Düşünce ve Kuram Dergisi

Antigone’nin Ahlakı Mı, Hammurabi’nin Yasaları Mı?

Nesrin Akgül

“Antigone tragedtasında eylemin başlamasından önceki günlerde Thebai Kenti, sürgünde ölmüş olan  Oedipus’un iki oğlu, Eteokles ile Polinikes arasındaki savaşla parçalanmış durumdadır. Eteoklesi kardeşlerin dayısı Kreon desteklemektedir ve savaşta iki kardeş birbirini öldürünce, Thebai tahtı Kreona kalır. Kreon, Eteoklese’e kahraman muamelesi yapıp saygın bir cenaze töreni ile gömülmesini sağlarken, vatan haini ilan ettiği Polinekes’i gömülmeden hayvanlara yem yapılması buyruğunu verir. Bu yasayı çiğneyen, Taşlamarak ölüme mahkum edilecektir. Böylece Tragedyada eylem başlamış olur. Antigone, Polinikeside diğer kardeşi gibi gerekli dinsel törenleri uygulayarak gömmeye karar verir ve kentin yasasına karşı gelmek anlamına gelen bu kararını uygulamak için, kız kardeşi İsmeneden yardım ister. Ama İsmene kadın ve dolayısıyla çaresiz oldukları öne sürerek, devletin yasalarına meydan okumanın mümkün olmadığını savunur. Antigone cezalandırılacağını bilse de kardeşinin ölüsüne gerekli saygıyı göstermesinin kan akrabalığının zorunlu kıldığı dinsel görevi olduğunu düşünür ve kardeşini gömer. Sofokresin bu yapıtında iki farklı adalet anlayışının çatıştığı görülür. Biri Kral Kreonun ataerkil iktidarı ile katı şekilde simgelediği yazılı devlet kurallarıdır; diğeri Antigonenin simgelediği yazılı olmayan dinsel ahlaki kurallardır. Bu iki değer yargılarının çatıştığı Antik Yunan Atina polisinde, çatışmayı sağlayan süreç salon yasaları ile birlikte ölü gömme törenlerinin yasaklanmasıyla boy verir. Bu törenler aristokrasinin gücünü simgelediği kadar, esasında kadınların kamusal alandaki görünürlükleri yasaklanır. Bu çerçevede ölü gömme törenlerinde yasaklanarak, kadınlar yurttaşlık hakkından men edilirler. Antigone, bir kadın olarak bu yasaya karşı çıkar. Kan bağına dayanarak da olsa inandığı değerler uğruna Kreon şahsında somutlaşan eril iktidar yasalarına ölümü göze alarak karşı çıkar. Kreon, Antigonenin bu karşı çıkışına cevaben; “bundan sonra bunlar kadın olmalıdır, sokaklarda gezme özgürlüğüne sahip olmamalıdır.” Kreon, kadınının erkek otoritesine boyun eğmemesi en uygun tutum olduğunu savunur. Ve Antigone ölüme mahkum edilerek tutuklanır. Kreonsa kibire bulaşmış inadından vaz geçerek, oğlu ve aynı zamanda Antigone’nin eşi olan Hoeman’ın sözünü dinler. Ancak geç kalmıştır. Çünkü Antigone kendini öldürmüştür.

 

 Hukuk Aynı Zamanda ve daha Fazlaca Erkek İnşasıdır

Antigone adının da anlamı gibi” karşı durmak için doğmuş olan” bir kadındır. Kız kardeşi İsmeneise kadın oldukları için yasaya karşı çıkamayacaklarını hatırlatan,çaresiz ve güçsüz kadını temsil eder. Kreon’un bir tiran olarak ortaya koyduğu yasaya kan bağı nedeniyle bir kadın olarak karşı çıkan Antigone’ye dönük tavrı hurisi (aşırı gurur,kibir)olarak tanımlanır.Kral Kreonun taşıdığı hubrisin esas sebeblerinden biride bir kadının kendi ahlakı,geleneklerini ölümüne savunma direncini ortaya koymasıdır.Kreon tıpkı günümüz Batı uygarlığının düşünce yapısında olduğu gibi yazılı katı devlet kurallarını özel durumlarda dahi esnetmeyip,toplumsal ilişki ve değerlere yani ahlaka karşı duruş sergiler. H.Arendt de bu durumu Hitler ve Stalin göndermesi ile ele alarak kibrin ve determinizmin totaliterizmin kaynağı kalıp,bu totaliterlerin her şeyin yasasını bildiklerini iddia ettiklerini ve bu nedenle her şeyin mümkün olabileceğni belirtir.

H.arendt,totaliterizmin yasalarına karşı, kendi yasa tanımı yapar ona göre yasa Roma’da kullanılan orijinal “lex” sözcüğünün, daha sonrasında Batı düşüncesinde kazandığı biçimiyle yüksek otoritenin verili emirleri değil, insanlar arasında ilişki sağlayan kurallar olarak tanımlar.Buda toplumsal ilişkilerde politik bir alan oluşturur. Yani doğruyu bulmak adına, yanlışı düzeltmek adına bir araya gelen insanlar konuşur, tartışır ve ortak adalet fikrinde uzlaşarak politik bir duruş sergilerler. Hasılı ahlaki bilinç, vicdani ölçülerde buluşan toplum, kendi sorunlarını bu düzlemde çözerek politik bir yapıya da kavuşmuş olur. Antigone’nin Kreon karşısındaki tutumunu kadının ahlaki değerleriyle, erkeğin devletçi yasa koyuculuğuna direnmesi üzerinden ele alarak, kadının hukuk karşısında toplumsal cinsiyetçilikle nasıl bir rol kazandığını ele alalım;

Kimin hukuku sorusuna, toplumsal cinsiyetçilik kuramıyla mercek altına alırsak verilecek cevap; her zaman ve daha fazla erkeğin hukuku olur. Hukuku yazılı kurallar bütünü olarak ele alırsak;  yazı ve uygarlık ilişkisi bağlamında devlet organizasyonu ile karşlaşırız.Ve elbette beşbin yıllık ihtişamı ile erkek egemen uygarlık karşımıza dikilir. Öyleyse hukuk aynı zamanda ve daha fazlaca erkek inşasıdır. Hukuk yazılar kurallar bütünü olarak devlet zorunu meşrulaştıran, onu koruyan bir yapıdır. O zaman sormak gerekir; devlet zoru, unun zihniyet taşıyıcısı erkek zoru neye ve kime karşı kendini korumaktadır? Beş bin yıllık hukuki devlet düzeni öncesi toplumun kuralları neydi?

Toplumlar tarih boyunca kendi yaşamlarını en iyi, en güzel ve en doğru şekilde sürdürebilmek için düşünceye, vicdana dayalı kurallar belirlenmiştir. Toplumda birlikte yaşamayı mümkün kılan kurallar, pratik ve kurumlar bütünü olarak kendi yönetimlerini sağlamışlardır. İşte bu kurallar, yargılar bütününe ahlak diyoruz. Kürtçe karşılığında ahlakın ‘sinc’ olarak etimolojik kökeni araştırıldığında, sincin çeper, çıt olarak kullanılması, aslında ahlakın anlam bağlamında toplumu koruyucu güç olarak kullanıldığını görürüz. Yine Ali Fırat, ahlakı tanımlarken toplumun politik hafızası, geleneğin kurulu gücü tanımını önceleyerek, toplumun kendini sürdürmesi için sağlanan ortak akıl, ortak vicdanın kendisi olduğunu vurgular. Yani toplumsal serüvenin başından beri iyi olan her şeyi deneyimleyip birikim haline getirip hafıza ve gelenek halini alır. Bu nedenle de ahlak toplumun politik hafızası olur. İnsanlık tarihinin % 98 ‘lik  sürecide ahlaki toplumun kendini inşa ederek, devamlılık sağladığı dönemi anlatır. Bu kapsamda ahlakın tanımını yaparken mekân-zaman dayanağı oluşturup, devletçi sistemlerden önce var olan uzun süreye dayandırmalıyız. İlk toplumsal birim olan klanlarda “totem”, “tabu” gibi kavramlarda yaşananı, aslında “ana tanrıçalık” olarak, inançsal formda anlam kazanan ahlak olduğu bilinmelidir. A. Fırat, “Başlangıçta ahlak, toplumun teorisi, dinse pratiği olmuştur. Din ilk toplumsal bilinç formu doğası ahlakla bütünlüklüdür. Bilinçten, giderek katı bir inanca dönüşüyor “demektedir. Yani tanrıça inanç formu şemsiyesi altında şekillenen ahlaki-politik toplum, kadın etrafında örülü ahlaki kurallarla şekillenmiş doğası toplumu temsil etmiştir. Yine Ali Fırat, “işin nasıl yapılacağını belirlemek zaten kuraldır. İşe ilişkin ilk eylem ahlaktır. İş derken her şeyi kastediyoruz. Yemek, uyumak yiyecek bulma, hayvanlarla dost olma v.s klan üyesi herkes bilgece yaşamaya yakındır. Bu anlamda kendini bilmek, yaptığı işlerin kuralının olduğunu bilmek çevre ve doğaya dayalı farkındalıktır. Doğaya dönük farkındalık, ahlaki kuralları belirler. Yani ahlaki kural, kendini bil olur “diyerek, toplumun ahlakı nasıl şekillendiğini sergiler. Ahlak üstten, toplumsal deneğimin dışında zorla benimsetilmez. Ahlak benimsenmiş toplumsal kurallardır. Beslenmeden, üremeye, korunmaya kadar toplumun var olmasını, kendisini sürdürmesini sağlatan tüm işler düşünme ve yapma gücüyle oluşur ve toplum bunun faydalılığını, iyiliğini tecrübe edinip, ortak akılla benimseyerek gelenek haline getirir. Böylece ahlak iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, ayrışmasını da sağlatır. Toplumun o toplum bireyinin kendinde içkin kıldığı kolektif hafıza kabul-ret ölçülerini de belirler. İşte doğal toplumun bağrında gelişi, günümüze kadar kendini aktaran ahlak, kadın eliyle işlenmiş ve kadını kutsal değer kılmış özelliktedir.

Doğal toplumdan, ana soylu sistemden devletçi sisteme geçiş erkek egemenlikçi toplumu da tanımlar. Bu devletçi sistem, toplumsal hafıza haline gelmiş ahlak karşısında, kendini hâkim kılmak için kendi yasalarını, yani hukuku oluşturur. Devletli uygarlık kendi sistemini kurumlaştırmak, mutlak kılmak üzere yazılı kurallar oluşturur. Hukukun toplum karşısında devleti korumak, kendi sömürür çıkarlarına dayalı olarak daha rahat meşru bir iktidarı sürgit kılmak adına geliştirildiğini görüyoruz. Devletin daha fazla sermaye ve iktidar oluşturmak adına kullandığı bir silah olmuştur, olmaktadır da. Ahlakın yerine inşa edilen hukuki devlet zoru işlevini görür. Ve, iktidar tekeli olarak devlet, toplumsal vicdanı ve onun aklını dışlayarak organize olan hukukla egemenlik faaliyetlerini yürütür. Artık toplum içinde toplumsal ahlakın yaptırım gücü yerine onun üstündeki devlet hukukunun yaptırım gücü hükmünü sürer.

Tarihte ilk yazılı hukuk Hammurabi Yasaları olarak bilinir. Babil kralı Hammurabi (M.Ö 1792-50) tarafından geliştirilen yazılı hukuk kurallarının dayanaklarını, Mezopotamya’da  tarihteki ilk yasa koyucular olarak bilinen Sümer kuralları Ur-Nammu (Ur), Sulgi (Ur), Lipit İştar verilen kararlarından oluşturduğu da unutulmamalıdır. Hammurabi bir şef-kral olarak iktidarını şekillendirirken, oluşturduğu yasaların 282 dava ve ilgili yargısal karardan oluşan yasa metni aile,ceza medeni hukukun yanı sıra, ekonomik yaşam düzenlemelerini de  ilgilendirdiği bilinmektedir. Hammurabi’nin bu yasaları kayalara yazması da dikkat çeker bu, adeta çekicidir. Bu adeta bu yasaların kaya gibi sert ve katı olduğunu anlatır. Üzerinde durmayı hak eden olay ise, bu yasaların tanrı Marduk adına yazılmış olmasıdır. Marduk’un annesi Tiamat’ı öldürerek iktidar olması, tarihin seyrini değiştirecek bir hamle olmaktadır. Çünkü Tiamat tanrıça kültürünü temsil eder. Babil dönemine kadar devletçi, erkek egemenlikçi sistem kendini inşa etmişse de, hala kadının gücünün yok olmadığını, toplumda etkisinin olduğunu ama zayıflamaya başladığını biliyoruz. Ana kadın gücü, yaşam kanunlarını temsil eden, evrenin de yaratıcı gücüdür. Tiamat’da kutsal ana tanrıçası olarak iyi ve güzel olanın, toplum yaşamının koruyucu gücü olarak kabul görmektedir. Ancak Babille beraber şeflik düzeni başlar ve yeni tanrı Marduk sadece tanrıları değil, tanrıları da güçsüz kılarak tek tanrı olarak iktidarlaşır. Artık evrenin tek yaratıcısı Marduk’tur. Marduk tek tanrılı dinlere geçişinde basamağı olur. Marduk yeni uygarlığında babasıdır. Onun iktidara geliş tarzı, kendinden sonraki uygarlıkların ruhu ve zihnini de besler. Marduk yalan ve hile ile öldürdüğü annesinin ölü bedeninden kendisine yeni bir dünya yaratır! Kadını her şeyin düşmanı ilan eder. Marduk’un kutsal emirleri olarak yazılan Hammurabi Yasalarını kadına dair çıkarılan yasalarla da incelemek gerekiyor.

Hammurabi Yasaları kadına miras hakkı dışında hiçbir hak tanımaz. Miras hakkıyla ilgili kimi haklarda şöyledir; babasının mallarından bu miras hukuku çerçevesinde pay alan kız evladın evlenmemesi durumunda, ölümünden sonra aldığı malları babasına verilir. Bu nedenle varlıklı aileler, kızlarının evlendirmeyip tapınağa göndererek, rahibeye yönlendirilir. Ve rahibeler üzerinde oluşturulan katı düzen nedeniyle kadınların uygunsuz davranışlarda bulunması onların yakılmasıyla sonuçlanır. Yine bu yasalarla kadın erkeğin mülkü, malı kılınmaktadır. “Soyun reisi ölürken, beraberinde, karılarını ve kölelerini de mezara götürür. Bunlarda tunç ve altın eşyalar gibi kralın malıdır.”  Yasanın buyurduğu şekilde kadınlar mezara konulurken ölü veya diri olmasının önemi yoktur. O nedenle, ölmemişse boğularak öldürülüp mezara konulurlar! Bu yasalarla kadının erkeğe yasal olarak bağımlılığı sağlanır. Ancak erkek için böylesi bir belirlemeye rastlanmaz. Erkek eşinden kolayca ayrılabilirken, kadının erkekten ayrılması için erkeğin rızası aranır. Yasalarca belirlenen şartlar ise şöyledir: Koca onu salıvermek istemezse, kendisine ikinci bir kadın alır; ilki ise bir köle gibi evde yaşamayı sürdürmek zorundadır. Erkek kadını, eşi olarak görmediği kimi zamanlarda, durumlarda erkeğin kadını köleleştirme, suda boğma ya da kuleden atma hakkı vardır. Şayet evli bir kadın başka bir erkekle yakalanmışsa, her iki zina yapanda bağlanıp suya atılmalıdır hükmü ile erkeğin ikinci üçüncü eş edinme köleleriyle sınırsız ilişki yaşama hakkına sahip olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Kadına yasalarca tanınan dikkat çekici bir hak olmaktadır. Kadının adı kanıtlanmaksızın kötüye çıkarılırsa, bir nehir sınavıyla suçsuzluğunu kanıtlama hakkı vardır. Kadına tanınan hak, ölümü göze alacak düzeydedir. Yani onu öldürmemek, ona tanınan bir hak olmaktadır! Bilinçli olarak çocuk düşüren veya çocuğunu aldıran kadın kazığa çakılır ve ölüsü mezara konulmayıp kıra bırakılarak çakallara, akbabalara yem yapılır. Kadının giyimine kadar müdahalede bulunan yasalarda, fahişe ve köle kadının peçeli, diğerlerinin peçeli olması yasaklanır. Asurlarda İbrahimi dinlerin, İslamiyetin aksine örtünme iffetin değil, iffetsizliğin belirtisi olarak kabul görmektedir.

Hammurabi kadına karşı geliştirdiği bu keskin yasalarla, toplumsal alanda yaşanmasını arzuladığı değişimleri zamana yaymadan, hızlıca gerçekleştirmek istemiştir. Çünkü toplum hala tanrıça kültürünün değerlerinden tam olarak uzaklaşmamıştır. Bu kaya gibi sert, erkeği tek güç kılan yasalar kadına indirilmiş bir darbe olmaktadır. Bu yasalarla beraber kadın toplumunun koruyucu gücü değil, erkeğin karısı olur. Kadının toplumdaki değeri pahada bile kıymetsizleşir. Bu yasaların açtığı izden yürüyen uygarlık, kadın aleyhine yasalar çıkartıp, hukuk düzenlemesine giderken, Hammurabi’nin suyunda yıkanıp, abdest almaktadır. O nedenle “pozitif hukuk” kurallarından tutalım, şeriat hukukuna kadar, kadın aleyhine yazılmış her türlü hukukun fikir babası Hamurabi olmuştu desek , abartıya kaçmış olmayız.

 

Erozyona Uğratılmış Namus Kavramı

Şeriat hukukunda, özelde de “pozitif hukukta” çokça adı geçen toplumsal zihniyetle karşılığını bulan namus normunun da, yarattığı bilinç cephanesi içinde incelemekte fayda vardır. Namus kavramının, günümüzde kadınlar için müşfik bir kavram olmadığı, yaşananlardan ortaya çıkmaktadır. Bir toplum için kutsanmış, özel anlamlar yüklenen bir kavramın, kadınlar için korkutucu olması, bir silaha dönüşmesi bünyesel bir çelişki olarak ele alınmalıdır. İktidar zihniyet inşasını sağlarken toplumsal değerleri sürekli tersine çevirerek, tornison etkisi yaratmaktadır. Örneğin; demokrasi, kültür gibi kavramlar iktidarın elinde dikotomik bir ayrışmayı yaşamışlardır. Toplumsal düzlemde tarihsel oluşumuyla demokrasi devlet dışı kalabilecek bu kavram iktidar eliyle kirletilip, üzerinde oynama yapılırken; bu en fazla da cinsiyetçi kalemlerle yapılır. O nedenle kavramları anlamaya, doğru kullanmaya çalışırken etimolojik kökenini bilmek ve kadınca bir şüphe ile bakıp, dişi bir düşünce ile de yaklaşmak gerekiyor. Ancak bu şekilde zihniyet temizliği, sadeleşmesi sağlanabilir. Namus kavramı da özelde devlet hukukunun hükmüne alınmış, ataerkil toplum ahlakında yeniden tanımlanan bir yargı haline getirilen kadın aleyhine yapılandırılmış bir kavram olmaktadır. Bu kavramın hiçte hafife alınmayacak düzeyde etkisinin olduğunu bilmek için, kadın cinayetlerinin ne adına işlendiğini ve toplumsal bellekteki karşılığını görmek yeterli olacaktır.

Yunancada ki “nomos” sözcüğünden gelen namus sözcüğü kavram olarak insan yapımı yazılı kuralları insanın kurucu edimine dayanan toplumsal, politik düzeni de ifade eder. Devletleşmemiş toplumlarda örgütlü yaşamın düzenini, yasayı temsil eden namus; kötülüklerin yasaklanıp, erdemlere göre yaşanmasını esas alır. Aristoteles’te bir kolektivitenin kurucu ilkesi olarak “namus” ayrıca “ev ekonomisi” anlamına da gelir. Yani ailenin tümünün ortak iyiliği için evin bilgece ve dürüstlükle yönetilmesi anlamını taşır. Namusa içkin tüm bu tanımlamalarda, kadının kurucu öğe olduğu doğal toplumun ahlaki ve politik gücünü namus yani temel yasalarla inşa ettiği anlaşılır. Ancak bu kavram erkek iktidarın devletleşmesi ve toplumda hâkim zihniyet haline gelmesiyle beraber yapısal bir erozyona uğrayarak farklı anlamlar almıştır.

Namus artık mülk sınırları içinde tanımlanmaya başlanır. Şöylesi bir tanımla karşılaşıyoruz; “Herhangi bir topluluğun yurt edinme sürecinde kurumsallaştırdığı ilişkiler bütünü olarak mülkleşmenin geliştiği sınırlar içindeki yaşamın bütünüdür. Bu mülkleştirilmiş olanlar için, dıştan gelecek bir saldırı namus adıyla savunmaya alınır, korunur. Namus artık o toprak, toprak üstündeki yaşamın korunmasını tanımlar. Bu koruma ve savunma durumu “kan davası” olarakta dönüşüm yaşar. Carl Schmitt ‘ Siyasal Kavram’ adlı kitabında; namus kavramının yurt edinme ve bununla doğan mülkleşmenin korunmasıyla bağdaşlaştırılmasını, siyasal iktidarında  bu kavramı kullanıp içeriğini değiştirerek kendini bu şekilde yapılandırdığını belirtir. Kitabında şöyle demektedir; “… namus, yurt tutulan belli bir uzamda içerisi-dışarısı, dost-düşman ayrımlarının, dolayısıyla da yaşanmaya değer hayatta öldürülebilir hayatın  nasıl kurulduğunu tarihsel olarak çözümler. İslamiyette de “namus” kurucu ilke, peygamberlerden gelen ilahi yasa, atalardan gelen övünülecek değerler olarak tanımlanır. Arapça birçok ayette ise namus, kavram olarak cinsel ahlaki kurallara bağlılık anlamında kullanılmaz, onun yerine ırz kavramı kulanılıyor. Irz kavramı aralık, yarık, çatlak olarak kadının cinsel ahlaki kodlaması olur. Kadının bekaretinin korunması ya da cinselliğin sadece topluluğun koyduğu sınırlar çerçevesinde yaşaması, yaşamını belirlenmiş sınırlar içinde sürdürmesi anlamında kullanılır. Bu şekilde namus kavramının, kullanıldığı anlamında dışına çıkarak, topluluğun namusunun kadın bedeninde cisimleştirilerek kullanıldığını görürüz.

Namus kavramının, doğal toplumdan günümüze korkunç zihniyetle ve toplumsal ilişkilerde yaşanan değişimlere göre deforme olduğunu görmekteyiz. Yaşanan anlam kayması ile kavram toplumsal ahlakı koruyan bir yasa olmaktan çıkıp, kadın bedenini, cinselliğini mülkleştiren bir yasaya dönüşür. Kavramın yaşadığı bu aksiyom sınırları çizilen, korumaya alınan mülkün, erkeğin sınırları içine hapsedilen kadın mülkü olarak açığa çıkar. Şayet kadın, herhangi bir şekilde o sınırların dışına çıkarsa, erkek meşru bir hak olarak buna müdahale eder, kadını öldürebilir. Ve namus kavramı toplumsal zihniyetle yaşanan değişimlerle yeni kodlamalar kazanır; töre cinayetleri, namus cinayetleri, ırza geçme, erkeğin kadın üzerindeki tahakküm hakkının anlayışıyla kendini üreten, yaşamda karşılığını bulan kavramlar haline gelir. Bu süreç, değişim ulus-devleti pozitif hukuku içinde de yer alır.

Kapitalist modernitenin ulus-devlet iktidarlaşması içinde ideolojik olarak nüfuz eden cinsellik algısı, insan bedenine dair en ince politikaların da geliştirilmesine neden olur. Faucoult’ın kavramsallaştırması ile ‘bio iktidar’, insan bedeninin disiplin altına alınarak, itaatkar ve üretici kılınmasına kadar iktidarın bireysel veya toplumsal yaşamın en küçük ayrıntısına kadar nüfuz edip, yaşam ve ölüm hakkının dahi gasp edilmesidir. Ulus-devlet iktidarı kadın bedeni üzerinde, çocuk doğumundan tutalım, aile içi ilişkilere kadar müdahale alanı oluşturur. Zira pozitif hukuk çerçevesinde oluşan yasalarda buna delalettir. Bu hukuk içinde aile hukuku başlığı oluşur ve bu bağlamda baba aile reisi sayılıp, aile içi ilişkilerde cinsiyetçi roller belirlenir. Yine miras hakkına, soyadına kadar kadın aleyhine yasaların oluşturulması hukukun ataerkil yapısını ortaya koyar. Bu pozitif hukuk yasalarına erkek egemenlikli zihniyet öylesine işlemiştir ki, erkeğin namus adına işlediği kadın cinayetleri, yine namus normuyla meşrulaştırılıp, hafifletilerek ceza indirimine gidilebilmektedir. Hukuk sisteminde ki namus normu kadın bedenini, cinselliğini erkek egemenlikli toplumun koruması altında tutup; erkek terörünü besleyen, erkek şiddeti karşısında caydırıcı rol dahi oynamayan bir erkin temsilini yapar. Şöyle ki; TCK’da ırza geçme sorunu kadını bireysel olarak bedenine, varlığına karşı işlenmiş bir suçtan ziyade, kolektif bir bütüne karşı işlenmiş bir suç olarak tanımlanmıştır. Bu şekilde kadının kendi bedeni üzerinde dahi hak sahibi olması mümkün olmamaktadır.

Modern devlet hukuku tüm dokusuyla kadını yok sayan, onun yaşam hakkına dahi müdahale eden, kadın sosyal ve siyasal tüm yaşamını şekillendiren kurallar bütünü olarak cinsiyetçidir. Kadının aile içi ilişkilerinden, aile kurumunun yapılanmasına, oy hakkından giyimi kuşamına kadar müdahalelerde bulunan bu yapı, ulus-devletin de ayakta kalmasına hizmet etmektedir. Zira kapitalist modernite ile beraber gelişen pozitivist bilimciliğin kendini hukuk alanına da yapılandırması sadece kadını değil, bir bütünen toplumu da olumsuz yönde etkilemiştir. Ulus-devlet hiçbir dönemde olmadığı kadar ahlakın yerine hukuku geçirerek toplumu ideolojik olarak dizayn etmektedir. Pozitivist hukukun bu şekilde gelişmesinin temeli de Roma hukuku ile atılmıştır. Roma hukuku ile beraber temsili demokrasiye cumhuriyet rejimi ile geçilir. Böylece kralların, monarşinin keyfi yönetimi sınırlandırılmak istense de, bu ehven-i şer durumu halkın doğrudan katılımını da sağlatmaz. Benzer şekilde İngiltere’de 1215’te geliştirilen Magna Carta belgesi de aynı kaynaktan beslenerek gelişir ve kadın yurttaş özgürlüğü ve kişisel malı üzerindeki yetkisini kaldırır. Elbette tüm bunlar özelde de  Magna Carta belgesi orta sınıfın, monarşi karşısında ki gücünü koruyup, onun haklarını güvence altına almayı da hedefler. İngiltere’de gelişen hukuk ve demokrasi sistemi, ulus-devletin azmanlaşmasınıda engeller. Ali Fırat bu durumu” İngiliz toplumundaki demokrasi ve hukuk geleneği ile ulus-devletin azmanlaşmasına hep karşı koymuştur. Hukuk ve demokrasiyi ulus ve devlete feda etmemiştir.” diye tanımlar. Böylece ulus-devlet ile toplum arasında belli bir denge kurulması sağlanır. Nitekim gelişen süreç içinde hakların vermiş olduğu mücadeleler, devletlerin yıkıcı etkisiyle meşruluğunu riske sokan politikalarına karşı hukuksal değişimlerin sağlanması da kaçınılmaz gelişmeler içinde yer almıştır. J.J.Rousseau’nun 18.yy’da geliştirdiği Toplumsal Sözleşmesi, bu temelde geliştirilen İnsan Hakları Bildirgesi, üç kuşak insan hakları bu gelişmelerin, mücadelelerin hukuksal düzlemde ki yansımaları olmuştur. Avrupa da yaşam 1. ve 2. Dünya savaşları sonrasında yaşanan çok yönlü tahribatlara karşı ulus-devletin varlığını sürdürmek amaçlı geliştirdiği kurumlaşmalarda olmuştur. AİHM, UNESCO, CPT Gibi kurumların yanı sıra, Cenevre Sözleşmesi, Lahey Mahkemesi bunların göstergesidir. Kapitalist modernite, Avrupa’da uygarlığın doğuş merkezinde yaşadığı yapısal krizlere karşı böylesi restorasyon çalışmalarına gitsede, bu yapılar politik dengelere göre işletilerek, yürürlüğe konulmaktadır. Örneğin; BM, AİHM, CPT gibi kurumlar ezilen haklar karşında ya rolünü oynamamakta ya da tersi bir konumlanmayla, toplum aleyhine iş görebilmektedir. BM, uluslararası sözleşmelerle, belli yasaları kabul etase de, bir başka ülkeyle çıkarları için müdahale edip, savaş çıkarma hakkını da kendinde bulmaktadır. 1999 komplosu sürecinde yaşananlar, Avrupa hukukunun nasıl siyasal bir yapıyla işletildiğini ortaya koyan turnusol kağıdı rolünü oynamıştır.

Hem ulus-devlet hukukunun hem de devrimci mücadele içinde yer alan erkeklerin nasıl bir kadın düşmanlığı içinde olduğunu gösteren bu önemli örneklerden biri Olmpye de Gouges olmaktadır. Olmpye de Gouges ünlü 1789 İnsan Ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki insan kavramının aslında erkek olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle Fransa’da kadınların birey ve yurttaş olma hakkına dair mücadelesi başlar. Ve Olympe de Gouges 1791’de Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesini yayınlar. Fransız Devrimi boyunca her düzeyde mücadele veren kadınlar, devrimden sonra sustururlar. Devrimin kadın karşısındaki bu tutumu zihniyetini de ortaya koyar. Ve ‘Devrimci Mahkeme’ Olmpye’yi “kendi cismine yaraşmayacak şekilde politikayla ilgilendiği için ve ölümü diğer kadınlara ibret olsun” diye giyotine mahkum edilir. Kadınlar Batı’da gelişen yeni ulus-devlet düzeni içindeki “demokrasi” anlayışına yurttaşlık anlayışına, temel hakların kadınlara uygulanmasına dair sürekli bir mücadelesi olmuştur. Bu mücadele sonucu 20. yy’da kazanılan oy hakkı, yurttaşlık hakkı önemli bir kazanım olsa da hem siyasal hem de sosyal alanda olması gereken eşitliği kazanamamıştır. Kapitalist modernitenin doğuş mekânı olan İngiltere’de kadına dönük geliştirilen yasalar sistemi anlaşılır kılmaya yeterlidir. Kadınlara genel oy hakkı 1928’de tanınır, ancak kadınların. Çocukların velayeti koruma konusunda erkeklerle eşit hakları 1973’te sağlanır. İngiliz kocalar 1970 yılına kadar da eşleriyle zina yaptığı sabit olan erkeklerden tazminat isteme hakkına sahiptiler; bu kadının kocasının mülkiyeti altında görüldüğünü gösterir. Kadınlar 19. yy. ortalarına kadar da kocalarının mülkü sayılırdı ve mülk edinme hakları yoktu. Eşit ücret yasası 1970’te; cinsiyet ayrımcılığına son veren yasa 1975’te evlilik içi tecavüzü yasaklayan yasa ancak 1991’de çıkartılır. Kısacası burjuva liberal demokrasisi geliştirdi hukuk ve yasalarda insanı kavramsal olarak soyutlayıp erkeğe indirgerken onun haklarını da evrensel kılmaz. Bu temelde yükselen itirazlar ve verilen mücadelelerle uluslararası hukuk kadınlar açısından sorgulamaya alınmıştır. Sorgulanan temel hukuk kavramlardan biri de özel kamusal alan ayrımı olmuştur. Çünkü bu şekil sahte bir ayrımla devlet hukuku kamusal alana müdahale edilirken, özel alanı hukuksal düzenlemelerin dışında tutmaktadır. Elbette durumun böyle olması devletin özel alana hiç müdahale etmediği anlamına gelmez. Örneğin; devlet hukukunun aile içi evlilikte yaşanan tecavüz kavramına yer vermemesi; Türk Medeni Kanununun neyi düzenlemediğini ortaya koyar. Bu kanun ancak 2005’te TCK’da yer almıştır. Kadınların vermiş olduğu evrensel mücadelelerle BM 1979 da kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi CEDAW sözleşmesinin kadınlarının insan hakları tanımasını sağlaması önemli bir adım olmaktadır. 1993 yılında BM Genel Kurulu kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması bildirgesi ile hem kamusal hem de özel alanda kadına karşı uygulanan şiddetin önlenmesi ve cezalandırılması için devletleri sorumlu kılar.

Gelişen mücadelelerle yapılan hukuksal düzenlemeler önemli bir adım olsa da uygarlığın ayıbını örten asma yaprağı rolünü oynar. Çünkü ulus-devlet geliştirdiği hukuk sistemi ile yaşamın tüm alanını düzenleyen alabildiğince ayrıntılı yasalar çıkartarak toplumun kendi kendini yönetmesinin de önünü almaktadır. Hukuk sistemindeki yasalar ne kadar ayrıntılı olsada o kadar müdahalecilikte gelişmiş olur. Böylece ahlak zayıflar, zihniyet körelir ve toplumlar devlet karşısında çocuklaşır. Zira kapitalist modernite yarattığı sistemle toplumu öylesine ahlaksız kılmıştır ki, bunun yarattığı toplumsal sorunlara karşısında sözleşme ve hukuksal yasalar çıkartarak, denetim sağlamak istemektedir. Herkeste iyi bilmektedir ki hukuk ne kadar gelişkin olursa olsun toplumsal zihniyet özgürleşmedikçe, toplumsal sorunlara çözüm sağlanamaz. Ancak bu durum verili hukuku tümden reddedeceğimiz anlamına gelmiyor. Özellikle kadınlar olarak verilen özgürlük mücadelesinin bir boyutuda hukuk olmaktadır. Hukukun cinsiyetçi karakterini teşhir ederek, kadına dönük pozitif ayrımcılık sağlayan düzenlemeler oluşturarak kadın haklarını güvenceye almak önemlidir. Demokratik ulus paradigması ekseninde kadının temel haklarının korunması ve güvenceye alınması için kadının toplumsal sözleşmesinin yapılması bunun tüm kadınların beraberliğinde politik tartışma zeminlerinde oluşturulup hukuksal güvenceye kavuşturulması gerekiyor. Rojava kantonundaki kadın yaşamı komiteleri oluşturulması kadın örgütleriyle beraber esas ilkeler ve genel ilkeler şeklinde yasaların belirlenmesi cinsiyet özgürlükçü paradigmasının bu yollarda topluma nüfuz ettirilmesi kadınların ütopyasının gerçekleşme alanı olmaktadır. O zaman yeni bir zihniyet kazanmak devletin erkek egemenlikçi cinsiyetçi zihniyetini değiştirmek için verilecek hukuk mücadelesinde Antigonen tavrı ile kazanmak ve yaşamak gerekiyor.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.