Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeolojinin Ekonomiyle Sınavı

Mahmut Yamalak

Ekonominin önemi, günlük yaşamsal gereksinimlerimizin karşılanması, zenginlik kaynaklarının dengeli kullanımı, üretim ve dağıtımın genel düzeyde planlanması, çevreye duyarlı teknolojiyle üretime rağbet edilmesi, adil gelir dağılımı vb. konular göz önüne getirildiğinde anlaşılır. Her toplumsal projede ekonomi, bütün bu kapsadığı alanlar itibariyle önemli bir yer tutar.

Ekonominin zihniyet formlarıyla, özellikle ideolojiyle ilişkisine girmeden önce birkaç tespit yapmak gerek.

1.Her ideoloji, kendine özgü bir terminoloji üretir. Bu sosyal yaşamın düzenlenmesinde ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde belirleyici olur. İdeoloji ile ekonomi arasındaki ilişki de bu terminoloji aracılığıyla kurulur.

2.Bir alana ilişkin üretilen kavram ve kategoriler, bağlı oldukları ideolojiye göre anlamlar kazanırlar. Ekonomik terimler, kavramlar tek başına bir anlam içermeyebilirler; onlara anlamını kazandıracak olan bağlı bulundukları ideolojidir. Kavram ve terimlerin içi buna göre dolacaktır.

3.Ekonomik alanda kendi düşünsel sistemine göre bir anlamlandırmaya gitmeyen bir ideolojinin başarı şansından söz edilemez. Bu durum ahlak, politika gibi her alan için de geçerlidir. İdeoloji, var olan egemen sistemin anlamlandırma faaliyetlerini geçersiz, eksik veya hatalı kabul ettiğinden, yeni bir anlam kazandırmaya girişmektedir. Dolayısıyla yaşamın her alanına dair tutarlı bir söyleme sahip olmalıdır. Anlam-içerik ideolojiye göre oluşur. Karmaşık, eklektik, soyut veya yüzeysel anlamlandırmalar ideolojiyi güçten düşürür.

4.Ekonomik bir model de ideolojik olmak durumundadır. Ekonomi, doğadaki kaynakları en uygun ölçüde değerlendirme ve paylaştırma işi olduğundan, düşünce sistematiğinden beslenmek durumundadır. Burada ideoloji yalnızca belirleyen değil; ekonomiyi ayakta tutan varoluşsal bir kaynaktır da. İdeolojinin kodları ve ilkeleriyle ekonominin ilişkileri birbirine bağlanarak bütünü oluştururlar. Kavram ve kategorilerin iç tutarlılığı da böyle sağlanabilir.

 

Ekonomiyi Temele Yerleştirmek: Hatanın Başlangıcı

Her ne kadar Marx “basmakalıp” ( Grundrisse ) bulsa da ekonominin aşamalarının konuya yardımcı olacağını düşünüyoruz. Böylece hangi konu üzerinde tartışıldığı da somutluk kazanmış olur.

Üretim: Ekonominin başlangıç aşamasıdır. Üretim için yoğunlaşmış toplumsal emeğe ihtiyaç olduğundan, tamamen toplumsaldır. Tolum doğa ürünlerini, hammaddeleri ihtiyaçları karşılayacak şekilde işleyerek ürüne dönüştürür. Bu aşamada birey, toplumsal emek içinde kolektif özneye karışmış durumdadır.

Bölüşüm: Üretimde yer alanların ürünlerden hangi esaslar çerçevesinde, hangi oranda ve nasıl pay alacağının düzenlendiği aşamadır. Bölüşüm, topluma egemen olan ideolojiye göre eşit veya dengesiz olabilir. Toplumda egemen güçlerin denetiminde olan bölüşüm, ekonomide ara bir aşamadır. Üretilen maddi ürünlerde, bir birimin payına düşen oranın nicel olarak tayin edildiği bu aşama tikel ölçekli bir paylaşımı esas alır. Toplumsal olan üretim, bölüşüm esnasında bireyselleşir.

Değişim: Bölüşümde paya düşen hissenin istendiği ürünlerle karşılıklı değişir. Değişim aşamasında ürünler tercih ve ihtiyaçlara göre yeniden paylaşılırlar. Bu yanıyla değişim de bir ara aşamadır. Niteliğini, yoğunluğunu ilgi ve eğilimler belirler. Uygulanışı itibariyle değişim de tikel bir aşamadır.

Tüketim: Bu aşamada üretilen ürünler doyum ve bireysel kullanım nesneleri haline gelirler. Artık toplumsal ürün içinden geçtiği toplumsal sürecin dışına çıkarak doğrudan doğruya bireysel ihtiyacın nesnesi haline gelir. Tüketim, bu süreçte sonuçtur. Nesne- ürün tüketilerek ekonomik döngüde yeni bir aşamayı başlatır. Bu nedenle tüketim tüm aşamaların birleştiği tekilliktir, ekonominin varış noktasıdır. Ekonominin amacı olan tüketim ile birlikte yeniden başlangıç noktasına dönülüp tüm sürecin yeniden başlatılması sağlanır. Döngü yeniden başlar.

Bu kısa şematik izahatla ekonomik süreç ve aşamaları gösterilirken, ekonominin ideolojik olarak ele alınmasının bu süreci bütünlüklü görmekle bağlantılı olduğu da yansıtılmaktadır.

Başta ekonominin kavramlarının bütünün yerine konmasından kaynaklanan yanlış yorumların gerçeklerden uzaklaştırdığı söylenebilir. Marksizmin determinist, ekonomizm yorumunda kesinleşmiş/ şaşmaz bir kategorileştirmeye rastlarız. Diyalektik yöntem deterministçe uygulanarak, öncelikle iki ana kategoriye ulaşılır: 1) Üretici güçler, 2) Üretim ilişkileri. Bunlardan birincisi, üretim araçları; iş araçları, iş nesnesi (madenler, hammadde vb.) ve insan emeğini kapsarken, ikincisi; hem üst yapı ve hem de onun ideolojik araçlarla bağlantılı ilişkiler sistemini ifade eder. Üretici güçler tüm toplumsal üretim biçimlerinin ortak temelini içerir. Kısacası, toplumun maddi zenginliği onunla ifade edilir. Buna ‘’ alt yapı ‘’ denir. Bir toplumdaki ideolojik hâkimiyetin kimde olduğunu anlamak için alt yapıya bakılması gerektiğini söyler. Eş deyişle; ekonomik ilişkiler ideolojiyi de yansıtır, der.

Gerçeğin bir yönüne işaret eden bu yaklaşım, toplumun zihniyet üretimini, manevi- moral yaratımlarını tali plana düşürür. Toplumun özünü içeren yanları ekonominin kanatları altına yerleştirir.

Ekonomist yorum bundan sonra yine Marksist diyalektiği yorumlayarak ikinci aşamaya geçer. Buna göre; toplumsal maddi üretim, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin diyalektik birliğini temsil eder. Belirleyici rol yine üretimin maddi özünü oluşturan üretici güçlerdir. Üretim ilişkileri ise üretimin toplumsal biçimini oluşturur ve ikincildir.

Üçüncü aşamadaysa üretici güçlerin hangi aşamada olduğunu anlamak için Marks, iş bölümüne bakmamız gerektiğini söyler. İş bölümünün düzeyinin iş konusunda bireyler arasındaki ilişkileri de belirlediğini ifade eder. Sonuçta ekonominin ideolojiyi belirlediği, zihniyet yaratımlarının ikincil planda kaldığı bir yorumdur marksizm. Ekonominin tüm aşamaları ve kavramları da bu genel ilkeye göre düzenlenir.

Sistem açısından düşünüldüğünde, ekonomik aşamaların hiçbirinde ekonomik özneler olan kadınların, emekçi kesimlerin söz ve karar sahibi olmadığı görülür. Liberal ekonomi anlayışı, ekonominin gerçek sahibi olan bu kesimleri yalnızca emek sömürüsüne tabi tutar ve tüketim aşamasında aktif kılar. Sistem ekonomik sömürüyü tarihsel- toplumsal bir ‘’ zorunluluk ‘’ biçiminde gösterir.

Böyle bir algı manipülasyonu için ekonominin planlaması ve yönetimi süreçlerinin tümünde geçerli olan kavramların tümü ideolojik bir düzenlemeye tabi tutulmak durumundadır. Ancak bu şekilde sömürünün bir ‘’ zorunluluk ‘’ olduğu yanılsaması tutar. Ekonominin toplumsal önemi, aşamaları, koşulları vb. bu şekilde gösterilerek özgürlük iradesi teslim alınmak istenmektedir. Bu manipülasyon süreci ideolojik bir operasyon olduğundan, üretilen her olgu birbirini destekler; böylece kurumlar, ilişkiler ve söylemler doğru kabul edilir. ‘’ Zorunluluğu ‘’ destekleyen ekonomik yasalar, kurumlar, işleyen bir mekanizma ve ona dayalı gelişmiş ilişkiler sistemi kendi sanal gerçekliğini öz olanın yerine koyar.

Bu noktada, herhangi bir alana dönük teorik kavramlaştırmanın ideolojiyle bağına dikkat çekmek gerek. Ekonomik bir kuramı oluştururken, ideolojik esaslar tüm kavram ve kategorilerin yönünü ideolojik çıkarlara göre yönlendirir. Eğer ideoloji kendi yaratımı olan kavramsallaştırmanın tüm yönlerini kapsayamıyorsa söylemsel bütünlük de oluşamaz.

İdeoloji kuramsal olarak kendine yeten bir söylem dünyasıdır. Onun siyasal-güncel gerçekler karşısında hep aynı ilkeler etrafında durmasını sağlayan da bu iç tutarlılığıdır.

Yukarıda Marksist ve liberal ekonominin birkaç özelliğine vurgu yaptık. Özellikle marksist yaklaşımla demokratik modernite paradigması arasındaki temel farklılığa işaret eden özellikler olduğu belirtilmeli. Yine temel bir farklılığa dikkat çekmek gerek.

Ekonomik Sömürüye Yaklaşım

Marks, kapitalizmi ‘’emek gücünün bir meta olarak özgürce alınıp satıldığı toplum biçimi‘’ diye tanımlar. Ona göre kapitalizmdeki “özgür değişim“ , “piyasa” gibi sistemler etrafında şekillenen özgürlük, eşitlik, serbest girişim gibi kavramlar “özgür toplum“ yanılsaması yaratırlar. Verili toplumsal ilişkiler içinden bakıldığında bunlar gerçek olarak algılanabilir. Yani maddi temelleri ve karşılıkları olan yanılsamalardır. Kapitalizmin ayırt edici yanı da budur.

Prensipte kimse köle değildir, çalışıp çalışmama konusunda herkes özgürdür. Bunu engelleyecek bir yasa veya otorite de yoktur. Herkesin para kazanma, çalışma, sermaye ve mülk edinme hakkı vardır. Kapitalizmi ayakta tutan etmenlerden biri de bu “hak” anlayışıdır.

Marks’ın, bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, kapitalizmi bir “toplum biçim” olarak ifade etmesinin üzerinde durmayacağız. Genel bir değerlendirmeyle şu sonuçlara ulaşabiliriz:

  1. Emek gücünün satılabilmesi için iki taraf lazım: Emek gücünü satan işçi ve onu satın alan kapitalist. Bu iki sınıf bir arada kapitalizmi oluştururlar.
  2. Satılan emek değil; emek gücüdür. Emek potansiyel olarak işçi sınıfında vardır. İşçi bunu üretim için kullanıma sokarken emek gücüne çevirir. Emek gücü öncesinde, emek sadece potansiyel olarak kalır.
  3. Emek gücü de “meta“dir. Onu satan işçi meta satar; kapitalist de meta satın alır. Metayı satın alan ondan yararlanmak ister. Bunun için onu fiilen tüketir, yani işçiyi fabrikada çalıştırarak maddi ürün elde eder. Bunu yaparken hammadde ve emek araçlarından da yararlanır.

Böylece; “emek gücü + ham madde ve üretim aracı (sermaye) = ürün-meta (emek)” elde edilir. Buradan hareketle emeğe bir değer biçilir. Metanın değeri (emek gücü de bir metadır) onda cisimleşen emek- zaman miktarına karşılık gelir. Tabi bunu bir fiyat oluşturma kuramı olarak dile getirmez. Marks’a göre bu, değer yaratılması ve ekonomide gelir dağılımı kuramıdır. Bu formül, toplam gelirin sınıflar arasındaki dağılımını incelemek, toplam üründen çalışan kesime ve kapitaliste giden oranı tespit etmek ve yaşanan değişimi incelemeye yarar.

“Bir metanın üretilmesi için harcanan emek gücünün oranı nasıl tespit edilebilir?” sorusu yerine Marks; “Bir metanın fiyatı, onda harcanan emek gücünün miktarınca belirlenebilir mi?” sorusunu sorar. Bu soruya olumlu yanıt verir; ancak bu oran fiyatlara yansıtılmaz. İşte sömürü buradan doğar, der. Sömürünün bu tarz bir tanımı, sorunun özünü ele verdiğinden dolayı bu detaylarla uğraşmak durumunda kaldık.

Tam da burada Kürt Halk Önderi Öcalan, emeğin değerini nasıl ölçebileceğimizi sorar. Bir kalemin üretilebilmesi için harcanan tarihsel- toplumsal- bireysel emeğin miktarını, zihniyet, maneviyat ve pratik emek oranlarını nasıl hesaplayabileceğimizi sorar. Böylece sömürüyü anlamak için detaylarla boğuşmaktan bizi uzaklaştırır.

Sömürü için yapılan bu tespit ekonomik determinizmin de temelidir. Sistemdeki sömürü sorununu yalnızca iki ekonomik sınıf arasındaki ilişkileri, oradan da emek gücünü fiyatla arasındaki uzaklıkla izah etmek ekonomizmin bir sonucudur. Marx buradan hareketle değer ile fiyat arasındaki ilişkinin analizine yönelir. Değer ve fiyat (kalemin üretilmesi için harcanan emek gücü ile onun fiyatı ) eşit olsa kapitalizm sona erer, sonucuna ulaşır. Sömürünün yoğunluğunun nedeni de bu farkın artmasıyla açıklanır. Bu eşitsizlikten artı değer elde eden kapitalizm sistemini sürdürmeyi başarabilir, der.

Ancak kapitalizm ekonominin görülmedik ölçüde devletleştirilmesi ve özelleştirilmesidir. Dolayısıyla sömürü konusu olan sadece emek gücü değil; bütün toplumsal alandır. Ekonomik alan kapitalist ideoloji tarafından gasp edilince ücret, fiyat, değer, kâr, mülkiyet, pazar gibi tüm ekonomik kategoriler de gaspçının zihniyetine göre düzenlenir.

“Karl Marx bu konuda daha ‘bilimsel’ bir ifade ile emek-değerdeki artık-değerin hızlandığını (kâr olarak) söyler. Konu daha derinlikli bir yorumu gerektirir. Toplumun temel dokusu olarak ekonominin özel ve devletsel dahil tüm mülkiyetleşme biçimleri ahlaksızcadır.”

Sonuç olarak Marx, sömürüyü “emek- gücünün gaspı” ile açıklarken, Öcalan tüm toplumsal alana yayılmış bir sömürüden söz eder. Demokratik modernite paradigmal yaklaşımında 9 ana ilke tespit edilir:

  1. Ekonomik krizler ekonomiden değil; sistemin hegemonik yapısından kaynaklanmaktadır.
  2. Kıtlığa dayalı krizler, sistemin toplumu açlıkla teslim alma politikalarının sonucudur.
  3. Kapitalizm toplum değil; toplum karşıtıdır.
  4. İşsizlik sistemin kar oranını yüksek tutmak için yarattığı işsizler ordusunun bir sonucudur.
  5. Kapitalizm ekonomik tekniğin de düşmanıdır.
  6. Kapitalizm ahlak ve moral değerlerinin düşmanıdır.
  7. Ekonominin ana gücü, yaratıcısı olan kadının da düşmanıdır.
  8. Kapitalizm spekülatif alana yoğunlaşarak ekonomiyi içten parçalar.
  9. Ekonominin temel alanları olan üretim ve tüketimi kontrol altına alarak tüm ekonomik süreci denetler.
  10. Bu gerçekler ışığında kapitalist modernitenin, yalnızca emek-gücü ile değer arasındaki farka dayalı bir sömürü gerçekleştirmediğini, toplumun tüm yaratımlarını hedefleyerek sömürüyü derinleştirdiğini belirtebiliriz.

 

Ekonomi- İdeoloji İlişkisi

Ekonomik olgular ve ilkeler türdeş bir yapıdadırlar. Toplumun yaşamsal zorunluluğundan doğan ekonomik dünya, toplumdaki hakim ideolojik yapıya doğrudan bağlıdır. Bu birleşik alanda ideolojiyle ilkelerle ekonomik söylem birbirini koşullar; biri diğerinin anlaşılması için ölçü olabilir. Örneğin; ekonomik ilkeleri ve işleyişi izleyerek ideolojik söylemleri anlayabileceğimiz gibi, ideolojiyi izleyerek de uygulanan/uygulanması tasarlanan ekonomik modeli anlayabiliriz. “Klasik Ekonomi”, “Marksist Ekonomi” gibi tanımlar da bu birlikteliği gösterir.

Ekonominin ideolojiye bağlılığını gösteren, onun belirli aşamalardan meydana gelen belirlenmiş ilişkiler olmasıdır. İlişki sistemi, kavramları vs. ideolojik gerçeklerden hareketle oluşturulmuştur. Ekonomik bir teorinin yoğunlaştığı ilişkiler esasta ideolojik doğrulardan beslenirler. Ekonominin özneleri kimdir; mülkiyet, pazar, sermaye vs. anlayışı nedir; dolaşım, tüketim vs. nasıl organize ediliyor gibi soruların cevapları ideolojik doğruların içinde aranır.

Ekonomik kuramın iç bütünlüğü olduğu gibi, ekonomik ilişkilerin de bir iç tutarlılığı, bütünlüğü vardır, olmalıdır. Bireysel, grupsal, sınıfsal vs. ilişkiler bize toplumdaki egemen zihniyetin yaşama bakışını gösterir. Görünür olmayan, ama tüm diskurlarıyla alanı sıkıca yöneten ve denetleyen bir ideolojik sistem vardır. Konuyu ideolojinin kodlarıyla incelemediğimiz sürece ekonomik yorumlarımız da yerini bulmaz.

“Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamazlar. Çok karşıt temelde oluşturulsa da, verili hakim sistemler öncelikle bu hakimiyetlerini bu çerçevede değerlendirebilir. “

Verili bir ideoloji tarafından biçimlendirilmiş ekonomik ilişkilerin kendi iç bütünlükleri, birbirleriyle girdikleri tamlayıcı ilişkiler vardır. Bu, bazen onların salt ekonomik olarak var oldukları yanılsamasını yaratır. Bütünlük kendi içinde uyumludur, ilahi bir düzen gibi işler. Nedenleri, ilerleme dinamiği, değişip dönüşme ilkeleri vs. birbirini destekleyerek ilerler.

Değişim sistemin kaldırabileceği ölçektedir. İdeolojik değişimin kendi iç bütünlüğüne uygun olması gerekir. Aksi değişim değil; başkalaşım olur. Devinen, sabit kalan yanlar, değişimin hızı ve kapsamı gibi olgular da iç ilkelerce belirlenir. Dolayısıyla sistem salt görünür yanlarıyla gösterdiği iç tutarlılığı nedeniyle başka bir diskura ihtiyaç duyulmadan açıklanabilmektedir.

Tam da bu nedenle sistemin ekonomik alan üzerindeki ideolojik hegemonyasının varlığı görülmek durumundadır. Çünkü ekonomi, tüm toplumsal yapıyı belirleyen bir olgu değildir.

“Marks ve ekolü ekonomik çözümlemeyle toplum, tarih, sanat, hukuk ve hatta dini açıklayabileceklerini sanıyorlardı. (… ) unutmayalım ki; insan zihninin kendisi kuantum düzeninde çalışır. Maddi dünya (toplumsal ekonomik yapı dahil ) ise, kuantum işleyişinin donmasını, kabuklaşmasını ifade eder. Toplumu yönetenin zihin olduğu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiye bile zihniyet çalışmasıyla gidildiği kanıtlanmayı gereksiz kılan bir husustur. “

‘Yeni’nin İdeolojik Anlamı

Mekanik bir yorumda teori-pratik birliği, ekonomik determinize ve sonu kutsal bir “eşitliğe” ulaşacak bir ilerlemeciliğe dönüşür. Demokratik modernite sürekli değişip-dönüşen ilişkiler ağını esas alan yorumuyla bu tehlikeye karşılık verebilir. Ekonomi merkezli bir ideolojik yorum ise, en az ekonomi kadar ideolojiyi de daraltır. Ancak bunun için “eski” olanın teorik ve pratik analizini doğru tespit etmek gerek. Reddetmek; verili olanın yadsınmasıdır. Diyalektik yadsıma tez- antitez- sentez bağıntısıyla ilerlerken, dogmatik yadsıma ise reddetmekle yetinir. Bu da sistemin muhafazakâr politikalarına hizmet etmekten başka sonuç vermez.

Demokratik modernite paradigması dünyayı, toplumu, insanı anlamlandırmaya çalışarak yeni bir ekonomik model önermektedir. Bu model önerisi paradigmanın hitap ettiği her alana dair genel ilkelere bağlı olarak oluşturulmaktadır. Önceliği zihniyet formuna veren, emeğe ve çevreye duyarlı ilkesel bir duruştan damıtılarak geliştirilmekte; ekonomide karar alma, uygulama ve işleyiş tarzına demokratik ilkeler hakim kılınmaya çalışılmaktadır.

Bu, ekonomik kurumların yerel ölçekte örgütlenmesi, kendine yeter ekonomik toplulukların artırılması, komün ve kooperatif tarzı örgütlenmeye ağırlık verilmesi demektir. Topluluklar ekonomisi bir perspektif ve vizyon olarak böyle tartışılmaktadır. Söylem henüz istenildiği ölçüde pratikleştirilememiştir. İdeolojinin öngörüleri ve ilkeleri ancak bir tartışma ve pratikleşme süreciyle somutlaşabilecektir.

“Yeni” olarak tartışılan ekonomi, özünde tarihsel- toplumsal bir birikime dayandığından, sanıldığı kadar “yeni” değildir. Toplumsallığın başında var olan komünalite toplumun dokusuna sinmiştir. Tarihin bir yerinde devletli ilişkiler tarafından bastırılmış olsa da tolumda hep belirleyici olmuştur. Toplum, dokusundaki komünalite olmazsa devam edemeyeceğinden, öz niteliği olan bu yanını hep korumuştur. Toplumun oluşumunda başat olan ve toplumsal sürekliliği sağlayan özellikleri nedeniyle “yeni” değildir; her zaman var olandır. Bugün komünalite adına yapılacak her çalışma onu görünür kılmaktan öte bir şey değildir.

Ekonomik tasarım tartışmaları bir geleneğe dayanmaktadır. Sosyalizmin teorik ve pratik tartışmaları, devletleşen biçimleri, sömürge halkların denemeleri hep bu geleneği besleyen damarlardır. Marksizm 19. yy’ da liberalizme, sendikalizme ve kapitalizmin vahşi sömürüsüne alternatif bir model önerirken; öncüllerinden ve toplumsal dokudaki komünalizmden yararlanıyordu. Bunun ekonomizme saplanması, sonrasında 2. Enternasyonal çizgisiyle ulus-devletin ve giderek devlet sosyalizminin bir projesine dönüşmesi bu gerçeği değiştirmez. Aynı gelenek etrafında Frankfurt Okulu’ nun temsilcileri, Gramsci, Korsch, Lukacs gibi düşünürler daha nesnel bir model arayışını devam ettirdiler.

Başlangıçta “Sovyet” gibi komünal denemeler olsa da kapitalist uygarlığın birer izdüşümüne dönüşen reel sosyalist ülkelerde, Latin Amerika’ da çeşitli alternatif denemeler hep var olageldi. Halkların geleneksel ekonomik işleyişleri ve bunlardan elde edilen pratik veya teorik katkılar da göz ardı edilemez. Sonuçta “yeni” arayışların pratik ve teorik açılardan, tarihsel ve felsefi açılardan “yeni” olmadığı; aksine toplumsallaşmayla birlikte var olan bir özün görünür ve uygulanır kılınması çabası belirtilebilir.

“Yeni” olarak tartıştığımız şey, henüz pratik deneyimlenmemiş olduğundan, kuramsal tartışmalar var olanın eleştirisi üzerinden yapılmaktadır. “Eskisi gibi olmayacak” ifadesi yeniye dair bir şey sunmaz; sadece bir reddiyedir, taraf belirlemede ise yarar. Yeninin somutlaşacağı alan pratik uygulama alanıdır. Teori soyut olanın soyut kavramlarla yeniden örülmesi değildir; teori, somut-canlı-yaşayan pratiğin yorumlanıp soyutlaştırılmasıyla oluşur.

“Yeni” olan, hakikatin duraklarından biri olarak yöntem, söylem ve eylem düzeyinde yenidir; yeni ve birleşik anlamlar oluşturabilecek, yeni yapılar kurabilecek olması nedeniyle yenidir. Yeni yapılar kurabilme kapasitesi bakımından “şimdi”nin kurucusudur. Var olan ilişki ve çelişkilerin aşılması üzerine olan konumlanışı onu güncel pratiğe zorlar. Salt söylemle sınırlı kalır ve yaşamsallaşmazsa kurucu dinamiği zorlanır. Alternatif olması nedeniyle denenmiş pratiklerin, söylenmiş söylemlerin zorunlu bir sentezidir.

Bu bağlamda ideolojik olarak dile gelen ekonomik söylemin örülmesine katkı sunmak için onun aslında tarihsel- toplumsal olarak hep var olduğuna inanmak gerek. “Bu anlamda, bir şeye inanmak için elimizde olan sebepler, yalnızca inanmaya karar verdiğimizde gerçekten ikna edici olabilirler” der.

Burada mümince bir inanç ve bağlılıktan söz edilmiyor elbette. Yeni olanın uygulanabilir olmasına ikna olmaktır, sözü edilen. İdeolojik yapı bu iknadan bilgiyi besleyen söylemleri üretir. Siyasal, ekonomik, hedefleri ilkesel olarak test eder. Dolayısıyla bu alanlarda günlük ve dönemsel olarak paylaşılan söylemlerin kabul edilmesi için o söylemlerin dayandığı ideolojinin koruyuculuğunda yeşerirler. İdeoloji olmazsa söylemsel bütünlük kaybolur.

Komünal ekonominin ilkeleri de somut yaşamdan yola çıkılarak oluşturulmaktadır. Yaşamda karşılığını bulamadığımız bir durumun çözümlemesine de katılamayız. Verili bir ilişki tarzı, deneyim incelenerek alternatifi, oradan da sentezi oluşturulabilir. Soyutlama faaliyetinin somut olandan yola çıkması, onun diyalektik kavrayışını da kolaylaştırır.

Tartışılan ekonomik söylemler yerel ve bölgesel düzeyde uygulanabilir projelerle pratikleştirilmeden, teorinin kendi doğruları kanıtlanmış olmaz. İdeoloji toplumsal zeminde sürekli denenmektedir. Söylemleri yaşamla örtüşmeyen ideoloji zemin bulamaz. Ekonomi ise ideolojik söylemin en somut denendiği alan olduğundan, ideolojinin ezber bozucusudur.

İdeoloji ile ekonominin birlikteliği maddi ve manevi yanlarının birlikteliğidir. İkisi bir arada toplumsal yaşamı oluştururlar.

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

 1) Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar, A. Öcalan
 2) Xxx‘ den özet
3) Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı, A. Öcalan
4) Kapitalist Uygarlık, A. Öcalan
5) Slovaj Zizek, Paradoks, Encore Yay.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.