalıştık. Şimdi de, her iki olgunun birbirine dayanarak nasıl bir tahakküm stratejisi geliştirdiklerine odaklanacağız.

Faşizm de, erkeklik de birbirlerinin türevi bir ufuk çemberi içinde dolanıyorlar. Birbirlerine yatırım yaparak birbirlerinin önünü açıyorlar. Hatta reel faşist örneklerde geçerli olduğu üzere, faşizm, erkekliğin radikal bir ikamesi olarak da kavranabilir. Ancak bununla sınırlanamayacağı da bilahare belirtilmelidir.

Her olguda olduğu gibi, faşizm de kendinden önce başlayan şeyleri sürdürür. Yani “faşizm” olarak işaretlenen toplumsal fenomen, belirli tarihsel koşuları gereksinir. Ancak bu koşulların, reel faşist gerçekleşmeler ile teşekkül ettiği fikri yanlıştır. Bu anlamıyla faşizmin, bir anda içinden fışkırdığı bir sıfır noktası yoktur. Hele bu sıfır noktası 20. yüzyılın ilk yarısı hiç değildir. Toplum-karşıtı bu fenomenin tarihi çok eskilere kadar gider. 20. yüzyılın ilk yarısında literatüre “faşizm” olarak giren toplum-karşıtı fenomen, iddia edildiği gibi, kendi ekonomi-politiğine bu dönemde kavuşmuş değildi. Bu fenomenin ekonomi-politiği ve ruhsal ekonomisi uygarlığın başından bu yana oluşturulmuştu. Eğer faşizm, bir kıyım, yaşamı değersizleştirme, farklılıkları yok etme ve erkekliği yaşamın her alanına dayatmanın genel tarzı ise, bu tarzın, eril-politik çatının çatılmasından bu yana sürdüğünü tespit etmek zor değildir.

Biz buna, siyasal bir makine olarak, “erkeklik endüstrisi” diyeceğiz. Endüstri kavramına, erkekliğin, hiçbir boşluk bırakmaksızın, toplumu hedeflerken kullandığı yöntem ve araçlar bütününe dikkat çekmek için başvuruyoruz. Dolayısıyla bu, olan-biteni şeytani bir irade ile açıklama girişimi değildir. Aksine, yaşamı hedefleyen “öz”ü açıklama ve altını çizme yaklaşımıdır.

Kadınlar başta olmak üzere-ki kadınlar eril ideolojiye kendini duyumsama olanağı sunan kategoridir-yaşama ve farklılığa sahip çıkan tüm toplumsal kesimler eril faşizmin özel genel hedefi olmaktan hiç çıkmadılar. Bu noktada, yalnızca, “cadılık” suçlamasıyla milyonlarca kadının kıyımdan geçirilmiş olması bile, “faşizm” denen olgunun 20. yüzyılda açığa çıkmış momentumu ile sınırlanamayacağını ortaya koymaktadır. Bu nedenle, faşizme bir sıfır noktası tayin etmek yerine, onu erkekliğin kültürel tarzı olarak kavramak ve eril üstünlük ideolojisine içkin, onda gömülü bir özellik olarak görmeye çalışmak daha doğrudur. Bir ilişki karakteri ve toplumsal ilişkiler ‘doğası’nın bir problemi olarak onu anlamaya çalışmak bize yalnızca olguyu hakikatiyle birlikte kavrama olanağı sunmayacak; aynı zamanda onu tarihsel bir bütünlük içinde kavrama olanağı da tanıyacaktır.

Bu durum, her fenomeni imleyen kavram gibi, faşizmi de belli bir tarih içerisinde kavramamıza olanak tanır. Sadece bu da değil, aynı zamanda fenomen olarak faşizmi, düz bir güzergah üstünde değil, toplumsal problemlere bağlanması sebebiyle, onu bir ilişki kombinezonu içinde algılamamıza da olanak tanır. Bu, faşizmin illa İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi yaşanmayacağını da anlatır. Dahası, her tekil gerçekleşmenin kültürel tarz içinde şekillendiğini ifade eder. Bu anlamıyla bağlantılar kurma, bağlamlar oluşturma, diğer öğelerden parçacıklar barındırma yoluyla bu fenomen, her dönem erkekliğin çokluğuna, büyütülmesine ve azmanlaştırılmasına dair bir sürecin geliştirilmesine tekabül eder.

Fakat, faşizmi, yaygın olarak kapitalist modernitenin “en gerici aşaması” şeklinde anlamlandırmayı tercih eden Marksistler, problemi, “kriz” diyalektiği içinde algılarlar. Onlara göre faşizm, gerçekte hiç kitlesel cazibesi olmayan, popülerliği sadece aldatma ve demagojiye dayalı olan, kitlelerin ivedi talep ve ihtiyaçlarının yanı sıra; adalet duygularını ve hatta bazen devrimci geleneklerini istismar eden bir rejim tipiydi. Ve yine onlara göre bu rejim, toplumsal demagoji, yolsuzluk ve aktif beyaz teröre dayanan bir gangsterlik biçimi, bir provokasyon ve işkence sistemiydi.(Iordochi:2015:26)

Peki Marksistler neden problemi böyle kavrama eğilimindedirler? Buna sebep olan nedir? Bizce bunun yanıtı, sahip oldukları ilerlemeci-aydınlanmacı paradigmaydı. Bu paradigmanın mantığı ve diyalektiği, onları faşizmi, “kapitalizmin gelişimindeki son aşama” olarak anlama yöneltti. Bu lineer bakışın erken bir çıkarsamasıydı ve büyük oranda, olgunun sistemsel karakterini, başka bir deyişle, erkeklik endüstrisinin bütünlüğünü görmeyi ıskalayan, hatta görmeyi tercih etmeyen bir yaklaşımdır. Bu o denli öyledir ki, olguyu kapitalizmin bir tür atığı gibi ele alır. Oysa doğru olan, onun “atık” değil, “artık” olduğudur.

 

Erkeğin Konum Tedirginliği Olarak Faşizm

Bu noktada, birbiriyle bağlantılı üç tez öne süreceğiz: Birincisi; faşizm eril-politik tertibatın bir özelliğidir ve bu yalnızca modernist dönemle sınırlandırılamaz. Bu, faşizmi yalnızca, “aynılığın tek anlamlı kesinliğini hedefleyen”(Bauman, 2014:141) stratejileri üzerinden değil; aynı zamanda tüm evreni erkeklikle doldurmaya can atan eril kültür tipi üzerinden anlama gereğini ortaya koyar.

İkincisi; faşizmin, yenilenlerin yenenlerce damgalanması ve işaretlenmesi gerçeğine karşılık gelmesidir. Oysa mağlup ve galipler kategorik bir farka sahip değildirler. Her iki taraf da özel yaşam ve kültürel süreçlerin örgütlenmesinden tutalım, siyasi strateji üretme biçim ve kapasitelerine kadar birbiriyle bağlaşıklık içindedir. Yapısal olarak birbirlerine benzerdirler. Yani yenen ile yenilenin simgesel evrenini düzenleyen koordinatlarda büyük oranda örtüşme vardır. Bu sebeple faşizmi, eril politik endüstrinin bütününde görmeyen, sadece yenileni damgalayan bakış biçimine itiraz ediyoruz. Çünkü ilişki karakteri ve örgütlenme tarzı olarak faşizm, sistemiktir. Galip uçtaki modernitenin başka bir söylem inşasına girişmesine itibar edilmemiştir.

Öne sürdüğümüz üçüncü tez ise, diğer ikisiyle bağ içerisinde, faşizmin ontolojik olarak, her durumda, erkekliğin toplumsal konumuna dair duyduğu tedirginliğin bir sonucu olarak ortaya çıktığına ilişkindir. Bu ilişki karakterinin görünür hallerine uygarlık tarihinin her döneminde tanık olunur. Biz, feminist literatür sayesinde, en bilinen örneği bir kez daha gündeme getireceğiz. 10 kasım 1793 tarihli Le Moniteur Liniversal gazetesi, Fransız devrimine etkin olarak katılmış ve kadın hakları için mücadele etmiş olan Olype de Gouges ile, zamanın ünlü entelektüellerinden olan Madame de Rolland’ın idam edilmeleri üzerine “Cumhuriyetçilere” başlığıyla, kadınlara nasıl “büyük bir ders verildiği” haberleştiriliyordu: “Olype de Goyges … devlet adamı olmak istedi ve yasa onu cinsiyetine yakışan erdemleri unuttuğundan dolayı cezalandırdı.(…) Rolland kadın ise(…)bir anneydi ama doğanın üstüne çıkmak isterken onu feda etmiş, bilgiç olma arzusu cinsinin erdemlerini unutmasına yol açmıştır. Her zaman tehlikeli olan bu unutuş da, onun idam sehpasında can vermesine yol açtı”(Berktay:22-23)

Yüzeysel bir okuma bile, bu haberdeki kıyımın ardındaki gerekçelerin erkekliğin yaşadığı konum kaygısı ile ilgili olduğunu fark eder. Bu noktada, hedefinde yalnızca kadınların olmadığı; bilinen bilinmeyen yığınla kıyımın olduğunu söylemek gerekiyor. Her dönem; erkekliğin ruhsal ekonomisi erkeği tehlikede olarak gördüğünde “cinnet salgını”na tutulmaktadır. Fakat, gerek bir sosyal tarz ve gerçek kişilikler, gerekse de politik bir tarz olarak erkeklik, onu pekiştiren, olumlayan şartların tesis edilmesi ve sürdürülmesi halinde, kendi mantığı içinde belli bir ‘normal’i temsil eder. Ancak, “güç dengesindeki her kaymayla birlikte, insaniyetsizlik heyulası sürgünden döner”(Bauman, 2011:276) ve böylece erkeklik kendi ‘normal’ini yitirir.

Tek taraflı kurulmuş bir kimlik patolojisi olarak erkeklik, konum kaygısı yaşamaya başladığında iktidar tertibatının tüm reflekslerini ortaya koyar. Tıpkı iktidarın hakimiyet tesis ederken erkekliğin davranış kodlarını sergilemesi gibi… İktidar ve erkekliğin nesnel mantığı birebir örtüşür. Nasıl ki bir iktidar “bekaa” sorunu yaşadığında, soykırım dahil, her türlü caniliği sergilemekten geri durmuyorsa, erkeklik de konum kaygısı yaşadığında, erkekliğini yeniden hissetmek adına, her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmuyor.

Erkeklik endüstrisinin mantığı tam olarak bu şekilde işliyor. Galiplik yolunda her türlü kötülük gerekli, “zorunlu” bir adım olarak telakki ediliyor. Bu sebeple, erkeklik rasyonalitesi neyi gerektiriyorsa o yapılıyor ve bundan geri durulamıyor. Erkekliğin hissettiği emniyetsizlik sağlama alınıncaya kadar her alanda onun narası duyulur kılınacaktır. Onun kendine bu denli vurgu yapmak istemesi ya da buna ihtiyaç duyması; aslında, selamete erememiş erkekliğin patolojisini ifade eder. ‘Selamete erememek’ yaşamın akış ritmi ile erkekliğin birbiriyle örtüşmezliğini anlatır. Yani erkeklik, tüm kendini gerçekleştirme tarzlarına rağmen, yaşamı zapt edemez; yaşam erkeklikten taşar. Bu sebeple o, ne kadar çok erkeklik üretip, her tarafa homo-sosyal bir dayatma içinde bulunursa bulunsun, suyun kendi çatlağını bulması misali, yaşam da kendi yolunu bulur. Bu, erkekliği erkek için her an yeniden üretilmesi ve performe edilmesi gereken bir kültürel azap haline getirir. Tayfun Atay’ın ifadesiyle “erkeklik erkeğe zehir olur”(2012:12). Bu anlamıyla erkeklik, hep bir konum kaybı ya da ondan düşme kaygısıyla mecalsiz kalmaya mahkumiyettir: Bir Sisyphos açmazı…

 

Yeniden “Erkek” Hissetme Arzusu Olarak Faşizm

Geliştirdiğimiz anlatının bir devamı olarak, reel faşist gerçekleşmelerin de “erkekliğin yittiği yerde” boy verdiklerini öngörüyoruz. Elbette her ülke gerçekliğinin kültür kadrolarına ve erkekliğin kendini kavrama tarzına bağlı olarak, faşist gerçekleşmede, farklılıklar tespit edilebilir. İtalya örneği genelleme yapmada temkinli olmamıza neden olsa da, yine de faşist gerçekleşmeleri ‘yitik’ erkeklik teması etrafında anlamlandırmayı yanlış görmüyoruz. Ancak değerlendirmemize veri aldığımız zeminin de Hitler Almanyası olduğuna da dikkat çekiyoruz.

Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya “imparatorluk” kimliği marifetiyle ‘şişkin’ egolu bir erkekliği temsil ediyordu. Buna kendini “tam-erkek” olarak duyumsama da diyebiliriz. İlişki bağlamının “sahip olma”, “ele geçirme” ve “fethetme” teması üzerine kurulduğu bir düzlemde, imparatorluk mirasına sahip olan bu yapıların, tarihsel ‘tam-erkek’liği ve buna dayalı olarak sahip olduğu politik psikoloji, “yitim deneyimi”, “ulusal gururun kırılması” teması etrafından bir tepki örgütlemesine ve “melankolik (bir) özlem” ile “yitirilenlerin aranması”na(Löwy Sayre, 2007:31) yöneltti.

Hatta bu tepki tipini, gecikmiş bir anti-oedipusçu tavır içinden kavramak bile mümkün. Bu tip faşizm, “evlat” ulus-devletçiliğin, “baba” imparatorluğu yadsıyarak kendi benliğini kurmasının içe yönelen oldukça yıkıcı, kanlı biçimi olarak değerlendirilebilir.

Savaş sonrası bu ülkedeki erkekliğin kendini algılama tarzı büyük oranda hayal kırıklığı ve öfke duygusu etrafında şekillendi. Öfkenin ve tepkinin Almanlığı, erkekliğin içe ve dışa dönük yeniden yapılandırılmasına yöneltti. Bu, aslında “canı acıyan ve gururu kırılan erkekliğin kendini disipline edip örgütlemesiyle yeniden sahne alıp nara atmasına benzemektedir. Mahalle kabadayılarının mesken bekçisi rolüne bürünmeleri misali, faşist yapılar da ölçek büyüterek ülkenin, ulusun namus bekçiliğine soyundular. Bu sebeple, diyebiliriz ki; faşizm, yitik erkekliğin kendisini yeniden “erkek” hissetme arzusudur.

Bu arzunun tahsisat pratiklerine geçmeden önce, faşizmi bir de “erkeklik gösterini altında aynılık cinselliği”(İrigaray,Akt:Büken:2016:48) olarak kavramak önemlidir. Tabi ki, bu, yalnızca faşist yapıların özelliği olmayıp, aynı zamanda uygarlığın kendini kurma tarzına içkin bir özellik de oluyor. Ancak faşizmde bu, öyle bir kendine çakılma hüviyetine bürünür ki, durum ancak patoloji ile izah edilebilir. Adorno “Minima Moralia”da, “totalitarizm ve eşcinsellik birlikte yürür” derken, aslında bununla, erkeklik göstereninin kendini her yerde görme arzusunu dile getirir. Çünkü ona göre, “özne, çökerken, kendi cinsinden olmayan bir şeyi yadsımaktadır.”(Adorno:50).

Dikkatli bir okuma, bunun genel bir karakteristik olduğunu hemen fark edecektir. Aradaki fark faşizmde, “yitim deneyimi”nin bilinciyle erkekliğin, kendi nesnel mantığını da zorlayacak şekilde, kendini abartmasıdır. Roland Parez bunu “fallus-merkezciliğin faşizmi” olarak tanımlıyor. Çünkü o, onun “yalnızca Tek bir libidinal enerji kaynağı olmasını”(2008:86) istediği sonucuna varıyor. Yani, ister cinsellik terminolojisi ile, isterse de siyasal terminoloji ile ifade edelim, faşizmde olan biten, erkekliğin veri alınarak her şeyin ona göre yeniden tanzim edilmesidir.

Yitik erkeklik deneyiminin faşizme ontolojik bir çerçeve sunduğuna inandığımız önemli argümanlardan birisi de, 1. Dünya Savaşı ile birlikte geleneksel cinsiyet düzeninde değişimlerin görülmeye başlamasıdır. Clodia Koonz’a göre “Nazizmin Almanya’ya başarıya ulaşmasının ve yükselişe geçmesinin temelini geleneksel cinsiyet düzenlemelerinin erozyona uğratılması oluşturur”(Akt:Segal,1992.159). Çünkü Birinci Dünya Savaşı, erkeklerin cepheye gitmeleri sebebiyle, ilk defa kadınları toplumsal yaşamda ağırlık merkezi haline getirmişti. Kadınlar daha önce ulaşılamaz olan uğraş alanlarında hizmet vermeye başladılar. Savaş, duvarları yıkmış bir çok mesleğin kapısını kadınlara açmıştı. Böylece kadınlar savaşla birlikte, meslekleri marifetiyle ‘kamusal bir varlık olma hüviyeti’ kazandılar. Onlar bütün sektörlerde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Adeta, tüm dünya tepe taklak olmuştu. Kadınlar gerçek anlamda cüretkar olmuşlardı. Öyle ki, C.P. Gilman “erkeksiz bir dünya” tasavvurunu içeren “Herhand”(kadınlar ülkesi) adlı ütopik romanını bu dönemde yazdı(Thebaud, 2005:46-48).

Bu bize, erkeklerin kendi aralarında kavga etmeleri ve çatışmalarının de facto olarak, geleneksel cinsiyet rollerinde kadınlar lehine kaymalar yaşandığını anlatır. Elbette rollerdeki bu kayma ve bunların kendini yaşantılama tarzı, tüm Avrupa’da aynı biçim ve düzeyde gelişmedi. Özellikle savaşta galip gelme ve mağlup olan ülke pratikleri açısından rollerin ruhsal ekonomisi farklı gelişir.

Bunun da yine erkeklik odaklı bir sonuç olduğu söylenebilir. Olgu olarak ‘savaş’ın erkeklik kimliğinde bir tür kaldıraç rolü oynadığı kabul edilse de, bunun mağlup ülke erkeklikleri açısından şerhsiz kabulü biraz zordur. En azından mağlup erkeklik açısından bağlam farkı gözetilmelidir. Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup ülke erkeklerinin savaş sonrasında ortaya koydukları tarzın karşı-olumsal niteliği ve hatta bir bakıma ezikliği, savaşın doğrusal değil de, tersten bir kaldıraç rolü oynadığını ortaya koyar. Mağlup erkekliğin kendi gözündeki kavranışı, erkeklik göstereni olarak, iktidarsızlaşmadır. Mağlubiyet onu iğdiş etmiş, “süngü”sünü düşürmüştür.

 

Kendini Kuran Faşizmin Şareza Anlayışı

Mağlup ülke erkekliği, ülkenin yenilgisini şahsileştirerek onu, utanç ve trajedi olarak algıladı. Onun yenilgi vesilesiyle hissettiği “acıya” müsebbip olarak damgaladığı kesimlere karşı duyduğu büyük öfke eşlik etti.

Peki onlara göre kimler ve hangi toplumsal kesimler mağlup olmanın, güçten düşmenin sebebi olarak kavrandı?

Listenin ilk sırasında sosyalistler yer almaktaydı. Sosyalistler, esas olarak iki nedenden ötürü nefret nesnesine dönüştürülmüştü. Birincisi; onların, toplumu sınıflar biçiminde kavramalarıydı. Bu, faşistlere göre, toplumu sınıflara ayırmak suretiyle; ulusun parçalanması, “güç”ten düşürülmesi ve felç edilmesi anlamına geliyordu. Çünkü onların kavrayışına göre toplum, “zümresiz bir bütün”dü, “parçalanamaz”dı. İkincisi ise, sosyalistlerin enternasyonalizm anlayışının, nasyonalizmi odağa almayı engellemesi, bu anlamıyla ulusun motivasyonunu aşağı çekmesi ve şovenizmin önünü almasıydı. Sosyalistler “mülkiyetçiliğe karşı çıkmıştı.” Onların bu tutumu ulusu zayıflattığı için sosyalistlere karşı ve “sosyalizme karşı savaş açmak için”(Paxton:2014:16) mücadele birliklerinin oluşturulması gerekiyordu.

Almanya’da “Freikorps”olarak örgütlenen ve çoğunlukla savaşta yer almış eski asker ve göçmen Alman gençlerin oluşturduğu paramiliter çeteler; hayal kırıklığı, hınç, utanç, haset ve melankolik özlemle sarılı bir ruh dünyası içerisinde, bir saldırganlık stratejisi eşliğinde sosyalistleri hedefledi.

Bu yolla, hem hasar alan erkekliğin müsebbibi olan görüş açısı ile hesaplaşılmış olacak, hem de kırılan ulusal gurur onarılacaktı. Bunun en etkili yolu da, hayatın müşterekliğine, çoğulluğuna, farkına ve dişil niteliğine değer veren sosyalist görüşe karşılık; şiddet, disiplin ve hınçla karılmış; boyun eğmeye meyilli, yetkiye susamış ve her an başkaldırmaya hazır bir ‘erkek kardeşliği’ne yönelmekti. Bu kardeşlik, kendini “ideallerine vakfetmeye hazır ve yetenekli”, “candan ve içkinlikli bir ruh saflığı”(Berlin:2010:27) ile hareket eden erkeklerin sıkı dayanışması ile, şiddet ve saldırganlık eşliğinde kendini pekiştirmeye dayanıyordu.

Bu yapı, saldırganlık ve şiddet stratejisinin, tam da ihtiyaç duyduğu şeyi, erkek kimliğini onardığını fark etti. Bu nedenle içe ve dışa yoğun bir disiplin dayattı. Çünkü disiplin erkekliğin kendisini bulmasının, en üst düzeyde performe etmesinin ve sergilemesinin yegane koşuluydu.

Sosyalistlerden sonra, liste; Kadınlar, Çingeneler, Yahudiler ve özürlüler-sakatlar şeklinde devam eder.

Mağlup ülke erkekliği “kükreyen yirmilerin serbest kızı”(Thebaud) imgesi karşısında ciddi bir telaş yaşamaktaydı. Çünkü kadının geleneksel cinsiyet rollerinin dışında roller icra etmeleri erkekler tarafından “kamusal varlıklarına yönelik saldırı” olarak kavrandı ve şahsileştirildi. Bunun için “savaş vurguncusu” kadına disiplin dayatılmalı ve “doğru yol”a sokulmalıydı.

Bu temelde, kadının işaretlenerek erkliğin tahkim edilmesine çalışılmalıydı. Çünkü kadını bir role sabitlemek; ters ucundaki erkeği de laissez fair ruhuyla ortalığa salmaktı. Bu sebeple Birinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu “kadın düzensizliği festivali”(G.Gilbert) sona ermeliydi. Nitekim, buna uygun disipliner bir mayalanma süreci geliştirilerek amaçlanana ulaşılmaya çalışıldı. Öyle ki, Vichy Fransa’sında aile ve doğumcu ideolojinin albenisini yükseltmek için beş ya da daha fazla çocuk doğuran kadınların onuruna devlet törenleri bile düzenlendi.

Mağlup ülkelerin sosyal mayalanması savaşta hırpalanmış erkek kimliğini onarma ve destekleme etrafında gelişti. Bunun için de, psikolojik destekle birlikte, bir söylemsel strateji eşliğinde kadınların kamusal varlık olma niteliklerini terk edip “gazilerin, ulusun ve ırkın hatırına eve dönmeleri” gerekiyordu. Sav şuydu: “kadınlar zorunlu bir savaş hizmeti sunmuştu ve savaşın sona ermesi daha fazla fedakarlığı gereksizleştirmişti”(Thebaud, 2005:72)

Buradan da anlaşılacağı üzere, mağlup erkeklik “kalıcı bir şeye tutunma ihtiyacı” sebebiyle erozyona uğramış olan cinsiyet düzenini yeniden tesis etme arayışındadır. Savaş-öncesi dünyaya geri dönüş talebi, esasta, erkeklerin kadınları bıraktık gibi görmek arzusuydu. Bu, onların kendilerini yeniden erkek hissetmelerini psikolojik olarak koşullayacaktı. Ancak rollerin eskisi gibi tahsisi onların tekrardan kendilerini ‘erkek’ hissetmelerine yol açabilirdi? Bu anlamıyla, kadınların eski rollerine rücu etmeleri erkekler için bir tür terapi rolü oynayacaktı”

Özellikle Almanya örneğinde, kadınların görece serbestliğinin savaş ve askeri yenilgiye bağlı olması, ekonomik kaos, yokluk, toplumun oturmamış olması, utanç ve umutsuzluk gibi etkenlerin biraradalığı geleneksel cinsiyet düzenini tekrardan tesis etmeye dönük melankolik bir özlem açığa çıkarmıştı. Çünkü yaygın olarak, yaşanan toplumsal sorunların nedeni bozulan cinsiyet düzenine bağlanıyordu. L.Segal’e göre, her iki cins de “mitik geçmişlerine geri dönme özlemi duyuyorlardı.” “Nazilerin kadınlara evdeki, erkeklere evin dışındaki yerlerini geri verme vaadi her iki cinse de cazip gelmişti”(1992:159-160).

Kendini kuran faşizmin şareza anlayışını yansıtan önemli göstergelerden bir diğeri ise, düşmanlaştırarak ötekileştirdiği çingeneleri, Yahudileri ve özürlüleri hedefleyen ırksal arıtım sürecidir. Bu noktada, uzun bir anlatıya girmeksizin; faşizm, bu toplumsal kesim ve kimlikleri hem tehlikeli yabancılar; güvensiz ve her an ana yurda ihanet edecek kişiler olarak damgalar hem de ulusun arılığını bozacak, soyu karıştıracak “anormal şizofreni geni”(Kalmann) olarak ele alır. Irkın saflığı ve sağlığı için tehlikeli görülen bu kesimlerin antropoemik bir strateji dahilinde dışlanarak sürgüne gönderilmeleri; “güvenli” bir şekilde hapsedilmeleri ve kaçma olanağının olmadığı ‘korumalı’ yerleşim bölgelerine atılmaları sağlanmalıydı(Bauman, 2011:199).

Elbette bu süreç, düşmanlaştırılanların özellik ve eylemlerine bağlı değildi. Tamamen “güç”ün kararına bağlaydı. Ve bu sürece malzeme haline getirilmek için, “yabancı”, “farklı” ve “başka” olmak yeterliydi.

Mağlup erkeklik, yitirdiklerinin deneyimiyle “tedbir” geliştiriyordu. Ve bunu da, hesapsız-kitapsız yapıyor değildi. Aksine, her adımda bilimden destek alınıyor ve ona yatarım yapılıyordu. Yani keyfi bir süreç geliştiriliyor değildi. Proctor’un ifadesiyle “Naziler, bilimin sonuçlarının saptırmıyorlardı. Onların yaptığı, hekimlerle bilim adamlarının yaptıkları şeyleri uygulamaya koymaktan başka bir şey değildi (Akt:Bauman,2014:67) gerçekten de hem bilim yapanlar hem de onun uygulama tutarlığını ortaya koyanlar, aklın yasalarına uyuyor; ona uyumlu olmanın rasyonalitesi içinde hareket ediyorlardı. Bu sebeple, bilim destekli rasyonel bir stratejinin, kararlı ve güçlü bir şekilde devreye konulması yasanın ve düzenin kusursuzluğu için geçerliydi. Bu stratejinin ufkunda katliamların olması, rasyonalitenin mantık örgüsü içinde hazmedilmesi gereken “zorunlu kötülük”lerdi. Irksal hijyeni sağlamak için “değersiz” yaşamların ortadan kaldırılması gerekiyorsa, bu yapılmalıydı, yapıldı da.

Bu anlamıyla, Nazi görüş açısından her ne var idiyse, bunun bir mantık örgüsü vardı. Cinnet geçirmiş bir sapkınlıkla hareket edilmiyordu. Olan biten, insan pazarında, bütün ötekiler pahasına, BEN’in biricikliğini ve vazgeçilmezliğini ihdas eder. BEN veya başka deyişle erkeklik kendi cihadını icra ediyordu. İşte faşizm, bu gözü dönmüş erkekliğin cihadı oluyor. Bu sebeple diyebiliriz ki, ırksal hijyen semantik olarak eril arınma ve homojenizmin devamı olarak vücut buluyor. Çünkü hijyen ve arınmanın uygulanma amacı, eril bir beden politikasını var kılmak, hayata geçirmektir. Yani, hasar almış erkeklik kendini yeniden tasarımlarken, tüm dişil öğelerden arınmış, başarıya odaklanmış, güçlü, kendine güvenli, cesur ve kararlı, “var olan güçlüklerin erkekçe bilincinde olan bir insanı arzular” ve öngörür (Neocleous,2014:31). Bu insanın “zıpkın” gibi, “fişek” gibi olması gerekiyor. Çünkü hasarlı erkeklik bununla hem kendini olumlamak hem de toplumsal bünyeyi öne sürdüğü ölçüler üzerinden tıbbileştirmek ister. Böylelikle “hasta” olanlar, “kirli”olanlar bedenin sıhhati için operasyondan geçirilebilir.

 

Yeni Erkeklik Formasyonları ve Faşizm

Buraya kadar ifade ettiklerimizden de anlaşılacağı üzere, faşizmi bir erkeklik momentumu olarak kavrıyoruz. Ve iddiamız odur ki, erkeklik bir politik çatı olarak kendini var kıldığı; sosyo-kültürel yapıyı, kendini veri kabul ederek ilişkisel bir tanım içinde yorumlama tekelini elde tuttuğu; kendisinin topografı olduğu yaşam dünyasının, toplumsal olarak onaylanmış “sorunlar”ını ve “çözümleri”ni içeren haritasını elinde tuttuğu müddetçe, ilişkisel bir karakter olarak tanımladığımız faşizm kendisini çeşitli formasyonlar biçiminde var kılacaktır.

Nasıl ki; “zaman ve uzamın birbirinden uzaklaşması”(Giddens) erkekliğin icra tarzında ciddi dönüşümler açığa çıkardıysa; “zaman ve mekanın sıkışması”(Bauman) olan küreselleşme çağında da erkeklik endüstrisinin kendi teknolojisini çağa uyumlu kıldığını varsaymak, öngörmek gerekiyor. Erkekliğin bir yorum tarzı olarak kendini farklı biçimlerde performe ettiğini biliyoruz. Giddens, modernizmin kaynaklarını sıralarken, “yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi”nden bahseder. Bununla “toplumsal etkinliğin yerelleşmiş bağlamlarından ‘kaldırılıp’ toplumsal ilişkileri “geniş zaman-uzam uzaklıklarında yeniden düzenlenmesi”ni anlatır. Bu ilişki temasının erkeklik formasyonundaki karşılığı, artık erkekliği babalarımızdan öğrenme koşulumuzun büyük oranda ortadan kalktığıdır. Yani erkeklik kendi yöresinden koparıldı. Küreselleşme olgusuyla birlikte, bu konudaki soyutluk, yersiz yurtsuzlaşma ve düşselleşme seviyesi onun yorum yapısında ciddi başkalaşmalar açığa çıkardı. Erkeklik bir gösteren olarak artık bir klişe ve bazı “katı”lıklar içinde ele alınamaz. “Sıvı modern”(Bauman) koşullarda erkekliğin “sembol ve yorum yapısı”(Conneli) yeniden örülmektedir. Elbette bu sembol ve yorum yapısı içinde erkek, “erkekliği” politik bir problem olarak işaretlemez. Ama onun kaba, maskülen tüm yüzlerini dışlayarak ve karşı olarak “eşitlikçi ve özgürlükçü” bir söylem kurabilir. Yeter ki, kurulu endüstrinin çarkları dönsün; bu çarklar döndüğü müddetçe feminen görünmekte bile mahsur yoktur. Hatta böyle görünmesi gereklidir, makbuldür. Bu, bir tür kendi kendisinin psikanalistliğini yapan postmodern erkek tavrı olarak da kavranabilir. Bu itibarla, erkek tarafından geliştirilen kendini gözetleyici ve kriste edici söylem kimsenin başını döndürmemeli ve aldatmamalıdır.

Biliyoruz ki, “kültürel erkeklik ideali” bir tasarımdır ve “erkeklerin büyük çoğunluğunun gerçeklikleriyle bağdaşmaz”(Demez,2005:76). Bu erkeklik türü oligarşik karakterdedir. Fakat yönetiminin etkinliği için, her erkek kişiye, kendini “erkek” hissedeceği bir alan açar. Bu, sistemin normalizasyonu için geçerlidir. Lakin açık olduğu üzere, bu alan çok dar ve sınırlıdır. Ve zaten erkeklik endüstrisi, erkeği hükmetmesi için programlamaz. Aksine boyun eğmeyi, kendinden vazgeçmeyi ve teslim olmayı gerekli kılar. Öcalan’ın sosyolojik bir tespit olarak zikrettiği “karılaştırılma” söylemi tam olarak bu duruma karşılık gelir. Bu nedenle erkek endüstrisinin stabil zemini karılaştırılmadır.

Modernitenin katı sınırlarını ve temsil tarzlarının değişmeye başlaması T. Jefferson’un iddia ettiği gibi, bir “erkeklik krizi”ne sebep olmuştur. Jefferson “egemen erkeklik değerlerinin revaçta olmaktan çıktığı” (akt. Sancar, 2011: 39) zannından hareketle “kriz” kavramına başvurur. Bu kavramlaştırma özellikle “akışkan modernite” (Bauman) koşullarında, erkeğin yüz yüze olduğu sorunları anlamak açısından önemlidir.

Kapitalist modernitenin her geçen gün tekinsizleştirdiği yaşam dünyasında “erkek olmanın koşulları belirsizleşiyor, farklı erkeklik inşa pratikleri gelişmeye başlıyor. Çalışarak kendilerini iş yapma becerileri üzerinden tanımlama şansına sahip olmayan erkekler bir erkeklik kaybı riski ile karşı karşıyalar”(Sancar, 2011:59).

Kaba eril rollerin geçersizleşmesi erkeklik bunalımını derinleştiriyor. Yani geleneksel cinsiyet düzeninin büyük oranda başkalaşması erkekliğin ruhsal yapısını sarsmış bulunuyor. Kültürel Pazar ya da oyun yapısı değişmemişken rollerin değişmesi, erkekliğin kimlik kavrayışında boşluklar ortaya çıkarıyor.

Elbette, erkekliğin bu durum karşısında o eski hatları belirgin, “rahat günler”e dönmeyi isteyen, takip eden bir tutum geliştirdiğini de söylemek gerekiyor. Problem, erkeğin kendine dair sahip olduğu yanılsamalardan kaynaklanıyor. Çünkü beklentileri yaşamın eş’liğine, müşterekliğine uygun değil. Bu uygunsuzluğu kabulle karşılanmayınca da gerçek ve sembolik şiddeti her düzeyde uygulayan faşist davranış tipleriyle karşılaşılabiliyor. Aynı tema bir kez daha karşımıza çıkıyor: erkeklik, adeta toplumsal çevresiyle testosteron seviyesinin çeşitli biçimleri olan tecavüz, cinnet, pornografi ve katliam yoluyla kaybını kapatma ve telafi etme yoluna gidiyor.

“Rahat günler”e dönmeyi isteyen erkek tavrı, 1990’larda bu yana şiddetlenerek anti-feminist, fundemantalist, “yeni” faşist erkek hareketlerini gündeme getirmiştir. Özellikle erkeklik krizinin ve bunun tepkimesi olarak da faşizmin derinleştiği Ortadoğu coğrafyasında buna tipik örnek El-Kaide ve tandansı olan örgütlerdir. Bu tip erkek faşizminin en son halkası ise IŞİD’tir. Bu tür erkeklikler mağlupluktan “yapılma” bir hınç ve öfkeye sahiptir. Erkek faşizminin en çirkin yüzü olan bu yapılar, kendi kayıplarını, kadına ve onun şahsında topluma şiddet yönelterek telafi etmeye çalışmaktadırlar. Nasıl ki, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup erkeklik bir tepkime olarak faşizmle kendini telafi yoluna yöneldiyse bu yapılar da benzer bir tertibatı izlemektedirler.

Bu çizgi, günümüzde erkek faşizminin en görünür yüzü olarak ortaya çıksa da tablo sadece bundan ibaret değildir. Bu yapıların birer kötülük nesnesi olarak damgalanması, yapıp ettiklerini görünür kılsa da durum çok daha kötü ve katmanlıdır.

Gerçek kişiler olarak bir şekilde el konulan ve iptal edilen erkekliklerinin “acı”sıyla kadının hedefinde olduğu, bir kötülük ve faşizm sarmalı geliştiriyorlar. Milyonlarca kadının açık ve örtülü şekilde tecavüze uğraması ve binlercesinin de katledilmesi; bize faşizmin kendi aslına bağlı kalarak farklı formasyonlar yoluyla sürdüğünü göstermektedir. Bu öylesine sıradan, öylesine gündelik bir hal almıştır ki; “zamana yayılmış bu felaket ilk şoku ve öfkeyi hiçliğe göndererek kendi devamının önünü açıyor(Bauman, 2014: 183).

Erkek faşizminin görüngüleri olan taciz, tecavüz, cinayet adeta erkeklerin “simgesel hadımlık”larını aşmanın ve kendilerini tatmin etmenin alanları haline gelmeye başladı. Cinayet, erkeğin tutkusunun “son dışa vurumu, aşkın sınaması ve kanıtı” oldu. “Mutlak sahip olma ve kanlı bir içtenlik”(Reynolds Press, 2013: 44) biçimindeki bu öldürme tarzının yaygın gündelikliği; faşizm denen olgunun her erkeğe, her erkek bedeni içindeki erkeklik kadar yakın olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Kaynakça

  • Adorno, T. Minima Moralia, Metis.
  • Atay, T. (2012) Çin İşi Japon İşi, Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropoljik Değiniler, İletişim.
  • Bauman Z. (2011), Postmodern Etik, çev. Alev Türker, Ayrıntı, 2. Basım.
  • Bauman Z. (2014), Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm: Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik, çev. F. Doruk Engin, Say Yayınları, 2. Baskı.
  • Bauman Z. (2014), Modernlik ve Müphemlik, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2. Baskı.
  • Bauman Z. (2012), Kürselleşmenin Toplumsal Sonuçları, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, 4. Basım.
  • Berlin İ. (2010), Romantikliğin Kökleri, Hazırlayan. Henry Hardy, çev. Mete Tunçay, Yapıkredi, 2. Basım.
  • Berktay F. (2015) Tarihin Cinsiyeti, Metis.
  • Büken N. (2016), Kadınların Sessizliği, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı:154 Aralık.
  • Conneh R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı.
  • Demez G. (2005), Kabadayıdan Sanal Delikanlıya Değişen Erkek İmgesi, Babil.
  • Öcalan A. (2015), Demokratik Ulus Çözümü, Cilt 1, Amara Yayınevi.
  • Öcalan A. (2004), Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları.
  • Giddens A. (2012), Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı, 5. Baskı.
  • Iordachi C. (2015), Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim,
  • Löwy M.-Sayre R. (2007), İsyan ve Melankoli, Moderniteye Karşı Romantizm, çev. Işık Ergüden, Versus.
  • Neocleous M. (2014), Faşizm, çev. Doğan Barışkılıç, Notebane, Ankara.
  • Paxton R.O. (2014), Faşizmin Anatomisi, İletişim, İstanbul.
  • Perez R. (2008), An(arşi) ve Şizoanaliz, çev. Şervan Adar Avşar, Versus.
  • Roynolds S. (2003), Seks İsyanları, Toplumsal Cinsiyet, Başkaldırı ve Rock’n Roll, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı.
  • Sancar S. (2011), Erkeklik, İmkansız İktidar, Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, Metis, 2. Basım.
  • Segal L. (1992), Ağır Çekim Değişen Erkeklikler-Değişen Erkekler, çev. Volkan Ersoy, Ayrıntı.
  • Thebaud F. (2005), Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Kadınların Tarihi-V, edit:Duby 6, Peerot M. Çev. Ahmet Fethi, İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Thebaud F. (2005), Büyük Savaş ve Cinsel Bölünmenin Zaferi: Kadınların Tarihi-V, , edit:Duby 6, Peerot M. çev. Ahmet Fethi, İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Yeğenoğlu M. (2003), Sömürgeci Fanteziler: Oryantalist Söylemde Kültürel ve Cinsel Fark, Metis.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.