Düşünce ve Kuram Dergisi

Arap Baharının Çıkmazları

Ayfer Ekin

Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler dünyanın herhangi bir coğrafyasında yaşananlardan daha fazla dünya gündemini meşgul etmektedir. Son yıllarda yaşanan gelişmelere ‘Arap Baharı’ adı verildi. Bu gelişmelerin nedenleri, açığa çıkarttıkları ve gelecekte hangi mecralara akacağı yönünde birçok değerlendirme yapıldı, yapılıyor. Herkes kendi cephesinden yaşananları değerlendirip ona göre politika, duruş ve yaklaşım belirlemeye çalışıyor. Herkesin durduğu yerden olayları değerlendirmesi anlaşılır bir durumdur. Fakat bu çoklu yorum sadece durulan yerden bakmakla açıklanamaz. Gelişmelerin dolayısıyla sorunların çokluk karakterinden kaynaklandığını da görmek gerekir. ‘Arap Baharı’ denilen süreci başlatanın Batı olduğu ve Batı’nın çıkarları doğrultusunda işleyen bir süreç olmasından tutalım sorunun kaynağının kim ve ne olduğuna, sürecin nereye evirileceğine yönelik değerlendirmelerin hepsinde bazı gerçekler ortaya konulmakta fakat bütün bunlar yaşananların sadece bir kısmını dile getirmekte, bütününü değil.

Gelişmelere ‘Arap Baharı’ adının verilmesini eleştirmekle işe başlamak gerekiyor. ‘Arap Baharı’ tespiti bütünü parçalamaktır. Arap ülkelerinde açığa çıkan gelişmeleri diğer gelişme ve direnişlerden koparmak, onların etkisini yok saymak anlamına gelmektedir. Bu, Ortadoğu toplumlarının kendilerine dayatılanlara karşı, geleneksel direniş biçimleri olarak toplumsal varlıklarını bulundukları formlarda (aile, aşiret, mezhep,tarikat vb.) dağ ve çöllere çekilme pahasına sürdürme geleneklerini, yine bu formları önemli değişikliklere uğratarak ideolojik, politik, eylemsel ve alternatif olma gücüne ulaşmış biçimlerini-ki, bunun en etkili ve güçlü örneği Kürt halkının sergilediği direniştir –görmemektir. Bunda ideolojik bir tutumun olduğu şüphe götürmez. Belki de ‘Arap Baharı’nın açmazlarının başında bu durum gelmektedir.

Bu nedenle ‘Arap Baharı’ kavramını yukarda belirtiğim bütünselliği gözardı etmeden geleneksel ve alternatif direniş dışında var olan ama kesinlikle onlardan etkilenen gelişmeleri ifade etmek için, kullanacağım.

Tıkanıklığı, ideolojik-politik, örgütleme ve eylem boyutlarıyla irdelemek faydalı olabilir. Bu bağlamda bu yazıda öncülük sorunu irdelenmeye çalışılacak. Yine tarihsellik ve güncelik bağı kurulmamış değerlendirmeler yeterince aydınlatıcı olmayacağı düşüncesiyle tarihsel bazı örneklemeler kısaca da olsa yer alacaktır. Son bölümde ise; alternatif olmasından kaynaklı Rojava değerlendirilecektir.

Gelişmeleri, ‘Arap Baharı’nı da “az direnildi”, “çok direnildi” klasik yaklaşımının ötesinde dğerlendirmek önemlidir. Bunun için tarihin Ortadoğu’ya yüklediği, genelde uygarlığa özelde ise Kapitalist Modernite’ye karşı kendisini başta tez haline getirme sonra bir antitez olarak eylem rolü perspektifinden değerlendirmek önemli olacaktır.

Savaş ve Tarafları

Tunus’taki gelişmelerle birlikte zincirlemesine başlayan ve birçok Arap ülkesinde görülen yoğun kitlesel eylemlilikler, hem nicelik hem de nitelik olarak tahlil edilmeye değerdir. Toplumun birçok kesiminden kadın, genç, yoksul, emekçi, orta sınıf, dini grup, asker vb. gibilerden oluşan kitlelerin gece gündüz meydanları doldurarak kendi taleplerini dile getirmeleri; özellikle gençliğin iletişim araçlarını kullanması gibi durumlar otoriter rejimlere sahip olan bu ülkelerde ilk kez etkin bir biçimde görüldü. Talepler genellikle mevcut yönetimlerin gitmesine yönelikti. Bu talep bazı ülkelerde ortaya konan eylemlerden sonra; bazı ülkelerde eylemlerin biçim değiştirerek çatışmalara dönüşmesi sonrasında değişti. Bazı yönetimler revizyon yaptı, bazılarıysa halen direniyor. Olaya bu boyutuyla bakarsak, Libya ve Mısır gibi ülkelerde sorunların ortadan kalkması gerekiyor. Ama tam tersi şu an bu ülkelerde yaşananlar ‘bahar’ın başlangıcından daha az karmaşık değildir. O zaman sorunların kaynağını daha derinlerde aramak gerekiyor.

‘Arap Baharı’nın en önemli açmazı sorunun kaynağını doğru tespit edememesi; daha doğrusu yaşananları doğru anlamlandıramaması, adlandıramamasıdır. Bu nedenle şu anda Ortadoğu’da yaşanan bir savaştır. Savaşın kaynağı da yapısaldır. Yaşananın savaş olduğunun anlaşılmaması ‘savaşın toplumsallaştırılması’ndandır. Savaşın klasik anlamda iki ordu-askeri güç arasındaki çatışma olması 1. ve 2.Dünya savaşlarıyla aşıldı ve kitleselleştirildi. 1991 Körfez Savaşı ile birlikte Ortadoğu’da da toplumsallaştırıldı. Bu savaşı, savaşan tarafların güçlü ve zayıf yönlerini çözümlemeden sadece ülke, olay, şahıs ve iktidardaki elit güç temelli ele almak ve konumlanmak sadece savaşı derinleştirir. Şimdi savaşan taraflara bakalım.

Savaşın 5000 yıllık uygarlık ile uygarlık dışı kalmış güçler arasında olduğunu görmeden, yaşanılanlar yeterince anlaşılamaz. Uygarlığın en son temsilcisi olan Batı Modernitesi’nin kendi arasındaki hegemonya savaşının yoğunlaştığı alanın Ortadoğu olması ayrı bir gerçekliktir. Yine Avrupa uygarlığının yaratımı olan ve hegemon güçlerin çıkarları doğrultusunda oluşturulan ve dayatılan ulus-devletlerin küreselleşme önünde engel teşkil etmesinden kaynaklı aşılma veya reforma edilme ihtiyacından doğan küresel güçlerle ulus-devletlerarasındaki çelişkiler savaşın başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Batının kendisini bölgeye taşırmak amacıyla oluşturduğu bir avuç işbirlikçi-komprador ve bürokrasiyle, geleneksel toplumun çatışması ise sosyal bunalım ve çatışmanın kaynağıdır. Bölgenin binlerce yıl kendisine yeten ekonomisinin son elli yılda yok edilmesi ise ekonomik ve çevre tarzında iç içe olan Ortadoğu’nun iki temel kültürü, Kapitalist Modernite’nin temel unsurlarıyla( finans-kapital, ulus-devlet, endüstriyalizm) savaş halindedir. Varlıkları tehlike altında olan dinler, mezhepler, tarikatlar, varlığını sürdürmek için savaşın içinde yer almaktalar. Savaşın içinde en az fark edilen kesim ise kadınlardır. Hemen hemen bütün toplumsal hareketlerde fırsat buldukça kendisini ifade eden kadın, kendisine dayatılan 5000 yıllık geleneksel yaklaşım ile Batı’nın dayatmaları arasında sıkışmakta ve tarihi çıkışını aramaktadır.

Yürürlükte olan savaşın silahlı boyutu çok sınırlıdır. Dayatılan savaş toplumun bütün gözeneklerindedir. Dolayısıyla Ortadoğu kazanacaksa –ki, kazanan sadece Ortadoğu olmayacaktır, bütün coğrafyalara da kazanmayı getirecek bütünlüklü bir tahlil ve duruş gereklidir. Anti-kapitalist olmak yetmemekte, bunun için de güçlü bir öncülük, kapsamlı bir tahlil, süreklileşen bir eylem hattı tıkanıklığın aşılması için ön şart gibi durmaktadır.

Arap Baharında Öncülük Sorunları

Arap Baharı’nın öncülük sorununu irdelemeye zihniyet yapısıyla başlayabiliriz. Doğru bir zihni duruş gerçekleşmeden girişilen her türlü örgütlenme, eylem, karşı durulan güce hizmet edecektir. Batı uygarlığı, İngiltere’nin hegemonik çıkarları için Ortadoğu’ya girdiği günden bu güne kadar bugelişmeye karşı iki tutum belirginlik kazanmıştır. Birincisi kaba redci vekendisini sağ-sol biçiminde açığa çıkarmıştır. Sağdan pan-islamizm, ümmetçilik, İslami devrim adıyla kendini gösterirken, solda ise komünizm vb. söylemlere büründürmüştür. İkinci tutum ise her şeyi olumlayan, onu taklitle kopyalayan, uzlaşma ve işbirliğini esas alan tutumdur. Bu da kendisini ulus-devletini kurmak için girişilen Pan-Türkizm, Pan-Arabizm, askeri ve sivil bürokrasi oluşturma, akdemi, sanat ve yaşam tarzını taklit, burjuva sınıfını geliştirme tarzında açığa vurmuştur. Günümüz sorunları bunlardan bağımsız ele alınamaz.‘Batıdan gelen her şeykötüdür, reddedilmesi gerekir’ yaklaşımı karşıtlık olmadığı gibi gerçekçi de değildir. Her şeyiolumlayıp taklit etmek ise kendini inkârdır ki, bunun üzerinden de doğru inşalar gerçekleşemez. O zaman yapılması gereken ve Arap Baharı öncülerinin yapmadığı zihniyeti oryantalist yaklaşımlardan arındırma ve oryantalist olmayan bir zihniyet yapısına ulaşmaktır.

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında yerine kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün özellikleri, Avrupa’dan alınmıştır ve toplumsal yapısına terstir. Milliyetçilik, ulus-devletin inşası için temel olmuştur. Kapitalist hegemonyanın yerli işbirlikçiliği temelinde ekonomik düzenleme yapılmış, hatta devlet eliyle sınıf yaratma, homojen ulus vatandaşlığı için toplumla savaş, asimilasyon v.b yöntemlerin hepsi uygulanmış, uygulanmaktadır. Yine İran İslam devrimi Batı karşıtı olduğu iddiasını ortaya atmış, milliyetçiliğini dincilikle bütünleştirmiş, o da T.C. gibi Batı’nın tüm argüman ve yöntemlerini kullanmıştır. Benzer bir değerlendirme Araplar açısından da yapılabilir. Müslüman kardeşlerden El-Kaide’ye kadar, bütün karşıt duruş gibi görünen yapılar kendilerini Batı tezleriyle yapılandırmaktadırlar ve yine en radikalinden en liberaline kadar bütün bu kesimler Batı’yla uzlaşma arayışı içindedirler. Mısır’daki son Müslüman kardeşler olayını bir de bu temelde ele alabiliriz. Burada görünmeyen şey ise Ortadoğu’nun geleneğinden kaynaklı reddettiği, içinde barındırmadığı kapitalist unsurların İslamiyet ve ulus-devleti kullanarak kendisine meşruiyet kazandırdığıdır. ‘Abdest aldırılmış kapitalizm’(1)artık dışsal değil, içseldir fakat çarpıktır. O nedenle de Arap Baharı ‘İslam cilalı modernizm arayışı’ ekseninden çıkmadan başarılı olamaz. Ortadoğu, iktidara ve hegemonya’ya yabancı değildir. Aksine bunların doğuş ve gelişme yatağıdır. Ancak toplumun büyük bir kısmı bu hegemonik ilişkiler ağı içerisinde yer almamıştır. Ulus-devlet bu anlamıyla farklı bir iktidar biçimidir. Bir grup bürokrat ve bazı aileler dışında ulus-devlet kimsenin yararına değildir. Ulus-devlet yaratma düşüncesi veya var olan ulus-devleti koruma kavgası Araplara ‘bahar’ getirmiyor. İsrail Filistin ulus-devletini yaratma kavgası en ağır ve kanlı sonuçlarıyla halen bir sorundur. Bu düşünce ve öncülük geleneği, birlikte yaşama geleneğini dinler üstü birliği zedeliyor. İsrail-Filistin çatışmasının bu kadar tahripkâr olmasının nedeni dini ayrılık, Yahudi-Müslüman ayrılığı değil (bu durumun etkisi çok azdır) ulus-devlet yaratma amaçlı milliyetçiliktir. Milliyetçilik ulus-devlet oluşturmak için yaratılan ideolojidir ve Batı kaynaklıdır. ‘Bahar’ın öncülüğünün açmazı, bu ideolojiyle arasındaki bağla yakından ilintilidir.

Ulus-devletin Ortadoğu’daki bu biçimi, -Avrupa’daki biçimi AB projesi ile kısmen çözüldü küresel güçler için de bir sorundur. Ulus-devletlerin Ortadoğu’da oluşumunun dıştan dayatılması, baştan itibaren Batı’nın çıkarlarının aracı olarak şekillenmesi, yabancılaşma ve sosyal bunalımların nedeni olmuştur. Buna finans kapitalizmin yaşadığı kriz ve ulus-devletlerin küreselleşmenin önünde engel olmaya başlaması da eklenince, içerdeki toplumsal muhalefet ve dış müdahalelerin ortak noktaları artıyor. Bu nedenle de Irak ulus-devletine yapılan dış müdahale hem iç dinamikler hem dış dinamikler açısından bir zorunluluk gibi görüldü. Mısır, Libya, Suriye ulus-devletlerine müdahaleler de böyle değerlendirilmiştir. Ancak durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştır.

Çünkü bu müdahaleler ulus-devlet sorununu çözmediği için bölgede durumlar eskisinden daha karmaşık hale gelmiştir. Daha önce 2. Dünya Savaşı sırasında ulus-devletin yaşadığı kriz, yapılan müdahalelerle ( Avrupa ve Ortadoğu için geliştirilen Truman doktrini ve Marshall planı) belli oranda aşılmıştır. Ancak bugün milyarlarca dolar harcanmasına rağmen çözüm üretilemiyor olması, sorunun yapısal olduğunu bize gösterir. Saddam, Kaddafi, Mübarek, Mursi’nin veya onların temsil ettikleri etnisitenin, mezhebin, düşüncenin egemenliğine son verildikten sonra yaşananlar göz önüne getirildiğinde, Arap Baharı’nı, şu kişinin, bu iktidarın gidişine indirgememek gerektiği görülecektir. Bu tür yaklaşımlar kitleleri temel çelişkilerden uzaklaştırmaktadır.

Ortadoğu kültürü homojen değildir ama bir bütünsellik içindedir. Çok dilli, çok etnisiteli, çok mezhepli olmasına ve zaman zaman kendi arasında çelişki, çatışma yaşamasına rağmen bir arada durmayı bilmiştir. Merkezi yani İngiliz imparatorluk çıkarları doğrultusunda ulus-devlet yaratma projesi, devletini kuran ulusları güçlendirmediği gibi zayıflatmıştır. Böl-parçala yöntemi ulus-devlet sınırlarını hep problemli kılmıştır. Aynı köyü bile ikiye bölen yapay sınırlar, halk açısından pek bir anlam ifade etmese de devletler açısından hep problem kaynağı olmuştur. O nedenle KuveytIrak, Lübnan-Suriye vb. yapay sınırlar Arap ulusunu güçlendirmemektedir. ‘Büyük Arap Devleti’ projesi ise bu zihniyetle hayata geçirilememektedir. Her bir Arap devletinin kendini bir dış ülkeye dayandırması ayrı bir gerginlik ve çatışma nedeni olmuştur. Ulus-devlet sınırları içinde kalan diğer ulusal, etnik ve dini gruplar ise fiziki ve kültürel katliama tabi tutulmuş ve coğrafyanın kültüründe var olan ‘ucu acık’ toplumsal yapılar homojenleştirilmeye çalışıldığında gerçeklikle uyuşmadığı için tekleşme de yaratılamamıştır.

Çoklu kültürel yapı, varlığını tehlike altında gördüğü için kendini korumanın yollarını aramaktadır. Despotik yönetimler güçlü yapıların ortaya çıkmasına izin vermediği için bu kültürler geleneksel yapılarına daha sıkı sarılmakta ve tutuculaşmaktadır. Geleneksel dinsel-inançsal formlar, devletleşmedikleri ya da kültürel kimliklerini korudukları sürece tarih içinde olumlu bir işleve sahip olmuşlardır.Fakat siyasi ya da radikal veya ılımlı İslam gibi oryantalist-neo liberal akım ve hareketler, günümüzde çözümün öncüleri değil, sorunların kaynağı durumundadırlar. Savaşlar genel anlamda ölçüsüzlükler getirir. Ancak savaşta ahlak ilkesi tarihin hiçbir döneminde son yıllardaki kadar ihlal edilmemiştir. ‘Müslüman Müslümanı öldürmez’ düşüncesi bu coğrafyada anlam yitimine uğramış, en acımasız yöntemler İslam adına Müslümanlara uygulanmaktadır. İslam Konferansı Örgütü, Arap Birliği gibi oluşumlar da bu uygulamalar engellemek şöyle dursun aksine ona meşruiyet kazandırmaktadır. Siyasi ve Radikal İslam ‘Kültürel İslam’a hiç kimsenin vermediği zararı vermiştir.

‘Siyasi ve Radikal İslam’ın, modernizmin oryantalist birimleri olduğunu, hedeflerini gerçekleştirdikten sonra hayata geçirdikleri uygulamada görebiliriz. Afganistan’ın kadim kültürü birkaç yılda dinamitlenmiştir. “Bunun sorumlusu Taliban ve El-Kaide’dir. Onlar da Radikal İslam’dır” diyerek itiraz edilebilir. O zaman Müslüman Kardeşlerin Mısır pratiği incelenmelidir. İktidara geldiği andan itibaren yaptığı ilk iş, onu iktidara taşıyan Tahrir gerçeğine yönelmek olmuştur. Kıpti toplumunun, kadın ve gençler başta olmak üzere taleplerini karşılamak bir yana, bukesimler Mübarek döneminden daha fazla baskı altına alınmıştır. Burada bir parantez açarak şu belirtilebilir: ‘Mısır’da iktidarın bu kadar sık el değiştirmesi merkezlerin bu ülkelerdeki iktidar ve muhalefetle olan ilişki ve işbirliklerinin derinliğinden kaynaklanmaktadır. İktidarlar merkezlerle uyumlu oldukları sürece muhalefet kontrollü bir şekilde desteklenmekte, iktidarla çelişkiler doğduğunda ise muhalefet iktidara taşınmaktadır. Buörgütler merkezlere sadece düşünsel ve siyasal olarak bağlı değiller, finansal olarak da bağlıdırlar. Cephetul El-Nusra, ABD’nin terör listesinin başında gelen El-Kaide’nin Suriye koludur. El-Kaide’nin Afganistan’da ABD eliyle örgütlendiği artık herkes tarafından bilinmekte. El-Nusra’nınyerel kaynaklardan beslenmesi pek mümkün değil; çünkü toplama bir örgüt gibi, Çeçen, Afgan veya Türklerden oluşmaktadır. Ellerinde bulunan silahların Katar Körfez ülkeleri vb.’den Türkiye üzerinden aktarıldığı artık gizlenemiyor. Silah gönderen ülkeler ve aracı ülkelerin merkezlerle olan ilişkisi göz önüne alındığında ve Türkiye’de yapılan toplantılara katılanların İngiliz pasaportu taşıdığı dikkate alındığında, aslında hep sözü edilen ‘Batı karşıtlığının’ pek bir anlam ifade etmediği anlaşılacaktır. SiyasiRadikal İslam, İslami birlik, Ümmetçilik gibi söylemler propaganda amaçlı kullanılan birer argümandan öte bir şey değildir. Yine şu anda yaşanan Şii-Sünni çatışması için öngörülen bir çözüm de yok gibidir. Mezhep çatışmaları, üç büyük dinde de ilk oluşum anlarından itibarenyaşanan iç anlaşmazlıklar sonucu ayrışma ve mezhep örgütlenmesi şeklinde açığa çıkmıştır. Mezhep çatışması zaman zaman insanların kuyulara doldurulması, gözlerinin oyulması, kılıçtan geçirilmesi gibi boyutlara da ulaşmıştır. İktidardaki mezhep diğer mezhebleri kendisine karşı bir tehdit olarak algılamış, baskılamıştır. Ancak bu durum toplum vicdanında hiçbir zaman onay görmemiş, hep lanetlenmiştir. Kerbela katliamını, Sünni-Alevi hiçbir Müslüman unutmamıştır. Oysa günümüzde mabetler kutsal günlerde dahi bombalanmakta, sivil halktan günlük olarak onlarcasının öldürülmesi sıradanlaştırılmakta ve bu topluma kanıksatılmaktadır. Bu haliyle Şii veya Sünni mezheplerine dayalı öncülükler çözüm üretemezler.

Sol örgütlerin durumu ise İslami örgütlerden daha vahim bir içeriktedir. Reel sosyalizmin etkisiyle gelişen TKP, İKP, SKP Moskova’nın telkinleriyle ulus-devlet yapılarının bir parçası haline gelmişlerdir. Batı’nın düşünsel uzantısı olan reel sosyalizmin bütün hastalıkları daha çarpık bir şekilde bu örgütler aracılığıyla bölgeye taşırılmıştır. Emekçilerin ve halkların temel talep ve özlemleri hiçbir dönem güçlü bir şekilde dillendirilmemiş, bunun için gerekli örgüt ve eylemlilik gücü oluşturulamamıştır. Bu konuda tek istisna Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. Ortadoğu halklarının radikal ve siyasi İslam’a mahkûm olmasında bu sol adına hareket eden örgütlerin rolünü görüp buna göre Ortadoğu’nun yeni demokratik solunu oluşturmak bir zorunluluktur. Yine despotik yönetimler, güçlü sivil toplum örgütlerinin gelişmesine izin vermediğinden, çözüm üretecek bir sivil toplumdan da bahsedememekteyiz.

Politik hareketleri anlamak için kitleleri harekete geçirme gücüne, ortaya koyduğu eylemlere ve bunu süreklileştirmesine, sonuç alıcılığına bakmak gerekiyor. Yukarıdan beri ortaya konulan öncülük ve zihniyet yapıları göz önüne getirildiğinde, Arap Baharı’nın süreklileşmesi ve doğru mecraya akmasının zor olduğu görülecektir. Bu durumda gerçekleşebilecek olasılıklar çatışmaların daha da derinleşmesi, karşıt olan gücün ömrünü uzatması, akışın yönünün tersine dönerek kitlelerin sinmesi vb. olarak sıralanabilir. En çok sorulan sorular başta Tahrir meydanı olmak üzere meydanları, sokakları dolduran kimlerdir, eylemlerde bir yönlendirme, manipülasyon vb. var mı? Arap Baharı’nda politik örgütlerin etkisi göz ardı edilemez. Ancak bu durum, var olan kitlelerin niteliğini ve direnişlerini ifade edemez. Yukarıda sıralanan çelişki ve çatışmalar üstü örtük de olsa meydanları dolduran kitle gerçeğini ortaya koymaktadır. Kitleler katlanılamaz hale gelen yaşamları için bir çıkış yolu aramaktadırlar. Mevcut örgütler nitel olarak bu talepleri görecek ve doğru temelde örgütleyecek kapasitede değildir. Olaylar başladıktan sonra yönlendirme ve manipülasyonların devreye girmesi mümkündür. Özellikle kitlelerin direnişinin asıl nedenlerini bilenler, bu direnişleri özünden boşaltmak için çeşitli yöntemler devreye sokabilirler. Ki bu, çeşitli düzeylerde yapılmıştır. Bu durum direnişin önemini azaltmaz. Aksine direnişi daha da anlamlı ve sonuç alıcı kılmak için yoğun bir tahlile tabi tutmayı gerektirir. Bu görev de en başta toplumun vicdanı olan aydınlara düşmektedir.

‘Arap Baharı’ kendi aydınını çıkaracaktır, Arap baharıyla açığa çıkan Ortadoğu’nun herhangi bir coğrafya olmadığı, kendisine dayatılanı kabul etmediği, etmeyeceği ve direneceği gerçeğidir. Arap Baharı bütün açmazlarına, öncülük sorunlarına ve çarpıtmalara rağmen eşit ve özgür bir yaşam arayışının özlemidir.

Üçüncü Yol Rojava

Hegemonik-tekelci güçler, yaşadıkları toplumsal krizi aşmak için her türlü yol ve yöntemle yüklenirken sisteme alternatifin yükseleceği coğrafyanın Ortadoğu olduğunu da çok iyi bilmektedirler. Rojava’da yaşananlar bu bilme durumunu kanıtlamaktadır. Rojava’da olup bitenin Suriye sınırları içinde yaşayan bir grubun, etnisitenin iktidardan pay alma mücadelesi olmadığını bilen tüm güçler, yaşadıkları çelişkileri bir kenara bırakarak ortak hareket etmektedirler. Hegemonik güçler, statükoyu sürdürmek isteyen Esad rejimi ve bölgedeki hemen hemen bütün ulus-devlet güçleri yine yeni toplumu inşa edeceği iddiasında bulunan Özgür Suriye Ordusu, El-Kaide, hatta Güney Kürdistan yönetimi neden ortak bir hedef etrafında birleşebiliyorlar? Neden küçük bir coğrafya olan Rojava ekonomik, siyasi ambargoya tabi tutuluyor? Neden coğrafyanın boşaltılması için her türlü katliam uygulanıyor?

Rojava’ da yaşananlar, yazıda irdelenmeye çalışılan ‘Arap Baharı’ açmazlarının birçoğu aşılarak gerçekleş tirilen tez ve anti-tez niteliğindeki devrimin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Kürt halkının Önderliği, hareketi ve örgütlü kitlesiyle 40 yıldır kesintisiz, kendini sürekli yenileyen, ideolojik, politik, örgütsel ve eylemsel duruşuyla kendi Kürtleri üzerinde yükselerek, Demokratik Modernite çağının bir ütopya olmadığını, etekemiğe bürünebileceğini ve uygarlıkla sorunu olan tüm kesimlere kader gibi dayatılan iki yol dışında bir yolun var olduğunu kanıtlıyor. Oryantalizmin dışında gelişen bu üçüncü yol milliyetçi olmayan bir ulusallık, dinci olmayan bir dinsellik, cinsiyetçi olmayan bir toplumsallık, pozitivist olamayan bir bilimsellikle anlamlı ve onurlu bir yol olduğunu tüm güçlere gösteriyor. Karşıt güçler bunu görüyor, ona göre pozisyon alıyor. Arap Baharı ile Rojava’nın bütünleşmemesi için gerekli her şeyi yapıyor. O zaman Arap Baharı’nda açığa çıkan gerçeklikle Rojava’ da yakalanan düzeyin en kısa sürede aynı potada birleşmesi gerekiyor. Halkların baharı için Arap Baharı’nın Rojava’yı doğru değerlendirmesi ve desteklemesi kadar Rojava’dan da beslenmesi sadece Ortadoğu için değil, bütün coğrafyalar için eşitlik ve özgürlük umudunun büyütülmesi anlamına gelecektir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Abdullah ÖCALAN: Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Hawar yay.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.