Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulusların Kendi Kaderini Tayın Hakkı Ve Kürtler

Sonay Başaran

Öncelikle ulus kavramı ve kavramsallaşmasına dair birkaç şey belirtelim. Süregelen tarihsel toplumda toplumsallığın oluşumunu sağlayan kitlelerin belli aralıklarla farklı figürlerin etrafında kümelenerek kimlik edindiklerini ya da bir kimlik etrafında kümelendiklerini görmekteyiz. Bu süreç uluslaşma döneminde de kendisini açığa vurmaktadır. Klan, kabile ve aşiretin aşılarak topluluklaşmanın yeniden ilk şekillendiği yerlerden biride inanç-din olmuştur. Bu süreç Teokratik Çağ’la birlikte ilk olarak ümmet sonrasında ise kavim olarak açığa çıkmıştır. “Ortaçağda kavimcilik gelişmektedir. Dinler bu konuda önemli işlev görmektedir. Örneğin İslâm aynı zamanda Araplık bilinci ve yüceliğidir. Musevilik Yahudilik ile özdeştir.”[1]

Babil’den Mısır Krallığına kadar Yahudilerin bu konu da kendi kaderlerini tayin edebilme gayretleri tarih sayfalarında çokça anlatılır. Bir İbrani kavmi olarak kalmakta ısrarları binlerce yıla yayılmaktadır. Bu nedenden dolayı Mısır’dan sürgün edilmeleri ve Avrupa’da defalarca toplu katliam, soykırım, sürgün ve talanlara uğradıkları da bilinmektedir[2] “Hıristiyanlık, erken dönemde Hıristiyanlaşan Ermeniler, Süryaniler ve Grekler için çok önemli bir kavimsel kimliği de ifade ediyor. Karşılıklı birbirlerini besliyorlar.

Tek tanrılı dinlerin en önemli bir diğer işlevi de kabile ve aşiret kimliğini aşmadır. Ulus bilinci ve kimliği kadar olmasa da, kavimsel bilinç büyük oranda ortaçağda Ortadoğu’da tek tanrılı dinlerin gelişmesinde etkili oldukları sosyolojik bir oluşumdur. Kavimsellikle bağlantılandırıldığında, dinler için proto milliyetçilik demek mümkündür. Türklerde din çok önemli bir kimlik aracıdır. İslâm olmasaydı, Ortadoğu’da Türk ve Arap kavimleşmesi büyük ihtimalle daha sönük olurdu. Örneğin Musevi Hazara Türklüğüyle Hıristiyan Arapların durumunda bu gerçeği gözlemek mümkündür. Her halk, kavim için din ilişkisi farklı roller oynamıştır”[3] Ulus kavramının en çok belirginleşmeye başladığı yer ve zamanın din kavimleşmesinin sosyal, ekonomik ve kültürel olarak kendini tamamlamasıyla açığa çıktığını görmekteyiz.

Dolayısıyla kavim sonrasında kavram olarak ulusun kendisinin “kabile bilinci + din bilinci + ortak siyasi otorite + pazar etrafında gelişen sosyal bir olgu veya ilişkiler toplamı.”[4] olarak tanıma kavuştuğunu görmekteyiz. Kabile, soy ve aşiret bilincinin olduğu bunun yanı sıra imparatorluklar dönemi de diyebileceğimiz bir süreçten kaynağını alan ulus mefhumu; ilk olarak Batı Avrupa’daki feodalitenin ve teokratik devletlerinin yıkılmaya başladığı döneme denk gelmektedir. Bu dönem aynı zamanda burjuvazinin kapitalist ulus-devletlerinin kurulduğu ve coğrafyalarının çizildiği bir dönemdir. Batı Avrupa’da tam anlamıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelmese de, muhtariyet anlamına gelebilecek ilk antlaşma belgelerinden biri Magna Carta belgesi olmuştur.[5]  Bu belge de “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olan Britanya Kralı ilk kez yetkilerini kısıtlamış ve derebeylere bazı haklar tanımıştır. İçerisinde ulusun olmadığı ve İktidarın yerele pay edilmesi olan bu durum, Batı Avrupa’da açığa çıkacak devrimsel süreçlerinde ön gelişmesi niteliğindedir.

Ancak ulus kavramsallaşması “ilk olarak 1581 yılında Hollanda’nın İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle[6] gelişse de 18. Yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar somut bir gelişme gösterememiştir.[7] İngiliz ve İtalyan devrimlerinin ardından 1871 yılında Alman Prensliklerinin ulus-devletlerini kurmasıyla tam olarak belirginleşmeye başlar. Fakat bu sadece ulus kavramı olarak değilde; daha çok ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıkar. Söz konusu dönemde halklar baskıcı sömürge rejimlerinden kurtulmayı beklerken, burjuvazi için aslında tüm mesele mevcut teokratik ve feodalitenin elindeki sınırları pazar ve sermeye uğruna parçalamaktır. Böylece kendi pazarını kurmak için iyi ve meşru bir gerekçe yaratmış olacaktır. Bunun için Batı Avrupa topraklarında düzinelerce savaş gerçekleşmiştir. İnşa edilmeye çalışılan bu ulus-devlet sistemi çok kanlı süreçleri doğurmuştur. Gerek farklı halklara ve dini topluluklar üzerinde hegemonya olan, gerek kapitalist üretim pazarına ve gerekse de tekçi kültüre sahip modern ulus-devletler haline gelmenin çabası içerisine girilmiştir. Bu nedenle ulusların kendi kaderi “ilerici” bir sınıfın öncülüğünde tayin edilmek istenmiştir.

Dünyanın birçok yerinde imparatorluk hakimiyetini kırmak için bu durum hem küresel güç olmak isteyen kolonyalist kapitalistlerce hem de ulusal burjuvazi için iyi bir malzeme olmuştur. Çünkü bu şekilde Doğu Avrupa’da ve Asya’da bastırılmış ezilen halklara isyan etmelerinin tüm koşulları yaratılıyor, birçok yerde bu isyanlara öncülük ediliyordu. Kuşkusuz bu da beraberinde devrim ve karşı-devrim antagonist koşullarını oluşturuyordu. Ezilen halklar kendi kaderlerini tayin edebilmek adına diktatörlükleri yıkıp devrimin koşullarını oluşturduklarında, bu sefer de karşı-devrim tehlikesiyle karşılaşıyorlardı. Bunun adı ise “kendi çocuklarını yiyen devrim” olarak tarih sahnesinde yerini alıyordu.

Şöyle bir baktığımızda aynı durum Ortadoğu ve Asya’da da kendini göstermektedir. Kronolojik olarak ilk Rusya’da 1905, İran’da 1906, Osmanlı Türkiye’sinde 1908, Çin’de 1911 ve Mısır’da 1922[8] yılında isyanlar patlak vermeye başlamıştır. Sanayinin neredeyse hiç gelişmediği ve sanayi burjuvazisinin yeterince güçlü olmadığı bu ülkelerde, (Batı Avrupa’dan farklı olmasından dolayı) patlayan isyanlar uzun bir sürece yayılmıştır. Ve nihayetinde bu şekilde Ortadoğu ve Asya da ulus-devletler ortaya çıkmaya başlar. Mısır, Suriye, Irak, gibi ülkelerde kolonyalist güçler atamalarla ulus-devlet kuruluşunu yaparken, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi, Türkiye’de 1923 “Cumhuriyet Devrimi” ve Çin’de 1949 Halk Devrimiyle gerçekleşir. Diğerlerinden farklı olarak İran 1979 da teokratik olan İslam Devrimini yaşar. Netice de imparatorluklar yıkılmış ve yeni rejimler kurulmuştur. Burada “devrim” sözcüğünü kullanırken izninizle bir parantez açalım; elbette ki asıl konumuz olmadığı için burada devrimin genel olarak neliğini tartışmayı doğru bulmuyoruz. Ancak şunu belirtmeden de geçmek bir eksiklik olacaktır. Gerçekleşmiş olan bu “devrimleri” halkın tam anlamıyla egemen olduğu bir devrim süreci olduğunu düşünüyorsanız yanılıyor olabilirsiniz. Eğer iktidar=devleti olumluyor, destekliyorsanız, yeni bir rejim inşası olarak devlet ve ulus-devlet kurulumunu bir devrim olarak görmek doğru olacaktır. Dolayısıyla buralarda devrim olmuştur demek doğrudur. Ancak ulusların kendi kaderini tayin edebilecek bir sürecin olmadığı ve böyle neticelenmesine devrim demek yanıltıcı olacaktır. Çünkü buralarda Devlet+Pazar=İktidarın kaderini tayin hakkı yaratılmıştır.

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI(UKKTH) bir kuram olarak ilk kez Lenin tarafından kullanılmıştır. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” makalesinde “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı yalnızca siyasi anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasi olarak özgürce ayrılma hakkı anlamına gelir.”[9] demiştir. Lenin, bu kuramla 1913 yılında Rus Çarlığının sömürgeci zulmüne karşı halkı ayaklanmaya çağırır. Rus İmparatorluğu içerisinde farklı etnisite ve inançlardan oluşmuş ezilen halkların bu farkındalıklarını Çarlığın oluşturduğu Rus milliyetçiliğine karşı harekete geçirmek ister.  Lenin’e göre; ezilen ulusun bir diğer uluslarla bir arada yaşama isteği olabileceği gibi kendine ait bağımsız bir devlet kurma ve self determinasyon hakkı da bulunmaktadır. I. Dünya Savaşı’nda Çarlık askerlerin büyük bir kısmı Orta Asya ve Kafkas halklarından meydana gelmektedir. Devrimin öncüleri bu nedenle savaşmamaları için Çarlık Rus askerlerini ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı üzerinden örgütlemeye çalışmıştır.  “Halklar Hapishanesi” denilen Rus Çarlığının ezdiği halklara kendi ulusal devletlerini kurma hakkı vaat edilmiştir. Bu şekilde yüzlerce asker ikna olmaya başlamış ve devrimcilerin saflarına katılmışlardır.  Dolayısıyla “Ulusal Sorun” adıyla ortaya atılan sav, stratejik başarı(!) olarak hayata geçmiştir. Bu şekilde kaleler içten fetih edilerek, “Büyük Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” (SSCB) kurulmuştur. Devrimden sonra reel sosyalist sistemde ulusların kendi kaderini tayin hakkı prensibinden hareketle her biri ayrı “Sovyet” olarak Kafkasya ve Orta Asya’da devletler ve günümüz Rusya’sında da var olan federatif yönetimler inşa edilmiştir.

Aynı dönemde ABD başkanı olan Wilson, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni dünya düzeninin milliyetler esasına göre kurulacağını ön gördüğünden, adıyla birlikte anılacak ilkelerini kaleme almıştır. Ancak ABD Başkanı Wilson, UKKTH’nin sadece “bozguna uğramış imparatorlukların sınırları içinde kalan halklar için geçerli olduğunu” söylemiştir. Buna göre. “Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı”ndan doğrudan söz etmeden hazırladığı ilkelerin önemli bir bölümü bununla ilgilidir. Amaç savaştan yenik çıkan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Alman-Osmanlı İmparatorluğu gibi yapıların topraklarında ulus-devletçikler kurmaktır. Bunun neticesinde onlarca ulus-devletçikler kurulmuştur. Ancak yukarıda da kısmi olarak belirttiğimiz gibi ulus-devlet kuramında her ne kadar ulus kavramı olsa da bu sistemde ulusun kendisi öznel bir eden değil, nesnel bir edilgendir. Asıl olan iktidar ve onun çıkarlarıdır. Ulus sözcüğü sadece bu dükkana vurulmuş bir tabela ismidir. Çünkü etnisite bakımından neredeyse homojen olan ulus-devletler halkı yönetime dahil etmeden onların adına kararlar alırken, çoklu etnisitelerin olduğu ulus-devletler ise asimilasyona dayalı tekçi sistemler olarak gerçekleşmektedir. Dolayısıyla açığa çıkan olgu ulusların kendi kaderini tayin etme değil, yeni bir sistemsel krize batmadır.

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) bu şekilde , ABD Başkanı Wilson döneminde politik bir ilke gibi sunulurken, Milletler Cemiyeti döneminde, 95 devletle varılan anlaşma ile uluslararası hukuki bir statü kazanır. Buna göre : o dönemde 95 üye devlet tarafından kabul edilmiş olunan  Milletler Cemiyeti Bildirgesinin I. Bölüm kısmındaki amaçlar ve ilkeler bölümünde madde 1, paragraf 1 ve 2 de şöyle demektedir:

“1. Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla: barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek;

2.Uluslar arasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak

Yine bildirgenin devamındaki XI. Bölümdeki Özerk Olmayan Ülkelere ilişkin madde 73 de şöyle demektedir:

Halkların henüz kendi kendilerini tam olarak yönetmediği bölgelerin yönetilmesinden sorumlu olan ya da bu sorumluluğu yüklenen Milletler Cemiyeti üyeleri, bu bölgelerde yaşayanların çıkarlarının her şeyden önce geldiği ilkesini kabul ederler. işbu Anlaşma ile kurulan barış ve güvenlik sistemi içinde bu bölgelerde yaşayanların refahını en yüksek düzeye çıkarma yükümlülüğünü kutsal bir ödev bilirler ve bu amaçla:

  1. Söz konusu halkların kültürüne saygı göstererek onların siyasal, ekonomik ve sosyal bakımdan ilerlemelerini ve eğitim alanında gelişmelerini sağlamayı, onlara hakça davranmayı ve onları kötülüklerden korumayı;
  2. Her ülkeye ve halkına özgü koşullar ve bunların çeşitli aşamalarına uygun olarak, bu halkların kendi kendilerini yönetme yeteneğini geliştirmeyi, onların siyasal özlemlerini göz önünde tutmayı ve kendi özgür siyasal kurumlarının giderek geliştirilmesinde onlara yardımcı olmayı;
  3. Uluslararası barış ve güvenliği pekiştirmeyi;
  4. Bu madde ’de belirtilen sosyal, ekonomik ve bilimsel amaçlara uygulamada ulaşmak üzere yapıcı gelişme önlemlerini kolaylaştırmayı, bilimsel araştırmaları özendirmeyi, birbiriyle ve koşullar elverdiğinde uluslararası ihtisas kuruluşlarıyla işbirliği yapmayı ve
  5. XII. ve XIII. Bölümler’’in uygulama alanı dışında, sorumlulukları altında bulunan ülkelerin ekonomik, sosyal ve eğitim koşullarına ilişkin istatistiksel ve teknik nitelikte başka bilgileri, güvenlik gerekleri ve anayasalara ilişkin görüşler saklı kalmak üzere, bilgi için düzenli olarak Genel Sekreter’e iletmeyi kabul ederler.”[10]

Bu şekilde direkt ulus demese de halkların siyasi, ekonomik, eğitim ve kültürel olarak kaderlerini tayin hakkını taahhüt altına almıştır. Ancak ne yazık ki tıpkı Wilson ilkelerinde olduğu gibi, Milletler Cemiyeti de birçok halk/ulusun ulus-devletler tarafından bu haklarının gaspına sessiz kalmakta ve üç maymunu oynamaktadır. Elbette ki bunda çok başlı olmanın ve lobi faaliyet etkilerinin etkisi vardır. Birleşmiş Milletleri nötr hale getiren Rusya, ABD, Çin gibi küresel güçlerin bu ulus-devletlerden aldıkları rüşvet neticesinde halklar taahhüt altına alınan haklarından mahrum edilmektedir.

 

Kürtlerin Kendi Kaderini Tayin Etme Mücadelesi ve UKKTH

Kuşkusuz bu mahrumiyeti yaşayan halklardan biri de kadim Kürt halkı olmuştur. Ortadoğu’da devasa bir kültürel miras ve tarihe sahip olan Kürt halkı yüzlerce yıldır parçalanmışlığın ve tahakküm altında kalmanın acısını, sancısını yaşamıştır. Kürdistan denilen ülkenin coğrafik olarak ilk önce İran-Osmanlı arasında Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla[11] ikiye bölünmesi, ardından ise bölgede inşa edilen ulus-devletler tarafından Suriye, Irak, İran ve Türkiye olmak üzere kurulan dört parçadaki ulus-devletlere pay edilmesi, Kürtleri kesintisiz bir savaş ve yıkım halinde bırakmıştır. Onlarca yıl işgali altına girdikleri bu ulus-devletlerin siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri saldırı ve soykırımına uğramıştır. 20. Yüzyıl ile birlikte I. Dünya Savaşının ardından Kürdistan üzerinde uygulanan ulus-devlet sistemlerinin yarattığı etki, toplumu içine aldığı yok olma süreci bu şekilde gelişmiştir.

Her dört parçadaki Kürtler aşağı yukarı benzer saldırılarla karşılaştığı için sadece bir parçası olan Kuzey Kürdistan’ı tartışmak konuyu yeterince anlaşılır kılacaktır. Osmanlı imparatorluğunun egemenliğinde olan Kürtler kısmi de olsa muhtariyet prensibine sahip, kendi kaderlerini ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olarak tayin edebilmişlerdir. Bu durum dönemin Osmanlı İmparatorluğuna kısmi vergi, asker verme ve toprak olarak ona bağlı olma şeklinde cereyan etmiştir. 1908’de Osmanlı İmparatorluğunun çatırdaması ile birlikte ise Kürt Teali Cemiyeti[12] gibi önde gelen Kürt aşiretlerinin çabaları sonucu uluslararası küresel güçler  ve Milletler Cemiyeti bir araya geldikleri Sevr gibi yapılarda Kürtlere kendi kaderlerini tayin edebilme sözü vermişlerdir. Yine Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisinde (BMM) oluşturulan 1921 anayasasında Kürtler açık bir şekilde temsil edilmiş, muhtariyet anlamına gelecek haklar tanınmıştır. Aynı zamanda söz konusu dönemlerde Mustafa Kemal’in de birçok konuşma ve yazışmasında bunu görmek mümkündür. Mustafa Kemal’in 20 Ocak 1921 tarihinde belirlediği illerin kendi kendini yönetmesi ile ilgili muhtariyet maddesinin içeriği şöyledir: “Madde 11- İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir. Dış ve iç siyaset şeriat, adalet ve askerlik işleri, uluslararası ekonomik ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile yararlanılması birden fazla iller kapsayan hususlar dışında Büyük Millet Meclisi’nin kabul edeceği yasalar gereğince evkaf, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve yönetimi İl Kurullarının yetkisi içindedir.” Mustafa Kemal o dönemin şartlarında, Türklerin ve Kürtlerin kardeş olduğunu, vatan toprakları üzerinde yaşayan herkesin etle tırnak gibi olduğunu belirtmiştir. Mustafa Kemal 16-17 Ocak 1923’te İzmit’te düzenlediği basın toplantısında şöyle der: “Kürt sorunu, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumundadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelişi Erzurum’a kadar giden, Erzincan, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük taslamaktansa, bizim Anayasa gereğince zaten bu tür özerklikler oluşacaktır. Öyleyse hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken, onları da birlikte ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman, bunlar kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetkili vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve kaderlerini birleşmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”[13] der.

Ancak bu sözler pratiğe geçirilmez ve Osmanlı İmparatorluğunun 1923’te tamamen çökmesiyle kurulan Lozan görüşmelerinde, Kürtler İttihat-Terakki Teşkilatı’nın komplosuyla baypas edilir. Türkiye heyetine başkanlık eden İsmet İnönü, 23 Ocak 1923’de yapılan oturumda, Kürdistan’ın Kurulacak olan Türkiye sınırları içinde yer alması gerektiğini şöyle savunur: “Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir… Büyük Millet Meclisinde milletvekilleri vardır, hükümet ve yönetim işlerine etkili olarak katılmaktadırlar.” [14] diyerek Kürt halkını kurulacak olan Türk ulus-devletine tabi kılmıştır. Elbette ki burada şunun altını çizmek gerekmektedir. Lozan’da bir araya gelmiş olan küresel güçler her şeyin farkındadır. Ancak kulislerdeki diplomasiyle yapılan pazarlıklar neticesinde İttihat-Terakki’nin verdikleri söz ve Misak-I Milli sınırlarından vazgeçerek İngilizlere bıraktıkları Musul-Kerkük gibi kazanımlar; söz konusu dönemin Kürt aşiretlerinin verdiklerinden ağır basmış, bunun neticesinde küresel güçlerin onayını almışlardır. Bu şekilde Türk ulus-devleti kurulmuş ve 1924 Anayasası yazılmıştır. Bu anayasaya göre; Türkiye üniter bir ulus-devlettir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3.Maddesinde “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” denilmektedir. Türk devleti, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanınmamayı kendi anayasal doktrinindeki “Türk ulusu” kavramının yorumuyla meşrulaştırmıştır. Bu nedenle kimlik yasaklanmıştır, kendini inkar geliştirilmiş, kendinden kaçış yaratılmıştır. Kürdistan’daki her türlü ticari, ekonomik, siyasal, sosyal, eğitsel ve kültürel yaşamın üzerinde şekillenmek istenen tekçi ulus-devlet yapılanmasına göre müdahale edilmiştir. Kürt insanı beyniyle, düşüncesiyle sömürgeleştirilmek, bir başka ulus için düşünür, onun çıkarına hizmet eden bir beyin haline getirilmek istenmiştir. Sadece örgütlenmesi ekonomik, sosyal, kültürel yaşamı üzerinde değil beyinsel, ruhsal, duygusal varlığı üzerinde de saldırı geliştirerek tümüyle tahakküm altına alınmak, ezilmek, değiştirilerek bir başka ulusal potada eritilmek istenmiştir.

Kürtler ise tüm bunlara karşı başından beri karşı koymuş, defalarca örgütlenmişlerdir. Ancak her seferinde büyük katliamlarla karşılaşmışlardır. Koçgiri, Şeyh Sait, Zilan Deresi, Dersim gibi onlarca katliam gerçekleştirilmiştir. Tüm bunlar yaşanırken  Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Ve hatta Filistin topraklarında daha az sıkıntı yaşayan Yahudiler için İsrail Ülkesinin kurulmasına bile katkısı, desteği olmuştur. Ancak Lozan’da olduğu gibi Kürtleri görmezden gelinmiştir. Yukarıda paylaşmış olduğumuz MC maddeleri Kürtler için geçerli sayılmamıştır. Bu şekilde sadece Kuzey Kürdistan’da yaklaşık 20 milyon Kürt nüfusu sağlık, eğitim, siyaset, ekonomi ve kültürel olarak kendi kaderlerini tayin etme hakkından yoksun bırakılmıştır. Bunun için mücadele eden Kürt örgütleri kıyımdan geçirilirken Milletler Cemiyeti daha sonra yerine geçecek olan Birleşmiş Milletler üç Maymunu oynamıştır. Halen siyaseten de olsa irili ufaklı birçok Kürt örgütlenmesi vardır. Bunların en büyüğü ise Kürt Özgürlük Hareketidir. Askeri Kürt yapılar arasında en son olarak 1978 de kuruluşunu ilan eden Kürt Özgürlük hareketi  halen kararlı bir şekilde bunun mücadelesini vermektedir.

 

Ulus-devlete karşı bir çözüm modeli: Demokratik Ulus

Marksist olarak tarih sahnesine çıkan Kürt Özgürlük Hareketi, İlk olarak Lenin’in uyguladığı ulusların kendi kaderini tayin hakkı stratejini esas almıştır. Kürtlere faşist ulus-devlet ordusundan uzaklaşma çağrısı yapmış ve ” Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan” stratejisini geliştirmiştir. Bundan dolayı yıllarca Türkiye’den tam bağımsızlık istemiştir. Ancak NATO Kürt Özgürlük Hareketinin Marksist yapısı nedeniyle buna karşı çıkmış ve Türk Ulus-devletini savaşa teşvik ederek onu desteklemiştir. Kürt Özgürlük Hareketi her dönemin koşul ve ruhunu okuyabilen bir yapı olduğu için buna karşı koyacak şekilde ömrünü uzatmış; mücadelesini daha da büyütmeyi başarmıştır. SSCB’nin yıkılmaya başlamasıyla birlikte PKK Lideri Öcalan’ın politik kuruluş stratejisi de 21.yy’ın ruhuna göre değişmiş ve gelinen nokta da demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmayla Kürtlere; Türkiye devleti sınırları dâhilinde yaşadıkları bölgeleri yönetmek için demokratik özerklik ve ona güç verecek olan demokratik ulus kavramına dayalı bir federal model talebi geliştirmiştir.  Öcalan, “Devlete dayalı ulus yerine, demokrasiye dayalı ulus modeli öneriyorum. Bütün etnik grupları kapsayan Türkiye ulusu kavramını tanımlamıştım zaten. Yalnız Türklere değil, dine ve ırka dayanmayan, insan haklarına dayanan bir ulus modeli. Bütün etnisiteleri, kültürleri bir arada toplayan bir demokratik ulus kavramı. Ben Kürtlerin milliyetçiliğine dayalı devletleşmeyi de yanlış buluyorum.”[15] demiştir. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite teziyle ulus-devleti tehlikeli bir iktidar olarak gören Öcalan, “yeryüzüne inmiş tanrı” olan ulus-devlete karşı, demokratik ulusun toplumu daha çok özgürlüğe yaklaştıracağını savunmuştur. Öcalan, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderinin tayini için özerklik verilmesi ve azınlık haklarına saygının sağlanması yoluyla, devletin toprak bütünlüğünü hiçbir şekilde tehdit etmeksizin sağlanabilir,  demiştir. Ancak Türk ulus-devleti her seferinde tüm barışçıl taleplere  büyük bir kıyımla cevap vermiştir. Bunun üzerine sadece milyonlarca destekçisi olmayan aynı zamanda bir askeri ordusu olan Kürt Özgürlük Hareketi “Kurtarılmış bölgeler” anlamına gelecek Özerklik ilanı yaparak şehirleri silahlı savunmaya geçmiştir. Neticede ayları bulan büyük bir savaş başlamış ve yüz binlerce göç yaşanırken, kimi şehirler Kartaca[16] durumunu yaşayarak büyük yıkıma uğramıştır. Normalde olması gereken şey, bu savaş başlamadan önce Birleşmiş Milletler müdahale etmesi gerekirdi. Eğer bunun bazı prosedür engelleri varsa da savaş başladıktan sonra müdahil olup oradaki halkı iki tarafa karşı barış gücü olarak koruması gerekirdi. (Çünkü yukarıda paylaştığımız BM antlaşmasında aynen böyle yapılması gerektiği yazmaktadır.) Eğer bu da olmuyorsa bir çok savaş suçu işlendiği için soruşturma başlatıp yaptırım uygulamalıydı ki Kürt Özgürlük Hareketi Uluslararası ceza Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Birleşmiş Milletlere bu konuda gerektiğinden fazlasıyla kanıt sunmuştur. Ne yazık ki bu da görülmemiştir. (Tıpkı Lozan’da olduğu gibi) yine ulus-devletin diplomatik olarak yaptığı lobi çalışmasıyla Birleşmiş Milletler üç maymunu oynamıştır. “Güneş balçıkla sıvanmaz” derler, bugün Kürtlerin geldiği nokta tamda budur aslında. Milyonlarca nüfusu olan bir ulus yok sayılmaktadır. Dilini, siyasetini, ekonomisini, kültürünü dilediği gibi yaşayabilecek, bu şekilde kendi kaderini tayin edebilecek bir halk, ulus-devletin tekçi ve imhacı baskısı altında direnmektedir. Uluslararası güçler ise Kürtlerin diplomasi tezgahlarında onlara daha az kazanım sunmaları nedeniyle kadersizliklerine terk etmiş durumdalar. Yani sözün özü; mesele kapitalist moderniteyi ve  onun kapitalist ulus-devletçiliğini reddeden Kürt ulusu olunca ve tabi ki  diplomaside de peşkeş çekecek çok şeyi olmayınca kendi kaderini tayin edebilmek için evrensel insan hakları, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi bile bir işe yaramıyor ne yazık ki…

 

Sonuç Olarak

Görüldüğü gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı adı bu şekilde direkt konulsun veya konulmasın, dolaylı veya doğrudan olsun yüzlerce yıldır tarihin temel gündemleri arasında yerini almıştır. Sistemsel olarak hayat bulduğu form ise ulus-devlet ve yerel demokrasi denilen federatif sistemler olmuştur.  Neticede şunu çok iyi anlıyoruz ki UKKTH tarih sahnesine iki şekilde çıkmıştır. Bunlardan biri küresel hegemonik güçlerin dönemin feodal rejimleri ve imparatorlukları yıkmak için bir argümantasyon olarak çıkarken, öte yandan devrimcilerin halk olarak ulusal kurtuluş mücadeleleri olarak gerçekleşmesidir. Avrupa ve Rusya dışında neredeyse tümünde ya kıyım yapılarak bastırılmış yada başarının adı ulus-devlet olmuştur. İster ulusal kurtuluş mücadeleleri olarak kurulan, isterse küresel güçlerin kurdukları tekçi ve tekelci ulus-devlet sisteminde; ulusların kendi kaderlerini tayin edemedikleri halen Ortadoğu’da yaşanan savaşlarda çok net bir şekilde görülmektedir.

Kuşkusuz Kürdistan merkezli Ortadoğu’da yaşanan bu yapısal krizden çıkışın tek yolu sayın Öcalan’ın demokratik ulus ve konfederalizm önermesidir. Koloni halinde olan(Irak Kürt sistemi) ya da yok sayılan Kürtlerin böylesi bir önermeden hareketle ne zaman ki kendi kaderlerini tayin  etmeye başlar; o zaman bu yapısal krizden çıkılır. Çünkü Ortadoğu’daki savaşın merkezi Kürdistandır. Ve gerek küresel güçlerin devletçi çözümüne, gerekse mevcut durumu korumak isteyen statükocu ulus-devletlere karşı oluşan bu 3.Yol model olarak çözümde nirengi taşıdır. Kürt ulusu 3.Yolda sistemini inşa edip Birleşmiş Milletlerde bir statü olarak kabul gördüğü anda diğer azınlık veya çoğunluk halindeki uluslarda milliyetçiliğin ve devletçiliğin tuzağına düşmeden, kendi kaderlerini tayin edebileceklerdir. Dolayısıyla Kürtlerin UKKTH mücadelesi aslında sadece kendilerini değil dolaylı da olsa tüm bölge uluslarını özgürleştirecektir.

 

KAYNAKÇA

[1]Kapitalist Uygarlık, Ali Fırat, S.161. Aram Yayınevi.
[2]Tarih sayfalarında Ortadoğu’da M.Ö. 512’ye kadar süren bu trajedi Avrupa’da veba hastalığı ve de milliyetçi gerekçelerle ortaçağa kadar gitmektedir. Milyonlarca Yahudi’nin fırınlarda-gaz odalarında yakılması ve sefarad ismini almaları bu şekilde gelişmiştir.
[3]Kapitalist Uygarlık, Ali Fırat, S.161. Aram Yayınevi.
[4]A.g.e.161.
[5]Magna Carta veya Magna Carta Libertatum, 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Tarihin ilk yazılı anayasası olan Magna Carta dünyanın özgürlük adına attığı en büyük adımı olarak kabul edilir. Magna Carta, İngiltere Kralı  John’un, sınırsız yetkilerinden feragat ettiği, hukukun kendi arzularından daha üstün olduğunu kabul ettiği, tarihin akışını değiştiren bir antlaşmadır.
[6] 1648 Vestfalya Antlaşması
[7] MOYNIHAN, Daniel P., Pandaemonium; Ethnicity in International Politics, Oxford-1993, s.
69; WILSON, age, s. 55.
[8]Sene 1952: Kahire’de ‘Kara Cumartesi’, Ayşe Hür, 07/07/2013, Radikal Gazetesi.
[9]V. I. Lenin, Prosveşçeniye dergisi, Nisan-Haziran 1914 sayıları.
[10]https://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/6535501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf
[11]Kasr-ı Şirin antlaşması: 1623-1639 Osmanlı-Safevi savaşını sona erdiren ve bugünkü Türkiye – İran sınırını belirleyen barış antlaşmasıdır.
[12]Kürdistan Teali Cemiyeti 19 Kasım 1918’de kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucuları arasında, Seyyid Abdulkadir Efendi, Hüseyin Şükrü (Baban) Bey, Dr. Mehmed Şükrü (Sekban) Bey, Muhiddin Nâmi Bey, Ba banzâde Hikmet Bey, Kâmran Ali Bedirhan, Necmeddin Hüseyin, Reşid Ağa, Kadızâde M. Şevki, Arvasizâde Mehmet Şefik, Mehmet Mihrî, Emin Feyzi, Vanlı M. Selim Begi, Berzencizâde Abdülvâhid, Dr. Hamid Şakir, Lâv Reşid, Dr. F. Berho, Hakkarili Abdurrahim Rahmi, Yemlekizâde Aziz, Hetzanîzâde Kemal Fevzi vardır.
[13]Vatan Gazetesi kurucu sahibi ve başyazarı Mehmet Emin Yalman, 17-17 Ocak 1923, İzmit.
[14] https://m.bianet.org/bianet/siyaset/122984-bir-kez-daha-kurt-meselesi, Ayşe Hür.
[15] Demokratik Konfederalizm, A. Öcalan, S.26, A. Ö. Sosyal Bilimler Akademisi yayınları.
[16]M.Ö. 264-146 yıllarında Roma ile Kartaca arasında gerçekleşen ve Kartaca’nın yerle bir edilerek ortadan kalktığı savaştır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.