Düşünce ve Kuram Dergisi

Şiilik/ Nusayrilik/ Alevilik Üstüne

Mehmet Bayrak

Şii geleneğinin tarihsel boyutu

Şii kavramı Şia’dan geliyor ve literatürde İslamiçi iktidar mücadelesinde Hz. Ali yandaşları ve yandaşlığı için kullanılıyor. Zaten, aslı Arapça “Aleviyye” olan Alevilik ile, “Aleviyyun” olan Aleviler kavramı esas olarak Ali yandaşlığı ve yandaşları” olan Arap Şiası için kullanılıyordu. Yani tam da bugünkü Arap Şiiliğini ve Şiilerini karşılıyordu. Köklerini, Emevi – Abbasi halifelerinin iktidar kavgasında, Abbasi yandaşlığından alan bu akım, neredeyse 1500 yıllık bir geçmişe sahiptir.

Mazdekçilik, Hurremilik, Yaresanlık, Babailik, Bedreddinilik, Kızılbaşlık, Rafızilik, Ehlihaqlık, Rayehaqlık gibi kavramların yerine “Alevilik” kavramının özellikle İttihadçılar döneminde Türkiye’de literatüre sokulması boşuna değildir. Bu yolla, Aleviliğin Bektaşilikle birlikte “Türk Müslümanlığı” olarak sunulması ve tek din ekseninde Devlet güdümlü Hanefi Müslümanlığı içinde eritilmesi amaçlanmıştır.

Ancak, özellikle eski İslamdışı dinlerin varisleri olan İran ve kısmen Suriye’de Şiilik farklı bir içerik kazanmış ve farklı bir forma dönüşmüştür. Özellikle, İslam Halifeliğinin büyük saldırılarına maruz kalan İran’da, Kızılbaş olan Safevi yönetimleri, 16. yüzyılda Yavuz Selim’le birlikte Hilafeti zorla ele geçiren ve Kuran’ı referans olarak kullanan Osmanlı yönetimlerine karşı tutunabilmek için, İslam’ın bir türevi olan Şiiliğe, hatta zayıf Şahlar döneminde Sünniliğe sarılıyordu. Bu anlamda, Ortadoğu’da yüzlerce yıl rekabet içinde bulunan Osmanlı’nın Sünni Müslümanlığı, İran’da oldukça etkileyici ve yönlendirici olmuştur. Buna rağmen, gerek İran Şiiliğinde, gerekse İslamiyetle birlikte birçok acılı olaya sahne olan Suriye Nusayriliğinde o toplumların eski inançlarının izlerini bulmak mümkündür.

 

Sünni-Şii çelişkisinin Ortadoğu’nun siyasal yapılanmasındaki rolü

Dinler ve inançlar da, ideolojiler ve kültürler gibi siyasi rejimin ve yönetici elitin istemlerine uygun bir renk ve şekil alıyor. Kim düşünebilirdi, sol kesimin ve Kürtler’in desteğiyle despotik bir monarşi yönetimini alaşağı eden İslami molla rejiminin, bin yıllardan sonra tüm kadınları çarşafa sokacağını. Açın bakın

İran’a ilişkin geçmiş yüzyıllara ait görsel ürünlere, o dönemlerde bile böyle bir manzaraya tanık olamazsınız…

Önemli bir kültürel, edebi ve felsefi geçmişe sahip olan İran’da, 20. yüzyılın sonlarında bu nitelikte bir rejimin kurulmasını ben, yine dinin ve dince kutsal sayılan değerlerin çıkar amaçlı kullanılmasına bağlıyorum. İran’daki İslami darbenin hemen akabinde, önde gelen mollaların da, bir anda iktidarı kucaklarında bulduklarını ve bu nedenle o dönemde sol tandanslı unsurlurla Kürtler’e ihtiyaç duyduklarını, ancak kendilerini güvenceye aldıktan sonra bu unsurlara da cephe açtıklarını hem işittik hem de gözlemledik.

Bu nedenle, bugün aslolan Ali- Muaviye çatışması değil; ulusal, sınıfsal ve zümrevi çıkarlardır. Ortadoğu’da karşılaştığımız ve izlediğimiz tablo da esas itibarıyla budur…

 

İran, Irak, Suriye’deki Şiilik arasında Anadolu Aleviliği

Bu üç ülkedeki Şiilik arasında, tarihsel geçmişlerinden ve kültürel yapılanmalarından kaynaklı kimi küçük nüanslar bulunmasına rağmen, esas olarak aralarında ciddi farklar yoktur. Başta Manicilik, Mazdekçilik, Karmatilik gibi kimi eski din ve inançların kalıntıları olmak üzere, bölgedeki Şii akımlar arasında bazı renk ve doku farklılıkları bulunmasına rağmen; süreç içerisinde bu akımlar siyasal çıkarlar ekseninde birbirine yaklaşmış ve uyumlu bir hale gelmiştir.

Bu anlamda, tümü iktidara taşınabilmiş bu Şiilik akımları karşısında Kürdistan ve Anadolu Aleviliği, çok farklı içeriğiyle çok farklı bir yerde durmaktadır. Sözgelimi, geçmişte Suriye’deki Lazkiye bölgesi en önemli Kızılbaş/Alevi ocaklarından birinin merkezi iken; bugün oranın Nusayrileri de diğer Şii topluluklarla oldukça benzeşmiştir.

“Ali, Ehlibeyt, 12 İmam”gibi kimi ortak kült-semboller ve “cem törenleri” gibi ortak ritüeller ile “reankarnasyon” yani “don değiştirme” gibi ortak algıları bulunmasına rağmen; Kürdistan ve Anadolu Aleviliği ile “Arap Aleviliği” olarak nitelendirilen Nusayrilik arasında büyük farklar vardır. Bir defa, başta “Ali” kültü olmak üzere Alevilik’teki kült algısı bile ötekilerden çok farklıdır. Sözgelimi Aleviler, insan öldüren ve çok evlilik yapan bir Ali algısını kabul etmedikleri için, “Bizim Ali’mizin elindeki aşk kılıcı, altındaki aşk atıydı” derler…

Bu nedenle, yıllar önce Türkiye’deki bir İslamcı lider tarafından bile “bir çeşit sapık Alevilik olan Nusayrilik” nitelemesiyle suçlanan Nusayrilik ile Alevilik arasındaki benzerlik içerikten ve özden çok, içinde bulundukları toplumdaki mahalle baskısının yarattığı konumlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Nusayrilik de, bir “doğal ve felsefi din” olarak gördüğüm Alevilik de, geçmişten bu yana Ortodoks İslamın baskısına ve zulmüne maruz kalmışlardır. İslama yakın gözükmeye çalışmaları, hatta kendilerini “hakiki İslam” veya “İslamın özü” olarak sunma çabaları da, korunma içgüdüsünden kaynaklanmaktadır…

 

Ortadoğu’nun şekillenmesinde Şiiliğin misyonu ve önemi

Sadece din eksenli politikalarla hareket etmek ve günümüzde hedefe ulaşmak mümkün değildir. Esasen, dini karakterli ideolojiler yerini modern ideolojilere bırakmaya mahkumdur. Nitekim, geçmiştenberi Batılı devletlerin desteğiyle iktidarda kalan despot yönetimler; yine aynı devletlerin desteği ve iç dinamiklerin kalkışmasıyla birer “kağıttan kaplan” gibi yıkılıp gittiler. Ancak, bu toplumlarda bir demokrasi deneyimi olmadığı için, gelen yeni yönetimler de toplumu mutlu kılmaktan ve farklı inançtan azınlıklara güven vermekten henüz çok uzak…

Türkiye’daki mevcut yönetimin tüm çabalarına rağmen, Suriye’deki rejimin devrilmemesi de esas olarak bu kuşkulu durumdan kaynaklanıyor. Suriye’de iktidara getirilmesi planlanan Sünni Araplar’dan oluşan yeni rejimin; başta Kürtler, Ermeniler, Hıristiyanlar, Nusayriler hatta Türkmenler’e özgürlük getirmek yerine daha da kaos yaratacağından kuşku duyulduğu için Batı dünyası çekimser ve ikircikli davranmaktadır. Öyle görünüyor ki, geçmişte 1930/40’lı yıllarda Nusayriler üzerinden Suriye’ye müdahale etmeye çalışırken, bugün Sünniler üzerinden benzer bir politikayı üretmeye ve uygulamaya çalışan Türk yönetimi beklediğini bulamayacaktır. Yapılacak şey, son 50 yıllık geçmişte Türk- Baas yönetimlerinin işbirliğiyle haksızlığa uğratılan Kürtler başta olmak üzere, farklı kimliklerin federatif bir yapıya kavuşturulması ve Suriye’nin bir bütün olarak demokrasiye evrilip dönüşmesidir.

YIL 2012

 

(Mehmet Bayrak’ın 1999 yılında kaleme aldığı Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm adlı kitapta yer alan “Türkiye-Suriye Ekseninde Kürt Sorunu” yazısı bugünün sorunlarına ışık tutan bir belgeyi açıklamaktadır. Genelde Ortadoğu özelde Suriye meselesine Türkiye cephesinden yaklaşımın izlerini sürmekte önemli belge ve bilgilere haiz kitaptan bir bölüm; hem dünü hem bugünü hem de yarını anlamakta önemli bir referans kaynak olacaktır.)

“Kürt olgusu ve Hatay sorunu, Lozan’a paralel olarak iki ülke (Türkiye-Suriye) arasında hassas sorunlar ve bölgenin yumuşak karnı olmaya başlar. Hatay, 1938’de Türkiye’ye bağlanıncaya kadar da tahmin edileceği gibi taraflar çeşitli ince yöntemlere başvururlar.

İşin ilginç yönü, Manda yönetimi döneminde Hatay’ı Türkiye’ye yaklaştıracak yolun taşları da; gizli Kürt ve Alevilik uzmanı Hasan Reşit Tankut’a döşetilir. Hasan Reşit Tankut, 1891 Maraş/ Elbistan doğumludur. Çocukluğu Cebel’ud Duruz’da (Dürzîler Dağı) askerler ve yerli halk Dürzîler arasında geçmiş. Tankut. 1909 yılında Şam İdadisini (Lise) bitirdikten sonra, İstanbul’da Hukuk ve Siyasal bilimler eğitimini yapmış.

Bizzat Atatürk’ün seçmesiyle milletvekili olan Tankut, yine onun talimatıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Profesörlüğüne atanır. Resmi tarih ve kültür anlayışının kurumlaşmasında önemli görevler üstlenir. “Güneş–Dil Teorisi” bunların başında gelir.

Onun ilgi ve görev alanlarından biri de Nusayriler’dir. Nitekim kendisi özgeçmişini anlatırken, “Hatay davamızı anlatmak amacıyla ve Atatürk’ün isteği üzerine 1938’de Nusayriler ve Nusayrilik adında bir kitap neşrettim. Bu kitap hemen Arapca ve Fransızca’ya çevrildi, çok tutuldu ve arandı” demektedir.(Bkz. M Bayrak: Kürdoloji Belgeleri, s.203)

O tarihlerde Suriye yönetiminde Sünni çoğunluk bulunmaktadır ve Suriye’nin yumuşak karnı NusayriAleviler üzerinde odaklanmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’den yürütülecek politikanın hedefi bu kitledir. 24.11.1947 tarihli Rapor, şu cümleyle başlıyor: “Suriye Alevilerini Suriye Hükümetine karşı bir varlık ve benlik davasına kaldırmak imkân içindedir.”

Daha sonra bu belirleme “Suriye Alevileri’nin Sünni Araplar ‘dan nefret etmeleri” temelinde 6 madde halinde biri vadeli diğeri vadesiz iki yöntem kullanılabileceği vurgulanıyor.

Vadeli yöntem için öngörülenler şöyle: “Vadeli usulde: gazete. Kitap ve dini söylevler, vaaz ve dualar başlıca etkenlerdir. Açık olarak dövizler, amblemler, bilimsel yazılar; gizli olarak da kötüleme, karalama ve hor gösterme bu memlekette ayrılma isteğini başka memleketlerde olduğundan daha güçlü olarak geliştirir. Türkiye içinde eski kültür komitaları yeniden canlandırılmalıdır. Bu komitalar, esas çalışmayı maskelemeye de yarar.”

Süresiz yöntem için öngörülenler, daha da ilginçtir. Yalnızca birkaç kesit vermek bile bir fikir vermeye yeterlidir: “Vadesiz usulde; kestirme ve çabuk hareket şarttır. Bunun için Suriye Alevilerinden birkaç idealcinin Türk sınırları içinde (Lazkiye Bağımsızlığı) adına bir Kurtuluş Komitası kurmaları gerekir.

Bu Komita, Suriye’deki Alevi toprakları da en kısa bir zamanda örgütlenmeye başlayacaktır. Komitanın Suriye topraklarında gazetecileri, sözcüleri bulunur. Fakat en etkili yayın Suriye Dağında yapılacak olandır. Lazkiyeli birkaç kişinin mesela, İskenderun ve Gaziantep’te Arap diliyle bir gazete veya dergi çıkarması önemlidir. Bu gazete veya dergi, günlük duruma göre ya açıktan veya gizli olarak Alevi topraklarına sürülür.”

Komita. Suriye Alevilerine kendilerini ve haklarını koruyacak biricik devletin Türkiye olduğunu telkin edecek, modern ve laik anlayışla bu memlekette vicdan, inanç ve düşünme özgürlüğünün olgunluk derecesine varmış olduğunu anlatacaktır.”

İşte Türkiye- Suriye ilişkilerine tutulmuş küçük bir ayna… Keşke iddia edildiği gibi Türkiye modern, laik ve demokratik bir ülke olarak hem içiyle hem de dış komşularıyla barışık olsa da; Türk’ü Kürd”ü, Arab’ı ve Alevisi Sünnisiyle bu gerilimi ve çelişkileri yaşamasaydık!…”

YIL 1999

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.