Düşünce ve Kuram Dergisi

Armağan Kültürü ve Değişim Ekonomisi

Emin Aram-Sipan Serhat

Toplumlar tarihi incelendiğinde iki temel sonuca ulaşılır. Bir: Demokratik uygarlık tarihi, İki: devletçi hegemonik uygarlık tarihi. Egemenler tarihi kurnaz ve avcı erkeğin zihniyeti üzerinden gelişir. Bu zihniyet, toplumsal ahlakın bir gereği olan armağan kültürünü aşıp kullanıma dayalı değişim ekonomisinin doğallığıyla oynar ve azami kârı içeren ticarete, tekele, devlete ve iktidara dönüştürür. Kurnaz, avcı ve tüccar erkek tanrılaşarak topluma, doğaya ve ekonomiye hükmeder ve doğal, ahlaki politik topluma düşman konuma gelir. Bu nedenle de toplumsal doğaya hiç bir katkıda bulunmaz. Böyle olunca da doğayı ve gezegeni yaşanmaz hale getirmenin tek sorumlusu haline gelir.

Tarihin gelişim dişlisi olan Demokratik uygarlığa, ana kadın, armağan kültürü ve doğal toplum beşiklik eder. İnsanlık tarihi esas olarak bunun üzerinde gelişir. Demokratik uygarlık tarihi devrimler tarihidir. Toplumsal ahlak, zihniyet, politika, sanat, yaşam ve ekonomi demokratik uygarlık tarihselliği içinde gelişerek kültürel hakikate ulaşır.

Armağan Kültürü; maddi ya da manevi değeri bir şahsa, topluma, inanca hiç bir karşılık beklemeden sunmayı, hediye etmeyi, armağan etmeyi ifade eder. Feda olmak, feda etmek ya da kurban etmek bu kapsamda değerlendirilebilir. Kültür ise; insanın tarihsel süreç içinde oluşturduğu dil, inanç, zihniyet, ahlak, estetik, duygu, sanat vb. temel değerlerin toplumsallaşmasıdır.

Armağan Kültürü, İnsanın oluşumundan günümüze kadar, tarihsel bir gelişim sürecine sahip olduğu için insanlık var oldukça da devam edecektir. Armağan Kültürü en gelişmiş haliyle toplumsal doğada yaşam buldu ve Demokratik Uygarlıkla günümüze ulaştı.

Armağan Kültürünün toplumsal örgütlenmesi olan Klan; İnsanlığın ömrünün yüzde 98’lik kısmını ifade etmektedir. Armağan etmenin kültüre dönüşmesi de klanla, doğal toplumla başlangıç itibariyle yaşamlaşır. Klanı toplumun kök hücresi olarak tanımlayabiliriz. Klan toplumu süreç içinde oluşan aile, kabile, aşiret, kavim ve ulus toplumunun tümünde hücre farklılaşmasına benzer biçimde yaşamını hala sürdürmektedir. Bilindiği gibi klan yaşamı tamamen doğal ve komünaldir. Bütün faaliyeti kolektiftir. Klanda dilin oluşumu da bu çerçevede gelişir. Örneğin klan dil yapısında ben ve bencillik, iktidar, erkek egemenliğini ifade eden işaret, kavram yoktur. Klan ve doğayı içeren ifadeler vardır. Dilde ben, iktidar, egemenlik ve özel mülkiyetin olmaması toplumun diğer temel değerleri üzerinde de belirgin bir etkiye sahip olur. Zihniyet de bu eksende gelişme kaydeder. Zaten oluşan zihniyet doğa ve komünal ruhludur. Burada da toplumu bölen, ayrıştıran, kirleten, ötekileştiren, dışlayan vb. bir unsura rastlanması mümkün değildir. Doğal toplumda ahlak; toplayıcı ve avcılığın yaşamsal kurallarını belirler. Bu kurallar hem doğa hem toplum esasları üzerinde gelişir. Klan toplumunda ahlak, doğayı insana, insanı da doğaya kurban etmez. Toplum doğayla birlikte var olmayı esas alır. Bu anlamda doğal toplum basit de olsa ekolojik ve toplumcudur. Toplayan ve avlanan kılan eldekini saklamaz ve gizlemez. İhtiyacı olana tamamen karşılıksız armağan eder. Klan toplumu buna, bunun doğruluğuna inanır. İnanç da bu temelde gelişir. Toplumsallığa, suya, güneşe, toprağa, ana kadına inanır. Yani inancı da toplum ve doğa eksenlidir. Duygu ve mitoloji bu sonuç üzerinden gelişir. Doğal toplumda mitolojinin konusu tamamen doğa ve insandır. Duygu ve ruhta, özel mülkiyet ve egemenlik içeren bir şey yoktur. Ekolojik, toplumsal ve anacıldır. Bütün yaşamını, doğayı sanatla estetize ederek yaşar. Toplumsal doğanın yaşamına ruh ve moral kaynağı olmayı başarır. Bütün bu toplumsal değerler tarihin süzgecinden geçerek kültür düzeyine ulaşır. Sorunlarına çözüm bulan, oluşturan klan, ahlaki politik toplum düzeyine kavuşur ve sonraki toplumlara analık yapar. Klan basitte olsa bu düzeye ulaşır. Elbette klanda var olan ahlak ve politika çok basittir, ama önemli olan var olmasıdır. Basitlik önemi ortadan kaldırmaz, tersine önemin önemini kanıtlar. Hatta denebilir ki, Ahlak en güçlü ifadesini klan toplumunda yaşar. Adeta İçgüdünün ifadesi rolündedir. Ahlaka göre yaşamak varoluşun olmazsa olmaz koşuludur. Ahlakını yitiren klan dağılmış, dağıtılmış ya da yok edilmiş klandır. Ahlakın basit kurallarla ifade edilmesi ancak yaşamsallığına yorumlanabilir.

Aynı özellik politika içinde belirtilebilir. Klanın toplayıcılık ve avcılık gibi çok basit iki işi vardır. Şüphesiz tüm klan üyeleri kendileri için hayati olan toplayıcılık ve avcılık üzerinde belki de bin kez tartışarak, danışarak deney alış-verişinde bulunarak, bazı üyelerini görevlendirerek en iyi ve en verimli biçimde toplayıcılık ve avcılık politikalarını oluşturup uygulamaya çalışmışlardır. Aksi halde yaşam mümkün olmazdı. Neyin nasıl toplanıp yenileceği en temel politikaydı, ortak işti. Politika ortak iş olarak tanımlanır. O halde klan toplumu çok basit ama hayati bir topluluktu. Bir gün bile politika yapmazsa ölürdü… Araçlar ancak politika var olduğunda devreye girer. Dilin gelişimi ancak ahlaki ve politik temelde mümkündür. Konuşma ihtiyacını hızlandıran unsurların işin yapılmasına ilişkin tartışma ve karar olduğunu hiç unutmamalıyız… Klan toplumunu bu temel özelliği nedeniyle demokratik uygarlık tarihinin baş ve başlangıç köşesine oturtabiliriz.

Demokratik Uygarlığın başlangıcını temsil eden klan topluluğun, temel sorunlarından biri de barınmadır. Klanda barınma topludur, ortaktır. Doğal koşullara göre barınma alanları tercih edilirdi. Genelde mağara, bitki, meyve, su ve av olanaklarının bir arada olduğu coğrafik bölgeler seçilirdi. Tarihsel araştırmaların ortaya çıkardığı sonuçlardan hareketle bu konuda en ideal ve mükemmel olan alanlardan biri de Toros-Zağros alanları olmaktadır. Doğal toplum belki de yüz binlerce yıl bu alanlarda yaşadı, barındı ve komünal kültüre ulaştı. Toplu, kolektif ve komünal barınma doğanın zor koşullarında avantaj sağlıyordu. Afetlere, çetin geçen kış koşullarına ve kurak yazlara karşı toplu yaşam önemli bir zorunluluktu. Bitki liflerinden ve hayvan derisinden faydalanıyorlardı. “Dicle ve Fıratın beslediği Toros-Zağros sisteminin ovalarla birleştiği, doğal bir sulama iklimine ve çok zengin bitki ve hayvan türlerine sahip olduğu alanlarda M.Ö. 15000-12000’lerde görkemli avcı ve toplayıcı toplum” oluşmuştu. Urfa Göbeklitepe’deki dikili taş tapınağı bunun en açık kanıtı olmaktadır. Klanın barınmasında tabi ki coğrafik koşullar önemli bir rol oynamakta, ama oluşan armağan kültürü de en azından bu oranda bir öneme sahiptir. Birlikte avlanma, birlikte toplama, ortak beslenme, barınma ve bu birlikteliğin oluşturduğu zihniyet, duygu, dil, ahlak, eylem olmazsa klan ve üyeleri belki bir saat bile barınamayacaklardır.

Ana kadın, klanın barınma, beslenme ve korunmasında önemli bir rol oynamaktadır. Ana kadın burada öncüdür. Doğal toplumun ve armağanın kültüre dönüşmesini, hatta bu kültürün günümüze taşırılmış olmasını kadının zihniyetine, duygusal zekâsına, doğallığına ağırlıklı olarak bağlamak mümkündür. Klanda doğal ve toplumsal olan her şey kadınla başlar ve biter. Armağan ekonomisini oluşturan, koruyan, yürüten de kadın olmaktadır. Her şey ana kadın etrafında oluşmaktadır. Çocuk doğuran, büyüten, eğiten, analık ve toplayıcılık yapan, ihtiyaç dâhilinde ava da katılan kadın olmaktadır. Bu anlamda kadın, doğal toplumun zenginliği, öncüsü, örgütleyicisi olarak rol oynamaktadır. Toplayandır, gıdayı biriktirip ambarlayandır. Ama saklayıp, gizleyen, özel mülkiyetine alan ve paylaşmayan değildir. Ekonomi ve armağan kültürünün “kök hücre”si yine kadın olmaktadır. Ekonominin kelime anlamı da bunu ifade eder. Aile yasası, ev yasası, evi geçindirme kuralları, kadının yaptığı işler, ev işleri, kadına ait işler.” Doğal toplumda; kadının esas işi klanın ekonomisi ve her boyutta idaresidir. Erkeğin rolü burada çok talidir. Toplumdaki etkisi sadece avcılık ve bunun sonuçlarıyla adeta sınırlıdır. Erkeğin kadın, çocuklar ve toplum üzerinde etkisi yoktur. Kan bağı kadına bağlı olarak gelişir. Her çocuk, topluluk ve klan üyesi kadınla anılır, tanınır. Kürtler de bu anılma etkili olmazsa da halen devam etmektedir. Ayrıca kadın doğası gereği ekolojik bir kişiliğe, duyguya, zihniyet, ahlak ve kültüre de sahip olduğundan doğa ve doğal topluma karşı daha sorumlu, duyarlı barışçıl ve hassas olmaktadır. Kürt kadınının başındaki beyaz tülbenti savaşanların arasına bırakması çatışmanın bitirilmesinin gerekçesi olurdu.

Ağıt, bambaşka bir olaydır. Konumuz gereği tüm boyutlarını çözümleme şansına sahip değiliz, ama her Kürt bilir ki ağıt kadının icadı ve eseridir. Tamamen doğaçlamadır. Topluma, insana ve doğaya yönelik duyguların en yoğun olduğu andır. Ağıtta bu duygular dile gelir. Bugün ağıt için, kadın tarafında dile getirilen doğal toplumun bir ürünü ve erkek egemenlikli dünyaya isyanıdır diyebiliriz. Kurnaz, avcı ve güçlü erkeğin artık- ürüne el koyması, bunu özel mülkiyetine alması, armağan kültürünü yadsımaya çalışması, kullanım yerine geliştirilen değişim ekonomisine kar zihniyeti ile yaklaşması ve iktidar olmaya çalışması, çatışmaların, savaşların sömürü ve sömürgeciliğin başlangıcı olmaktadır. Bundan sonraki tarihsel süreç armağan kültürü ile özel mülkiyetin oluşumunda rol oynayan güçlü erkek ve onun şahsındaki iktidara karşı mücadeledir. İnanna ile Enki’nin mücadelesi bunun ilk yazılı ifadesidir denebilir.

“Güçlü adam karşısında ilk kurban kadın olmuştur. Yaşamla bağının daha güçlü olması, kadında doğal duygusal zekâyı daha gelişkin kılar. Kadın çocukların anası olarak acıyla yoğrulu bir emekle toplumsal yaşamın esas sorumlusudur. Yaşamın farkında olması kadar, nasıl sürdürüldüğünü de daha çok bilmektedir. Toplayıcıdır; toplayıcılığı hem duygusal zekânın bir sonucu, hem de doğadan öğrenmiş olmasının bir gereğidir. Toplumsal birikimin uzun bir tarih boyunca Ana-Kadın etrafında gerçekleştiği, Ana-kadının bir nevi zenginlik, değer merkezi rolü oynadığı antolojik verilerdendir. Artık değerinde anası olduğu kestirilebilir. Esas rolünü avcılık olarak belirleyen güçlü erkek adamın bu birikime göz koyması anlaşılırdır. Hâkimiyet kurması halinde yüklü avantaj sağlayabilecek durumdadır. ’Avcı, kurnaz erkeğe ve bunun ulaştığı ekonomi karşıtı kapitalist moderniteye rağmen, kadının eseri olarak kabul edilen armağan kültürünün etkileri günümüzde de halen devam etmektedir. “Sakladığın değil paylaştığın senindir” söylemi bunu ifade eder. Armağan kültüründe gizlemek, saklamak, paylaşmamak yoktur. Özel mülkiyetin baş gösterdiği ve değişim ekonomisinin geliştiği süreçte saklamak, gizlemek ve armağan etmemek, paylaşmamak, cimrilik ayıp sayılır. Bu yüzden toplum, başta ekonomide değişim ahlakına karşı çıktı. Bunu cimrilik olarak değerlendirdi. Kullanım değerini esas alarak değişimin zorunluluğunu çok sonra onayladı. Cimrilik doğal toplumda belki en büyük ahlaksızlıktı. Ortadoğu ve Kürdistan’da cimrilik halen çok ayıptır. Kürt edebiyatında cimrilik ayıplanarak yerin dibine batırılır, cömertlik, paylaşım ise göklere çıkarılır. Dinler de başlangıç itibari ile doğal topluma yakındır. Bu yakınlık iktidarla buluşuncaya kadar da devam eder. Komünal ve armağan kültürü önemli oranda korunmaktadır. Demokratik uygarlığı temsil içeriklidirler. Dinler tarihi incelendiğinde bu rahatlıkla görülür. Dinlerin armağan kültürü, doğa ve toplumsal değer yargıları boyutuyla doğal toplumdan oldukça etkilendiklerini görebiliriz. O nedenle Musevilik, İsevilik, İslamiyet, Budizm çıkışları itibariyle demokratik uygarlığı ifade ederler. İslamiyet’te; Oruç, fitre, zekât vb. komünal yaşam zihniyetlidir. ’Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ hadisi, yine Hz. Muhammed’in “Birbirinize hediyeler veriniz” sözü ahlaki-politik içeriklidir. Hz. İsa ve Hz. Musa’ nın yaşamları bilinir. İlk müritler, havariler ve rahipler de öyledir. Bir lokma, bir hırka felsefesi gelişkindir. Ortadoğu ve Asya da önemli oranda gelişen ve kitleselleşen Zerdüştlük, Alevilik ve Manicilik daha da doğal topluma yakındırlar. Genel toplum da armağan kültürü cılız da olsa halen korunmaktadır. Ama Ortadoğu toplumunda armağan kültürünün özellikleri daha da gelişkindir. Denebilir ki; doğa ve toplum kaygısıyla açıklanan her sözde, fikirde, düşünce ve yapılan eylemde armağan kültürü, doğal toplum ve öncüsü kadın vardır. İnsani, doğasal ve manevi değerler toplumsal doğa kökenlidir. Ana olmak başlı başına bunu ifade eder. İslamiyet’te ‘Cennet anaların ayakları altındadır ’tespiti ana ile doğal toplum ilişkisini ortaya koyar.

Kurban olayı da armağan kültürünün etkisini taşımaktadır. Kurban etmenin ekolojik olmaması ayrı bir konudur. Ama kurbanın dağıtılması(en çok ihtiyacı olana)armağan içeriklidir. Karşılık bekleme yoktur. Yine bayramlardaki gelenek doğal toplum içeriklidir. Bayramlardaki armağan, barışçıl yaklaşımlar, sosyal ilişkiler vb. pratik kaynağını toplumsal doğadan alır. Genel yaşam içerisinde insanların karşılık beklemeden, tamamen insani bir kültürün gereği olarak yardımlaşması, doğal toplumu temsilendir. Yakın tarihimizde yoğun yaşanan, bugünde Kürdistan’da kısmen devam eden Zebare geleneği komünal toplum kaynaklıdır. Zebare hiç bir karşılık beklemeden; akraba, komşu, mahalleli, köylü, dost ve insan olmanın zorunlu bir gereği olarak yapılan yardımdır. Armağan kültürünü ve ekolojik olmayı ifade eden örnekler çoğaltılabilir. Bu konuda sonuç olarak şunu belirtmek yerinde olacaktır. Maddi ve manevi hiç bir çıkar beklemeden, ekolojik ve toplumsal olan her eylem kaynağını komünal toplumdan alır ve onun temsilidir diyebiliriz.

Günümüzde kapitalist modernite ile çatışan ve demokratik uygarlığı ifade eden bu kültür olmaktadır. İnsanlık tarih boyunca avcı kurnaz erkekten kaynağını alan hegemonik uygarlıklar ile ana kadın ‘kök hücre ’si üzerinde gelişen demokratik uygarlık arasında çatışma devam etmektedir. İlk insandan son insana kadar da armağan kültürü farklı biçim ve düzeyde devam edecektir. Kazanacak olan, armağan kültürü ve demokratik uygarlık olacaktır. ’İnsanlık ahlaki politik toplumdan vaz geçmemiştir. Binlerce yıllık savaşlar bu gerçeklikle yakından bağlantılıdır…’’ Günümüz itibarıyla şahıs, topluluk, örgüt, parti ve toplum, ideolojik, politik ve yaşamsal olarak ne kadar armağan kültürüne yakın ise, o oranda da ahlak-politik toplumcu ve demokratik uygarlık savaşçısıdır. Bunu her alanda temsil etme başarısını gösteren ise özgürlük hareketi olmaktadır.

 

Değişim Ekonomisi

Karşılıklı mübadele olarak değişimler tüm toplumsal alanlarda olduğu gibi ekonomik alanda da yaşana gelmiştir. Manevi alışverişlerin yanı sıra maddi alışverişler de toplumlar, topluluklar arasında tarihsel süreç boyunca hep var olmuştur. Dolayısıyla kavram olarak değişimin kendisi bir negatifliği içermez. Hangi zihniyetle ve kimler tarafından nasıl işlerlik kazandığı daha önemli olmaktadır. Neolitik toplumda armağan kültürü esas olmakla birlikte örneğin Göbeklitepe avcı-toplayıcı toplumunda ve Çatalhöyük gibi neolitik toplumlarında değiş- tokuş faaliyetlerinin yapıldığını biliyoruz. Çatalhöyük toplumunun etrafındaki topluluklarla yoğun bir değiş tokuş faaliyeti yürütmesine karşın kendi içinde söz konusu faaliyeti yani değişimi çok daha alt düzeyde veya hiç yapmıyordu. Çünkü doğal toplumun zihniyet dünyası henüz buna kapalıdır. Esas olan değişim değeri değil kullanım değeridir. Binlerce yıllık ahlaki yargıları değişim olgusuna yabancıdır. Büyük zihniyet değişimleri- olumlu ya da olumsuz düzeyde- olmadan maddi olgularda da değişimler gerçekleşmez. Toplumun binlerce yıllık kültürel dokusunu teşkil eden armağan-paylaşım değerleri aşındırılmadan değişim değeri gibi spekülatif olguları bağrında taşıyan bir olguyu kabul etmesi düşünülemez. Kültürleşen şey kimlik kazanmıştır. Kimlik; özsel olandır, öz parçalanmadan toplumun yeni gelişen ve kendisine yabancı olanı kabul edip meşru görmesi mümkün değildir. O halde değişim değeri ile kullanım değeri olarak bu iki değerler sistemi toplumsal yaşamda nasıl, hangi zaman ve mekânda yer değiştirdiler? Toplum metalaşma sürecine hangi temelde alıştırıldı; bir eşyanın, metanın-ürünün sadece kullanım değerini tanıyan toplum nasıl oldu da ticareti ve buna bağlı olarak değişimi ve onun değerini kabul eder hale geldi.

 

Doğal Toplumda Değişim Ekonomisi

Neolitik tarım devriminin yarattığı bol gıdalar daha önceki avcı-toplayıcı yaşama göre çok üst düzeyde bir ekonomik faaliyeti ve gelişmişliği göstermektedir. Artık ürün ortaya çıkıyor. Kıtlık açlık ve doğal afetler vb. karşı tedbirler geliştiriyor. Saklama –ambarlara- yapılıyor. Bu faaliyetler el koyma, mülkiyet temelinde değil tüm topluluğun yararına yapılıyordu. Toplumsal yapı kadın eksenlidir. Daha önceki ana kadın kültü neolitik toplumda Ana-tanrıçalığa yükseliyor. Bu temelde kimlik kazanıyor. Dolayısıyla ekonominin merkezinde yer alması temel karakteri gereğidir. Kadının toplayıcı, erkeğin avcı olarak ekonomik iş bölümüne bağlı gelişen iki farklı karakteri ve ekonomik zihniyeti, çelişkileri olsa da henüz çatışmaya dönüşmemiştir. Toplum emek verip geliştirdiği ürünlerle besleniyor, zor zamanlar için bir kısmını ambarlıyor ihtiyaç fazlasını da topluluğa dağıtıyor, daha doğrusu paylaşıyor. Bu dönemde özellikle birbirine yakın olan topluluklar arasında değiş-tokuşlar gelişiyordu. Çatalhöyük örneğini yukarıda vermiştik. Fakat burada yine esas olan kullanım değeridir. Toplumda meta –ticaret vb. olgular söz konusu değildir. Bu anlamda bir “uzmanlık” oluşmamıştır. Ortak kurban ve tapınma yerlerinde de hediye değiş-tokuşu yapılmaktaydı. Her ortak tapınak yerleşikliğin ilkel alış-verişin ortak duygu ve düşünce devriminin de temelini teşkil etmektedir. O halde ticaretin primitif orijinal biçimi olan hediye alış-verişlerinin ortak mabet buluşmaların da geliştirildiğini belirtmek mümkündür. Metalar arasındaki değiş-tokuş günümüzdeki gibi bir mülkiyet, kazanç ve ticaret konusu değildir. Birbirine hediye verme, değiş-tokuş normal bir ekonomik faaliyettir. Uygarlık süreci ile başlayan meta değişiminden, ticaretinden çok farklıdır. Uygarlık sürecindeki gibi bir metalaşma söz konusu değildir. Neolitik toplumun ideolojik ve maddi kültür ögeleri arasında yaşamı tehdit edecek ve çatışmaya götürecek hususlar ağırlıklı olarak özellikle kuruluş ve kurumsallaşma aşamasında oluşmamaktadır. Toplumsal ahlak buna fırsat vermemektedir. Toplumsal çatlağa yol açan temel etken olan özel mülkiyet gelişme bulamamaktadır. Ayrıca ortak çalışmanın ürünü olan besin elde etmede de özel mülkiyet söz konusu değildir. Her ne kadar öz kültürleri haline getirdikleri bitkilerle evcilleştirdikleri hayvanları üzerinde bir toplumsal aidiyet varsa da buna mülkiyet denemez. Mülkiyet nesnellik içerir. Ortada nesnel-öznel ayrımına yol açacak bir zihniyet henüz söz konusu değildir. Nesneler kendileri gibi sayılmaktadır. Birbirileri kendileri için ne denli mülkse kültüre ve evcilleştirmeye çektikleri bitkiler ve hayvanlarda o denli mülktür. Dolayısıyla ciddi bir ekolojik ihlalden bahsedilemez. Şüphesiz mülkiyete yol açacak bir başlangıç yapılmıştır. Ama bunun gerçek anlamda mülkiyete dönüştürülmesi başka koşullarda uzun süre sonda gerçekleştirilecektir.

 

Uygarlık Toplumunda Meta, Mülkiyet ve Değişim

Mülkiyet, metalaşma, buna bağlı olarak ticaret ve değişim değeri gibi olgular ancak uygarlık sürecine girişle başlar. Burada metalaşma, yeni yönetim biçimiyle karşımıza çıkan ataerkil düzenin hiyerarşik kurumlaşma ve onun daha gelişmiş ve kurumsal hali olan devletli, sınıflı, kentli toplumla meşruiyet kazanacaktır. Kullanım değeri dışında bir değer tanımayan toplum yeni oluşturulan hiyerarşik düzen temelinde mitolojik inanç sistemleriyle metalaşma sürecine alınarak değişim değerine alıştırılacaktır. Böylece bu sömürüye dayalı değer biçimi meşruiyet kazanacaktır. Kullanım değerini esas alan doğal toplumun ekonomik yaşamına dışarıdan sızmanın ve onu daraltmanın adım adım geliştirildiğini görüyoruz. Ekonomik yaşamlarında kullanım değerini esas alan doğal toplumun bu değerleri, uygarlık güçleri tarafından hegemonya altına alınıp giderek aşındırılmaktadır. Bunun temel yolu da koloniler temelinde geliştirilen ticaret olmaktadır. Bu temelde ilk merkez çevre ilişkisi de başlamış oluyor. Merkezin-devletli uygarlığın- çevreye sürekli saldırmasıyla onun ekonomik değerlerini dağıtıp yozlaştırarak kendi varlığının temeli haline getirir.

 

Ticaret ve Değişim

Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık ürün birikimleri armağanlarla tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farlı bölgelerde artan farklı ürünlerin birikimi ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin karşılıklı ihtiyaçları daha iyi gidermesi niteliği meslek veya ikinci büyük toplumsal iş bölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekingenlik yüklüde olsa meşrulaştırır çünkü taşınan ürünler iş bölümünü geliştiriyor. Oda daha verimli bir üretim veya yaşamı mümkün kılıyor. Bir taraftan gıda ve dokuma diğer tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır. Artık ürünün büyüklüğü etrafında kentleşen yeni toplum devlet biçiminde örgütlenmiş ağırlıklı olarak erkek gücü ile çok farklı bir pozisyon yakalamıştır. Artan kentleşme metalaşma demektir. Oda beraberinde ticareti getirir. Toplumsal kötülüğün temelinde faiz, faizin temelinde ticaret, ticaretin temelinde meta vardır. Metalaşma önemli bir kavramdır. Burada çok farklı bir içerik kazanmaktadır. Çünkü yeni gelişen devletli toplum sisteminde metanın kendisi toplumun zihin dünyasına, maddi yaşamına yön veren ve şekillendiren bir unsur olarak varlık kazanıyor. Kapitalist modernitedeki meta fetişizminin temeli belki de böyle atılmaktadır. Ticaret, koloniler şeklinde neolitik toplumun damarlarına sızarak gittikçe artan biçimde metalaşmayı değişim değerini ve mülkiyeti yaygınlaştırıp bu toplumun çözülmesini hızlandırır. Ur, uruk ve Asur kolonileri bu gerçeği açıkça kanıtlamaktadır. Mezopotamya ticareti ve ticaret olmadan uygarlık olmaz. Aşağı Mezopotamya da gelişen uygarlık toplumunun maden, kereste vb. maddi ihtiyacını karşıladığı alanların başında Yukarı Mezopotamya gelmekteydi. Yayılma-emperyalizm- olmadan ve neolitik toplumun değerleri gasp edilmeden devletli toplumun sistemini sürdürmesi söz konusu olmazdı. Bu temelde ticaret kolonileri anlam kazanıyor. Bu da zor aygıtını ve tekeli beraberinde getiriyor. Gelişen devletin kendisi zaten sermaye- iktidar tekeli olarak varlık kazanmaktadır. Tarih m.ö. 4000’lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını göstermektedir. Mezopotamya da ilk kent devleti olan Uruk sitesi etrafında gelişen uygarlığa bağlı olarak İran’ın güneybatısındaki Elamdan Yukarı Mezopotamya da bugünkü Elazığ ve Malatya yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik kapısı bu biçimde açılıyor. Ticaret ve kolonileşme iç içedir. Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazarda şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor. Bu tüccar, kendisi bizzat ticaret tekeli olan devletten bağımsız olmadığına göre meta değişimlerinde adil bir “ölçü koyan” olarak değerlendirilebilir mi? Olmayacağı açıktır. Kaldı ki mülkiyet ve metalaşma – eşyanın, metanın bir ihtiyacı doğrudan gidermesi dışında ticaret değeri kazanması- sınıflı ve devletli toplumun yarattığı temel olguların başında gelmektedir. Bu durum, zihniyette yaşanan gelişmenin maddi yaşama yansımasıdır. Özne- nesne ayrımının ekonomide ki izlerini oluşturmaktadır. Tüccar kendi çıkarı ve söz konusu metaya duyulan ihtiyaca göre istediği biçimde fiyatlandırma yapabilir. Ekonomiyi değişimle başlatan düşüncelerde söz konusudur. Fakat toplumun binlerce yıllık bu en yaşamsal eylemini pazarla ve pazarda oluşan meta değişimleriyle başlatmak ne kadar tarihsel toplum gerçeğine karşılık gelecektir? Soyut ya da somut olsun emeğin değerini nasıl ölçeceğiz bu anlamda bir değer, ölçü aramanın kendisinin bile yanlış bir yaklaşım olduğu açıktır. Emeği toplumsal aklın ve pratiğin sonucu olarak değerlendirdiğimizde bu toplumsal değerin ve değerlerin karşılığının olmayacağı anlaşılır.

 

Pazar ve Değişim

Kullanım yerine değişim değerini esas alan Pazar ekonomisi, kabul gören bir tanım olmakla birlikte, kapitalizmin tıpkı demokratik alanı yozlaştırdığı gibi, ekonomik alanı da ulus-devlet ve sermaye tekellerinin tahakkümü altına alarak özünü boşattığı çok iyi kavranması gereken bir gerçekliktir. İnsanlar için zorunlu beslenme, giyinme, taşınma ve barınma ihtiyaçlarına hizmet ettikçe piyasaya karşı olmanın ve onu meta fetişizminin aracı olarak değerlendirmenin tutarlı bir yönü yoktur. Pazar; bu temelde rol oynarsa gerçek anlamda toplumsal işlevine kavuşabilir. Sermaye tekelleri fiyatlarla sürekli oynayarak ve böylelikle kâr olanaklarını canlı tutarak piyasalarda sağlıklı ve adil bir değişimin oluşumunu engellerler. Pazarla ilişkisi olmayan, bir yandan arz-talep ve fiyatlarla oynayarak, diğer yandan pazarlar arasındaki uzak mesafeler nedeniyle oluşan aşırı kâra konan iktidar-sermaye tekellerinin talan alanından kurtarılarak, tekelci kârı değil, kullanım değerini ve toplumun gerçek ihtiyaçlarını esas alan bir sosyal-pazar konumuna kavuşabilir.

 

Değişimde Paranın Rolü

Paranın değişimde rol alması, muhtemeldir ki alış-verişte işleri daha kolaylaştırsın diye bir değişim aracı olarak düşünülmüştür. Paranın bu temelde toplumsal yaşama girdiği ve kabul görüp meşruiyet kazandığı düşünülebilir. Para pazarda ilkin bu temelde bir arabulucu konumundadır. Kendi başına bir değer ifade etmez. Ekonomik yaşam da faydalı bir konum arz ettiği sürece toplumun ahlak süzgecinden geçebilir. Paranın icat edilmesinden beri yoğunca kullanıldığı biliniyor. Özellikle Yunan, Pers ve Roma uygarlıklarında yaygınlık kazanıyor. Tarihte ilk defa bu biçimiyle iki değişen arasına üçüncü bir unsur girmiş oluyordu. Esas olarak para olgusu Kapitalist Modernite çağına kadar böyle bir konumda kalmıştır. Kapitalist Modernite ile birlikte para asli işlevinden farklı olarak öyle bir konuma ulaşmıştır ki toplumun tüm gözeneklerine sızdırılarak birey ve toplumun ahlak ve vicdanını adeta felç eden bir kanser hücresi haline gelmiştir. Kendi başına bir iktidar; yakan, yıkan, alan, satan, yozlaştıran… Komutan Para olmuştur. O olmadan metalar dolaşıma giremiyor, değişemiyor. Hegemonyasını tüm toplumsal alanlarda konumlandıracak düzeye getirmiştir. Kapitalist Modernite sisteminde paranın aldığı biçim böyleyken, bu kadar kirlenmiş bir olgunun değişimde bir değer olarak benimsenmesi toplumun ekonomik değerlerine en büyük saldırı olmaktadır. Topluma öyle bir algı oluşturulmuştur ki, sanki para olmadan hiç bir ekonomik faaliyet gelişmezmiş gibi. Hâlbuki toplumsal yaşamın büyük kısmında ekonomi söz konusu olduğunda paranın hiçbir hükmü yoktur. Yoksa yardımlaşma, dayanışma, armağan vb. toplumsal kavramlara bir anlam yükleyemeyiz. Anlamları, içeriği birçok yönüyle değişmişte olsa günümüzde de paraya ihtiyaç duymadan da toplum kendi arasında değiş-tokuş yöntemiyle ekonomik ilişkilerini sürdürebiliyor. Paranın soğuk yüzü toplumsal ilişkileri ciddi oranda tahrip etmiş olsa da birçok toplumda komünal-demokratik değerler hala varlığını sürdürmektedir. Örneğin; Arjantin de 2000’lerin başında yaşanan ekonomik kriz sürecinde halk ekonomik yaşamında takasla alış-veriş yapmayı oldukça yaygın hale getirmişti ve bu ilişkilerde paraya ihtiyaç duymuyordu. Arjantin’in yoksul mahallelerinde başlayan bu hareket, kısa sürede ülkenin birçok yerine dağılmış ve yaklaşık iki milyon insan bu değişim-takas ekonomisine dâhil olmuştur. Yine Yunanistan’da son yaşanan ekonomik krizin yarattığı zorluklar nedeniyle, halk kentlerde kurulan takas pazarlarında ihtiyacını karşılıyor. Kuşkusuz bu örneklerin komünal-demokratik içerikleri sorgulanabilir. Fakat komünal toplumun kaybolmayan kültürü olarak değerlendirmek de yanlış olmayacaktır.

Genel anlamda ekonomiyi toplumun zorunlu maddi ihtiyaçlarını giderme eylemi, bunun kurumsal ve kuralsal ifadesi olarak izah ederken, daha dar anlamda Pazar etrafındaki maddi ihtiyaç değiş tokuşu olarak tanımlamak mümkündür. Ekonomi konusunu tarihsel toplumun ahlaki ve politik ana eylemi olarak düşünüp, gerekirse bir soyutlama ve bilim haline getirmek mümkün olabilir. Ama Avrupa merkezli ekonomi-politiği bilim olarak düşünmek, belki de Sümer mitolojisinden sonra en sömürgen bir ikinci mitolojiye aklın tutsak olması demektir. Radikal bir bilimsel devrim bu alan için hayati rol oynayacaktır. Israrla belirtmeliyiz ki, hiçbir toplumsal eylem ekonomi kadar ahlaki ve politik olamaz. Kapitalizmin ekonomi olmadığını hem tarihsel hem de güncel veriler ispatlamaktadır. Kapitalist modernite tam anlamıyla bir kumar sistemidir. Bin bir çeşit araç ve argümanla tüm toplumu da bu küresel kumar sistemine ortak etmenin uğraşındadır. Sadece finans-kapital gerçeği bile bunu kanıtlar niteliktedir. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumsal sınıf bu denli kâr, değer kazanmamıştır. Toplumun yozlaşmasının en başta gelen nedeni ekonominin vardığı finans düzeyidir. İnsanlık bu ekonomi politik ile daha fazla yaşayamaz. Sosyalizmin asıl rolü burada karşımıza çıkar. O da yavaş yavaş meta toplumundan kullanım değeri için üretim yapan topluma, karı esas alan üretimden paylaşımı esas alan üretime geçişle tanımlanabilir. Sosyalizmin ekonomi politiği budur. Bu ekonomi politikası uygulandığında işsizlik, bolluk içinde yoksulluk, aşırı üretimin yanında açlık, kâr ile birlikte çevre tahribi bir kader olmaktançıkar.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.