Düşünce ve Kuram Dergisi

Asimetrik İki Sınır(sızlık) Hikayesi: Alan ve Kader

Fatma Koçak

Doğu’dan Batı’ya doğru bir kadermiş gibi her gün yaşanan insan akını, Akdeniz ve Ege denizlerini neredeyse insan mezarlığına çeviriyor.  Bu mezarlığın yanı başında her gün karasuları denilen sınır sularında vurmuş cesetler ve ıssız ormanlarda, masa başında çizilmiş sınır tellerinde sırtından kurşunlanmış, açlıktan ölmüş, kurda kuşa yem olmuş insanlar neredeyse hayatımızın bir parçası haline geldi.

Seyreyliyoruz, kurbanla-katil arasındaki onulmaz diyalektiğin yarattığı trajedileri. Seyreyliyoruz, kapitalist hegemonyanın kendi toprağında aç, yoksul ve savaş davulları arkasında çaresiz bırakmaya çalıştığı milyonlarca insanın zorunlu kavimler göçünü. 21. Yüzyılda bu insan kırım/toplum kırım boyutunu çoktan aşan göç ve mülteciliğin yarattığı kıyametin sorumlusu kim? Bu kıyamete alıştırılmışlığımızın sorumlusu kim?

Sorumlular, toprakları sömürgeleştirip, yeryüzünü cehenneme çevirenler mi? Kendi yurdunun ötekisi yaptığı toplumları sömürü düzeni içinde Michel Foucault’un ulus-devlet sınırları için tarif ettiği “ölüm yaşam ikilemine sıkıştırılanlar” mı? Modern kölelik misali olan insan kaçakçılığından palazlananlar mı? Dolduruldukları şehir varoşlarında karın tokluğuna çalışanların emeğini tıpkı Sümer rahipleri gibi sömüren ve yeni çağın kölelerini yaratan sermaye mi? “Yerli ve milli” hezeyan ile savaşın ve göçün sebeplerini bilmeden ve düşünmeden ırkçı nefret ile insanları aşağılayan, linç eden tarihsizleştirilmiş, toplumsal düşünceden koparılmış yığınlar mı? Milyonlarca insanı bir denek mahiyetinde ele alıp gözlemlemekle yetinenler mi ya da sistemin bir yandan mültecileştirip diğer yandan göstermelik pansumanla “insan hakları, göçmen hakları vs.” diyerek kendini aklamaya çalıştığı kurumlar mı? Yoksa yaprak kımıldamaz vicdan intiharı ile seyirlik malzeme niyetine izleyen, sıranın kendisine gelmesini bekleyen ve bir ağaç misali toprağa kökünü saldığı yerde baltanın her darbesini boşa çıkaracak denli yeşeren bir direngenlik yerine, bile bile ölüm sınırlarına koyulan büyük çoğunluklarımız mı? Bu öyle hiyerarşik ve herkesin suçu üzerinde kolayca atabildiği bir konu ki herkes bir diğerini rahatça öteki ilan edip, onun üzerinden içindeki faşizmin kapılarını sonuna kadar açabilir.

Hemen hemen dünyanın her yanından emperyalizm ve onun yerli faşist işbirlikçileri tarafından sınırlar içine hapsedilen üstelik ölüme mahkûm edilen, yurdunda yaşamasının bedeli ölüm olarak gösterilenler, toplumlar tarihin en eski güdüsü “hayatta kalma” güdüsü ile bilinmedik yollarda bilinmedik sınırlara “göç” eyliyorlar.

Yeryüzünde her canlı, zor ve zorunluluk nedeniyle yer değiştirme ihtiyacını canlıların ilk oluşumundan bu yana devam ettirmiştir. İnsan-iktidar merkezli olmayan yer değiştirmeler bir zorunluluk içerir canlılar âleminde. Örneğin her hayvanın bir yer değiştirme hikâyesi vardır, iklim, açlık, savunma içgüdüsü belirler bu yer değiştirmeyi ve hepsinde bir geriye, anayurda dönüş vardır. Örneğin tüm dünyayı anavatanları olarak gören göçmen kuşlar, yaz ve kış aylarında dünyanın döngüsüne ve hayatın olağan akışına uygun olarak, yeryüzünde sürekli hareket halindedirler. Yeryüzünün bu döngüsünü yakalayamayan birçok canlı iklim koşulları ve açlık nedeniyle yok olmuştur. Canlıların milyonlarca yıllık tecrübeyle oluşturduğu bu yer değiştirme döngüsünde doğanın yasaları geçerlidir. Türler arasında zor ve zorlama, sistemli bir göçertme ve yok etme halini hiçbir zaman almamıştır.

Doğa ile bütünlüğünün bozulmadığı tarihin başında insanlar için de aynı yasa geçerlidir. İnsanlık tarihinin yüzde 98’lik kısmında bu yasaların geçerli olduğunda birleşen bilim insanları, sistemli bir yok etme ve yerinden etme durumu yaşanmadığına işaret eder. Doğal toplum insanında sınıra ihtiyaç duyulmaz çünkü ortak yaşam kültürü topluluğun bir arada kalabilmesi ve yaşayabilmesi için ontolojik bir hakikat olarak kendini gösterir.

Yukarı Mezopotamya’da Tel Halaf kültürü ya da Ana Tanrıça kültüründe, yerleşim düzeninden ortak yaşam ilkelerine değin kendi içinde klan ve kabile birliğini oluşturan köy-yarı kent yaşamının varlığını arkeolojik veriler ortaya koymaktadır. Yatay mekânların hâkim olduğu bu dönemde, duvarlar daha çok savunma ve barınma amaçlı oluşturulmuştur, doğal yaşam sınırları geçerlidir. Serêkaniyê yakılarındaki Tel Halaf höyüğünde ortaya çıkan veriler yerleşim yerlerinin etrafına kazılan kanallar ve topraktan yapılan kerpiçle örülen duvarların savunma amaçlı olduğunu göstermektedir.

Birlikte üretip, birlikte savunmasını oluşturmayan klan ve kabile tarzı toplum formunda “kurnaz adam”ın el koyma ve gasp etme geleneği henüz başlamamıştır. Sınır çizme, hudut belirleme ve bunun getirdiği, zorunlu göç, yerinden etme bir insan icadıdır. İnsanlığın iktidar, hegemonya, gasp etme amaçlı geliştirdiği ve uyguladığı en kötü icatlardan biri olarak ele alınabilir. Toplumları, toplulukları yerinden edebilmek ve gasp ettiği mekânı kendine mülk haline getirebilmek için ihtiyaç duyulan şey uygarlığın gelişim süreci boyunca surlar, sınırlar ve duvarlar olmuştur. Uygarlığın temel bileşenleri kent-devlet ve sınıf, sınırların yaratıcısıdır ve bu sınırları “öteki”ni kendinden ayırmak, kovmak, dışlamak için çokça kullanmıştır.

Sınırlar ve duvarlar “biz ve onlar” kavramlarının en somut ayrıştırıcısı olarak varlığını başka biçimlerde sürdürmeye devam ediyor. “Sınır” Aryen dil grubunda “sînor” kelimesinden Türkçeye uyarlanmış bir sözcüktür ki Kafkas ve Balkan halkları da bu sözcüğü aynı şekilde almış ve kullanmışlardır. Arapça “hudud” anlamına gelen sınırı oluşturan uygarlık güçleri, dışarıdan geleni içeriye almamak için yapılması gerekenlerden biri olarak bölgeyi surlar ve duvarlar ile çevrelemeye başlamışlardır.

Bugünkü ulus-devlet sınırları uygarlığın üzerinde yükseldiği devletin rüşeym hali olarak ilk kent devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte oluşturulan sınır ve duvarla özü aynı kalmakla birlikte değişime uğramıştır. Sınır-duvar geçmişten bugüne hem soyut-sosyal bir argüman hem de somut-materyal bir anlam barındırmaktadır. Söz konusu iki anlamlılıktaki sosyal ayrım, sınır duvarının iki tarafındaki biz ve onlar ayrımıyla ortaya çıkarken, materyal ayrım ise duvarın yüksekliği, kalınlığı ve sahip olduğu teknik özelliklerle ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla inşa edilme amacı ne olursa olsun duvar, somut bir işlevi yerine getirirken (devletler özelinde) arzu, ihtiyaç veya endişeleri bastıran soyut bir perde misyonunu da üstlenmektedir.

Kimi kaynaklar tarihte surların prototipi olan ilk duvarların M.Ö. 9000’li yıllarda şimdiki Ürdün ve Batı Şeria sınırında bulunan Eriha (Jericho) şehrinde örüldüğüne işaret eder. Uygarlık, Aşağı Mezopotamya merkezli ortaya çıkıp şehir devletleri olarak şekillenip yayılma, yani kolonileştirme sürecine geçiyor. Arkeolojik verilere göre bilinen ilk sur-duvar örülü kent, El Ubeyd kültürünün gelişme gösterdiği M.Ö. 5000’li yıllardan itibaren görülmeye başlar. Uygarlığın kent devletlerinin arzı endam ettiği bu yıllara damgasını vuran ise Uruk kent devletidir. Bugünkü Irak sınırları içinde olan Aşağı Mezopotamya’ya yerleşimi olan Uruk sur duvarıyla çevrelenmiştir.

Ur hanedanlığının birinci döneminde ve dokuz buçuk kilometre uzunluğunda inşa edilen anıtsal şehir surlarının Gılgamış tarafından yapıldığına inanılır. Tanrı krallar çağı olarak bilinen köleliğin ilk geliştiği dönem olarak da bilinen bu çağda, zigguratlar etrafından toplanan nüfus yoğunluğunun çizilen sınırların içinde tutulması ve bu sınırlar etrafında gelişen kümelenme, sonraki dönemlerdeki şehirleşme ve kent sınırlarının kimleri hangi mekana göre kapsadığı ve de kimleri için koruyucu kimler için ölümcül olduğunun ilk ve önemli örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Gılgamış Destanı’nın özünde devletin kent sitesinde ilk şehir-köylü çatışması; güçlü erkek-askeri hâkimiyetinin toplum üzerinde yürüttüğü işgal hareketinin farklı biçimler alarak sürdürülmesi vardır.

Arkeoloji biliminin bir eksiği olarak, Güney Mezopotamya’daki kazılarda çoğunlukla anıtsal kamu yapıları açığa çıkarılmış, seçkin sınıf dışındaki toplumun yaşadığı mahallelerde ve kentlerin çevresine kümelenmiş küçük yerleşimlerde ise geniş çaplı çalışmalar yapılmamıştır. Bu yüzden bu çalışmanın köylü tarafına veriler saklıda kalmıştır.

Sınır duvarlarının Mezopotamya’daki yolculuğu uygarlığın yayılma alanlarıyla birlikte hızlı bir yayılım gösterir. Aşağı Mezopotamya’da M.Ö. 4000 yılın sonları ile M.Ö. 3000 yılın başlarına, yani ilk kentleşme sürecine dair bulgular sunan diğer önemli yerler arasında Ur, Kiş, Nippur, Hafaci, Tıl Asmar, Tıl Agrab, Obeyd, Girê Gavra, Orkeş, Mari, Tıl Beyder, Ebla ve Tuttul öne çıkmaktadır. M.Ö. 1900’lerde ise Mısır’da köleci devletçiliğin en ağır koşullarının yaşandığı Firavun I. Amenemhat döneminde inşa edilen “Hükümdar Duvarı” bize sınır-duvarın kimler için gerekli olduğuna dair önemli bir fikir verir. Ağır köleci koşulların yaşandığı Mısır uygarlığında Nil boyunca yoksul halk, bir yandan ağır köleci koşullardan kaçarken bir yandan da hayatta kalabilmek için krallık merkezine akın etmiştir. Bunun önünü almak için I. Amenemhat binlerce kölenin kanı üzerinden Nil Nehri boyunca 250 mil uzunluğunda bir duvar inşa ettirmiştir. Tarihin en büyük sınır duvarı olan Çin Seddi’nin inşası ise M.Ö. 214 yılında Çin’in yoksullaştırıp zenginliklerine el koyduğu göçebe kabilelerin akınlarına karşı yapılmıştır.

Olgunlaşmış köleci yani feodal dönemde artık imparatorluklar arası, toprak işgalleri gündeme gelir ki bu dönem aynı zamanda “barbarlar” denilen halkların bin yıllar boyunca hegemon imparatorlukların oluşturduğu sur-duvarlarına karşı yürüttüğü savaşın tarihidir. Surların, barbarların ve eşitsizlerin ortak kaderleri var. Roma İmparatorluğu ile “barbarlar” diye adlandırdıkları, kabile ve aşiretlerden oluşan doğal toplum güçleri arasında büyük savaşlar sürmüş ve bu dönemde çok sayıda duvar, sur inşa edilmiştir. Tarihte bilinen en ünlü duvar ise Sasani İmparatorluğu tarafından inşa edilen 200 km’lik Gorgan Duvarı’ydı. İmparatorluklar arası savaşların ve toprak işgallerinin yoğun olduğu döneme denk gelen bu duvar Sasanilerin ömrünü iki yüzyıl uzatmasıyla biliniyor. Olgunlaşmış köleci dönemin temel yönetim biçimi olan derebeyliklerin hemen hemen hepsinde surlar inşa edilmiştir.

Sınır-duvar olgusunun 5 bin yıla yaklaşan tarihinin kısa bir kronolojisinde; kan ve tuğladan ibaret medeniyetin arkasında ise sosyolojik ele almayı gerektiren kapatma, esir alma, köleleştirme, göçertme ve yok etmeye karşı sınırsız bir direniş belleği de yatıyor. Bu direnişte bazen varlığını korumak için merkezi hegemon güçlerin ördüğü duvarları parçalayıp dağlara çekilmek, bazen tüm gücüyle surlara saldırıp yerle bir etmek, bazen ise ele geçirdiği ya da kolektif emekle ördüğü kalelerde kendini ölümüne savunmak var. Aslında burada Agade ve Roma örneğinde olduğu gibi tarihin çöp sepetinin tanrı-kralların ve iktidar sahiplerinin insanı kuşattığı kent-devlet sisteminin yıkılış hikâyeleriyle dolu olduğunu söylemek abartı olmaz.

Bu direnişlerin hepsinde insanlığın hafızasında hala tazeliğini koruyan sınırsız-duvarsız dünya özlemini görmek mümkün. Demokratik modernite nehrinin akışı bu sınırsızlık düşleri ve direnişleriyle doludur. Erkek aklının ürettiği uygarlığı ve onun iktidar-sermaye birikimini korumak için parsellediği yeryüzünde, direniş kültürünün kök hücre taşıyıcısı çoğunlukla kadın olmuştur. Dağlara çekilerek, sınır duvarlarının ve kent devletlerin ulaşamayacağı alanlarda kendi yaşamını koruyan ana kadın kültürünün devamcısı kadınların direnişi bu nehrin en başat öğesi olarak sürdürmüştür.

19. yüzyıldan itibaren ulus-devletle birlikte toplumların büyük kapatılması ve cetvelle çizilen sınırların arasında yeryüzünün zindan ve sürgün arasında sıkıştırıldığı bir dönem öne çıkar. 20. yüzyılda tüm sistemlere etki eden, kapitalizmin elverişli argümanıi ulus-devlet sınırları daha da belirginleşti ve dünya adeta yamalı bohçaya dönen devletçiklerin mekânı haline getirildi. Anthony Giddens, geleneksel devletlerde sınırlardan ziyade hudut boylarının olduğunu belirterek sınır kavramının ulus-devlet ile birlikte hayatımıza girdiğini söyler. Bu yüzyılda adından en çok söz ettiren Berlin Duvarı, sınır-duvar ikileminin iki hegemon paylaşım savaşından sonra sözde göçü engellemek adına inşa edildi. Ama özünde iki kutuplu dünya sisteminin siyasal sınırlarını oluşturmak için Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden uzaklaştıran bir ayraç olarak kullanılmıştır. Kuşkusuz 20. yüzyıl boyunca yaşanan tüm felaketlere rağmen bu duvar, başta gençler ve kadınlar olmak üzere farklılaşan eylem biçimleriyle yüzyılın başından itibaren kesintisiz bir direnişle karşılanmış, özellikle de 68 ve 78 kuşağı eylemleriyle çağa damga vuran, örgüt ve eylemler duvarı yıktırmıştır. Gel gelelim ki Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından çalıntı zaferini ilan etmekten çekinmeyen kapitalist modernite, sınırsız bir dünya vaadi ile paranın ve büyük şirketlerin sınırsızlığının kilometre taşlarını döşedi.

Krizleri ile 21’inci yüzyıla taşınan kapitalist modernite, bir yandan görece “refah” ile içte oluşturduğu neoliberal bireyci politikaların iflasını geciktirmek için kendini duvarlarla çevrelerken, diğer yandan ise dışta sözde “demokrasi” götürmek vaadi ile yeni savaşlara girişerek, yeni bir paylaşım savaşını devreye koymuştur. Ortadoğu, Kafkaslar, Doğu Avrupa başta olmak üzere kriz ve çatışmalarla üçüncü dünya savaşının kıyasıya sürdüğü yüzyılın ilk çeyreğinde, bir yandan milyonlarca insanın zorla yerinden edilmesine tanıklık ediyoruz, diğer yandan ise mezarlığa dönmüş sınırlarda yükselen duvarların büyük teknolojilerle donatılmış varlığına çarpıyoruz. Letonya-Rusya,  Estonya-Rusya, Türkiye-Suriye, ABD-Meksika, Türkiye-İran, Yunanistan-Türkiye ve dünyanın dört bir yanında yüksek teknoloji ile donatılmış duvarlar inşa edildi/edilmeye devam ediyor.

Kapitalizmin krizi derinleştikçe, totaliter-faşizan rejimlerin yükseltildiğini ve bunlar eliyle “yıkılan duvarların” yerine adeta tarihin sil baştan sur-sınır-duvar ikilemine dönmesi gibi duvarların yükselmeye başladığını görüyoruz.

Foucoult, “İktidar Teknolojileri”nde ulus-devletlerin kurgusunu ve insanları hapsettiği ikilemi şöyle anlatır: “Kendisini devirmek ya da haklarına karşı çıkmak isteyen dış düşmanlarca tehdit mi edilmektedir? O zaman, meşru olarak savaş açabilir ve uyruklarından devletin savunmasında yer almasını isteyebilir; onların ‘doğrudan ölümlerini talep’ etmeden ‘yaşamlarını tehlikeye sokma’sı kurallara uygundur; bu anlamda uyrukları üzerinde dolaylı bir yaşam ve ölüm hakkına sahiptir. Ama eğer kendisine karşı çıkan ve yasalarına uymayan kişi uyruklarından biriyse, o zaman onun yaşamı üzerinde doğrudan bir iktidar sahibidir; ceza olarak onu öldürecektir. Bu bağlamda ele alındığında yaşam ve ölüm üzerindeki hak, artık mutlak bir hak değildir; hükümdarın korunması ve kendi yaşamının devamı ile koşullandırılmıştır.”

Bir yandan duvarlar örülürken diğer yandan ise yerinden edilen insan selinin doğudan batıya doğru amansız göçe teşviki örtülü ve açık bir şekilde sürüyor. Hegemon güçler toplumları belleksizleştirmek, yurtsuzlaştırmak için adeta yarış halindeler. Hegomon savaşlar arasında büyük kitlesel soykırımların ve göçertmelerin yaşandığı yüzyılda, ulus devlet tanrı katına yükseltilmiştir. Cetvelle çizilmiş sınırlar içinde, kaç kişinin yaşayacağı nüfus politikalarıyla belirlenir, kimlerin yok edileceği ise askeri karargâhlarda planlanır olmuştur. Savaşlar, göçler, salgın hastalıklar, cinsiyetçi politikalarla nüfus politikaları yönlendirilmektedir. Milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşlar, açlık ve hastalıklarla hangi toplumların öleceği veya yaşatılacağı, kimlerin yerinden sürüleceği, nerelere gideceği demografik bilgiye dayalı olarak ulus devlet politikalarıyla belirlenmektedir.

Yüzyılın kaderi haline getirilmeye çalışılan, yerinden edilme ve yurtsuzlaştırmaya karşı gitmemek-yurdunu terk etmemek bir seçenek olarak örgütlemek zorundadır.  Bu, elzem ve kaçınılmaz olandır. Cennet vaadi ile düştüğümüz yollar, cehennemin zebanilerince örülmüşse orada cennete değil ancak cehennemin kapılarına ulaşmamız mümkün olur. Dolayısıyla kalmak bir seçenek değil, yaşamak için bir zorunluluktur. Binlerce yıllık varlığın direniş hali olan kalmak ve terk etmemek. Dijital medya platformlarından birinde anonim bir hesap; Alan Kurdî’nin sahile vurmuş küçücük bedeni ve başında bekleyen askerin fotoğrafının altına “Kara suları, sınır telleri, kıyılarına cesetlerin vurduğu bir dünyada kendini güvende hissetmek vicdanın ölümüdür” diye yazmıştı. Alan Kurdi, mülteci mezarlığına dönen denizlerin, sahil boylarındaki çaresizliğin sembolü oldu. Aynı dönemde bir başka sınırlar arasındaki göçü ise Kader Ortakaya başlatmıştı. Emperyalizmin Kurdistan’ı ve tüm Ortadoğu’yu insansızlaştırmak için piyasaya sürdüğü DAİŞ’in işgal saldırıları başladığında Kobanê-Suruç sınırından, tersine bir göçü yaşarken, sırtından vuruldu. Vicdanın, yaşamı savunmanın sembolü oldu.

Asimetrik bir sınır hikayesi bu. Yaşayabilmek için başka diyarlara doğru terk ettiğimiz yurdumuza yaşayabilmek için başka diyarlardan gelenlerle rastlaşıyoruz yolda. Ve yollar hiç boş kalmıyor gitmekle kalmak, vazgeçmekle mücadele etmek arasındaki vicdan savaşında. Kader Ortakaya’nın geldiği yoldan Alan Kurdî gidiyor babasının elini tutarak. Alan ve Kader’in asimetrik göçü, gitmekle kalmak arasında toplumların sınırsız dünya özleminin iki ucunda duruyor.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.