Düşünce ve Kuram Dergisi

Rojava Devrimi’nin Politik Tarihi Üzerine

Hatip Dicle

19. ve 20. Yüzyıl, Ortadoğu’nun kadim halkları olan Kürtler açısından, başta İngiltere olmak üzere Batılı emperyalist güçlerle, Ortadoğu’nun sömürgeci odaklarının idam fermanları altında geçen kanlı ve karanlık ölümkalım yıllarıydı. Özellikle 1. Dünya savaşı sürerken Mayıs 1916’da Skyes-Picot anlaşması, İngiliz temsilcisi Mark Sykes ve Fransız temsilci François Georges-Picot tarafından , ‘hasta adam’ olarak nitelenen Osmanlı İmparatorluğu’nun esas olarak İngiltere ve Fransa arasında pay edilmesini öngören gizli anlaşma ve aynı zamanda Kürtler için düşünülmüş ‘ölüm kefeni’ niteliğindeydi. Bu mutabakatla, dönemin ilahları, Kürtlerin bin yıllardır üzerinde yaşadıkları Kürdistan topraklarının,1639’dan sonra ikinci kez bölünüp parçalanmasına karar vermişlerdi. Bu dönemdeki tarihin seyrine göre, defalarca gözden geçirilen bu anlaşma,1920 Kahire Konferansı ve nihayet 24 Temmuz Lozan antlaşması ile Kürdistan dörde bölünmüştür.

Kuzey Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde inşa edilen modern Türkiye ulus-devletinin hâkimiyetine verilmiş, ancak anlaşmada; Türkiye nüfusunun üçte birini ve neredeyse tüm Kürtlerin yarısını oluşturan Kuzey Kürtleri’nin adı bile geçmediği gibi hiçbir ulusal hakkı güvence altına alınmamıştır. Özcesi Kürtler, Türk ulus-devletine yenilip yutulmak üzere peşkeş çekilmiştir. Geriye kalan Kürdistan toprakları, İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılırken; 1639 Kasrı Şirin antlaşması ile İran’a terkedilen Doğu Kürdistan’la birlikte, Kürt halkının iradesi dışında Kürdistan’ın dörde bölünmesi, bu şekilde kesinleştirilmiştir. Güney Kürdistan olarak adlandırdığımız, Osmanlı’nın Musul vilayeti İngiliz yönetimindeki Irak’ın; Bağdat demiryolunun Güneyinde kalan (Kürtlerin deyimiyle binxet), Batı Kürdistan (Rojava) bölgesi ise Fransız mandasındaki Suriye’nin kontrolüne verilmiştir.

Hiç şüphesiz ki bu durum, o yılların moda deyimiyle Wihlson prensiplerinin, yani ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın açık bir ihlaliydi. Kürtler bu milli zulmü asla kabul etmediler. İnkâr, isyan ve sömürgeci-hegemonik güçlerin kanlı bastırmaları, Kürdistan’ın her parçasında, 20. Yüzyıl boyunca Kürtlerin makûs kaderi oldu. Ancak yer yer gerçekleştirilen fiziki soykırıma ve esas olarak ulus-devlet ideolojinin tekçilik ilkesinden harekete, yüzyıl boyunca inatla sürdürülen kültürel soykırıma rağmen, 21. Yüzyıl’da Kürtler, geçen yüzyılda kendilerine biçilen ölü kefenlerini yırtarak girdiler. Artık hiçbir güç, Kürtlere inkâr, imha ve asimilasyonu dayatarak sonuç alamaz. Çünkü artık Kuzeyi, Güneyi, Doğu ve Batısıyla tüm Kürdistan’da köle yaşamayı reddeden, haklarının bilincinde; Özgür birey ve demokratik toplum şiarıyla kendi kendini yönetme iradesi kesinleşmiş, bir Kürt halk gerçekliği var. Çünkü artık 19. ve 20. Yüzyılın hegemonyacı zihniyetini doğru çözümleyerek, sadece halkına değil, tüm Ortadoğu halklarına doğru politik rotayı gösteren, örgütlü siyasi öncü ve önderliği vardır.

Zira eğer Ortadoğu’da her bölünmüş halk parçası yalnız kendi başında birleşik bir ulus ve vatan kavgasına girişirse, o zaman bölgemiz boydan boya bir savaş alanına dönmüş olur. Coğrafi, sosyolojik ve dini farklılıklarla daha da bölünerek, içinden çıkılmaz bir kargaşa durumu yaşanacaktır. Zaten bu tarz birleşik ulus ve vatan anlayışları, milliyetçilikten kaynaklanmış olup, tarihin en kanlı iki yüzyılının,19. ve 20. Yüzyılın savaşlarına yol açmışlardır. Bu kanlı dönemden en büyük zararı gören halklardan biri olarak Kürt halkının köklü ders çıkardığı şüphesizdir. Bu nedenle, milliyetçilik yöntemiyle Ortadoğu’da çatışmaları körüklemenin,21. Yüzyılda başlayan başta savaşlar, katliamlar ve jenositlerle dolu geçeceğinin bilincindedir. Kürt halkı bu tarzı reddetmektedir. Bu tarz ne yurtseverlikle, ne enternasyonalizmle, ne de hümanizmle bağdaşır. Doğru olan, Ortadoğu’nun mevcut siyasi sınırlarını veri olarak temel alıp, tüm ülke ve devletlerinin bütünlüğü içinde demokrasi mücadelesi vererek, hak eşitliğini ve özgür birlikteliği gerçekleştirmektir. Demokratikleşen her ülke, bir adım daha gerçekleşen demokratik Ortadoğu’dur. Üstelik bu yanıt, çağımızın hegemonik güçlerine ve Ortadoğu’da emperyal projelerle egemenliğini sürdürmeye çalışan güç odaklarına, halklarımızın en anlamlı karşı-yanıtı olacaktır. Tarihin Kürtlere olanaklı kıldığı eşsiz rol, her parçanın demokratik çözüm yoluyla, bulunduğu ülke ve devleti, demokratik uygarlığa çekmektir. Bu yol, kanlı sınır boğazlaşmalarına hiç girmeden, her parçada kazanacakları demokrasi mücadelesiyle, Ortadoğu halklarının gerçek birliğini, kardeşliğini ve özgürlüğünü sağlamada, başarının temel güvencesi durumundadır. Rojava’da gerçeklik kazanan 19 Temmuz devriminin işte bu perspektifle yürüdüğüne dikkat çekerek artık Batı Kürdistanı ve Rojava devriminin doğuş zeminini değerlendirmeye başlayabiliriz.

Batı Kürdistan

Kürdistan’ın Fransa’nın güç alanına giren Rojava (Batı Kürdistan) bölgesi, modern Suriye devletinin kuzey bölgelerinde yer almaktadır. Suriye’deki en verimli alanlardır. Tarımsal üretim, madenler ve su bakımından zengindir. Kürtlerin Suriye’deki nüfusu 22 milyonluk Suriye nüfusunun aşağıyukarı yüzde 10-15’lik kısmını teşkil eden üç milyon civarındadır. Batı Kürdistan’da gündelik hayatta yüzde doksan oranında Kürtçenin kurmanci lehçesi konuşulmaktadır. Yapay sınırlar nedeniyle bölgedeki birçok Kürt’ün akrabaları sınırın öte yakasında, Türkiye ve Irak’ta kalmıştır. Bu nedenle Türkiye ve Suriye’nin resmi devlet sınırını teşkil eden demiryolu, Kürtler arasında Serxet (hattın üstü) ve binxet(hattın altı) olarak adlandırılır. Sadece Kürdistan’ın ve Kürt halkını bölen değil, akrabaları da parçalayan bir yapay zulüm hattı olarak algılanır. Hat boylu boyunca mayın tarlaları bile -aradan neredeyse yüz yıllık bir zaman geçmesine ve patlayan mayınlarla binlerce insanın ölümüne rağmenburadaki insanların sosyal, ekonomik ve hatta siyasi ilişkilerini engelleyememiştir.

Suriye Kürtleri ağırlıklı olarak Batı Kürdistan’ın Cizre, Kobani ve Efrin bölgelerinde yaşasa da, özellikle Şam, Halep, Humi, Hama ve Lazkiye’de de Kürtler yaşamaktadır. Benzer şekilde Rojava Kürtleri arasında Ermeni, Süryani-Asuri, Arap ve Türkmen azınlıklar da yaşamlarını idame ettirmektedir.

Rojava Kürtlerinin çoğu, Sünni Müslümandır. Ancak bazı kaynaklar, özellikle Kurdax (Kürt dağı) Bölgesinde 10 bin civarında Ezidi-Kürt topluluğunun yaşadığından söz etmektedir.

Günümüzde Suriye’de Kürtlerin siyasi talepleri çerçevesinde, gizli olarak örgütlenen, yani yasalar müsait olmadığı için illegal-yasadışı siyasi faaliyetler yürüten, 16 kadar Kürt siyasi partisi veya grubu bulunmaktadır. Ortak talepleri, bir eyalet sistemi çerçevesinde Kürtlerin kültürel, siyasi hakları ve Suriye içinde anayasal olarak tanınmaları üzerinde odaklanmaktadır.

Rojava; yani Kürtlerin ‘Batı Kürdistan’ı… Derik’ten Efrin’e kadar yaklaşık 700 km’lik, Kuzey Kürdistan’ı Rojava’dan ayıran demiryolunun, hemen öte tarafındaki coğrafyanın adıdır. Başlıca 3 bölgeden oluşur:

  • Cizîrê Bölgesi: Bu bölge Dêrika Hemko, Tirbêspiyê, Girkê Legê, Amudê, Dirbêsiye, Serêkaniyê ve Hesekê kentlerinden oluşuyor. Bölgenin şu anda dörtte üçü devrimci Kürt yönetiminin Tüm kent merkezlerinde, sivil ve askeri kurumsallaşmalar, bütünüyle son bir yılık süre içerisinde ve önemli hazırlıklar ekseninde sağlanmış durumdadır. Bölgenin nüfusu 2 milyon civarındadır.
  • Kobanî bölgesi: Bölgenin Kuzey Kürdistan’daki karşılığı Suruç ovasıdır. Suruç ilçe merkezi, Kobanî’ye 10-15 km mesafede Bu bölgede Til Ebyat, Eyn İsa, Mnbec ve Cerablus yer alıyor. Bölgede beş yüz binden fazla Kürt yaşıyor. Kent merkezi ve köylerin önemli bir kısmı Kürtlerin denetimindedir.
  • Efrin bölgesi: Bölgenin nüfusu beşyüz bin civarındadır. Ancak Suriye’nin diğer bölgelerinde yaşanan son göçlerle birlikte nüfus şu an ikiye katlanmış durumdadır. Nüfusun önemli bir kısmının Azaz, Cebel, Seman ve İdlip’de yaşadığı Efrîn bölgesi tamamen devrimci Kürtlerin denetimindedir.

Rojava’daki bu üç Kürt bölgesi, şu andaki mevcut durumda birbirinden koparılmış haldedir. Ancak bu durum Kürt siyasi yapılarının organik ilişkilerini engelleyememektedir.

Nüfus yoğunluğu ve zenginlik kaynakları itibariyle Cizîrê, Rojava’nın en nemli bölgesi ve kalbidir. Aynı zamanda Cizîrê bölgesi, Suriye’nin neredeyse tüm ziraatı demektir. Buradaki Rimeyla, petrol açısından Kerkük ile aynı potansiyele sahip stratejik bir değerdir.

Bizdeki Ceylanpınar ilçesinin karşısındaki Serêkaniyê, Kürt devrim güçlerinin eline geçince, El-Kaide’nin Suriye kolu olan El-Nusra’ya, sadece Cizîrêyle Kobanî arasındaki Til-Ebyat kaldı. Til-Ebyat ve Serêkaniyê arasındaki 60-70 km’lik coğrafyada, Baas partisinin Kürtler bölme Stratejisi olan ‘Arap Kemeri’ politikasıyla Rojava’ya yerleştirilen Arap köyleri bulunuyor. Til-Ebyat ve Kobanî arasındaki yine bir o kadar mesafedeyse Kürt köyleri bulunuyor. Kobanî birkaç açıdan Kürtlerce semboldür. Bir kere, Rojava devrimi 19 Temmuz 2012’de Kobanî ’de başladı. Yine Rojava devriminin hazırlığında büyük emeği olan ve stratejik önder olarak kabul edilen Sayın Öcalan, Temmuz 1979’da Suruç’tan Kobanî ’ye geçerek Ortadoğu’ya açılmıştı. Ayrıca, PKK saflarında devrime katılan Rojvalı gençlerden, ilk şehit gerilla da, yine Kobanîlidir. Kobanî’nin tüm Kürtler ve Rojava için işte böylesi bir tarihsel önemi vardır.

Kuruluşundan Günümüze Suriye Devleti ve Kürtler

Suriye’deki Fransız mandası 1920 yılında ilan edildi. 1921 yılında Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Hükümetini tanıyarak, Ankara antlaşmasını imzalayan Fransa, Almanların inşa ettiği demiryolunu, Türkiye-Suriye sınırı olarak kabul etti.1923 yılında Cumhuriyet ilan edildikten sonra da, TürkiyeFransa ilişkileri iyi komşuluk temelleri üstünde devam etti. Hatta 1925’de Şeyh Said öncülüğündeki Kürt ayaklanmasını bastırmak amacıyla Türk ordu birliklerinin demiryoluyla taşınarak, Şeyh Said kuvvetlerine Güneyden saldırmak için izin verdi. Bu izin, Kürt serhildanının bastırılmasında, askeri açıdan genç Türk Cumhuriyetine, Fransa’nın verdiği büyük bir destek anlamına gelmekteydi. Kim bilir belki de Fransa, işgal sırasında Maraş, Antep ve Urfa’da kendisine karşı savaşan ve onu bozguna uğratan Kürtlerden intikamını bu yolla alıyordu.

Esasen emperyalist güçler, başta İngiltere ve Fransa, Osmanlı imparatorluğuna 19. Yüzyılda başkaldıran Kürt, Ermeni ve Asuri halklarına karşı hep ‘Tavşana kaç, Tazıya tut’ oyununu oynamıştır. Anlaşılan aynı oyun, 20. Yüzyılda da yürürlükteydi. Zira 1925’te Türkiye Cumhuriyeti’ne Kürt ayaklanmasını bastırmak için destek veren Fransa; 1927 yılında ise Suriye’de kurulan ve Kürt milliyetçisi bir hareket olarak amacı Türk devletine karşı siyasi-askeri eylemlere girişmek olan Xoybun teşkilatına, Suriye’de etnik ve ulusal ayrılıkçılığı teşvik etmemek sözü karşılığında, bir ölçüde destek vermiştir. Ancak Xoybun ’un çalışmaları Arap Milliyetçileri arasında ve özelliklede Türkiye’de huzursuzluk yaratınca, bu kez Xoybuna karşı operasyon başlatılmış, kültürel faaliyetleri bile kısıtlanmış ve Xoybun’dan Kuzey KürdistanAdıyamanlı olan büyük Kürt mücahitlerinden Osman Sebri, Fransa’nın sömürgesi olan Madagaskar adasına sürgüne yollanmıştır. Diğer Xoybun yöneticileri ya Suriye içi sürgüne, ya da hapse gönderilmişlerdir. Ömrünü Kuzey Kürdistan ve Rojava devrimi hayaliyle geçiren Osman Sebri’nin adını anmış iken, şanlı anısına kısaca da olsa değinmemek, metnin konusu açısından da büyük bir eksiklik hatta vefasızlık olur.

Ara söz: Osman Sebri

Osman Sebri, 11 Ekim 1993 günü, ‘Taxa Kurdan’ olarak bilinen Şam’ın kenar mahallesinde bulunan mütevazı evinde, hayata gözlerini yumarken, arkasında direniş dolu bir hayat öyküsü bırakmıştı. Cumhurbaşkanı Özal’ın 1993 Nisan ayında bir Kürt milletvekili heyeti olarak PKK’nin o tarihlerde ilan ettiği tek yanlı ateşkesi uzatması için bizi Sayın Öcalan’a göndermesi şahsıma Ape Osman Sebri’yi sözü edilen evinde ziyaret etme fırsatını vermişti. Hasta yatağındaydı. Çok fazla konuşabilecek bir durumda değildi. Zaten ziyaretimiz sırasında da ancak altı ay yaşayabilmişti. O yiğit ve fedakâr insanın bir saat de olsa yaşarken ziyaret edebilmenin, büyük onurunu hep taşıyacağım, onu unutmayacağım. Evet, Ape Osman daha 20 yaşındayken Şeyh Said serhildanına katılmış, iki amcasını idam sehpasında kaybetmiş, aç-susuz günlerce Anadolu’ya giden sürgün trenlerinde tıkalı kalmış, Xoybun teşkilatının ‘gizli pusulasını’ Seyit Rıza’ya ulaştırmak için, ‘binxete’ den Dersime doğru aylarca süren zorlu bir yolculuğa çıkmış, ömrünü Rojava devriminin hayaliyle geçmişti.

1929 yılının son günlerinde sınırın diğer tarafına binxete ye geçen Osman Sebri, Celadet Bedirxan ile tanışır ve Xoybuna katılır. 1930’da Ağrı’da başlayan isyana destek olmak ve Türk ordusunun dikkatini dağıtmak üzere emrindeki 38 kişilik Xoybun askeri birliğiyle,1 Temmuz 1930 günü Kobanî üzeri Suruç’tan Türkiye sınırını geçer ve yollarına çıkan ilk Türk Karakoluna saldırırlar. Kürt milisler burada 5 askeri öldürüp, karakol komutanını esir alırlar. Ne var ki diğer Xoybun birlikleri hedeflerine karşı saldırıya geçmediklerinden dolayı,1 Temmuz taarruzu başarılı olmaz. Yaz boyu Urfa ovasında saklandıktan sonra yeniden Rojava’ya döner; ancak Suriye’deki Fransız yönetimi, bu taarruza misilleme olarak Xoybun üyelerini tutuklayıp Şam’a sürgün ederler. Artık Osman Sebri’nin Şam günleri başlar. Burada ilk sayısı 15 Mayıs 1932’de çıkacak olan ilk Kürtçe Latin alfabeli Hawar dergisinde yazar. Kürt aydınlanma hareketine şiir, öykü ve araştırmalarıyla katılır. Ancak Hawar’daki yazıları Fransız yönetimini rahatsız ettiğinden,1935’te Madagaskar adasına sürgün gönderilir.

1957 yılında ise Halep’te küçük bir evde Rojava’ nın ilk Kürt partisi olan Kürdistan demokrat partisi-Suriye’nin (PKD-S) kurulmasına öncülük eder. PDK-S’nin genel sekreteriyken, Şam rejiminin ağır işkencelerinden geçer ve yıllarca cezaevinde kalır.

Şam’daki gecekondu evi, Kürtler açısından bir ziyaretgâh gibiydi. Onu sık sık ziyaret edenler arasında, Abdullah Öcalan da vardı. Bir keresinde Öcalan’a şöyle söylemişti: ‘Hayallerimizi gerçekleştiriyorsunuz, hayatımın hiçbir döneminde bu kadar gururlu olmadım. Artık Kürdistan’ı özgürleştirecek bir örgüt var…’ Ape Osman’ı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Onu anmak için açtığımız parantezi burada kapatarak, konumuza devam edelim.

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Genel Durum

2. Dünya savaşı başladığında ve Türkiye, Hitler karşısında oluşan müttefik kuvvetler için gittikçe daha fazla önem kazandığında; hem İngiltere, hem de Fransa Ortadoğu politikalarında yeni açılımlar yapıtılar. Bu çerçevede Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık sözü verildi. Türkiye’nin Cizîrê Kürt bölgesinin özerkliği konusundaki itirazları dikkate alındı ve Hatay Türkiye’ye 1939’da geri verildi. 1943 yılında ulusal bloğun, Suriye parlamento seçimlerini kazanmasıyla, Arap milliyetçiler 1945 yılında devrim hareketini başlatınca, nihayet Fransa 1946 yılı başlarında son birliklerini de Suriye’den çekti. Böylece 26 yıllık Fransız manda yönetimi resmen son buldu.

1948’de Filistin’de İsrail devletinin kurulması ve ardından savaş çıkması, Ortadoğu’da giderek güçlenen Arap milliyetçiliği ve anti-emperyalizm dalgasıyla Filistin sorununun doğuşu, tüm bu tarihsel gelişmeler, yeni Suriye devletinin söylemini ve dış politikasını büyük oranda belirledi. Suriye’de, bu tarihten sonra parlamento hiçe sayılarak, ordu öne çıktı ve sonraki 23 yıl içinde yirmi bir askeri darbe gerçekleşerek Suriye devleti büyük bir istikrarsızlık girdabına yuvarlandı. Bu dönem darbecilerinden Edip El-Şişekli, homojen bir Arap-Müslüman ulus-devleti yaratmak amacıyla yeni bir anayasayı yürürlüğe koydu. Yeni anayasayla Kürtleri, Asuri, Ermeni ve diğer azınlıkların kendi dillerini kullanmalarına kısıtlamalar getirildi. Kürt tarihi ve kimliğini yasaklamak öyle uygulamalara yol açtı ki, Kürt köy ve kasabalarında geleneksel Kürt kıyafetlerinin giyilmesi bile yasaklandı. Kürt kültür dernekleri dahi yasadışı ilan edildi.

1950’lerin ortalarından itibaren siyasi bir retorik ve popüler bir hissiyat olarak Pan-Arabizm, tüm Ortadoğu’ya sarıldı. Suriye’de iktidardaki ulusal cephe, Baasçı unsurlarla birlikte, Cemal Abdulnasır yönetimindeki Mısırla kısa süreli bir siyasi birlik kurulmasına önayak oldu ve 22 Şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti ilan edildi. Bu dönemde, devletin Kürtlere ayrımcılık yapması ve karşı tepki olarak da Kürtlerin milli uyanışı 1957 Haziran’ında ‘Partiya Demokrata Kurdistan-Suriye’ (PDK-S)kurulmasıyla zirveye ulaştı. Ne var ki bu gelişme, hem Suriye hükümeti, hem de toplumun Arap kesimlerini, Kürtlere yönelik düşmanlığının artmasına neden oldu. Birçok Kürt subay ordudan atıldı. Kürt siyasetçiler tutuklandı. Kürtçe konuşmak ve Kürt müziği çalmak dahi yasaklandı. Suriye Komünist Partisi, genel olarak bir Kürt siyasi partisi addedildiğinden dolayı büyük baskılara uğradı. Öyle ki PDK-S, 1963 yılında adındaki ‘Kürdistan’ kelimesini çıkarmak zorunda kaldı. Yine bu dönemdeki Suriye devlet yöneticileri,30 Kasım 1960 tarihinde Amude El-Hareke bölgesindeki bir Kürt kasabasındaki sinemada 280 Kürt çocuğunun ölümünden sorumlu olmakla suçlandı. Zira sinemayı yok eden bu yangının kasıtlı çıkarıldığına inanılmaktadır. Projeksiyon görevlilerini yangın başlamadan önce sinemayı terk ettikleri ve sinema kapılarının dışarıdan kilitlendiği de raporlara geçmiştir.

Birleşik Arap Cumhuriyeti 28 Eylül 1961’de Ürdün, Suudi Arabistan ve Suriye’nin yönetiminden küskün iş çevrelerinin desteklediği sağ kanat Yarbay Abdulkerim Nahalawi’nin darbesiyle yıkıldı ve Suriye tarihinde ilk defa resmen ‘Suriye Arap Cumhuriyet’i ilan edildi. Bu, Kürtlerin Suriye içinde tanınma ve eşitlik taleplerine doğal olarak büyük bir darbe indirdi.1962 yılında hükümet, Cizîrê ( ElHeseke) bölgesinde Kürt topraklarını Araplara veren ‘Toprak Reformu’nu gerçekleştirdi. Bu politika, Kürt bölgelerini Araplaştırma projelerinin de temelini oluşturdu.

Suriye Baas partisi, 1963 yılında iktidarı ele geçirdi. 1947 yılında kurulan bu parti, Sovyetlerle yakın, ilişkiler geliştiren reel sosyalizmden etkilenen bir Arap milliyetçiliği çizgisinde, tüm Arap devletlerinin birleştirilmesi idealinin başını çekiyordu. Parti, ordu içindeki özel birlik subaylarına, özellikle de genç Alevi subaylarına dayanıyordu. Salah Bitar ve Mİchel Eflaq gibi Şam’lı ideolog ve entelektüeller, Baas partisini 1966 yılına kadar yönettiler. Ancak bu yılda bir darbeyle azledildiler. Bu darbe Salah Cedid etrafında örgütlenen, Hafız Esad’ın ve Muhammed Umran’ın da dâhil olduğu, kökenleri ağırlıkla köylü orta sınıfı olan, sol eğilimli askeri ve sivil Baascılar tarafından yapılmıştı. Ancak 16 Kasım 1970’te Hafız Esad’ın askeri bir darbe yapması ve partinin sivil kısımlarını budamasıyla, yeni bir dönem başlamıştır.

Hafız Esad 1966 yılından 2000 yılına kadar ki ölümüne kadar Suriye’yi yönetti. Suriye’nin Lazkiye bölgesinden gelen Alevi bir askerdi. Baas partisi yönetimi altında, 1964 yılında hava kuvvetleri komutanı,1966 yılında savunma bakanı olmuştu.1970 yılında tüm iktidar kontrolünü aldıktan sonra, hem iç hem de dış siyasetinde dikkatli ve pragmatik bir tutum benimsedi ve risklerden kaçındı. Mezhepçilik yaptığı suçlamasını, Sünnileri  ve diğerlerini Baas partisi ve devlet kurumlarına dâhil ederek bertaraf etti. Bir Pan-Arabist idi, otoriterlik Esad yönetimine damgasını vurmuştu.

Suriye’de kâğıt üzerinde devletin yürütme, yasama ve yargı organları birbirinden ayrıdır. Ancak pratikte, tüm bu alanlardaki güç, iktidar piramidinin tepesinde toplanan devlet başkanının elinde toplanmıştır. O devletin başıdır. Ayrıca silahlı kuvvetlerin en üst düzey komutanı, Baas partisinin lideri ve hükümetin idari biriminin başıdır. İstediği zaman parlamentoyu feshetme yetkisine sahiptir. Baas partisi anayasal olarak Suriye’de yönetici partidir ve parti, Suriye’deki tüm siyasal partileri kapsayan ilerici ulusal cepheye de komuta etmektedir.

Suriye Parlamentosu ya da Arapça’daki adıyla Meclis el-Şa’bı, bir karar alma ve siyaset geliştirme organı olmaktan çok, danışma kurulu hüviyetindedir. Üyeleri genel, gizli, doğrudan ve eşit oyla dört yıllık dönem için seçilir ve Parlamento başbakan tarafından seçilir. İlk parlamento seçimleri 1973 yılında Hafız Esad tarafından düzenlenmiştir. 1990’da üye sayısı 195’ten 250 üyeye çıkarılmıştır. Sandalyelerin üçte biri bağımsız adaylara ayrılmıştır. Kalanı ise ilerici ulusal cephe içerisindeki 7 siyasi parti için ayrılmıştır. Cephe içerisinde Baas partisinin çoğunluk konumu güvence altına alınmıştır. Ayrıca Suriye’de yeni siyasi partilerin kurulmasını düzenleyen herhangi bir yasa da mevcut değildir.

Anayasada Suriye vatandaşlarının, Suriyeli Arap olarak tanımlanmasının yanı sıra toplum, kültür, eğitim, siyaset ve milli amaçlar tamamen Arap kimliğine vurgu yapmaktadır. Anayasa etnik veya milli herhangi bir azınlıktan bahsetmemektedir. Oysa Kürtlerin dışında Suriye’de Yahudiler, Filistinliler, Ermeniler, Türkmenler, Çerkezler ve Asuriler yaşamaktadır. Bunlar içinde en büyük tehdidin, Kürtlerden geldiği düşünülmektedir. Her ne kadar Hafız Esad 1976 yılında Kürt bölgelerinde bir ‘Arap kemeri’ siyaseti oluşturma siyasetine son verse de, Kürtler ve Kürtçe üzerindeki baskı ve engellemeler sürmektedir.

Resmiyette Kürtler, Irak ve Türkiye’den gelen göçmenler olarak resmedilmektedir. Suriye’deki Kürt nüfusun üzerinde yaşadıkları topraklarla olan tarihi bağı inkâr edilmektedir. Resmi politikalar Kürtleri Arap Devleti ve Toplumu içinde asimilasyona zorlamaktadır. Suriye’de suni demografik değişikliklere girişilmesi ve Kürtlerin topraklarından koparılması gibi politikalar, 1930’lu yılların ortalarında başlamış ve 1962’de yeni bir aşamaya sıçratılmıştır. Bu politikalar, Türkiye ve Irak’ta, Kürtlere yönelik politikalarla paralellik göstermektedir.

1962 Heseke (Cizîrê bölgesi) nüfus sayımı, Rojava Kürtlerinin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu nüfus sayımından sonra Suriye’deki Kürt nüfusunun büyük bir bölümü Suriye vatandaşlığından çıkarılarak devletsiz kılınmıştır. Bir gecede 120-150 bin Kürt vatandaşlıktan atılmıştır. Atılan vatandaşların topraklarına ise devlet tarafından el konularak , ‘Toprak reformu’ adı altında Suriyeli Araplara dağıtılmıştır. Vatandaşlıktan çıkarılan Kürtler ise resmi otoritelerce ‘ecnebi’ olarak kayıt altına alınmış ve tüm yurttaşlık haklarından mahrum edilmişlerdir. En kötüsü, ‘ecnebi’ bir ailede doğan çocuklar da, bu statüde olacaklardı. Bu kişiler pasaport da alamazlardı. Onların mülkiyet ve toprak edinme, iş kurma hakları yoktur. Aynı zamanda devlet desteğinden faydalanamaz ve devlet hastanelerini kullanamazlar. Kendi arabaları olamaz. Kamu sektöründe istihdam edilmeleri yasak olan bu kişilere; doktor, mühendis ve avukatlar da dâhildir. Bir büro açmaları ya da ülkeyi terk etmeleri de yasaktır. Erkek ‘ecnebi’ Kürtlerle Suriye vatandaşı kadınların evlenmesi yasaktır. Bu türden evliliklerden doğan çocuklara ‘mektumin’ denilmektedir. Yani gayri-meşru kabul edilmektedir. Bazı Kürtler de sırf Suriye ordusuna alınmamak için, bizzat kendileri vatandaşlığı kabul etmemiş ve ağır sonuçlarına da katlanmak zorunda kalmışlardır.

2007 yılı itibariyle Suriye’de 200 bin kadar Kürt ‘ecnebi’ ve 80-100 bin kadar ‘mektumin’ kayda geçirilmiştir. Suriye hükümet kaynakları ise 1996 yılı itibariyle 67.465 Kürt’ün ‘ecnebi’;75 bin Kürt’ün de ‘mektumin’ olarak kaydedildiğini belirtmektedir. Bu yaklaşımla, güya resmi düzeyde bölgedeki Kürt nüfusun çoğunluk oluşturduğu gizlenmeye çalışılmaktadır.

Belirtmemiz gerekir ki ‘mektumin’ çocukların ancak altıncı sınıfa kadar okula gitmesine izin verilmektedir. Devlet hastanelerinde tedavi görememekte, devlet dairelerinde istihdam edilmemektedir. Suriye vatandaşları için pasaport gerektirmeyen Lübnan’a bile gitmeleri bile yasaktır. Özcesi hiçbir yasal hakları yoktur. Kimlik kartlarıyla her yerde ayrımcılığa uğramaktadırlar. Ne var ki Arap uyruklular için Suriye vatandaşlığını elde etmek kolaylaştırılmıştır. Tüm bunların yanında ‘ecnebi’ ve ‘mektumin’ Kürtlerin, askeri okullar, gazetecilik ve tıp fakültelerine kabul edildiklerini de eklemek gerekir. Kürtlerin yoksulluğu dikkate alındığında, Kürt çocuklarının inşaat, işportacılık gibi iş alanlarında iş aramak zorunda bırakıldığı açıktır. Bu durum ise, Kürtleri yasa dışı yollardan ülkelerini terk etmeye zorlamaktadır.

Cizire bölgesi ya da Efrin ve Kobanî çevresindeki böl geler de, toprak reformu ve Araplaştırma politikalarının hedefi olmuştur. Efrin ’deki Kürt toprak sahiplerinin mülkleri, devlet tarafından istimlak edilmiştir. Kobanî’nin her iki tarafında Kürtlerin toprak ya da mülk satın almaları ve Ceablu ile Tel-Ebyat kasabalarında iş kurmaları engellenmiştir. Kürt kaynaklar bunun, Suriye’deki Kürt bölgelerini ve kasabalarını, Efrin ve Kobanî arası ve de Kobanî ve Serêkaniyê arasında olduğu gibi, aralarında Arap çoğunluğunun sağlandığı bölgeler kurarak bölmek için, kasıtlı bir uygulama olduğuna inanmaktadır.

Kürdistan’ın Suriye için önemi, ekonomik değerler açısından da geçerlidir. Cizire bölgesi başlıca pamuk ve buğday üretiminin olduğu bölgedir ve petrolün bunması bu stratejik kaynakların Kürtlerin hâkimiyetinde olması konusunda endişeye yol açmıştır. Bundan hareketle Rimeylan ve Qereçok petrol sanayiinde çalıştırılan Kürtler, sayıca çok düşük tutulmuş ve göç ettirilen Arap işçilere buralarda özel evler inşa edilmiştir.

Kürtleri Kürdistan’dan uzaklaştırmanın bir başka yöntemi de, Avrupa’ya yapılan insan kaçakçılığı ticaretidir. Suriye muhaberat teşkilatı ve diğer devlet görevlilerinin, Suriye’den Avrupa’ya Kürt insan kaçakçılığına göz yummalarına, tamamen Suriye’yi Kürtlerden temizleme politikalarından kaynaklanmaktadır.

Örneğin; Ermeniler, Asuriler ve Yahudilerin özel okullarda dillerini öğrenmeleri serbest iken, Kürtlerin özel olarak Kürtçeyi öğrenmesi ya da öğretmesi bile yasaktır. 1986’da Kürtçenin iş yerlerinde, devlet dairelerinde, sinema ve kafelerde kullanılması kararname ile yasaklanmış; Mayıs 2000’de ise mahkeme kararı ile Kürtçe video ve kaset satan tüm dükkânların kapatılmasına karar verilmiştir.

Kültürel soykırım uygulamaları bununla yetinmemekte, Suriye’deki Kürt yer ve bölge isimleri Araplaştırılmıştır. Özellikle Kürtçe olan tüm köy adlarına Arapça isimler verilmiştir. Örnek olarak Derik-Malikiye’ye, Amude-Adaniye’ye, Serekaniye-Resulayn’a, DirbesiyeGhassaniye’ye çevrilmiştir. 1990’yıllarda, birçok Kürt iş yerinin Arapça isim alması zorunlu hale getirilmiştir. Kitap, dergi ve her türlü Kürtçe yayın üzerine yasak uygulamıştır.

Suriye’deki Kürtler siyasi faaliyetlerinin yanında, kültürel faaliyetleri nedeni ile rutin olarak tutuklanmaktadırlar. Kürt kültürü ve tarihi üzerine yazı yazmak, bunları dağıtmak ve hatta okumak bile siyasi addedilmekte ve tutuklanmaya neden olabilmektedir. Sorgulamalarda ağır işkence yöntemlerinin sistematik tarzda uygulandığını da unutmamamız gerekir.

Hafız Esad, devlet başkanlığını 30 yıllık iktidarının ardından ölünce Temmuz 2000’de İngiltere’de eğitim görmüş doktor olan oğlu Beşar Esad’a devretti. Liberalizasyon beklentileri oldukça yavaş yürüdü. Kürtlerin ve tüm Suriye halkının siyasi özgürlükleri üzerindeki kısıtlamalar devam etti. Irak savaşından sonra ise, İsrail-Filistin barış görüşmelerine yönelik umutların tükenmesiyle beraber, ABD yönetiminin Suriye’ye karşı tavrı sertleşmeye başladı. Suriye’nin Lübnan işgalinden söz etmeye başladılar. Mayıs 2004’te başkan Bush yönetimindeki ABD, Suriye’ye gıda ve ilaç dışındaki tüm ABD mallarının ihracını ve ABD’den Suriye’ye ve Suriye’ye ticari uçuşları yasakladı. Tam da bu dönemde, Kürtlerle devlet güçleri arasında Rojava devrimi öncesindeki en büyük gerilim patladı. 12 Mart 2004 günü öğlen saat 13.00 sularında Deyr el-Zor’dan Araplar ve Qamışlo’dan Kürtler arasında Qamışlo stadyumunda düzenlenen futbol maçında bir arbede çıktı. Saddam ve Baas yanlısı Deyr el-Zor şehrinin holiganları, maçı izleyen Kürt seyircilere saldırdı. Bunu fırsat bilen Suriye güvenlik kuvvetlerinin Kürt kitleye ateş açmasıyla 7 Kürt yaşamını yitirdi. Düzinelerce si yaralandı. Bu olayın akabinde başlayan ve adeta bir öfhe patlamasına dönüşen Kürt serhildanında Amude, Derik, El Heseki ve Serikaniye gibi Kürt şehirlerinde ve Şam’da gösteriler düzenlendi. Buralarda polisle çıkan çatışmaların ardından birçok hükümet binası, Qamışlo’da ki Baas partisi binası ve Hafız Esad heykelleri yıkılıp tahrip edildi. Deyim yerindeyse, günümüzdeki Rojava devriminin ayak sesleri tüm batı Kürdistan’da yankılandı ve bu serhildanda birçok Kürt yaşamını yitirdi. Ertesi gün, ölen Kürtlerin cenazeleri yüz bin kadar insanın eşlik ettiği konvoyla Qamışlo caddelerinden geçerken, polis halka yine ateş açtı ve beş protestocu Kürt de burada şehit oldu.

Serhildanlar yaklaşık bir hafta kadar sürdü. Akabinde birçok Kürt tutuklandı ve Rojava sıkı bir yönetime tabi tutuldu. Bu dönemde Kürtlerle hükümet arasında başlayan görüşmelerde, birçok reform sözü verilmesine rağmen hükümet sonradan hiçbir sözünde durmadı. Rojava Kürtleri Mart 2004 Serhildanı sırasında, Türkiye’nin de sınıra askeri yığınak yaparak Suriye devletine destek verdiğini önemle belirtmektedirler. Zaten PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1998 Ekim ayında Suriye’yi terk etmesinden sonra Suriye’nin PKK ile hiçbir ilişkiye girmeyeceği ya da faaliyetlerini kolaylaştırmayacağını kabul ettiği Adana antlaşmasının imzalanmasıyla, Türkiye-Suriye ilişkileri balayı dönemine girmiş ve özellikle Beşar Esad ile başlayan sıkı ilişkiler dönemindeyse, Suriye’de yakalanan birçok PKK militanı Türkiye’ye verilmişti.

Rojava Devrimi’nde PKK ve Öcalan Misyonu

Ankara siyasal bilgiler fakültesinde öğrenciyken, Türkiye devrim meşalesini yakan 68 gençliğinin önderlerinden etkilenerek, zihninde Kürdistan devriminin yol haritasını çizmeye başlayan Abdullah Öcalan henüz bir grup özelliğini aşmayan yoldaşlarına Ankara’dan Kür distan’a geri dönüşsüz yürüyüşü öneriyordu. Çünkü Ankara’nın devlet kasvetli ağır havasından kurtulmadıkça ve kurutulup tarihten silinmek istenen Kürdistan halkının hala yaşayan canlı damarlarına nüfuz edemedikçe, çok emek ve bedel isteyen bu uzun devrim yürüyüşünün menziline ulaşamayacağını biliyordu. Öylede yaptılar. Artık Kürdistan’da Kürt halkının bağrında, onun yüreğine ve beynine yol alacak olan araçları yaratmak ile meşgul idiler.

Şüphesiz ki ilk adımda, inşa edecekleri araçların en muhteşemi olacak olan PKK’yi yaratmalıydılar. PKK, yeniden küllerinden yaratılacak olan Kürt halkının özgürlük mücadelesinin beyni ve yüreği olacak, halkın beyni ve yüreğiyle bütünleşecekti. 27 Kasım 1978 de Amed’in Lice ilçesinin Fis köyünde bunu başardılar; devrimin kurmayı PKK doğmuştu… Şimdi sırada ona büyük emekler vermek, onu büyütmek yetkinleştirmek ve onun etrafında mücadeleye çok gerekli olan diğer devrim araçlarını bir kuyumcu hassasiyetiyle yaratmak vardı.

Ne var ki sömürgeci efendilerde boş durmuyordu. ‘su uyur düşman uyumazdı’ onlarda Kürdistan’da dipten gelen bu toplumsal dalganın sarsıntılarını hissetmeye başlayınca, egemenliklerini güvenceye alacak olan bir askeri darbeye ve onun hazırlayıcısı provokatör eylemlerine başlamışlardı. 1978 yılı sonlarındaki Maraş katliamı, bu darbe hazırlık eylemlerinin en vahşisiydi. PKK’nin genç genel sekreteri Öcalan, büyük tehlikeye daha o günlerde dikkat çekiyor, yaptığı siyasi analizler üzerinden, 12 Eylül 1980 tarihinde ABD ve Nato’nun onayıyla gerçekleşecek olan faşist askeri darbeyi öngörüyor; halkı ve tüm devrimcileri güçlü sezgisi ve politik ön görüsüyle daha 21 ay önceden uyarıyordu. 1979 yılı başından itibaren darbenin ayak sesleri, çeşitli siyasi cinayet ve diğer emareleriyle belirmeye başlamıştı. O da tüm büyük devrim önderlerinin yaptığı ve peygambervari çıkışlarda olduğu gibi devrimin hala büyütülmeye ve titizce korunmaya muhtaç olan hücrelerini yaşatmak üzere hicrete karar veriyordu. Hicret, o tarihlerde Ortadoğu’nun devrimci merkezi olarak kabul edilen topraklarına yapılacaktı.

“ 1979 yılı ortalarına gelindiğinde, Suruçlu Ethem Akcan’a hudut çıkışının hazır olmasını söylemiştim… Urfa’da kırk günlük bir bekleyişim oldu… Sonra Ethem çıkış için tüm koşulların hazır olduğunu söyledi. Hazırlık dediği de bir köylü dolmuşuna binmekti. Bindim. Köylüler arasında hudut köyünde indik. Akşama doğru hazırlığın ikinci adımı devreye girdi. Cehni denen kurye ‘haydi!’ deyip bizi kaldırdı. Asker tel örgüyü kaldırıp ‘hadi hemşerim çabuk ol’ deyip bizi geçirdiğinde, keçi adımlarıyla, Ethem’in bastığı noktalardan mayınlı tarlayı hemen geçtik. Benim dışımdakiler için günlük olan bu deneyimler, benim için tarihsel ve biricikti… Ethem tek yardımcımdı. Bir süre sonra kendimi Filistinlilerin arasında buldum. Dilsiz, tercümansız günlerim başlamıştı. Ethem’in fedakârlıkları olmasaydı bir hiçti çabalarım. Yeni bir toplumsallık için örgütlenmenin, ilişkilenmenin büyük önemini, ancak bu tür deneyimleri yaşayanlar, hakkıyla bilir. Benim, bizim çıkışımızda tesadüf olmayıp, tüm kritik anların gerçekleştirmeye zorladığı tarihsel çıkışlardan biriydi”. (5.cilt)

Sayın Öcalan’ın sözünü ettiği çıkış, Rojava’nın devrimci merkezlerinden Kobanî’den başlıyordu. Artık oradan, Lübnan’daki Filistin örgütlerine kavuşmak zor değildi. Zira şahsımın da böyle bir deneyimi olmuştu. Darbe sonrası, 1981 yılının ocak ayında, Cizre-Nusaybin arası bir köyden kuryeler eşliğinde, Rojava’nın Derik kasabasına 25 arkadaşımla birlikte benzer şekilde geçmiştik. O dönem içinde bulunduğum ‘şivancılar’ olarak bilinen siyasi hareketin bir kadrosu olarak, Qamışlo da Kürt destekçilerin evinde on beş gün kadar gizlendikten sonra, bizi almaya gelen El Fetih yöneticilerinin eşliğinde, Şam üzeri Lübnan’daki Filistin gerilla kamplarına ulaşmıştık. Filistinliler askeri alanda oldukça gelişmiş ve ileriydiler. Üzerimizde epey emekleri oldu. Ancak Sayın Öcalan’ın da aşağıdaki sözleriyle dikkat çektiği gibi, ideolojik açıdan uçurumlar vardı.

“Filistinlilerle ilişki kurduğumuzda, Kapitalist Modernite onları çoktan yozlaştırmıştı. Ama havalarında devrimci esintilerde yok değildi. Hareketin askerileşmesinde payları inkâr edilemez. Fakat acı olan o ki bu ilişki onların kapitalist zihniyetini kıramadı. Filistinli komutanlar zor bela bir araya getirdiğimiz savaş kabilemizi, geliştirmiş oldukları ücretli asker statüsünde kullanmak istiyorlardı. Tabi ki buna meydan vermedik. Devrimci ruhumuzdan, direncimizden hiç taviz vermedik. Yine de alandaki somut devrimci görevlere örnek düzeyde karşılık verdik. İsrail’e yönelik özel bir hamlemiz olmadı; ancak İsrail’in Lübnan’daki Filistin güçlerine karşı gerçekleştirdiği 1982 saldırılarından payımıza düşen, destansı direnişleri sonucu verdiğimiz 10 şehit oldu. Bu şehitlerimizin anısı, oradaki yirmi yılımızı besleyen ana kaynaktı. Asla unutulamazlar ve anıları küçümsenemez. Bundan sonra varlığımız gittikçe büyüdü. Lübnan ve Suriye Kürtleriyle hemen kaynaştık. Ulus devletlerin gadrine uğramış, bir nevi mülteci gibi yaşamaya zorlanmışlardı. Daha az asimilasyona uğramış, kürtlüklerini fark eden insanlardı. Kapitalizm geliştikçe işsizleşiyorlardı. Bu nitelikleri onları hızla savaş kabilemize itiyordu. Toplu askeri eğitim, Kürt Özgürlük Hareketinde mevcut biçimiyle ilk defa gerçekleşiyordu. Saldırılar altında olmak, savaş deneyimini geliştiriyordu”. (5.cilt)

Sayın Öcalan’ın bura da belirttiği iki hususa özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Birincisi, İsrail’in 1982 ilkbaharında Lübnan’daki Filistin gerilla güçlerine karşı gerçekleştirdiği saldırıda, PKK gerillalarının bulunduk ları alanları savunarak, Filistinlilerle omuz omuza İsrail ordusuyla çatışmaya girmeleri hususudur. PKK bu çatışmalarda 10 şehit verdi; ama başta Filistinliler, Lübnan devrimci güçleri ve o savaşa hava kuvvetleri ile aktif katılan Suriye devleti ve hatta bu bloğun öncü politik gücü olan SSCB nezdine büyük bir prestij ve güven kazandı. Bu tavır, o dönemde PKK’nin Ortadoğu’nun antiemperyalist güçlerine verdiği bir ‘güven senedi’ niteliğindeydi ve çok kıymetliydi. O sürecin el fetih içerisindeki canlı tanıklarından biriydim. Aslında Filistinli komutanlar, 1981 yılı ortalarından itibaren, büyük bir İsrail saldırısının olacağı yönündeki güçlü istihbaratlarını bizimle de paylaşmışlardı. Bu durum karşısında nasıl tavır alınacağı, o dönem kadrosu bulunduğum siyasi hareket içinde de tartışılmıştı. Sonuçta iki ayrı tavır ortaya çıkmıştı. Biri askeri olarak eğitilen kadroların Güney veya Doğu Kürdistan’a çekilmesi; ikincisi ise kadroların sivilleştirilerek Avrupa’ya gönderilmesi idi. ‘orada kalıp gerekirse savaşma’ seçeneği ise çok azınlıkta kalmıştı. Merkez komitesi ise kararını, kadroları Avrupa’ya çekmek yönünde kullanarak, aslında objektif anlamda hareketi tasfiyeye yatırmıştı. Oysa PKK pratiği ve özgürlük mücadelesi artık doğrulamıştır ki, devrimci seçenek orada kalıp Filistin ve Lübnan devrimci güçleriyle omuz omuza savaşmak ve Öcalan’ın değimiyle ‘o şehitlerimizin anısını, oradaki 20 yılımızı besleyen ana kaynağa çevirmekti’.

Aynı konu kapsamında dikkat çekmek istediğim ikinci husus ise, PKK ve Öcalan’ın bu tavırla, Lübnan ve Suriye Kürtlerine de büyük güven vermesiydi. Öyle ki özgürlük hareketinin prestij ve cazibesi Lübnan ve Suriye Kürtleri arasında dalga dalga yayılarak, destek ve katılımı zirveye çıkarmıştı. Bu gün eğer Rojava devriminin stratejik öneminin Abdullah Öcalan olduğu yönündeki gerçeklik tartışmasız bir hakikat olarak önümüzde duruyorsa, bu bağlığın o günlere denk uzanan böylesi sağlam bir temeli vardır. Nitekim cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1993 Nisan ayında, Şahsımın da içinde bulunduğu bir gurup HEP milletvekilini Suriye’ye Sayın Öcalan’a ateşkesin uzatılması talebi ile gönderdiği dönemde, görüşme fırsatı bulduğum Suriyeli Kürt milletvekilleri, Sayın Öcalan’a Suriye’deki Kürt halkının nasıl yüksek bir değer verdiğini uzun uzun anlatmışlardı. Onlara göre Suriye Kürtlerinin çoğunluğunun evinde Öcalan’ın fotoğrafları asılıydı. Halktan bazıları genç kız ve oğullarını savaşmak üzere PKK kamplarına, bizzat kendileri götürüyordu. Harekete güçleri oranında maddi destek veriyorlardı. Sayın Öcalan’ın ise neredeyse misafir olmadığı Kürt evi yok gibiydi. Her Kürt mahallesindeki toplantılarla halka bilinç taşıyor, onları konuşturuyor. Kitleler karşısında hem öğretmen hem de öğrenci olmayı ustaca başarıyordu. İşte bu büyük emeği halka verilmiş bu sarsılmaz güveni ve sabırla gerçekleştirilen örgütleme çalışmalarını görmeden, 19 Temmuz Rojava devrimini anlamak ve onun güçlü temellerinin bilincine varmak mümkün olamaz.

PKK’nin Kuzey Kürdistan’da doğup, 1980 sonrası Ortadoğu’nun devrimci merkezinde varlığını büyüttüğü dönem, emperyalizme karşı reel sosyalist sistemin başını çektiği dünya devrimci dinamiklerinin ‘bizde varız’ dediği iki bloklu bir dünyaydı. Emperyalizm ve sömürgeciler karşısında örgütsel varlığı güvenceye almak için, başta SSCB olmak üzere dünya devrimci dinamiklerinin desteği büyük önem arz ediyordu. Bu bilinçte olan Öcalan, bakınız sözü edilen konuda neler söylüyordu;

“PKK, reel sosyalist sistem içinde varlık kazanan bir partidir. İdeolojik olduğu kadar politik olarak ta bu sistemi esas almaktaydı. Başta SSCB olmak üzere, sosyalist ülkelere eleştirel ve dostça yaklaştı. Kürt sorununu kapitalist dünya hegemonyasının bir meselesi olmaktan çıkarıp, dünya sosyalist sisteminin bir parçası haline getirmeye çalıştı. İdeolojik olan bu tavrını, 1980 sonrasında ülke dışına çıkışla birlikte uluslararası alana yaydı. Sosyalist sistemin o dönemde temsilcisi olan SSCB ile ilişki kurdu. Avrupa sosyalist partileri ile benzer ilişkiler kuruldu. Fakat dünya genelinde sisteme damgasını vuran revizyonizmden ötürü, bu ilişkiler umulan düzeye çıkartılamadı. Taktik, yararcı amaçların ötesine taşırılamadı. Ancak diğer ulusal kurtuluş hareketleri gibi dar milliyetçiliğe de kaymadı. Bu sayede, 1980 sonrası Ortadoğu’sunda İsrail ve Filistin kurtuluş örgütü (FKÖ)’den sonra üçüncü dinamik güç olarak yer almayı başardı. PKK’nin 1980 sonrası üslendiği Ortadoğu’nun en sıcak bölgesini tercih etmesi, devrimci özellikleriyle bağlantılıdır. Devrimci mücadeleden kopmaması bakımından bu alan stratejik role sahiptir. Zira başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin PKK’ye yaklaşımları-başlangıçta olumlu yaklaşıpdev-yol vb. gibi devrimci potansiyeli olan örgütlere uygulandığı üzere içlerine alıp yumuşak güç yöntemleriyle asimile etmeye çalışmaktı”(5.cilt),

Nitekim dev-yol gibi Türkiye devrimci hareketinin birçok bileşeni ve o yıllarda devrimci nitelikler taşıyan bazı Kürt siyasi örgütleri Almanya, İsveç gibi Avrupa devletlerinin yumuşak güç yöntemleri ve var olan devrimci özleri yozlaştırılmak suretiyle tasfiye edildiler. Yoksa o yıllarda Lübnan’daki etkinliğiyle de Suriye; İsrail ve Batı hegemonyasına karşı bir denge unsuru olarak SSCB ve sosyalist sisteme yakın duruyor, Filistin ve Lübnan devrimci güçleri ile aynı blokta olmanın esnek siyasetini sürdürüyordu. Her ne kadar bu siyasetin gelgitleri olsa da, belli bir dengede tutulduğu da açıktı. PKK ve diğer Ortadoğu devrimci güçlerinin değerlendirdiği de, Suriye’nin emperyalist İsrail ile olan bu çelişkilerinin yarattığı çatlaktan ustaca, ama ihtiyatla, devrim yararına faydalanmaktı. Sayın Öcalan bakınız bu konuda neler yazıyor;

“Sovyetlerle ilişkilerimizin somut yararı, belki de Suriye’de güvenlikli kalmamdaki destekleriydi. Bu yıllarda çok sayıda Irak, Lübnan ve Filistinli örgütle görüşüp, diplomatik ilişkiler geliştirdik. Dostluk mesajları alıp verdik. Özellikle el fetih, Türkiye’yle ilişkilerinde konumumuzdan en çok yararlanan örgüt oldu. Suriye’deki Esat kardeşlerin yaklaşımı ise, örgütsel olmaktan ziyade kişiseldi. Çok tecrübeliydiler. İstihbarat üzeri yaklaşımları da ustacaydı. İsteselerdi büyük gelişmelere yol açabilirlerdi. Ancak Türkiye’den çekiniyorlardı. Amaçları, üzerimizden Türkiye’yi dengelemekti. Bu politikalarında da başarıya ulaştılar. Fakat Kürtkimlik ve özgürlük hareketi de bu ilişkiden tarihsel sonuçlar elde etmesini bildi”. (5.cilt)

Türkiye’deki bazı aydınlar panelistler ve hatta PKK karşıtı Kürt siyasetçilerinin özgürlük hareketi ve lideri Öcalan’ın Suriye’yle ilişkileri hususunda çokça polemik yaptıkları biliniyor. Bunlardan biri de, 1980’li yıllarda dev-yol örgütünün liderlerinde olan Taner Akçam’dır. Gazeteci Hasan Cemal, milliyet gazetesindeki köşesinde bu konuyla ilgili şunları yazıyordu;

“Yıl 1982, Şam. Taner Akçam bir sohbet sırasında Öcalan’a şöyle der; “Hafız Esat rejimi seni Türkiye’ye karşı kullanıyor”

Öcalan yanıtlar;

“Ama bende onu kullanıp güçleniyorum”

Taner Akçam bu sohbeti 2010 yılı Temmuz ayında bana gönderdiği bir elektronik postada şöyle anlatmıştı; “1982 yılıydı, Şam’da Apo ile karşılıklı oturmuş, Suriye devletinin bizden istediği şartları konuşuyorduk. Ben, bir devletin kontrolüne girmenin tehlikelerini, bizi istedikleri gibi kullanıp sonra limon gibi sıkacaklarını Apo’ya söylüyordum. Apo aksi kanaatteydi. ‘Bana zaman lazım’ diyordu. ‘kullanmak mesele değil, beni limon gibi sıkmak istedikleri vakit, onlar için çok geç olacak’

Aradan yıllar geçti Apo kendisini belki kullandırdı ama bu durum Kürt hareketini, Suriye’nin oyuncağı olmayacağı bir yere taşıdı”. ( Hasan Cemal-milliyet gazetesi-15 Ocak 2013)

Evet, yıl 1982… PKK lideri ile dev-yol liderinin diyalogları böylesine açık ve net. Yıl 2013 Abdullah Öcalan yine PKK lideri ve hatta ‘Kürt Halk Önderi’ sıfatıyla devletle Kürt halkı adına ‘baş müzakereci’ olarak barış görüşmeleri yürütüyor. O dönemde dev-yol lideri olup, örgütü Almanya’ya çekerek orada tasfiyesine yol açan ve sonradan Alman üniversitelerinden ‘profesör’ unvanı alan Taner Akçam ise bu gün, yalnız ve sade aydın… Bilmem, farklı bir yoruma gerek var mı? Biz işimize devam edip PKK-Suriye devleti ilişkilerini Sayın Öcalan’ın şu değerlendirmesi ile sonlandıralım;

“Özellikle 1990’lı yıllar sonlarında, büyük devlet temelinde kamplaşmayı Suriye’ye taşımıştık. İktidar ile bağlarımız daha da gelişmişti… Ne var ki Hafız Esad Suriye’sinde yaşamak büyük sorumluluk ve yetenek istemekteydi. Kolayca üstesinden gelinebilecek bir durum değildir. İlişkinin temelinde, Türkiye üzerinden gelebilecek tehdide karşı bir güvence olarak varlığımızı değerlendirmek vardı. Suriye’nin tarihi olarak ta Kuzey komşusundan endişeleri vardı. Varlığımız her bakımdan bir sigorta görevi görüyordu. Bizim açımızdan ise Suriye, bölgeye açılmanın kilit ülkesi konumundaydı. Suriye Kürtlerinin konumu, önemimizi daha da arttırıyordu. Ayrıca Kürtlerin, iktidarın dengeleri üzerinde de önemli rolleri vardı. Tarihte de Kürt sürgünlerinin ilk durak yerlerindendi. Değerli dostlukların alanıydı. (5.cilt)

19 Temmuz Rojava Devrimi İkinci Yılında

Buraya kadarki siyasi analizlerimizde gördük ki, Suriye ulus devleti egemenliğindeki Kürtlerin yaşadığı sorunlar, sistemin içinde eritilmekten çok, dıştalanmaktan kaynaklanmaktadır. Kürtlerin ‘ecnebi’ ve ‘mektumin’ statüsünde olanları ise yok hükmündedir. Türkiye-Suriye sınırında yaratılan Arap kemeri ise Batı Kürdistanı Kürtsüzleştirme ve kalanları da Araplar içinde eritmeyi amaçlamaktaydı. Bu da özünde, Türk hegemonyası ile birlikte, her parçası üzerinde inkârcı ve imhacı rejimlerin hâkimiyetinin inşası ile aslında sorun ulusallaşma olmaktan çıkıyor, varlığını sürdürmeye indirgeniyordu. Fiziksel imha temel yöntem olmasa da, kültürel boyutlu soykırımlar yaşanan gerçeklik oluyordu.

Üstelik bölgesel olarak Suriye, Türkiye, İran ve Irak arasındaki koordinasyon, Kürt sorunu konusunda bir Kürt devletinin ya da özerk bir bölgenin oluşumunu engellemek için, Kürdistan’ın tüm parçalarındaki Kürt Özgürlük Hareketlerini zayıflatmayı hedefliyordu. İşbirliği dışında, en azından bu devletlerin siyasi, ekonomik, sosyal örgüt faaliyetlerine karşı kullandığı taktiklerde benzerlikler olduğu kesindir. Öte yandan Kürtler de, zaman zaman kendi siyasi ve silahlı mücadelelerine destek kazanmak için, bu devletlerarasındaki çelişkileri kullanmaktaydı, kullanmaktadır.

Açıktır ki, bu karmaşık durumda, bir Kürt sorunundan çok, Kürt kör düğümünden söz etmek daha gerçekçidir. Ve bu düğümün çözülmesiyle, özellikle tüm Ortadoğu toplumlarının özgür iradeleri ile demokrasilerini inşa etmeleri ve özgür yaşama olanağına kavuşmaları kesinlik kazanacaktır. İşte 19 Temmuz Rojava devrimi ikinci yılını yaşarken, tüm Kürdistan ve Ortadoğu halklarına bu müjdeyi vermektedir.

Rojava’da Kürt halkı 19 Temmuz 2012 gününden başlayarak kendi topraklarında yönetimi ele geçirip, Derika Hemko’dan başlayıp Qamışlo ve Serêkaniyê ye kadar devam eden Cizire bölgesi ile Efrin, Kobani ve Halep te halk meclislerini oluşturdular. Aslında iç savaşın boyutlanmasından sonra, Suriye ordu birlikleri Batı Kürdistan’ın birçok yerinden geri çekilmişlerdi. Şüphesiz ki bu stratejik bir karardı. Belli ki Kürtlerle savaşarak, enerjilerini Kürdistan’da tüketmek istemiyorlardı. Ayrıca savaşta Kuzey Kürdistan’a yönelecek büyük Kürt göçü, Türkiye ve Nato’nun askeri müdahalesini getirebilirdi. Unutmayalım ki, 1991 körfez krizi sırasında ABD güçleriyle savaş başlayınca Saddam da benzer kararı vermiş tüm ordu birliklerini Güney Kürdistan’dan çekmişti. Peşmergeler de dağdan şehirlere inerek, Kürdistan cephesi öncülüğünde yönetime el koymuşlardı.

Bu gün Rojava da halkın en üst düzeyde iradesini temsil eden kurum, ‘Desteya Bılınt a Kurt’‘Kürt Yüksek Konseyi’dir. 11 Temmuz 2012 tarihinde Hewler’de yapılan antlaşma sonucunda, Batı Kürdistan’ın en büyük siyasi gücü olan Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin içinde bulunduğu batı Kürdistan halk meclisi ile Suriye Kürt ulusal meclisi kararıyla bütün Kürt partileri güçlerini birleştirerek, Kürt yüksek konseyini ilan ettiler. 10 üyeden oluşan ve 5 üyesi PYD den gelen konsey Suriye Kürtlerinin en üst siyasi iradesini temsil etmektedir. Batı Kürdistan’ın dörtte üçünden fazlasında kontrolü sağlamıştır. Dış güvenliği YPG; şehir içi güvenlik faaliyetlerini ise ‘asayiş’ adı verilen zabıta birimleri sağlamaktadır.

Birçok yerde halk evleri, gençlik, kadın, dil, kültür, sanat, eğitim, mahkeme, asayiş ve meslek örgütü gibi kurumları oluşturan Kürtler, Batı Kürdistan’da ‘Demokratik Özerklik’ inşasını kararlıkla sürdürmektedirler. YPJ’de askeri olarak örgütlenen Kürt kadınları ise ellerindeki silahlarla Rojava da bir kadın devrimi gerçekleştirdiklerini ve Batı Kürdistan’ın geleceğini artık kendilerinin inşa edeceğini, tüm dünyaya ilan ediyorlar. Gençler ellerine Öcalan posterleri, Kesk u Sor u Zer konfederalizm, PYD ve YPG bayrakları ile ‘artık yeter! Kendi topraklarımızda kendimizi yönetmek istiyoruz’ diyorlar.

Rojava da demokratik özerklik sisteminin temel ayaklarından biri olan halk belediyeciliği de adım adım geliştirilmeye çalışılıyor. Örneğin, Qamışlo halk belediyesi, yürütme görevini 9 kişilik bir konseyin icra ettiği meclis tarzı örgütlenmeyi esas almıştır. Hukukçu, mühendis ve esnaf temsilcilerinden oluşan mecliste, başkanlık yerine altı ayda bir değişen ‘sözcü’ seçiliyor meclis içinde ayrıca Ermeni, Arap ve Süryani temsilciler de bulunuyor. Kürtler, Arapça eğitimin yanın da Kürtçe eğitim içinde öğretmen yetiştirmeye hız vermişler; bulundukları tüm alanları eğitim ve okul alanına çeviren Kürt gençleri, eğitim materyalleri oluşturarak, her evi, köyü, kurumu birer okul haline getirip Kürtçe eğitim vermeye çabalıyorlar.

YPG (Halk Savunma Birlikleri) genel komutanı Siphan Hemo gazetecilere verdiği röportajda ise Rojava devrimini şöyle anlatıyor;

“19 Temmuz devrimi sadece Rojava halkı için değil, bütün Kürdistan halkı için en önemli dönemeçtir. 34 yıllık bir devrim mücadelesinin mirasına sahiptir. 1980 sonrası Kuzey Kürdistan’da gelişen Kürt Özgürlük Hareketine bir Serhildan ruhuyla katıldı Rojava halkı… Sadece uzaktan destek olmakla yetinmedi, bizzat katılarak omuz omuza mücadele etti. Adeta Kuzey devrimi Rojava devrimiymiş gibi katıldı. Bu mücadelede binlerce şehit de verdi. Amed nasıl katıldıysa, Efrin de, Qamışlo da öyle katıldı. PKK hareketi le birlikte ciddi bir zihniyet devrimi de gerçekleşti. Bu anlamda, başkan Apo’nun toplantısına katılmayan, ondan etkilenmeyen, neredeyse hiçbir Rojava’lı aile yok gibidir. Suriye’deki en örgütlü halk Kürtlerdir. 19 Temmuz devrimi bir gecede olan bir şey değil, 34 yıllık fedakâr bir mücadelenin mirasıdır.

YPG de, Suriye’de ki iç savaş sonrası oluşmuş bir güç değildir. Çok öncesine dayanıyor. 2004’te Qamışlo da Kürtlere yönelik yapılan katliam, o dönemde artık Kürtlerin sadece kültürel ve zihinsel değil, fiziksel olarak da hedeflendiğini ortaya çıkardı. Artık halkın kendi öz savunma birliklerini kurmasının önemi anlaşılmıştı. 2005 yılında ‘öz savunma birlikleri’ adı altında Efrin’de, Qamışlo, Şam ve Halep’te çok gizli hücrelerle askeri örgütlenmeye gittik. Bu askeri örgütlenme, 2007 de rolünü müthiş oynadı. O dönemde Rakka da Kürtlere yönelik bir saldırı oldu. O zaman bu birimler her yerde ortaya çıktı ve çok ciddi eylemlerle cevap verdi. O zaman devlette anladı ki, Kürtlerin gizli askeri birimleri var. Tabi bunun üzerine, rejimin bize yönelik ciddi saldırıları ve tutuklamaları başladı.

Şubat 2011 de daha güçlü bir askeri örgütlenme için çalışmalara başladık. Gizli askeri savunma takımları oluşturduk. Efrin, Qamışlo, Kobanî ve Halep’te dört ayrı askeri takım kurduk. 2011 yazında ise artık Rojava’da YXG (Yekineyin Xweparastina Geleri) ‘öz savunma birlikleri’ adı altında savunma güçleri bulunduğunu resmen ilan ettik. Halkımıza yapılacak her saldırıya karşılık vereceğimizi duyurduk. O dönemde çok gizli bir yerde, Afrin’de ilk kampımızı kurduk. Üçer aylık eğitimlerini verip, daha sonra eğitimini alan her timi, farklı Kürt şehirlerine aktardık. Bu hamle ile 30 kişilik birlikler oluşturduk ve sonuçta Qamışlo’da 2012 yılı Şubat ayında yapılan bir toplantı ile YPG’yi tüzüğü, programı, cezai kanunları, sancağı, felsefesi ve harekât tarzıyla resmi bir güç olarak ilan ettik.”

Evet, YPG her ne kadar PYD’nin siyasi öncülüğünde kurulduysa da, bu gün Batı Kürdistan halkının en üst siyasi iradesini temsil eden Kürt yüksek konseyine bağlı bir halk savunma gücüdür. Kürdistan topraklarında yaşayan başta Kürt halkı olmak üzere tüm halkların güvenliğinin teminatıdır. Şehitleri, yaşayan ve savaşan kızları, oğullarıyla halkımızın da medarı iftiharıdır. YPG, Öcalan’ın stratejik talimatları doğrultusunda oluşturulan üçüncü çizgiyi temsilen bir savunma savaşı yürütmektedir. Rojava’ya saldırı, hükümet güçlerinden de gelse, muhalif güçlerden veya El Nusra gibi El Kaide’ye bağlı çetelerden de gelse; YPG, Rojava’nın Federe Kürdistan’a açılan tek kapısı Semalka’yı kapatıp, devrime ambargo uygulayan karşı devrimci zihniyeti de unutmayacaktır. Bu satırların yazıldığı gün Batı Kürdistan’da geçici yönetimi oluşturmak amacıyla, birleşimi Kürt, Arap, Süryani ve Çeçenlerin teşkil ettiği ‘kurucu meclisin’ inşa sürecinin tamamlanarak ilan edildiğinin büyük müjdesi ulaştı. Bu yeni kurumlaşma, şüphesiz ki Rojava devriminin özgün bir aşamaya sıçraması anlamına gelmekte ve tüm Kürdistan devrim şehitlerinin anısına bağlılığın somutlaşmış ifadesi olmaktadır. Önümüzdeki süreçte Rojava devrimi, ‘demokratik özerkliği’ her alanda inşa ederek, modelini tüm Ortadoğu halklarına taşırmasını da bilecektir.

Son olarak, 19 Temmuz Rojava Devriminden yaklaşık, iki yıl kadar önce Sayın Öcalan’ın Suriye Kürtleri ile ilgili yaptığı aşağıdaki değerlendirmeyle konumuzu noktalayalım.

“Suriye Kürtleri İmralı sürecini, Suriye’den 9 Ekim 1998 de ki zorunlu çıkışla başlamasından ötürü, derin bir hüzün ve öfheyle karşılamışlardı. Büyük tepki gösterdiler. Şehitlere şehit kattılar. Bağlılıklarını asla yitirmediler, daha da güçlendirdiler. Benim orada geçirdiğim 20 yıl boyunca, en büyük maddi ve manevi destekçim olmuşlardır. Sınırsız maddi destekler yanın da binlerce oğul ve kızlarını saflara sürerek tarihi bir rol oynadılar. Binleri aşan şehitleri oldu. Halen tüm Kürdistan’da binlerce savaşçı ve siyasi katılımcıyla aktif desteklerini sürdürmektedirler. Suriye Kürtleri, Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile rollerini başarıyla oynamaktadırlar. Binlerce şehit ve yüzlerce tutuklusuyla, demokratik siyaset ve öz savunmacı bir tutumun seçkin örneğini sunmaktadırlar. Suriye Kürtleri ve PYD, demokratik ulusal kongrenin de önde gelen katılımcı güçlerinden biridir. Kürdistan’ın geneli ve Kürdistan’ın bütünlüğü içinde, bundan sonra da rollerini başarıyla yerine getirecekleri kesindir.”

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.