Düşünce ve Kuram Dergisi

İbrani Kabilesi’nin Öyküsü

Ali Fırat

1: Yahudiler ve uygarlık:

 

İbranilerin tarihte ve günümüzdeki öyküsü doğru kavranmadan, tarihsel-toplum gelişiminin tam bir anlatımı zordur. Tarihte İbranileri, günümüze doğru da Yahudiliği, bir etnik topluluk veya ulus olarak değerlendirmek büyük eksiklik taşır. Ortadoğu kökenli olan, ama tüm dünyayı birinci derecede ilgilendiren, etkileyen temel bir maddi ve manevi kültür kaynağı olarak değerlendirmek büyük önem taşır. …

Konuya ilişkin iki büyük yanlıştan kaçınmak gerekir: Birincisi, Yahudiliği dünyayı yöneten güç olarak abartan, yücelten anlayıştır. ‘Tanrının seçtiği ulus’ deyimi de bu kapsamdadır. İstismara çok müsait bu tip abartmalardan ne kadar kaçınılırsa, konunun gerçekçi kavranışı o denli kolaylaşır. İkincisi, Yahudiliği şeytanlaştırma, günah keçisi yapma anlayışıdır. Tüm kötülüklerin kaynağında Yahudiliği görmek çok işlenmiş bir görüştür. En az birinci abartma kadar yanlış kavrayışlara götüren bu yaklaşımın etkilerinden uzak durmak, konuyu daha iyi anlaşılır kılacaktır.

Bütün belirtiler… Hz. İbrahim’in kimliğiyle ilgili bilgiler, Hz. İsa ve Hz. Musa’da olduğu gibi mitolojik ağlarla örtülüdür. Gerçeğin daha net görünümü için kapsamlı sosyolojik araştırmalara ihtiyaç vardır) Babil Nemrutlarından (bir nevi eyalet valisi) olan bugünkü Urfa yöneticisiyle paradigmatik bir anlaşmazlığa girdiğini veya başka nedenleri olsa bile bu tür yansıtıldığını göstermektedir. İbrahim, panteondaki put heykellerinin tanrı olamayacağını göstermek için onları kırmakta, daha sonra ateşe atılmak için Urfa kalesindeki mancınıklarla odun yığını üzerine atılırken ateşler su kesilmekte, bugünkü Balıklı Göl meydana gelmekte biçiminde mitolojik öykü sürüp gitmektedir.

Büyük ihtimalle Urfa-Kudüs hattı, dönemin görkemli iki gücü olan Mısır’ın Yeni Hanedan uygarlığıyla Sümerlerin Babil Hammurabi Hanedanlığı arasında tampon bölge konumundadır. Ticaret tarihte ilk defa yükselişe geçen bir ekonomik sektör haline gelmektedir. İki uygarlık arasında ticaret belki de siyasetin üzerinde bir rol oynamaktadır. Tüccarların geliş gidişi hızlanmaktadır. Asurluların görkemli ticaret dönemi de bu evreyle çakışmaktadır. Ayrıca Urfa-Kudüs- Şam-Halep ilk çağlardan beri (neolitiğin doğuşu ve ilk kent kuruluş dönemleri) çok önemli bir göç, ticaret ve istila, işgal ve en önemlisi din alışveriş hattıdır. Bu alanların Hz. İbrahim’in çıkış ve ilk göç yerleri olması tesadüfî değildir. Hıristiyanlığın ve İslamiyet’in de ilk çıkış hatlarından oldukları çarpıcı olarak bilinmektedir. İbrahim (Bu adın muhtemelen Mısırlılar tarafından unvan olarak verildiği tahmin edilmektedir. Mısırlılar Sina Çölü üzerinden giriş yapanlara, üzerlerindeki kir ve tozdan dolayı ‘Apiru’lar demektedir. İbrani ve İbrahim adlarının Apiru’dan dönüşerek türemiş olması kuvvetle muhtemeldir) önce bugünkü İsrail-Filistin olan Kudüs yakınlarında ikamet etmek ister. Yerel hâkimler kolay izin vermez. Çok küçük bir mülk aldığı ve orada öldüğü belirtilir. Sara, Hacer, İsmail, İshak, Yakup hikâyeleriyle başlayan, Hz. Musa, İsa, Muhammed ve aralarındaki yüzlerce peygamber halkasıyla devam eden öyküyü isteyen Kutsal Kitaplardan (Ahdi Atik, Ahdi Cedit ve Kur’an’dan) takip edebilir. Binlerce yan öyküleme ve romanlarla tarih kitapları da öğretici olabilir. Çok genel birkaç dönemle görünür kılmak amacım açısından yeterlidir

  1. Birinci dönem, İbrahim’in Urfa’daki ve çıkışındaki öyküsü. Muhtemelen M.Ö. 1700-1600 dönemi. Kabile reisi ve tüccar.
  2. Mısır’da esaret dönemi. M.Ö. 1600-1300
  3. Musa önderliğinde çıkış. M.Ö. 1300-1250.
  4. Vaat edilmiş topraklarda iskân. M.Ö. 1250-1200 (Komutan ve peygamber Hz. Yeşu dönemi).
  5. Önderler, Hâkimler dönemi. M.Ö. 1200-1000. İlk Kral Saul’a kadar geçen ve henüz kral ve peygamber olmamış laik ve dini (kâhin) önderler dönemi.
  6. Yahudi ve İsrail Krallar dönemi. M.Ö. 1000-700. Saul, Davut, Süleyman’la başlayıp Hezekiel’le (Asur işgali) biten dönemi. g- İşgal, istila, tahakküm, direniş ve diaspora çıkışı. M.Ö. 700-M. S. 70 (Asur, Babil, İskender ve Romalıların işgal ve hâkimiyet dönemi).

Bu dönemde Yahudi veya İsrail Krallığı yıkılır. Yerine direnişçi ve işbirlikçi olmak üzere iki grup belirginlik kazanır. İşbirlikçiler özellikle Grek ve Pers yanlısı olmak üzere iki ana grup olarak belirginlik kazanır. Urfa ve Mısır’dan sonra üçüncü sürgünleri, Babil Kralı Nabokadnazar döneminde kırk yıl süren ünlü Babil sürgünüdür (M.Ö. 535-495). Kutsal Kitapta yer alan ve Zerdüştlükten etkilendiği açık olan hükümler bu dönemde aktarılmıştır. Perslere büyük hayranlık oluşmuştur. Çünkü kırk yıllık sürgünlerine son verdirilmiştir. Tevrat’ın ilk yazılı nüshaları da bu dönemde, yani M. Ö. 700’den sonra derlenmiştir. Yani yaklaşık altı yüz yıl (M.Ö. 1300-700) Kutsal Kitabın elde hiçbir yazılı nüshası yoktur. Demek ki üç Kutsal Kitaptaki ilgili kısımlar altı yüz yıl aradan sonraki sözlü anlatımlara dayanmaktadır. Homeros ve Hesiodos’un aynı dönemdeki İlyada ve Teogonia’da benzer söylentilerin yazıya geçmiş halleridir. Romalıların M.Ö. 70 ve M.S. 70 civarlarında Süleyman Mabedini iki defa yıkmaları büyük direnişlere yol açmıştır. Hıristiyanlık en yoksul kesimin direniş geleneğidir. Üst tabaka direnişleri de, örneğin Makabilerinki de ünlüdür.

Diasporaya, yani yurtdışına çıkışla kabilenin veya kavmin dağılışı M.S. 70’den sonra yoğunluk kazanır. Dağılış Asur, Ermeni ve Grek kültüründe yaşayanlarda olduğu gibi, Roma ve İran İmparatorluk sahalarında olmak üzere iki alanda yoğunlaşır. Bu uzun döneme aynı zamanda ‘Yazarlar Dönemi’ de denilmektedir. Yani sürekli Tevrat derlemeleri ve yorumları yapılmaktadır. Peygamberler de çıkıyor. Ama yazarlık daha önemli hale geliyor. Demek ki, Yahudi kültüründeki entelektüel seviyenin yüksekliği çok önemli bir tarihsel geleneğe dayanmaktadır. Diğer önemli bir meslek, para ve ticaret işleri olsa gerekir. Tarım toprakları üzerinde rahat geçinme imkânı bulamadıklarından, tüm güçleriyle ticaret ve onun etkili aracı para üzerinde yoğunlaşmaları konumlarıyla yakından bağlantılıdır. Asurluların yerine geçtiklerini, Ortadoğu’da artık para ve ticaret tekelini ele geçirdiklerini bu nedenle söylemek mümkündür. Bu konumları onları ortaçağ kentlerinde ve kapitalizmin beşiği Londra ve Amsterdam’da çok etkili ve kârlı duruma getirirken, aynı zamanda büyük sermayedarlar haline gelmelerinin de uzun bir tarihi geleneğe dayandığını göstermektedir. Kudüs çevrelerinde az kaldıkları, çoğunun diasporaya dağıldığı tahmin edilmektedir. Doğu ve Batı diasporası olarak iki önemli kültürel gelenek daha ortaya çıkacaktır bu kavmin dağılış öyküsünde.

  1. Diasporayla birlikte bir kabile olmaktan çıkıp çok sayıda kabile düzeyini aşmış kültürel gruplarda yoğunlaştıklarına göre, Yahudileri artık ‘kavim’ olarak adlandırmak daha uygun düşmektedir. Özellikle Arabistan, İran, Kürdistan, Mısır ve Helenistan bölgelerinde yoğunlaştıkları ve alan kültürüne dayalı Yahudi grupları haline geldikleri görülmektedir. İki kültürlü bir halk oluyorlar: Asıl İbrani kültürü ve içine yerleştikleri toplumların kültürü. Bu konum entelektüel yetenekleri üzerinde çok önemli ve olumlu etkide bulunacaktır. Çünkü tarihin en kadim kültürlerinin hepsiyle temasta oluyorlar.

İslamiyet’in çıkışıyla birlikte yeni bir trajik dönem daha başlıyor. İslamiyet’le Araplar bir ticaret uygarlığına geçiş yapmak durumundadırlar. Fakat ticaret ve para tekeli çoğunlukla Arabistan’ın birçok bölgelerindeki de dahil, Yahudi tüccar ve sarrafların elindedir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’e atfedilen “Yahudiler Arabistan’da kalmamalı” hadisi kuşkulu da olsa anlamlı görünmektedir. Arap-Yahudi düşmanlığı tarihin derinliklerine dayanmaktadır. Hacer ve oğlu İsmail’in Mekke’nin bulunduğu yere bir nevi istenmeyen ikili olarak gönderilmeleri, dönemin Yahudi ve Arap kabileleri arasındaki çelişkilerle ilgilidir. Yahudilerle Arap şeyh ve tüccarların çıkarları o dönemden beri sürekli çelişmekte olup, günümüzdeki Arap-İsrail ve Filistinİsrail çatışmalarına kadar tırmanmaktadır. Yaklaşık 3500 yıllık köklerden ve tarihten kaynaklanan bu çelişkinin varlığı, günümüzde tam bir uygarlıklar çatışmasına dönüşmüş bulunmaktadır.

Bölgedeki ticaret tekelleri arasında şiddetli bir rekabetin doğması normaldir. İslamiyet’in ticarete önem vermesinin nedeni ve Hatice ile Hz. Muhammed ilişkisi bu nedenle daha anlaşılır olmaktadır. Sonuçta Yahudiler ya kendilerini asimilasyona uğratıp faydalı işbirlikçiler haline getirerek (muhtedi) alanda kalacaklar, ya da yeni alanlara sürgünü yiyeceklerdir. İki durum da ortaya çıkıyor. Önemli bir kısmı daha Roma İmparatorluğunda Avrupa’ya doğru başlayan göçleri daha da yoğunlaştırıp ayrılırken, kalanlar da muhtedi ve yarı-esir biçiminde haraca bağlanarak yaşıyorlar. Ortaçağda İslam uygarlığında, özellikle İran ve Endülüs (İspanya) bölgelerinde tarihsel rollerini (yani kâtiplik, ticaret ve sarraflık) daha da ilerleterek ünlü hale geliyorlar. Birçok siyasi güçle çalışma olanağını elde ediyorlar. Entelektüel ve tüccar-sarraf halk unvanını kesinleştiriyorlar. Bu yüzden bulundukları tüm bölgelerdeki diğer toplumların entelektüel ve tüccarlarının büyük hışmına hedef oluyorlar. Demek ki, tarihten sürüp gelen Yahudi düşmanlığının çok önemli maddi, kültürel ve tarihsel nedenleri vardır.

15. Yeniçağın başlangıcına geldiğimizde, bu nedenlerden ötürü Yahudiler üzerinde bir nefret dalgası, tehditler ve sürgünler hızını daha da artıracaktır. Çünkü kapitalizm ticaret ve para tekelinin ana rahminde doğan bir uygarlıktır. Bundan çıkarı ve zararı olan herkes, önlerinde engel olarak Yahudi entelektüel, tüccar ve sarrafları gösterecektir. Yahudiler tehlikeli bir paradoksla karşı karşıyadırlar. Çıkarları kapitalist gelişmelerden yana olan diğer ulusların tüccar ve sarraf tekelleri, önlerinde Yahudi unsurlarını engel görecektir. Çıkarları kapitalist tekellerin gelişmesiyle çelişen ulusların eski tarımcıları ve zanaatkârları da Yahudi’yi rahatlıkla mistik bir tehlike haline getirebilecektir. Entelektüellerin de, sisteme bağımlılıkları gereği, tüm kötülüklerin Pandora Kutusu olarak Yahudiliği göstermeleri çıkarları gereğidir. Bu etkenler altında 15. ve 16. yüzyıllar Yahudiler için tarihte olduğu gibi yine sürgünler ve pogromlarla (Yahudi katliamları) şiddetlenen yeni bir uygarlık sürecinin başlangıcı olacaktır.

İşin ilginç yanı, Yahudi entelektüel ve tüccar-sarraf gücü bu yeni uygarlığın inşasında en önemli etken olabileceği gibi, en çok gazabına uğrayanları da olacaktır. Paradoks budur. 1492’de İspanya’dan sadece Müslümanlar değil, Yahudiler de kitlesel halde atıldılar. Ne de olsa İsa’yı çarmıha gerenlerdi. Bahane hazır ve etkiliydi. Fakat asıl nedenler anlatıldığı gibidir. Polonya’da ve Rus Çarlığı’nda da benzeri süreçler yaşanmaktadır. Bu durumlar karşısında yeni toplandıkları ülkelerin başında Hollanda ve İngiltere gelecektir. Tüm etkili Yahudi tüccar, sarraf ve entelektüelleri dalga dalga bu ülkelere akacaklardır. Bir kısmı Avrupa monarşileriyle savaş halinde olan Osmanlı İmparatorluğuna, özellikle sultanın sarraflık ve tüccarlık tekelinde etkin rol almak amacıyla sadece kabul edilmeyecekler, çağrılacaklardır da. Yavaş yavaş Amerika Kıtasına da göç başlamıştır. Yeni gelişen Alman kentlerinde entelektüel tüccar ve sarraf tekelinde gün geçtikçe konumlarını güçlendireceklerdir. Bu ülkede köklü bir yerleşme ve melezleşme söz konusudur.

Bazı entelektüeller kapitalizmi Yahudiciliğe bağlarsa da, bu abartmalı bir ideadır. Etkileri vardır. Belirleyiciliğin kökenleri, elbette yerleşik toplum koşullarıdır. Fakat azınlıkların tetikleyici rolleri de küçümsenemez. Hollanda ve İngiltere’deki gerek entelektüel ortamın gelişmesinde, gerek kapitalizmin yeni sistem hegemonu olarak ortaya çıkmasında bu ülkelerdeki Yahudi banker, tüccar ve filozoflarının etkisi oldukça önemlidir. Spinoza yeniçağı zihniyet açısından başlatan en önemli simadır. İlk Yahudi laiklerindendir (Laikliği daha çok sinagogun dışına çıkmış veya çıkarılmış kişilere ilişkin belirtiyoruz). Özgürlüğün de büyük düşünürlerindendir. “Anlamak Özgürlüktür” felsefesi ona çok şey borçludur. Yahudi banker ve tüccarların İngiltere ve Hollanda devletine verdikleri borçlar, savaşların kazanılmasında ve güçlü devlet olmalarında büyük rol oynar. Amerika Kıtasında, özellikle Kuzey Amerika’da İngiltere eyaletlerinin bağımsızlık savaşında benzer rol oynayacaklardır. Günümüz ABD’nin oluşumunda temel etkileyici güçlerin başında Yahudi entelektüel, tüccar ve bankerlerinin geldiği iyi bilinmekte veya bilinmek durumundadır.

 

2: Yahudilik İdeolojisi, Kapitalizm ve Modernite

Diaspora ve yoğunlaşmanın Doğu ve Batı olarak (Seferad ve Aşkenaz) ikiye ayrıldığı genel kabul gören görüştür. Etkileri de buna bağlı olarak farklı olmuştur. Doğu Yahudiliğinin başta bugünkü Suriye, Irak, İran, Hazar kıyıları, Rusya ve muhtemelen daha sonra İç Asya’ya doğru yayıldığı, Yahudilerin önemli koloniler halinde yaşadıkları bilinmektedir. Batı’ya doğru ise, genel olarak Roma İmparatorluğu’nun etkinlik sahasında göçleri ve kolonileşmeleri sürekli gelişim göstermiştir. Kuzey Afrika’dan Doğu Avrupa’ya, İberik Yarımadası’ndan Balkanlara kadar göç ve kolonilere rastlanmaktadır. Anadolu ise, Doğu ve Batı ayrımının gerçekleştiği merkez görünümündedir. Roma’nın yıkılışına kadar etkileri dinsellik açısından önem taşır. Hem Musevilik olarak, hem de Musevilikten doğma Hıristiyanlık olarak öncü bir etkiye sahip oldukları şüphesizdir. Bir nevi dönemin manevi imparatorluğunu tesis etmişlerdir.

Yahudilerin parayla nasıl ilişkiye geçtikleri, parayı aynen manevi etki kadar nasıl etkili bir maddi güç haline getirdikleri elbette uzun bir inceleme konusudur. Ama üzerinde stratejik olarak çalıştıkları konulardan birincisi manevi kültür ağırlıklı din, edebiyat ve bilim, ikinci stratejik çalışma ve kazanç konularının da para olduğu kesindir. Tarihte birincisinin manevi kültürü, ikincisinin maddi kültürü stratejik konular haline getirmesi nedeniyle çok önemlidir. Daha o zaman bu iki konuda öncülüğü ellerinde bulunduran, dünya tarihinde stratejik önem kazanmış demektir. Tahminim, Yahudilerin bu yüzyıllarda her iki konuda da stratejik öncülüğün derinliğine farkında oldukları ve bunun için çalıştıklarıdır. Bunun temel nedenleri yaşadıkları somut koşullardır. Nüfuslarının azlığı, Doğu ve Batı kökenli iki uygarlığın sürekli kıskacında yaşamaları, kendilerini ideolojik olarak ‘tanrının seçilmiş kulları’ olarak bilmeleri (Keskin bir ideolojik hegemonya ile karşı karşıyayız), sürekli stratejik arayış içinde olmalarını zorunlu kılmıştır. Nüfus azlığı, göç, kutsal inançları ve sürekli katliam tehdidi altında bulunmaları hem kendilerini çok bilinçlendirmiş, hem de sürekli ‘kurtuluş stratejileri’ geliştirmeye (Devrimci kurtuluş stratejilerine ne kadar benziyor!) zorlamıştır. Yaşam tarzları stratejik düşünmeyi ve kurtuluş araçlarını geliştirmeyi dayatmaktadır. Aksi halde kendilerinden başka binlerce kabilenin başına geldiği gibi yok olup bitmeleri işten bile değildir.

Bu noktada sürekli bir direniş hali tek kurtuluş yolu oluyor. Direniş ise, kesinlikle iki şey gerektirir: İnanç ve maddi araçlar. İnanç kendini manevi stratejik unsur olarak yansıtırken, para ise kendisini stratejik maddi unsur olarak yansıtmaktadır. Dolayısıyla Yahudilikte büyük önem taşıyan manevi unsur olarak dinin stratejik rolüyle maddi unsur olarak paranın stratejik rolü, kurtuluş amacında birleşen vazgeçilmez iki ana kaynak oluyorlar. Neden Yahudi’de para ve din-mana egemenliği sorusuna yanıt ararsak, cevap bellidir: Başka çareleri yoktur. Yaşam tarzları sürekli direnmeyi gerektiriyor. Yok olmamak ve üstün kalitede (Çünkü tanrının seçkin kulları olduklarına inanıyorlar) yaşamak için bu şarttır. Direniş ise, kurtuluş stratejileri (ideolojik öncülük) ve maddi stratejik olanak olarak para (maddi öncü) olmadan, sürdürülmesi zor bir sanattır. Bunun için ya çölde (Araplar gibi) ya dağda(Kürtler gibi) olacaksınız. Yahudilerde ikisi de yoktur. Geriye ideolojik ve maddi olanak kalıyor.

Batı Yahudiliğinin Roma sonrası çıkışı, kentlerin kuruluşu (M.S. 10. yüzyıldan itibaren Birinci Avrupa Devrimi) ve etraflarında pazarın gelişmesiyle maddi planda gelişecektir. Meta-para-ticaret ilişkisinin gelişmesi, Yahudilere ikinci stratejik hamle gücünü, yani paranın stratejik rolünü kazandıracaktır. Paranın egemenliği yarı yarıya kentin, dolayısıyla yükselen yeni devletlerin yönetiminde rol sahibi olmak demektir. Zaten 10. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın manevi fethi (Hıristiyanlaştırılması) tamamlanmıştır. Bu fetih Yahudileri dolaylı olarak olumlu ve olumsuz yönleriyle çok etkileyecektir. Olumlu yönü, İbrahimî bir dinin Avrupa’yı fethetmesi; olumsuz yönü ise, dar bir kabile dini (seçilmiş bir Yahudi dini) olarak Museviliğin giderek sıkıştırılmasıdır. Seküler ve kabile Avrupa’sı, Hitler’e ve günümüze kadar yaşadıkları birçok sorun ve bunalımın altında Museviliğin manevi gücüyle Yahudiliğin para gücünün etkisini görecektir. M.S. 1179’daki Katolik Hıristiyanlık Konseyi’nin ilk defa Yahudileri gettolara kapatma kararı bu etkinin sonucudur.

Yahudilik 10. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın (Rusya da dahil) hem ideolojik hem de maddi stratejik gücü olarak sürekli gelişim halindedir. Her kentin bir zengini ve aydını mutlaka Yahudi’dir. Bu durumun büyük kıskançlığa, çelişkilere ve çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. İlk gettolar (kapalı mahalleler) daha sonra olacakların habercisidir. Yahudilik bu yeni durumlar karşısında da yeni strateji ve taktikler geliştirecektir: Birincisi ‘dönme’ hareketi, ikincisi ‘seküler-laik’ hareketi. İkisi de büyük sonuçları olacak hareketlerdir. Yahudiler bu iki stratejik yeni hamleyle ortaçağdan başarıyla çıkış yapacaklardır. Unutmamak gerekir ki, eski dinden dönme, İbrahim ve Musa’nın da ilk yaptıkları stratejik hamlelerdir. Çıkış stratejik manevi hamle olarak rahatlıkla değerlendirilebilir.

Yahudi yapı ustalarının Ortaçağ’da kurdukları Mason locaları ilk seküler-laik hareket olarak düşünülebilir. Yahudi kökenli büyük filozof Spinoza ise, kapitalist modernitenin başlangıç mabetlerinden Amsterdam’da ilk büyük seküler-laik felsefi çıkışın öncüsü olacaktır. Laiklik, başta Türkiye olmak üzere, İslam diye adlandırılan (Ben kapitalist, sosyalist toplum veya ülke biçimindeki adlandırmaları propagandatif bulduğum gibi laik, İslam, Hıristiyan, Budist gibi ülke adlandırılmalarını da aynı maksat dahilinde değerlendiriyorum. Toplumlara ilişkin ‘ahlaki ve politik toplum olan ve olmayan’ biçiminde yapılan nitelendirmeleri daha gerçekçi buluyorum) ülkelerde yoğun tartışma konularındandır. Laikliğin sekülerleşme (dünyevileşme) anlamında dinsel dogmatizmden uzaklaşma ve özgürleşme olarak olumlu bir işlevi vardır. Fakat laiklik, laisizm-laikçilik anlamında kullanıldığında, kendisi de karşı bir kutup olarak hızla dogmalaşabilir. Bu anlamdaki laisizmin diğer dinciliklerden pek farkı kalmadığını önemle belirtmek durumundayım. Dönmelik (din değiştirme) de Yahudi aleyhtarlığı geliştikçe hızlanacaktır.

 

Ortadoğu ve Doğu’da Yahudiliğin Gelişimi

İslamiyet’e kadar Yahudiliğin Pers-Sasani Devletiyle iyi ilişkileri vardır. Saraylarda etkilerinin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Ester adlı ilk kadın peygamberin Sasani saraylarında büyük rol sahibi olduğu bilinmektedir. Kutsal Kitapta da yeri vardır. Büyük ihtimalle imparatorluğun hem ticari-para işlerinde, hem ideolojik gelişmelerinde güçlü bir konuma sahiptirler. Bunda Perslerin kurucusu Kuros’un Babil sürgünü sırasında (M.Ö. 596-546) Yahudileri Babil Hükümdarı Nabokadnazar’dan kurtarması da güçlü bir gelenek etkisi yaratmıştır. İran sahasında Yahudilik tarih boyunca her zaman küçümsenmeyecek bir güç olmuştur. Arabistan, Kuzey Afrika, hatta Doğu Afrika-Habeşistan’da Yahudilik benzer şekilde tarihte hep önemli bir yer tutmuştur. Maddi ve manevi kültürel gelişmelerin tümünde etkileri küçümsenemez.

İslamiyet’in çıkış döneminde, Yahudiler Arabistan’da ticari dinsel grup olarak önde geliyorlardı. Verimli arazilerde mülk sahibiydiler. Öyle anlaşılıyor ki, Arap olmayan Semitik kökenli grupların başında gelmekteydiler. Süryanilerin de benzer bir durumu söz konusudur.

Araplar bir anlamda İslami çıkışla Yahudi tekeli yerine, kendi ticari ve iktidar tekelini kurma peşindeydi. İslamiyet’in Yahudilikten çok etkilenmesi bunu teyit eder. Bu durum kapitalist modernitedeki ulus-devlet kuruluşuna benzetilebilir. Ortaçağ modernitesine Araplar İslam’la karşılık veriyorlar. Yahudiler ve Yahudilikle ideolojik ve maddi çelişkilerinin temelinde bu gerçeklik yatar. İslam’ın çıkışında etnik boyut kadar sınıfsal boyutun da önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. İslam’ın hızla yayılması ve Yahudilerin ilk direnişlerini sert bir şekilde kırması karşısında, sanki ikinci bir Roma felaketiyle karşılaşmış gibiydiler. Önlerinde iki yol vardı: Ya yeniden sürgün, ya da ‘dönmecilik’. Bir kısmının İran’a, Kuzey Afrika ve Anadolu’ya sığındığı tahmin edilebilir. Önemli bir kısmının da görünüşte İslamiyet’i kabul edip özde kabul etmeme anlamında takkiyecilik yaptığına, yani dönme eğilimine girdiğine dair çok örnek vardır. Şoven Sünni Arap iktidarlarına karşı geliştirilen çok sayıdaki başkaldırı ve mezhep hareketinde dönmelerin rolü kuvvetle tahmin edilebilir. Yahudilerin özellikle İran ve Mezopotamya kökenli birçok muhalif akımdaki payları araştırılmaya değerdir.

En ciddi gelişmeyi ise Hazar Denizi’nin kuzey kıyılarında, bugünkü Türkmenistan ve Azerbaycan’ın bir kısmında kurdukları Yahudi Hazara Türk Devletiydi. Selçukluların ilk atası Selçuk Beyin bu devlette bir kumandan mevkiinde olduğu rivayet edilmektedir. Dört oğlunun isminin de öz Yahudi ismi olması bu rivayeti güçlendiriyor. Eğer bu doğruysa, İran üzerinde Arap sultanlıklarına karşı geliştirilen birçok harekette olduğu gibi, Selçuklu hareketinde de Yahudiliğin rolü küçümsenemez. Araştırılması gereken çok önemli bir konudur bu. Anadolu, Yahudiliğin daha ilk çağda ciddi bir merkeziydi. Grekler kadar Yahudiler de birçok kent kuruluşunda yer almaktaydılar. Aralarında rekabet vardır. Batı’da ve Arabistan’da sıkışan Yahudilerin Anadolu’da toplanması gelenekseldir. Anadolu’yu bu nedenle İsrail’den sonra ikinci anayurtları gibi değerlendirmeleri bu tarihsel perspektif içinde daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca Anadolu para-ticaret ve ideolojik hareketlerin güçlü pazarı konumundaydı ki, bunda Yahudilerin rolü küçümsenemez.

Öyle anlaşılıyor ki, dönmecilik Yahudiliğin ayakta kalmak için üçüncü büyük stratejik çıkışı olmuştur. Dönmecilik olgusu olmasa, ne Doğu’daki İslam çoğunluğu içinde ne de Batı’daki Hıristiyan çoğunluk arasında varlıklarını sürdüremezlerdi. Dönmecilik bir yaşam stratejisi olarak kavranmalıdır. Dinsel dogmatizm ifade özgürlüğünü tanımadığı müddetçe, benzer ideolojilerde olduğu gibi döneklik, dönmecilik eğilimleri kaçınılmaz olur. Yahudiler ortaçağda bu üç önemli stratejiyle tümüyle imha olmadan da çıkmayı başarıyorlar.

Paraya sadece maddi çıkar açısından bakmamak gerekir. Verdiği güç sayesinde yaşamlarını kurup sürdürmelerini sağlıyor. İdeolojik güç oluşturmaları sayesinde ise, manevi yöntemlerle hem etkili olmayı hem de hayatta kalmayı başarıyorlar. Yahudilerdeki büyük aydın, yazar, düşünür, ideolog, bilimci sayısının çokluğu tarih boyunca çok ihtiyaç duydukları manevi önderlik konumlarıyla yakından bağlantılıdır. Birçok dini, felsefi, bilimsel hareket geliştirmeleri yaşam stratejilerinin vazgeçilmez gereklerindendir.

 

Ulus-devletler ve Yahudilik

Dönmecilik stratejisi ise, asıl büyük önemini ulusdevlet çağında gösterecektir. İlk ulus-devlet olarak İngiltere, konunun kavranmasında kilit önemdedir. Hem Katolik kökenli olan Protestan Hıristiyanlarına hem de Yahudilere sürgün ve katliam uygulayan iki büyük güç olan İspanya ve Fransa kralları, 16. yüzyılda hem İngiltere’yi Avrupa’da etkisizleştirmek, hem de çıkışını önlemek için savaşlar da dahil büyük çaba içindeydiler. Yahudiler bu yüzyılda (16. yüzyıl) kendileri için en emin yer olan İzmir-Anadolu, Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere arasında sıkı ilişki içinde olmakla birlikte (Üç güç arasında ittifak çalışmaları da var), giderek Londra’yı merkez üs seçeceklerdi. O günden bugüne Londra bu konumunu sürdürecektir.

Bu yüzyılda İngiliz ulus-devletine gidildiği biliniyor. Ulus-devlet, bilindiği üzere sadece devlet kadrolarının değil, tüm vatandaş ve devlet kadrolarının (aynı din gibi) ortak bir ideolojik çerçeveyi paylaşmaları, bütün toplumun devlet üyesi, vatandaşı sayılması anlamına gelir. İşte bu özellik İbrani kabilesinin başından beri taşıdığı özelliğinin önce kavim, sonra ulus-devlet olarak geliştirilmesidir. İbrani kabilesi, kavmi, en son olarak ulusu, hem etnik hem de dini olarak bir bütündür. Daha doğrusu, etniklik aynı zamanda dinselliktir, dinsellik ise etnikliktir. Ayrıca yönetenler ve yönetilenler ayrımına bakılmadan, ortak amaçta birleşirler. Açıkçası (Bu benim şahsi yorumumdur ve çok önemli buluyorum), ulus-devletçilik İbrani kabile ideolojisinin geliştirilmiş bir türevi olarak, kendi dışındaki tüm kavimler ve uluslara dayatılmış, uyarlanmış, değişime uğratılmış bir biçimidir.

Kapitalist modern devletin İbraniler, Yahudiler (günümüzde İsrailliler) tarzında örgütlenmesi kendini ulus-devlet olarak görünür kılar. Daha da önemlisi, her ulus-devlet çekirdeği ırksal anlamda değil, ideolojik anlamda Yahudi Siyonist (Yahudi ulus-devletçiliği) karakterindedir. Ulus-devlet model olarak Yahudiliğin kapitalist modernitede aldığı devlet formudur. Verner Sombart, kapitalizmi Yahudiciliğin eseri sayarken, belki de ileri gitmiştir. Büyük İngiliz tarih felsefecisi Coolinwood -yanılmıyorsam-, ulus-devlet milliyetçiliğini tanımlarken, “Yahudi evrenselciliği (ideolojisi de denilebilir) zafer kazanmıştır, ama kendi soykırımcısı şahsında” demekle bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ulus-devlet zafer kazanmıştır. Bunun temelinde Yahudi ideolojisi (kabileciliği, milliyetçiliği, Siyonizm’i) yatmaktadır. Ama sonuçta soykırımcısını da beraberinde yaratmıştır. Aslında bu tespit önemlidir; genel bir özelliği açıklamaktadır. Her milliyetçilik Siyonist’tir. Arap milliyetçiliği de bu durumda Siyonist’tir. Filistin, Türk, Kürt, İran-Şii milliyetçiliğinin hepsini öz olarak Yahudi ideolojisinin başta ulusalcı tekellerce uygulanan biçimleri olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Zaten İngiliz ve Hollanda ulus-devlet milliyetçiliği araştırıldığında, gelişiminde sadece teorik olarak değil, somut olarak da para-sermaye olarak Yahudi tekellerinin büyük rol oynadığı çarpıcı biçimde görülecektir. Bunu komplo veya art niyet olarak görmemek gerekir. Sermayeyi en çok ellerinde yoğunlaştıran tüccar, banker olarak Yahudiler, her ulus-devletin teşkilinde muazzam bir yatırım ve barınma alanı kazanmış oluyorlardı. Ulus-devlet Yahudi sermayesinin çığ gibi büyümesine yol açıyordu. Verner Sombart teorisini bu şekilde açıklasaydı, daha gerçekçi olabilirdi. Dünya çapında Yahudi sermayesi büyürken, elbette kendi zıddını da üretecekti. Ulus tekelleriyle ulus-üstü tekelin günümüzdeki çelişkileri de kaynağını bu gerçeklikten alır. Açıkça anlaşılıyor ki, Yahudi sermaye birikimcileri tarihteki sıkışıklıklarını da daima göz önünde bulundurarak, kendi geleneksel ideolojik çizgileri temelinde ulus-devlet oluşumlarına tarihsel bir hizmette bulunurken, bundan habersiz ve sorumlu tutulmaması gereken Yahudi toplulukları üzerinde objektif olarak soykırımın temellerini de atmış oluyorlardı. Biraz Hz. İsa ve ihbarcısı Yehuda İskaryot örneğini hatırlatıyor. Yaklaşık üç yüz yıl Alman ulus-devletinin geliştirilmesi için maddi ve manevi kültürlerini seferber eden (Alman ideolojisi Yahudi ideolojisine boşuna benzemedi) Yahudiler, Hitler zamanına kadar en sıkı Alman milliyetçileriydiler. En güçlü Siyonist milliyetçiler birçok bakımdan Alman milliyetçiliğinin de güçlü temsilcisiydiler. Benzer birçok örnek (özellikle Rusya, Osmanlı-Türkiye somutunda) sunmak mümkündür. Coolinwood’un belirttiği Yahudi evrenselciliği (milliyetçiliği-pozitivizmi-dinciliği) zafer kazanmıştır. Ama sadece Yahudi soykırımını değil, tüm dünyadaki fiziki ve kültürel soykırımcıları da beraberinde yaratarak.

Öneminden ötürü konuyu daha yakından görmek gerekir.

Yahudilik ideolojik olarak etnik ve dini özelliğin iç içe geçtiği tarihsel-toplum kimliklerinin belki de ilk örneklerindendir. Hz. İbrahim’den günümüze kadar bu özelliğini korumaktadır. ‘Seçilmiş kavim’ inancı da eklenince, kendilerini tüm toplumların üstünde görmeleri ideolojilerinin üçüncü önemli özelliği olarak belirmektedir. Tarih boyunca bu üstünlük anlayışı kendilerini diğer -ötekitoplumlarla karşı karşıya getirme potansiyelini hep taşımış ve çoğunlukla soykırıma dek varan çatışmalara da yol açmıştır.

Yahudilik bu çelişkiyle bağlantılı gelişen bir ideolojik toplum özelliğini hep korumuştur. Doğal olarak kendilerini koruma stratejilerini ve taktik araçlarını geliştirmek zorunda kalmıştır. Koruma stratejileri, yapısı gereği teorik, ideolojik olarak geliştirilmek durumundadır. Taktik araçlar ise daha çok maddi güçle ilgilidir. Bunların başında para ve silah gücü gelmektedir. Para, ticaret ve bankerlik yoluyla sağlanırken, silah daha çok teknik yeniliklerle geliştirilmiştir. Her iki alanda Yahudilerin gücü bilinmektedir ve kanıtlanmıştır. Bu konuda ilk ve ortaçağları bir yana bırakalım; yeniçağ, yani modern çağımız gelişirken, şüphesiz dünya çapında en örgütlü ve tecrübeli halk olarak Yahudiliğin yakın ilgisi ve ilişkisi içinde olacaktır. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa, özellikle Amsterdam-Hollanda ve Londra-İngiltere merkezli kapitalist dünya-sisteminin hegemonik yükselişi gelişirken, stratejik olarak güçlü konumda bulunan Yahudi finans ve ideolojik gücü bunda önemli rol oynayacaktır. O dönemi yakından inceleyenler bunu tespit etmekte güçlük çekmezler.

Kapitalizmi Yahudiliğin icat ettiğini belirtmek (V. Sombart) abartıya kaçabilir, ama sistem haline gelmede ve hegemonik güç kazanmadaki rollerinin çok önemli olduğu inkâr edilemez. Londra ve Amsterdam başta olmak üzere, tüm önemli kent pazar, borsa ve fuarlarında Yahudi tüccar ve bankerlerin cirit attığı tüm araştırmaların belirlediği bir olgudur. Ekonomi-politiğin bu konuda suskun kalması ve görmezden gelmesi, ideolojinin körleştirme rolüyle ilgilidir. Marks’ın Kapital’inde de dahil olmak üzere, ekonomi-politik konusundaki değerlendirmelerde sermaye birikiminin etnik ve ulus menşeinin pek işlenmemesi hem çok önemli bir eksikliktir, hem de oldukça düşündürücüdür. “Sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur” tekerlemesi de yanlıştır. Sermayenin din, iman ve milliyetle çok sıkı bir bağı vardır. Tabii bazı din, iman ve milliyet sahipleri birçok sermaye ve iktidar tekelleri oluştururken, buna mukabil çoğunluğu sömürgeleştirilir. En çıplak örnek günümüzde ABD’dir. Hem din, hem iman, hem de milliyet olarak en çok sermayedarın oradan olduğu inkâr edilemez.

Yahudiliğin kapitalizmin, modernitenin (kapitalist modernitenin) diğer iki ayağı olan endüstriyalizm ve ulus-devlet inşacılığındaki rolü de tartışmasızdır. Avrupa’nın birinci kent devriminden beri (M.S. 10501350) gelişimini sürdüren Yahudi tüccar ve bankerleri, 15.-18. yüzyıl ticari kapitalizm döneminde daha da palazlanmış olarak çıkış yapmışlardır. Doğu’nun kentlerinde de (Kahire, Halep, Şam, İzmir, Tebriz, Antakya, Bağdat, İstanbul vb.) benzer gelişme sağlamışlardır. Endüstri Devrimi en kârlı saha olarak belirlenince, ellerindeki büyük sermayeyi endüstriyel alana aktarmakta gecikmemişlerdir. Bunu da açıklamaya pek gerek yoktur. Kârın yüksek olduğu her yer, sermayenin hücuma geçtiği yerdir. Kâr kanunu denen ilke de bu değil midir?

O halde hem kapitalizm damgalı hem endüstriyel kapitalizmin modernitesi olarak modernitede Yahudi sermaye tekelciliğinin önde gelen rolü nasıl hafife alınabilir, önemi nasıl vurgulanmayabilir? Buna bilinçli bir çarpıtma denilmese bile, rahatlıkla ideolojik körlük denilebilir. Kaldı ki, Yahudilik açısından bu durum bir suç da değildir. Her ulusal, dinsel ve etnik toplulukta ticari ve sınaî tekeller oluşabilir. Burada önemli olan, Yahudi ticari ve sınaî tekellerinin stratejik rolleridir. Finans zaten ebed-ezel Yahudi tekelinde varlık bulmuştur. Ekonomipolitiğin ticari, sınaî ve finans tekelciliğinin genelde ideolojik (Liberalizm ancak propaganda değerinde söz konusu olabilir), özelde milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçi ideolojilerle bağını çözümlemekten kaçınması, idea ettiği gibi ‘nesnel’ olma endişesinden ileri gelmiyor. Tersine nesnel olmama tüm tekellerin, özellikle iktidar tekelleri de dahil, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve bilimci kimliklerini gizleyerek objektif bir bilim olmama haliyle ilgilidir; somut, yaşanır gerçekliği can alıcı noktalarda gizlemesi ve önemsiz kılmasıyla ilgilidir. Böylece bilim değil, ideolojik propaganda aracı olarak işlev görmesiyle ilgilidir.

Dört yüz yıllık hegemonik dünya sisteminde Yahudilerin stratejik konumları hala ticari, sınaî, finans, medya ve entelektüel sermaye tekellerinde önemini daha da arttırmış olarak devam etmektedir. Bu olguyu tespit etmeden, ne küresel ne yerel hiçbir sorunu çözümleme (teorik) ve çözme (pratik) hakkıyla mümkün değildir.

Yahudilik hem stratejik ideolojik güç, hem stratejik maddi güç olarak modernitenin, ulus-devletin inşasında çok daha belirgin bir konumdadır. Ulus-devlet aracılığıyla modernitenin kesin kapitalist niteliğini açığa çıkarıp gerçekleştirirken, moderniteyi ticari, finans, endüstri ve iktidar tekellerinin birleşmiş hali olan ulus-devletle somutlaştırır, kesinleştirir. Yahudilik ulusdevletin elbette tanrısı değildir. Ama kabile çağından günümüze kadar, ana rahmindeki halinden bugünkü kocamış ve çürümüş yaşına kadar kendi ustalık sahasında geliştirmiştir.

Komplo teorilerine hiç itibar etmiyorum. Sıkça idealar ortaya atılır. Dünyayı yöneten gizli Mason Cemiyetleri, Bilderberg Toplantıları, Davos Toplantıları, 12 Kişilik Dünyayı Yöneten Daimi Konsey, BM’nin Yahudi aletliği vb. isimlendirmelerle komplo teorilerine haklılık kazandırılmaya çalışılır. Bunlarda gerçeklik payı taşıyan idealar bulunmakla birlikte, abartı yanları, dogmatik ve bilimsel olmama hali bu teorilerin ortak özelliğidir. Ama gerçek ortadadır. Mızrak çuvala sığmıyor. Yahudiliğin kapitalist modernitenin her üç ayağında da üstünlüğü tartışma götürmüyor. Her üç alanda da stratejik olarak ideolojik ve maddi güç anlamında etkili ve hatta çokça belirleyici konumdadır. Sözümün kapsamına dikkat edilmelidir: Kapitalist modernite sahasındaki etkinliğinden bahsediyorum. Yoksa daha kapsayıcı olan tarihsel toplum gerçeği olarak demokratik modernitelerdeki yerlerinden bahsetmiyorum. Yahudilik bu modernitelerde de vardır. Ama stratejik gücünden çok şey yitirmiş olarak.

Biraz sonra buna geçmeden, ulus-devleti biraz daha çözmekte yarar vardır. Yahudi ideolojisi ortaçağdan çıkışta gerek Hıristiyan gerek Müslüman muhaliflerini etkisizleştirme çabalarını yaşam stratejileri açısından hiç eksik etmemiştir. Ulus-devlet modeli hem bünyesinde taşıdığı ulus tanrıcılığı (Yahudilik’te Rab, ulus tanrıları anlamındadır), hem de tüm ticari, finansal, endüstriyel, ideolojik ve iktidar tekellerinin yoğunlaşmış hali olarak, bu konuya en uygun yaşam stratejisi modeli şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Ulus-devlette laisizm, Yahudi Ulusal Tanrısı Rab’ın konumunda işlev görmektedir. Yahudi Masonluğunun bu yönlü kavram inşası çok önemlidir. Bu yönüyle ve bu anlamda ulus-devlet Yahudiliğin en önemli evrensel yönetim aracıdır.

Yahudi tekelleri ulus-devlet modelini Anglo-Sakson kökenli tekellerle Fransa ve İspanya İmparatorluklarını çözmek için etkili bir araç olarak kullanmışlardır. Çünkü her iki güç diğer her iki güç (Hollanda ve İngiltere) için ölümcül planlara sahipti. Katliam ve tarihten tasfiye olma tehdidiyle karşı karşıya idiler. Ulus-devlet, en yoğunlaşmış birleşik tekel gücü olarak bu yönlü organize olamamış ve daha çok ortaçağdan kalma imparatorluk gelenekleriyle sonuca gitmek isteyen İspanya ve Fransa tekelciliğine karşı başarı modeli olmuştur. I. Wallerstein, ünlü eseri Dünya Sistemi’nde İngiltere’nin Fransa’ya karşı üstünlüğünü belirleyen temel etkeni ulus-devlet sistematiği olarak açıklarken, bu gerçeğin önemini belirtmiş olur.

Avusturya-Habsburg Hanedanı çökertilirken, ittifak Prusya ulus-devlet şekillenmesini öne sürer. Almanya’nın birliği Avusturya’nın önderliğinden çıkartılıp Prusya’nın önceliğine verilir. Fransa Devrimi’nde geleneksel düşmanları olan krala karşı her tür muhalefetin merkezi Londra olur. Mason teşkilatı ihtilalde önemli rol oynar. Kralın başı kesilir. Daha önceki İngiltere ve Hollanda Devriminde benzer tasfiyeler yaşanır. Prusya ulus-devleti Fransa’nın yerine yeni hegemonik güç olarak çıkmak isterken, aynı oyun Prusya’ya karşı oynanır. Marks bile muhalif olarak Londra’da ikamet etmektedir. İttifak, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla Almanya’nın hegemonik iddialarını başarısızlığa uğratır. Hitler’in gerçekleştirdiği Yahudi soykırımındaki asıl neden, Yahudi sermayesinin stratejik gücünü İngiltere’den yana kullanarak, Almanların yenilgisinde önemli rol oynamasıdır. Aynı ittifak yeni biçimlenmelerle soğuk savaşta Rusya’nın hegemonik iddialarını da başarısızlığa uğratacaktır. Bu gidişle hiç şüphe olmasın ki, idea edilen ve şimdilik bol varsayımı yapılan Çin’in hegemonik ideası depreşirse, aynı akıbeti paylaşması güçlü olasılıktır.

Günümüzde iki yüze varan ulus-devlet, New York kent merkezli BM’de temsil edilmektedir. BM’nin aynı ittifakın öncülüğünde hareket ettiği, en azından ittifakın onayı olmadan tek bir karar çıkartamadığı bilinmektedir.

Tekrar belirtmeliyim ki, iki yüze varan ulus-devleti Siyonizm veya başka bir Yahudi güç yönetmiyor. Ama iki yüzü de (Buna can düşmanları İran ve Arap ulus-devletleri de dahildir) Yahudi milliyetçi paradigmayla kurulmuştur ve ipleri dört yüz yıldır aynı ittifak çekirdeğinin elindedir. Ulus-devlet elitleri içinde hiç Yahudi bulunmasa bile, gerek paradigmatik gerek ittifakın somut tedbirleri nedeniyle (yani teorik ve pratik olarak) bağımsız hareket sahaları son derece sınırlıdır. Yapacakları işler dört yüz yıllık kapitalist modernitenin geleneksel ideolojik ve yapısal kalıplarına uygun oldukça problem yoktur. Yola devam edebilirler. G. W. Bush’un deyimiyle, eğer ‘asi devlet’ konumuna kayarlarsa, her ulus-devletin akıbeti Taliban Afganistan’ı, Saddam Irak’ı ve tarihte onlarca örneği bulunanlarla aynı olacaktır. Uluslararası sistem, BM statükosu denilen olgu budur.

Yetmiş yıllık Sovyet Rusya’sı bile ancak kapitalist modernitenin gereklerine tam uyum ifade ettikten sonra sisteme entegre edilmeye başlandı. Çin daha erken entegre edildi. Açık ki, sistem gücünü baştan beri anlatmaya çalıştığım iki stratejik güçten alıyor. İkisinde de Yahudilik tarihsel ve güncel olarak belirleyiciliğe yakın konumdadır. Stratejik ideolojik güç unsurları kültür endüstrisi, entelektüel sermaye ve medyadır. İçerikleri milliyetçi, dinci, bilimci ve cinsiyetçidir. Stratejik maddi güç unsurları ticari, sınai, finansal ve iktidar tekel yapılanmalarıdır. Devlet sistemleri olarak ulusdevletin uluslararası ittifakları resmi yapıyı ifade eder. Devasa iki stratejik güç alanının kendisini, resmi ifade olarak devletler ve sistemleriyle karıştırmamak gerekir.

 

3 -Yahudi Milliyetçiliği

Geleneksel Yahudi tüccar ve sarraf kesimi kapitalist sistemde burjuva sınıfı olarak daha görünür modern bir sıfat kazandı. Burjuvazinin yeni sosyal sınıf olarak resmi ideolojisini pozitivizmde bulması ve devlet anlayışının milliyetçiliği doğurması son derece anlaşılırdır. Hem ulusun yaratıcısı olarak, hem de yeni ideolojisiyle bu durumunu pekiştiriyor. Ulusu oluşturan tüm faktörler ulusallaştırıldıktan sonra, devlet tekeli kanalıyla egemen ekonomik tekellere transferleri zor değildir. Avrupa’nın her ulusunda hızla gelişen tekelleşme ancak milliyetçilik kanalıyla tüm ulusa yutturabilirdi. Sümerlerdeki ideolojinin başardığına benzer bir oluşumla karşı karşıyayız. Ulus en yüce birim (en eski tanrı veya yerine ikame ediliyor) olarak ilan ediliyor. Ulus içindeki devlet maddi hayatı tekeline geçiriyor. Toplumun en büyük gücü oluyor. İkisi birleşince, ulusdevlet olarak eski kral-tanrı devletinin yeni hali oluyor. Topluma mal edilmesi için mitolojilere, kapitalizm çağında felsefeye, onun tüm topluma mal edilecek vulger (kaba, basit, sıradan olanın duygularına hitap edecek seviyeye indirgenme) biçimlerine ihtiyaç vardır. Milliyetçilik bu ihtiyacı mükemmelen gideriyor. Avrupalı toplumların ulusal toplumlar olarak yolu son dört yüz yıllık ideolojik arayışlardan sonra böylece resmi ifadesine kavuşuyor. Ulus milliyetçiliği, milliyetçilik ulusu, ikisi devleti, devlet ekonomik tekeli besleyerek yeni dünya kesinleşiyor. Kendi geçici zamanı içinde tabii. Her tarafta muazzam bir ulusal ayrışma ve ateşli milliyetçilik çağı böyle gelişince, Yahudi ideolojisi tabii ki hem yoğun etkileyecek, hem de etkilenecekti.

Yahudi ideolojisinin objektif olarak baştan beri kavim ve kabileyle, dolayısıyla kavimcilik ve kabilecilikle bağlantısının olması rahat anlaşılacak bir husustur. Kabile ve kavim milliyetçiliği anlamında en eski milliyetçilik, Yahudi ideolojisinin doğal ve temel bir özelliğidir. Burjuvalaşma evresinde dönüşüm geçirmesi en kolay ideolojilerdendir. Yine bir paradoksla karşı karşıyayız. Hem milliyetçilik ideolojisinin babalığını yapacaksın, hem yeni türemeler seni reddedecek: Tıpkı maddi alanda olduğu gibi, manevi-ideolojik alanda da bu paradoks gelişti. Tüm milliyetçilikler babalarına (zorunlu maddi nedenler, tabii kapitalist tercih açısından zorunluluk) diş bilemeye başladılar. Her Avrupa ulusundaki milliyetçiler önlerindeki sorun ve engellerden Yahudi’yi (ideoloji, maddi kültür ve ulus-kavim olarak) sorumlu tutmaya başladılar. Musevi kökenli oldukları halde, tıpkı Hıristiyanlık ve İslamiyet’in Yahudiliği en temel engel saymaları gibi. Burada uygarlığın temelinde rol oynayan ve benim tezimi doğrulayan bir husus yatmaktadır. O da uygarlığın çekirdeği olarak devletin ekonomik tekel olduğudur. Yeni devletleşmelerin olduğu her yerde eski ve yeni tekeller arasında çatışma veya savaş kaçınılmaz olur. Biri ya yok edilinceye, teslim oluncaya veya çok önemsiz hale gelinceye kadar savaş sürmek zorundadır.

Nasıl ki Yahudi kabilesi için 3500 yıl önce ‘vaat edilmiş topraklar’ meselesi varsa, Avrupa’nın ulus ve milliyetçilik çağında da bu ihtiyaç şiddetle hissedilecektir. Yeni bir Yahudi ulusu, yeni toprak demektir. Avrupa Yahudilere hep karşı olduğuna göre, eski ‘vaat edilmiş topraklar’a dayalı bir akım kaçınılmaz oluyor. Siyonizm denilen Yahudi burjuva milliyetçiliği 19. yüzyılın milliyetçilikler çağının etkin bir örneği olarak böyle doğuyor: Öykü bundan sonra tarihe girer. Çok kısaca söylenmesi gereken şudur: Dönemin çok güçlü iki devletine ihtiyaç vardır: Almanya ve İngiltere. Fransa üçüncülüğe düşmüş durumdadır. Yahudi milliyetçileri iki kanatta da çok çalışıyorlar. İngiltere ve Hollanda devletini nasıl güçlü kıldıkları biliniyor. Almanya’da da benzeri bir işlev gören Yahudi sermayedarı işe koşuluyor. Yahudi entelektüeller de entelektüel sermaye (Alman ideolojisi) oluşturulmasında büyük katkı sahibidirler. Alman İmparatoru bu destekleri sayesinde iki kez Kudüs’e giderek yeni yurt hareketine ilgisini belli eder. Birinci Dünya Savaşı kazanılsa, Alman ve Osmanlı (İttihat ve Terakki’nin en güçlü kanadı Almancıydı ve Selanik Yahudileriyle, sermayedarlarıyla bağlantılıydı) korumasında Yahudilik erkenden ve çok daha güçlü temellerde Filistin’e veya eski topraklarına dönmüş olacaktı. Zaten Londra kanadında geleneksel bir ağırlıkları vardır.

… Hitler, Alman yenilgisinden kesin olarak Yahudileri sorumlu tutuyor. Şunu çok iyi görüyor: Londra’nın üstünlüğü Yahudi ideolojisi ve milliyetçiliğinden bağımsız değildir. Almanya büyük bir ihanete uğramıştır. Sorumlu Yahudi’dir. Benzer sorunları olan her ulusta (Fransa’da Dreyfus olayı) anti-Yahudicilik böyle gelişir.

Hitlercilik asla savunulamaz. Soykırım en büyük insanlık suçudur. Bunlar tartışılmaz insani, toplumsal gerçekliklerdir. Yahudi aydınlarının insanlığın soylu özgürlük, eşitlik ve demokratik toplum mücadelesindeki konumları da küçümsenemez. Peygamberleri bir tarafa bırakalım, yeniçağda Spinoza’dan başlayan, Marks, Freud, Rosa Luxemburg, Trostky, Adorno, Hannah Arendt ve Einstein’a kadar giden çok sayıda entelektüel ve devrimcinin durumu bellidir. Yahudi entelektüelindeki demokratik sosyalist boyutların çok güçlü olduğunun farkındayım. Adorno’nun yargısını yinelemeyeceğim. Ama soykırımda Yahudiliğin (hem maddi hem manevi kültür alanında) objektif konumunu çözümleyici ve politik sonuç alıcı bir konuma taşımak için gerekli eleştiri-özeleştiriyi ne zaman yapacak ve eylemine geçecekler? İdeolojik güç olarak, hem de öncülük konumları itibariyle Yahudi milliyetçiliği doğru çözümlenmedikçe, ne Yahudi soykırımının anısı layıkıyla değerlendirilir, ne de yeni soykırımlar, katliamlar önlenebilir. Yahudi milliyetçiliği küçük bir ulusun milliyetçiliği değil, dünya milliyetçiliğidir. Bütün milliyetçiliklerin, ulus-devletçilerin babasıdır. Ne acıdır ki, milliyetçiliğin en büyük ve tarihte eşine az rastlanır kurbanı da Yahudiler olmuştur.

Yahudilik sorun olarak çok tartışılmıştır; bizzat Marks, Freud gibi önde gelen Yahudi aydınlar tarafından. Ama şu sorun yanıtsız kalıyor: Soykırıma nasıl gelindi? Soykırımın anısı ancak başka soykırımların olmamasına bağlı olduğuna göre, bu nasıl gerçekleştirilecek?

… Yahudi örneği temelinde varabildiğim tüm sonuçları şöyle formüle edebilirim:

Yahudi kabilesi Sümer ve Mısır uygarlığına özendi. Bu özenmenin karşılığı sürgün oldu. İnatçı küçük kabile (sanki tüm kabilelerin yapmak istediğine öncülük edercesine) kıskançlığından kendi kabilecilik ideolojisini (dinini) inşa etti. Kudüs Krallığını kurdu. Kurduğu krallık yıkıldı. Daha da inat etti; dünyaya yayıldı. Kabilesine, sonra kavmine yer aradı. Vermediler, sürdüler. Yenilmemek için atoma kadar indiler, uzaya kadar gittiler. Kabile bu sefer küçük ulus-devletiyle uygarlık önderliğine oynuyor. Belki de ebelik ettiği tüm Ortadoğu ve hatta dünya uygarlık ve devletini yıkabilir. Ama o zaman kendisi de kalmaz. Çünkü küçük Yahudi uygarlığı, dünya uygarlığının özüdür. Dünya uygarlığı olmadan Yahudi uygarlığı, Yahudi uygarlığı olmadan dünya uygarlığı olmaz. Yahudi soykırımının en büyük dersi budur.

... Bilgeler çoktan ateşi ateşle söndüremezsin demişlerdir. Uygarlık ateşinden küçük uygarlık ateşleri (ulus–devletler, genelde tekeller) yakarak kurtuluş sağlanamaz. Tarih boyunca uygarlık güçlerine karşı savaşan tüm kabile, kavim yoksullarının, mazlumlar ve kölelerin önderleri ya öldürüldüler ya da kazandılar.

Ölenlerin anısı unutulamaz. Ama kazananların ilk yaptıkları, kendilerini de uygarlık yapmak oldu. Çünkü başka türlüsünü bilmiyorlardı. Bilimsel sosyalizmin zafer kazanmış önderleri bile kapitalist modernitenin demir kafesli örneği olmaktan kendilerini kurtaramadılar. Soykırıma uğrayanlar hiçbir zaman böylesinin başlarına geleceğini düşünmemişlerdi. Ama oldu.

Bu noktada kalbim kesinlikle en anti-jenositçi geçinenden daha fazla jenosid kurbanlarını anlamaktadır. Neden anlıyorum, hiçbir Yahudi’nin anlamadığı kadar? Çünkü aynı sistem beni de o çarka almıştı da ondan. Tabii yine Yahudi gücüydü sistemi çeviren. O ideolojinin iktidar savaşı, uygarlık yaratım gücü olmasaydı Hıristiyanlık, Hıristiyanlık olmasaydı Hitler olur muydu? Hitler’i doğuran Alman milliyetçiliği nasıl Alman ideolojisinde, dolayısıyla Aydınlanma ideolojisinde (pozitivizm ve biyolojizm) köklerini buluyorsa, Yahudi ideolojisinin Aydınlanmadaki rolü ve Yahudi milliyetçiliğiyle bağlantılarıyla da bu vesileyle (Aydınlanmacı ortak kök) diyalektik ilişki içindedir. Yani nasıl Yahudi kabile ve kavimciliği Yahudi milliyetçiliğinin köklerini oluşturuyorsa, Alman kabileciliği ve kavimciliği de Alman milliyetçiliğinin köklerini oluşturur. Almanya’daki iç içe gelişmeleri, aralarında ekonomik ve siyasal tekeller nedeniyle girift ilişkilere yol açmıştır. Tüm bu tarihsel-toplumsal gelişmeler iki milliyetçilik arasındaki bağı gayet açıkça göstermektedir. Her iki milliyetçilik aşılmadıkça, soykırım kurbanları anlamlı anılamaz ve yeni türlerinden kurtulunamaz.

Benzer bir karşılaştırma Arap ideolojisi ve milliyetçiliğiyle Yahudi ideolojisi ve milliyetçiliği arasında yapılabilir. Sonuçları diyalektik ve çarpıcı olacaktır. O olmasaydı İslam, İslam olmasaydı Hz. Muhammed olur muydu? O olmasaydı Baas, Baas olmasaydı Saddam olur muydu? Totoloji yaptığım söylenecek. Fakat söylediklerim uygarlık çözümlememin süzgecinden geçmektedir. ABD dünya gücüdür, hegemondur, imparatorluk bile olabilir. Şimdi Ortadoğu’da İsrail için savaşıyor. Belki yarın İran’la da savaşabilir. Neden yine soykırım tehlikesi var? Bu sefer atom silahları da kullanılacaktır. Nükleer savaşı nükleer savaşla önlemek! Bunun kapıdaki tehlike olduğunu kimse inkâr edemez. Kaldı ki, bir Hiroşima yeter! … Uygarlık kurulurken göksel tanrıların himayesinde olduğu söylendi. Yıkılırken atoma sığınıyor. Sahtesi gerçeğinden bin defa daha fazla tercih edilir. …

 

4: Anadolu Yahudiliği:

….

Selçuklu-Yahudi ve Grek-Yahudi ilişkileri önemlidir. Doğu Yahudileri ortaçağda Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar yayılmışlardır. Hazara Yahudi Türk Devleti bu sürecin ürünüdür. Dönmecilik ve açık Yahudicilik İslam ülkelerinde yasaklanmış olmayıp, özellikle iktidar ve devletlerin stratejik alanlarında geleneksel ideolojik ve maddi güçleriyle etkilidirler. Ticaret ve bankerlik Batıdakinden aşağı kalır bir konumda değildir.

Hıristiyanlarla geleneksel çelişkileri (İsa’nın çarmıha gerilmesi ve Hıristiyanlığın Batı’nın resmi inancı haline gelmesi) 1179 Lateran Konsey Kararıyla gettolaşmaya dönüşünce ve 1391 ile 1492 İspanya sürgünleri söz konusu olunca, Yahudiler kendileri için daha çok anayurt ihtiyacı duymaya başladılar. ‘Vaat edilmiş ülke’ kavramı hâlâ canlıdır. Daha yükseliş döneminde Osmanlı saltanat çevreleriyle kurdukları ilişkiler olumlu sonuçlarını verecektir. Bankerlik ve ticaret Osmanlılar için de önemini arttırınca, Yahudilik de konumunu güçlendirecektir. Osmanlıların sürekli Hıristiyan nüfus üzerinde iktidarlarını yayıp geliştirmeleri, Batıda Hıristiyanlık âleminde (Katolik ve Ortodoks olanları) konumları giderek zorlaşan Yahudilerin İngiltere ile benzer bir ittifakı Osmanlı padişahları ile de yapmalarını beraberinde getirdi. Ortak görüş 1550-1600 yıllarında bu ittifakın güçlenmiş olduğudur. Aynı tarihte Protestan olan Hollanda ve İngiltere ile de benzer ittifak geliştirilecektir. Protestanlık, kapitalizm, ulus-devlet, modernite ve Yahudi ilişkisi araştırılmaya değer önemli bir konudur.

İspanya İberik Yarımadasının Müslümanlar ve Musevilerden temizlenmesi (1600’lere kadar tamamlanır), karşı hamle olarak Anadolu’nun Hıristiyanlıktan temizlenmesini gündeme getirir. Tarihin Anadolu’daki en eski halklarından olan, güçlü bir maddi ve manevi kültür tarihi bulunan, ama erkenden Hıristiyanlaşmış Rumlar, Pontuslular, Ermeniler ve Süryanilerin trajedisi, bu gündem nedeniyle tersine dönmeye başlar. Akdeniz’in her iki ucundaki yarımadalar adeta birbirlerine misilleme yaparcasına adım adım karşılıklı tasfiyeleri gerçekleştirirler. Yahudilerin 1550-1600 hamlesinden sonra ikinci büyük hamleleri İttihat ve Terakki Partisi ile (1890’larda; Siyonist Kongre 1896’da aynı dönemde kurulur) yaşanır. Selanik merkezli ve Sabetay’dan (1650’lerden beri) gelme dönmecilik hareketiyle iç içe gelişen İttihat ve Terakki’nin en azından bir kanadının Yahudi olduğu kesindir. İnşa ettikleri ulusçuluk (Cohen, Wamberi) kelime olarak ‘Türk’tür; ama içeriği Mason ve dönme olan Kürt, Arnavut ve Yahudilerle doludur. Sosyolojik bir olgu olarak Türklükle pek ilgisi yoktur. Tümüyle siyasi bir Türklük söz konusudur. Almanya ve İngiltere Yahudilerinin üzerlerinde yarışan bir etkisi de önemlidir. …

Sonuçta bence Yahudiliğin Anadolu’daki tarihleri, yaşadıkları sürgünler ve ulus-devlet inşa tecrübeleri stratejik, ideolojik ve maddi güçleriyle birleşince, gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, gerek hızla (muhtemelen 1926’larda) ulus-devlete dönüştürülmesinde önemli bir rol oynar. Tıpkı 1600’lerde Hollanda ve İngiltere’de olduğu gibi. Cumhuriyetin hızla ulusdevlete dönüşmesini ve Anadolu Hıristiyanlığının tasfiyesinden sonra geleneksel İslam ve Kürtlerin kültürel tasfiyelerinin gündeme gelmesini (Hıristiyanların fiziki tasfiyeleri de söz konusudur) sadece Türklerin ulus olma projesi olarak sunmak büyük yanlışlıklar içerir. Konu daha kapsamlıdır ve Yahudilerin Anadolu’yu İsrail’den önce Yahudi anayurdu olarak kabul etmeleriyle yakından bağlantılıdır. Bu konunun Yahudiler arasında çok tartışıldığı bilinmektedir. Mustafa Kemal’e dayatılan Selanik veya Edirne merkezli Yahudi projesi örtbas edilen bir konudur. Ancak İsrail’in kuruluşuyla birlikte bu projenin önemini yitirdiğini belirtmek mümkündür. Ama Anadolu’da TC üzerinde Yahudilerin ve İsrail’in ilgisi halen stratejiktir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasında Mustafa Kemal Atatürk’ün konumu tartışmasızdır. Ama kendisine rağmen tanrısallaştırılması, tarih boyunca çok yerde yaptıkları gibi bir Yahudi ideolojik kurmacasıdır. Yahudi evrenselciliğinde (Levhi Mahfuz, kader, yasacılık, determinizm, ilerlemecilik; Sümer tanrı kurmacalığının tek tanrılı dinlere dönüştürülmüş biçimi) tanrısallaştırılma çok geliştirilmiş ve uygulanmış bir kavramdır. Gerek peygamberlerce, gerek modernite döneminde entelektüellerce geliştirilen her türlü edebi ütopya, altınçağ, teori, varsayım ve kanun gibi zihniyet kavramlaştırmaları bu gelenekle yakından bağlantılıdır. Tüm Ortadoğu halklarına ilişkin olduğu gibi, Türkler üzerinde de bu yönlü yoğun tanrısal seküler-laik hegemonik dogmalar inşa ettikleri doğru çözümlenmedikçe, bölgeyi kavramak eksik ve zor olacaktır.

….

Sonuç olarak Yahudiliği sadece kapitalizm, modernite ve ulus-devlet bağlamında düşünmek eksik ve yanlış olur. Demokratik modernite üzerinde de önemli etkisi olmuştur. Tarih boyunca tıpkı iktidarcı-devletçi kanat (Yahudi Krallığı, İsrail Devleti) kadar olmasa bile, yine de güçlü bir Yahudi demokratik uygarlık modernite kanadı hep olagelmiştir. Yoksul ve kabile bağları zayıf Yahudilik de tarihte hep kendinden bahsettirmiştir. Hz. İbrahim’in cariye Hacer’den olma oğlu İsmail’den Mısır’daki Yusuf’a, Musa’nın kızkardeşi Meryem’den İsa’nın annesi Meryem’e kadar çok sayıda peygamber, yazar, aydın, sosyal anarşist, feminist, felsefeci ve bilim adamı ve tüm emekçi halkıyla Yahudiliğin diğer yüzü demokratik uygarlık ve modernite mücadelesinde büyük buluşlar, icatlar, teoriler, devrimler ve sanat eserleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler ideolojik ve maddi güçlerini hep tekeller uğruna harcamamışlardır. Daha aydınlıklı, adil, özgür ve demokratik bir dünya için de çok önemli çaba ve başarıları olmuştur. Hangi peygamber hareketini, kardeşlik ve yoksullar dayanışmasını, ütopik hareketi, sosyalizm, anarşizm, feminizm ve ekolojik hareketi Yahudisiz düşünebiliriz? Felsefi ekoller, bilimsel ve sanatsal hareketler, dinsel mezhepler Yahudisiz çok az düşünülebilir. Kapitalizme karşı sosyalizm, ulusdevletçiliğe karşı enternasyonalizm, liberalizme karşı komünalizm, toplumsal cinsiyetçiliğe karşı feminizm, endüstriyalizme karşı eko-ekonomizm, dinciliğe karşı laisizm, evrenselciliğe karşı yörecilik(yerellik) Yahudilik ve Yahudiler olmadan acaba ne kadar gelişebilirdi?

Açık ki, Yahudilik her iki modernite dünyası açısından da önemlidir. Tarihin önemli kısımlarında ve günümüzde bu önemlerini korumuşlardır. Buna rağmen, Yahudi sorunu tarihte olduğu gibi günümüzde de varlığını korumaktadır. Başta da belirttiğim gibi, Yahudiliğe tanrının seçkin topluluğu olarak bakmak da, günah keçileri olarak görüp değerlendirmek de, çokça örneği görüldüğü gibi vahim yanlışlıklara ve oluşumlara yol açar. … Hem yerel hem küresel çözümlemeler, Yahudi gerçekliği göz önüne getirilmeden, yeterince doğru ve sonuç verici olamazlar.

Konuyu bağlarken, K. Marks’ın bir sözünü tekrarlamak isterim: Marks, “Proletarya kendini kurtarmak istiyorsa, bu işin dünyayı kurtarmadan gerçekleşemeyeceğini bilerek hareket etmelidir” demişti. Ben de diyorum ki, Yahudilik eğer kendini kurtarmak istiyorsa, bunun dünyayı kurtarmadan gerçekleşmeyeceğini bilerek, stratejik olan ideolojik ve maddi gücünü bu temelde kullanmalıdır. Demokratik modernite bu temelin başında gelmektedir.

Çözüm Ortadoğu demokratik uygarlığındadır. Ortadoğu nasıl Yahudi’siz bir harabeyse, Yahudi de Ortadoğu’suz hep soykırımlar sürgünüdür. Tarih yeterince derslerle doludur. Yahudi aydını kendi sorununu, yani bu sorunun dünya sorunu olduğunu gittikçe iyi fark ediyor. Çözüm yeri Ortadoğu’da aranmalıdır. Demokratik Ortadoğu’nun bir hayal değil, ekmek ve su kadar günlük harcımız olduğunu asla unutmayalım. Yahudiler hem soykırımı anmanın, hem de yeni bir soykırıma ebediyen düşmemenin yolunun demokratik Ortadoğu uygarlığından geçtiğini bilmeli; tüm Ortadoğu halkları da Yahudi’siz demokratik Ortadoğu olamayacağını, tarihi bir demokratik uzlaşmanın tek çözüm yolu olduğunu bilerek, demokratik toplumu inşa görevine dört elle sarılmalıdır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.