Düşünce ve Kuram Dergisi

Arap Baharı ya da Cilalı Değişim Çağı

Celalettin Can

Arap baharı formatı altında yaşanan olaylar ve toplumsal sürecin geldiği nokta değerlendirildiğinde, ortada Arap halkının bağımsız, özgür tercihinin olmadığı görülür. Sürecin, Ortadoğu’da Küresel kapitalizmin ‘demokratizm’ şalı ardında sürdürülebilir araçlarının yaratılması hedefi çerçevesinde Avrupa-Atlantik emperyalist egemenlere hizmet ettiği açık.

Arap baharının nasıl başladığı ve kimler tarafından başlatıldığına dair rivayetler muhtelif olsa da sonuç olarak bir kitlesel harekete her çevrenin ve siyasi güç odağının kendine yararlı hale getirme noktasından yaklaşması siyasetin doğasına uygun. Yozlaşmış, halktan uzak, yiyici, tekçi gerici/faşizan iktidarlara karşı tepkinin birikmesi anlaşılır bir şey. Arap baharını pratik hareket olarak özel olarak bir sınıfa mal etmek zor, çünkü tepkiler çok karışık halk kesimlerinden ve her düzeyde eğitimlilerden geldi.

Süreç en genelinde nesnel ve öznel olarak ‘emperyalist suç ortaklığı’ olarak kavramlaştırıldığında anlaşılır mı? Eski kavramlarımızın aldığı yeni boyutları anlama ve kullanılan yöntemler açısından geleneksel biçimiyle olmaması kaydıyla, bu kavram süreci anlamak için temel bir öneme sahiptir ve hiç hafife alınmamalı.

 

Batı Politikaları

Batı emperyalizminin Arap Baharına yaklaşımı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde gelişti. Bu doğal! Çünkü 11 Eylül 2011 İkiz Kulesi saldırısı sırasında ‘İslami terörizmi’ kontrol altına almak amacıyla bir çerçeve planı olarak ortaya atılan BOP, güç dengelerine göre şekillenen, yeni mevzilenme ve argümanlarla güncelliğini koruyor.

ABD yetkilileri tarafından 2004 yılında Londra’da G8 zirvesinde sunulan projeyle ilgili, 2006 yılında ABD Dış İşleri Bakanı C. Rice Ortadoğu’ya yaptığı ziyarette ‘Yeni Ortadoğu’ kavramını kullandı. Onun için bu kavramın anlamı bölgenin Amerikan barışına ve demokrasisine entegrasyonu temelinde ‘yeniden şekillenmesi’ ya da cilalı demokrasi çağı idi.

2008 yılında Beyaz Saray’da nöbeti Demokratlar devralacaktı. ABD’nin barış ve demokrasi söylemi arttıkça bölge sorunları ağırlaşıyor, bölge adeta kan deryasına dönüyordu. Bir nokta da ABD Irak ve Afganistan’da aynı anda operasyon yapamaz hale gelecekti. Sadece askeri ve politik olarak değil, askeri harcamaların 1,5 trilyon dolara ulaşarak küresel mali dengeleri derinden etkilediği göz önüne alındığında, ekonomik olarak da bu böyleydi.

2009 yılı Haziran ayında Kahire’de konuşan Barack Obama, Ortadoğu’da ABD’nin izlediği kanlı politikaya yeni bir şekil verecekti: “Arap dünyasındaki demokratik reformların teşviki… Arap-İsrail anlaşmazlığının hızla çözüme ermesi…”

Üç yıl Obama’lı bir süreç yaşandı. Bu sürede ağırlaşmış bölgesel sorunlara dönük bir dizi siyasi, ekonomik, askeri müdahale düzenlendi. Amerikalılar BOP’un hayatiyet bulmasına dönük olarak dijital ortam, sivil toplum, diplomasi gibi zamanın araçlarını etkin bir şekilde kullandılar. ‘Ulus üstü’ görüntü veren sosyal medya ağlarının maliyeti çok daha düşüktü. Cumhuriyetçi Dış İşleri Bakanı C. Rice’den kalma “dönüştürücü diplomasi” kavramı çerçevesinde yıkılması istenen hükümetlerin devre dışı bırakıldığı, “hükümet dışı” kuruluşların, “liberallerin” ve “sivil” muhalefetin, sosyal medya ağlarının her açıdan desteklendiği ve görünür kılındığı bir sürecin yaşandığı irdelenirse, Arap baharının manülatif güçleri anlaşılır.

Güncele gelelim. Batılı emperyalist güç odakları, Arap Baharı ile birlikte demokrasi ile güvenlik kavramlarını ziyadesiyle ilişkilendirdiler.

Gerçek görüşleri ve tercihleri bu olmadığı tarihsel deneylerle sabit olduğu halde, demokrasinin yeni ve güvenli bir dünya düzeninin inşasındaki rolüne özel bir vurgu yaptılar.

Gündelik çıkarlarına göre davrandıkları ve son derece pragmatik oldukları çok belirgin. Soyut bir ‘demokrasi ihracı’ argümanını ‘küresel kapitalist istikrarın’ önündeki engel olan yapıların tasfiyesinde kullanma gibi köklü bir geleneklerinin olduğu biliniyor.

 

Ekonomik Çıkarlar

Ekonomik açıdan, petrol ve doğal gaz gibi temel enerji kaynakları üzerinde kalıcı ve sürdürülebilir bir denetim ağı kurmak istiyorlar.

Soğuk savaş bitmesine paralel siyasi coğrafya değişmiş, ama bu yönlü taşlar henüz istenen ölçüde yerlerine oturmamıştı. Nüfuz alanlarının yeniden tanımlanması ve bölüşüm sürecinin tamamlanması gerekiyordu. Bunun için ortakların azaltıldığı, ortak bir anlayış geliştirmek zorundaydılar.

Küresel kriz yaklaşıyordu. Çok uluslu petrol ve doğal gaz şirketlerin ve mali kuruluşların çıkarları bir an evvel dengelenmeliydi. Amerikan ekonomisinde serbest dolaşan petro-doların varlığını sürdürmesi için petrol üreticisi Arap ülkelerinin korunması ve onlarla anlaşmaların daha iyi koşullarda yenilenmesi gerekiyordu.

Çin’in Arabistan’ın doğusuna ve Afrika’ya mali ve ekonomik olarak daha fazla yayılmasının engellenmesi, Rusya’nın belirli bir sınırda tutulması gerekiyordu.

 

Jeopolitik Yaklaşım

Jeopolitik açıdan, sistemin kabul etmediği ‘eski yapıları’ tasfiye etmek ve Ortadoğu’da kendilerine bağlı sağlam ve kalıcı bir güvenlik ağı inşa etmek istiyorlardı. Güvenlik ağı tutumu, Soğuk savaşın bitmesinden ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden itibaren uluslararası kapitalist sistemin gündemine girmişti. Dolayısıyla bu yönlü gelişmeler, sadece ABD kuvvetlerinin önümüzdeki dönemde Afganistan’dan çekilme eğiliminde olması ve mevcut şekliyle Irak’tan çekilmesi ile açıklanamazdı. İran, Afganistan ve Pakistan’da ortaya çıkan nükleer sorunlar ve diğer sorunlarla da açıklanamazdı.

Suudi Arabistan ve Körfez Monarşileri: ‘Değişimin’ Öncüleri(mi?) Mübarek’in şahsında Suudi Arabistan şimdilik böl

Asıl sorun, Kuzey Afrika’dan Ön Asya’ya, Libya’dan Suriye’ye, İran’a kadar bölgenin; Amerikan devlet başkanı Bush’un ifadesiyle, “Haydut devletler” argümanı eşliğinde, Büyük Ortadoğu Projesi ve Avrupa-Atlantik güvenliğinin ‘Aşil topuğu’ haline gelmesi olmuştu.

 

Siyasi tercihler

Siyasi açıdan başından itibaren, Sovyetler Birliği sonrası mirasın kararlılıkla kontrollü bir şekilde tasfiyesi programı işliyor.

Soğuk savaş döneminde Emperyalist ve Sosyalist bloklar arasındaki derinleşen çelişkilerin yarattığı hareket sahasında yaşam alanı bulan Arap milliyetçiliği dalgasının getirdiği hükümet ve siyasi yapıların yok edilme süreci söz konusu.

Bu bağlamda, uzunca bir süredir ‘küresel kapitalist değerleri’ içtenlikle benimsemiş ’emperyalizmin suç ortağı’ yeni seçkinlerin önü açılmak isteniyordu. Bu sürecin işleyişinde, 1980’li yılların sonlarıyla 1990’lı yılların başları arasında Doğu Avrupa ve Balkanlarda, ardından da Sovyet sonrası bölgede ortaya çıkan “turuncu devrimler”de gerçekleşen olaylar sırasında başvurulan yöntemlerin aynısı kullanılıyor.

Sovyet sisteminin çözülmesi sonrası 20 yılının kanıtladığı tecrübe, eskinin ‘sosyalist’, ‘kamucu’, ‘yurtsever’, ‘millici’ anlayışlarının kaçınılmaz olarak etkilerini taşıyan iktidar kurumlaşmalarının ve ilişkilerinin dönüşüm maliyetinin yüksek olduğundan başka, esasen ‘doku uyuşmazlığı’ nedeniyle ‘eski’ ile ‘yeni’ zamanların emperyalist ilişkilerin kurulamayacağı idi.

Bu meyanda, Sovyet Rusya kalıtı Cumhuriyetlerin değişiminin kabuk değiştirmeden öte olmadığı ortaya çıkınca, Ortadoğu Baas rejimlerine payına kanlı tasfiye düştü. Şimdi biraz bu süreci ifade edelim.

 

Arap Baharının Getirdiği Değişim (Mi?)

Arap Baharı formatı altında, Büyük Ortadoğu’daki dengeler öz olarak olmasa bile, şekli olarak değişim süreci yaşıyor. Özellikle 1950’li, 1960’lı yıllardan bu yana Arap Dünyası’na damgasını vuran Baas tipi Cumhuriyetler yıkılıyor. Tunus, Mısır ve Libya’da on yıllardır iktidarı elinde tutan diktatörler devriliyor. Yemen için tehlike çanları çalıyor. Esat rejimi bütün bu yaşananlardan sonra, en azından hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

 

Suudi Arabistan ve Körfez Monarşileri: ‘Değişimin’ Öncüleri(mi?)

Mübarek’in şahsında Suudi Arabistan şimdilik bölgedeki en güçlü müttefikini kaybetti. Arap Dünyası’nın emperyalizmle iş birliği içinde olan iki Sünni lider ülkesinden biri olan Mısır, Suudi Arabistan ile beraber Amerikancı eksende yer alıyordu. Bu eksen, Esat’lı Suriye’nin, İran’ın, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas’ın oluşturduğu eksenin karşısında yer alıyordu.

Baasçı Cumhuriyetlerin yıkılması süreci, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman gibi gerici Sünni petrol monarşilerinden oluşan Körfez Ülkeleri Konseyi’ne siyaseten ağırlık kazandırdı. İsrail ile Filistinliler arasındaki sorunlarda ara bulucu rolü Mısır oynarken, şimdi Suudi Arabistan ve Katar bu rolü oynuyor. Bu iki ülke, öne çıkan biçimde Katar, Ortadoğu’daki bütün Amerikancı/gerici değişimlerin odağı oldu.

Mübarek’in devrilmesi Suudi Arabistan kraliyet ailesi için uyarıcı oldu ve süratle tedbirlerini aldılar. Öncelikle muhalefet susturuldu. Kraliyete yönelik en küçük eleştiri, gösteri ve yürüyüş “terör eylemi” sayıldı, yüzlerce kişi tutuklandı. Muhalefetin bastırılmasını, sosyal yardım ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıma gibi ‘göz boyayıcı’ vaatler takip etti. Böylece Arap ülkelerini saran toplumsal huzursuzluğun Suudi Arabistan’a yansıması şimdilik engellenmiş oldu.

Suudi Arabistan öncülüğünde Bahreyn’e müdahale edildi, Şii çoğunluğun Sünni Kraliyet ailesinin yıkılması engellendi. En sonu Körfez Ülkeleri Konseyinin mali yardımları sayesinde Umman’daki protesto hareketleri durdurulunca, Körfez ülkelerindeki nispi istikrar korunmuş oldu.

İçeride kendilerini güvence altına alan gerici Suudi Arabistan ve Katar Sünni monarşileri, Libya’da muhalefete mali, askeri, siyasi destek verdiler, Kaddafi rejiminin yıkılmasına katkı sundular.

Şimdilerde Türkiye’yi yönlendirerek, Esat rejimini sona erdirmeye, iktidarın Sünni güçlerin eline geçmesini sağlamaya çalışıyorlar.

 

Baasçı Rejimlerin Sonu

Bu çelişki ve çatışmaların tarihsel geçmişi vardı. Gerici Sünni monarşiler ile Mısır Devlet başkanı Cemal Abdülnasır’ın öncülük ettiği laik Arap milliyetçisi rejimler, 1950’li ve 60’lı yıllarda ciddi çelişki süreçleri yaşamıştı.

Nasır ve yandaşları, Sovyetler Birliği ve ABD arasında süren Soğuk Savaş arasında denge politikasından hareketle nispi bağımsız politika izlerken, gerici Sünni Arap monarşileri emperyalizm iş birlikçisi rolü oynamıştı.

1990’larda Sovyetler Birliğinin çökmesi sonucu Arap milliyetçisi rejimler desteksiz kalacaktı. Saddam’ın İran karşıtlığı üzerinden ABD ve İngiltere’yle, Kaddafi’nin İtalya ve Fransa’yla işbirliği yaparak ayakta kalma girişimleri ise (sürecin getirdiği “gündelik dengeler” hariç) kendilerine tasfiye edilmeleri olarak geri dönecekti.

 

Yeni Denge Arayışları

Eski çelişki yeni zamanlarda Suriye üzerinden yoğunlaşırken, yeni denge arayışları da başlayacaktı.

Suudi Arabistan, Ürdün ve Fas monarşilerini Körfez İşbirliği Konseyi’ne davet edecekti. Katar, Filistin Hamas ile yakın ilişkiler kurma yoluna gidecekti.

Mısır’da eski rejimin yeni biçimi bizdekini andıran asker kontrolünde demokrasi olması, ‘karışıklıkların’ dinmesine yetmedi. Mısır, Suudi ve Katar rejimlerinin yeni rolüne nasıl yaklaşacak, bu sorunun açıklığa kavuşması ertelenecekti.

Suudi monarşisi ile Tahran Şii rejimi arasında Körfez bölgesinde lider ülke olma ve bölgedeki petrol rezervlerini denetleme rekabeti ise sürüyor.

 

Irak’ta Hala ‘Belirsizlik!’

Irak’ın durumu önemli ölçüde belirsizliğini koruyor. Irak, ülke birliğini koruyabilecek mi? Uluslararası kapitalist toplum Irak’ın bölünmemesinden yana bir görüntü veriyor, ama bu nokta dahi tartışmalı.

Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Irak, İran ile Suudi Arabistan ekseni arasındaki yerini henüz bulamadı.

İran, Şiiler üzerinden Irak’ta ciddi bir nüfuz alanı elde etmiş durumda. Şii Maliki Başbakan.

Sünni Haşimi ülkede barınamaz hale geldi ve şu an Türkiye’de ve AKP hükümetinin koruması altında.

Kerkük sorunu ve petrol gelirlerinin paylaşımı yanı sıra, Barzani’nin AKP hükümeti ile kurduğu karşılıklı ilişki biçimi merkezi hükümeti ciddi olarak rahatsız ediyor.

Merkezi hükümet, AKP hükümetinin Sünni Haşimi ile kurduğu ilişkiden ve çeşitli biçimlerde Irak’a müdahalelerinden de rahatsız.

Süreç Kürt Federe devletinin Irak merkezi devletinden kopmasını getirir mi, bu mümkün olasılıklardan biri, ama böylesi bir gelişme muhtemeldir ki kanlı olur.

Çubuğun başka bir ucu, Cumhurbaşkanı Talabani’nin, Şii başbakan Maliki ve İran’ı kollar gibi bir yerden, bütün bu ilişkileri dengeleme üzerinden güç kazanmaya oynadığıdır. Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle birlikte Irak’ta ciddi bir Sünni-Şii çekişmesinin ortaya çıkması, buna paralel İran’ın nüfuz alanın daha bir artması çok muhtemel…

Güney Kürtlerinin, Özellikle Barzani’nin ABD ve İsrail ile işbirliği ve diyalog içinde olması, reel politik açıdan bakıldığında, onların bölgedeki müttefikleriyle yumuşak inişli ilişkilerini kolaylaştıran bir unsur, ama… Ama’sı şu; Türkiye ile kurulan yeni ilişki zeminini, PKK’yi tasfiyeye alet olmama politikalarından ayırma çabalarında çok daha bir zorlanacaklar. Bu noktada yeni koşullar daha net olmalarını gerektirecek.

 

İran Politikaları

ABD, 1 Mart tezkeresinin Meclisten geçmemesinin de etkisiyle, Irak savaşından itibaren uzun süre PKK’ ye karşı, Türkiye’nin istediği desteği vermemiş, kontrollü davranmıştı.

İran pragmatik bir şekilde ABD’den doğan bu boşluğu doldurmaya çalışmış, PKK’yi Irak savaşı sonrasında ikinci plana atmış, hatta Türkiye ile anlaşarak Kandil’i bombalamıştı.

ABD politikalarına ileri düzeyde bağlanan Türkiye’nin, Kürecik Füze Kalkanı, Irak, Libya, Suriye politikaları karşısında İran’ın, bu savaşın aslında kendi savaşı olduğunu gören bir yerden PKK ile savaşmasının bir anlamı kalmıyordu. Sünni eksene karşı Ortadoğu ölçeğinde Şii ekseni oluşturma yoluna gidecekti.

 

AKP Türkiye’si Politikaları

ABD bir zamanlar gözde olan 2 buçuk cephede savaşma tutumundan caymış gibi. Gücünü, işlerin hiçte iyi gitmediği Pakistan-Afganistan hattına yığıyor. Bu çerçevede kademeli olarak Irak’tan çekilme tavrını açıklamıştı. Çekilirken doğan boşluğu Arap baharının başlarında parlak bir görüntü veren Türkiye ile doldurmak isteyecekti.

Bu, bir anda ‘atalarının at koşturduğu uçsuz bucaksız topraklarda’ alt emperyalist rolüne kavuştuğu yanılsamasına kapılan AKP hükümetinin, komşularla ‘sıfır sorun’ politikasını rafa kaldırmasını getirecekti. İran politikasını, Libya ve Suriye ile kurduğu ileri dostluk ilişkilerini unutacaktı. ABD beklentilerine, onun dahi şaşırarak izlediği bir hızla sahip çıkacaktı.

AKP Türkiye’sinin dışarıda emperyalist politikaya soyunmanın içerdeki iz düşümü elbette ki AB sürecini unutma, anti-demokratizmin derinleşmesi ve en önemlisi Kürt sorununu yaygın tutuklama ve terör kampanyalarıyla bastırma tutumu olacaktı…

 

PKK’nin Durduğu Yer

ABD’nin devrenin başında olduğu, İsrail ve Ürdün’ün desteklediği, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye’den oluşan Sünni eksene olduğu kadar, İran’ın oluşturmaya çalıştığı, içinde Irak, Suriye ve Hizbullah’ın yer aldığı Şii eksene karşı özgün bağımsız bir noktada PKK duruyor.

Dünyada dayandığı dost bir devleti olmayan, esasen çıplak bir fedai yüreğiyle kendi halkına ve Kürdistan dağlarına sığınan, bölgede çıkar avına çıkan yerel/ulusal ve uluslararası güç odaklarının, güncelde başta ŞiiSünni ekseninin çatlakları üzerinden hareket sahası geliştiren PKK politikalarını, İran, Suriye savaşı ve Batı Kürdistan, Irak ve Türkiye bütünlüğü içinde ayrıca değerlendirmek gerekir.

 

*78’liler Derneği Başkanı

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.