Düşünce ve Kuram Dergisi

Yabancılaşma ve Kaynağa Dönüş

Ergin Atabey

Günümüzde toplumsal yaşam neredeyse anlamını tümüyle yitirmiştir. Toplumsal yaşam denilen olgu yemeye-içmeye, barınmaya ve üremeye indirgenmiştir. Toplumsal tarihle insanlık hiçbir zaman bu denli değişmemiştir, hakikatinden kopmamıştır. Gerçekten de “inleyen bir insanlık var.”(Abdullah Öcalan) Kötülük, çirkinlik, yalan ve en kötüsü de kendini kandırma her yere sızmıştır. Tüketilen insanlık değerleri, ihanete uğramış hakikat var. İnsanlık böylesi bir durumdayken, herhangi bir birey ve toplumdan bahsedilebilir mi?

Yukarıdaki soruya olumlu yanıt verilmeyeceği açıktır. İnsan, toplum dolayısıyla toplumsal yaşamın günümüzdeki durumu büyük oranda yabancılaşmayı ifade etmektedir. İnsan özünden uzaklaşmıştır. Bu durum zihinsel, kişilik, toplumsal ilişkiler, doğayla ilişkiler ve bir bütün olarak manevi ve maddi kültür boyutlarıyla böyledir. Günümüzde insanın değerlerinden neredeyse nefret edercesine kaçması, kendini bilmemesi, özgürlükten yoksun oluşu ve yaşadığı büyük kayıtsızlık yabancılaşma düzeyiyle bağlantılıdır.

Her tarihsel çıkışta olduğu gibi günümüz demokratik modernite çıkışında da öze dönüşün gündemleşmesi, yabancılaşmanın vardığı düzeyle bağlantılıdır. Mevcut ile öz arasında ciddi bir mesafe açılmıştır. İnsanı insan yapan öz nitelikleri ya bastırılmış, unutulmuş ya da yozlaştırılmıştır. Bu nedenle büyük oranda insanın kendi özünün ne olduğunun bilinci de yitirilmiştir. Kendini bilmeme hali, yitirilen kendi bilinciyle ilgilidir. Günceldeki insan nitelikleri insani özü ifade etmemektedir. Büyük oranda yaşanan insan nitelikleri yabancılaşmanın ürünüdür.

İnsanın özü varoluş niteliğidir. Evrendeki evrim sonucu insanı diğer canlılardan ayırıp insan kılan ve insanın oluş, gerçekleşme ve süreklilik içinde olmasını sağlayan insanın özünü oluşturuyor. Söz konusu öz en genel anlamıyla mikro evren ve ahlaki politik toplumdur. Öze dönüş ise insanın yabancılaşma durumundan, dolayısıyla yabancılaşma niteliklerinden kurtulup varoluşsal niteliklerine tekrardan kavuşmasıdır. İnsanın varoluş niteliklerine tekrardan kavuşmasıyla ancak yaşamını anlamlı kılabilir; yalandan, kendini kandırmaktan, çirkinlikten, kötülükten, kendi kendini tüketen olmaktan ve kendi kendine ihanet eden konumdan kurtulabilir.

 

Yabancılaşma

Öze dönüş tanımının ve öze dönüşün gerçek manada gerçekleşmesi için öncelikle öze dönüşün gündemleşmesi gerekli ve zorunlu kılan yabancılaşmanın anlaşılaması ve bilince çıkarılması gerekir. Hem toplumsal yaşamın hakikatini ve hem de onun yabancılaşmış durumunu anlamlandırmak yabancılaşmayı incelemek gerek.

Yabancılaşma üzerine en çok kafa yoranların başında Hegel ve Marks gelmektedir. Hegel yabancılaşmayı salt bilinç üzerinden ele alır. Hegel’e göre insan bilinci özü oluşturur. Söz konusu bilinçsel öz ise Grek ve Roma bilincidir. Onlardan sonra gelişen Hristiyanlık bilinci ise yabancılaşmış bilinçtir. Hegel yabancılaşmış bilinci “mutsuz bilinç” olarak tanımlar. Dolayısıyla Hegel’de yabancılaşma “mutsuz bilinç”tir. Yabancılaşma insanlıkta mutsuzluk yaratıyor. Bu Hegelyan tanımdan şu sonuçta çıkarılabilir: Grek ve Roma bilinci öz bilinç olarak insanı mutlu kılıyor. Hristiyanlık yabancılaşan bilinci geliştirdiği için “mutsuz bilinç” olarak insanı mutsuz kılıyor. Hegel’in yabancılaşma üzerinden tanımlaması özünde doğruya yakın bir yaklaşımdır. Fakat öz bilinci Grek ve Roma’dan başlatması yanlış ve yanılgılıdır.

Gençliğinde sağ Hegelci olan, ancak daha sonra Hegel’i aşmak isteyip aşamayan sol Hegelciliğe çakılı kalan Marks ise yabancılaşmayı ekonomik temelli tanımlamıştır. Marks yabancılaşmayı insana ait olanın, insanın yarattıklarının, öznenin üzerinde yer alarak onun üzerinde belirleyicilik kazanması olarak tanımlıyor. İlk bakışta bu tanımın zihniyeti ve tüm manevi kültürü kapsadığı hissine kapılıyor. Sonuçta “insana ait olanın” kapsamı geniştir. Ancak Marks yabancılaşmayı tek boyutlu ve dar ele almaktadır. Hegel’in bilinç üzerine geliştirdiği tanımı aşayım derken, ekonomizme saplanıyor. “İnsana ait olan” ile tanımladığı ekonomik iş bölümü ve üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Marks’a göre ekonomik iş bölümü ve üretim araçlarının özel mülkiyeti, insanın iş gücünü metaya dönüştürüyor. Meta ise insan üzerinde yer alarak belirleyicilik kazanmıştır, bu da yabancılaşmaya yol açmıştır. Marks’ın “insana ait olanın”dan kastı iş gücüdür. Emek olarak iş gücünün sonuçlarının (meta) insandan yabancılaşması, yabancılaşmanın temelidir. Elbette yabancılaşmada insan iş gücünün kendisi için değil de egemenler için üretimde bulunması ve sonuçlarının insanı yeniden egemenlik altına alması, yabancılaşmanın bir boyutunu oluşturuyor. Ancak bu boyut temel değildir. Abdullah Öcalan yabancılaşmaya yeni bir tanım getirir. Buna göre yabancılaşma öncelikle zihniyetle başlar, yaşamın diğer bütün boyutlarına yayılır. Öcalan buna “Hakikatin çarpıtılması” der.

Yabancılaşma salt dış çeperlerde ya da şekilsel olarak yaşanan değildir. Yabancılaşma öncelikle zihinsel bir olgu olarak başlar. Dış çeperler ya da şekilsel olarak biçim, zihinsel yabancılaşmanın sonucu olarak gelişir. Özde ve biçimde yabancılaşma bu temelde ortaya çıkar. İnsanın özü zihinseldir. Bu da ahlaki ve politik toplumun özüdür. İlkin ifadesini doğal toplumda bulmuştur. Devletçi-iktidarcı sistemin zihniyetleri, paradigmalarının geliştirilmesi sonucu zihinsel, dolayısıyla toplumsal yabancılaşma başlamış ve yaşanmaktadır.

Bu noktada ilk aşamada doğal toplumun zihniyeti, paradigması ve kendisi, insanın özünü teşkil etmektedir. Devletçi-iktidarcı zihniyet ve sistemin geliştirilmesiyle ikinci aşamada doğal toplumun devamı olan ahlaki ve politik toplumun zihniyeti, paradigması ve kendisi insanın özünü temsil etmiştir.

Bu tanım hem Hegel’in hem de Marks’ın yabancılaşma tanımını aşmaktadır. Çünkü insanın özünü Grek ve Roma süreciyle tanımlamak, insanın özünün varoluşsal başlangıcını göz ardı etmektir. Öte yandan insanın özünü salt içgüdüyle tanımlamak, insanı el-kol ile tanımlamak olur ki bu da insanın maddesel-bedenselliğidir. Oysa insanı insan yapan, maddesel-bedensel yönü aşan zihinsel ve manevi kültür yanıdır.

Sümer rahiplerinden başlayarak devletçi-iktidarcı sistem zihniyetleri adım adım ahlaki ve politik toplumun zihniyetini kemirerek, yontarak, eriterek, çarpıtarak, bastırarak ve karartarak yabancılaşmayı geliştirip toplumsal yaşamın her alanına yaymıştır. Özde yaşatılan bu bozulma ve çarpıtma, biçimi de dağıtmıştır. Biçim öz üzerinden form kazanır; biçimi öz taşır. Eritilen, çarpıtılan ve karartılan öz, biçimi taşıyamaz hale geldikçe, biçimde de deformasyon, dağılma ve yozlaşma hali gelişir.

Yabancılaşmayı biçim üzerinden tanımlamak hakikatli bir tanımlama olmayacağı gibi hakikatli bir öze dönüşü de gerçekleştiremez bu açıdan yabancılaşmayı zihniyet üzerinden ele almak ve öze dönüşü de oradan başlatmak gerek. Çünkü öz zihniyet dayanağı kalmayan insan, toplum anlamsız yapılar yığını durumuna düşer. Buna zihinsel ve anlamsal yitim de denilebilir. Zihinsel ve anlamsal yitim yabancılaşmanın özünü oluştur; saptırılan zihniyet ve anlamsallık saptırılan insan ve toplumdur. Zihinsel ve anlamsal gücünü yitirmiş bir insan, toplum rahatlıkla her türlü yabancılaşmanın içine çekilebilir. Marks’ın “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” dediği durum, özünde zihinsel ve anlamsal gücünü yitireni ifade ediyor. Zihinsel ve anlamsal gücünü yitiren, dibine kadar yabancılaşmayı yaşıyor, ama ne yaşadığını bilmiyor. Bilmeden yapma ve yaşama durumu budur.

Yukarıda ifade ettiğimiz nedenlerden dolayı yabancılaşmayı devletçi-iktidarcı zihniyet, paradigma ve yapılarıyla ele almak gerek. Çünkü bunun sonucudur ki günümüzde yabancılaşma büyük oranda içselleştirilmiştir. Bu içselleştirmenin zor, baskı yönleri olsa da özünde devletçi-iktidarcı zihniyetin hegemonyası sonucudur. Bu yönüyle merkezi uygarlık sistemi anlamsal ve yapısal boyutlarıyla bir bütün olarak rol oynamıştır. Egemen sistemin kendisi ve tüm çarkları, yabancılaştırmayı içselleştiren temel faktörler olmuştur.

Söz konusu faktörleri ana başlıklar altında şöyle sıralayabiliriz:

1) Devletçi-iktidarcı sistem, zihinsel ve örgütsel olarak Ziggurat gibi tapınaklarla, havra, kilise, cami, okul-üniversitelerle kesintisiz şekilde rol oynamıştır. Günümüzdeki medya-internet boyutları da eklendiğinde devasa bir zihniyeti çarpıtan örgütleme sistemi ortaya çıkacaktır. Zihinsel hegemonik güç olarak bu örgütsel sistem yabancılaşmayı içselleştiren temel faktördür.

2) Bağlantılı olarak devasa bir yapısal ağ oluşturmuştur. Devletçi-iktidarcı kurumlar olarak tanımlanabilecek bu yapıların içine toplum adım adım çekilmiştir. Yaşamın her alanında oluşturulan bu yapıda insan konumlandırılarak çeşitli fonksiyonlarla yabancılaştırılan sisteme bağımlı hale getirilmiştir. Bu yapısallıklar anlamsal hegemonyanın yabancılaştırıcı faaliyetler sistemidir. Devletçi-iktidarcı sistem, zihinsel yabancılaşmayı örgütselliğine bağlı faaliyetler sistemiyle tamamlayarak yabancılaşmayı içselleştiren en etkili mekanizmayı kurmuş oluyor. Söz konusu yabancılaştırıcı faaliyetler o denli derin ve kapsamı geniştir ki kuşatmadığı tek alan bile bırakmamıştır. Aileden başlayarak ekonomik, sosyal-kültürel, askeri vs. tüm yaşamda hâkim kılmıştır. İnsanı bu faaliyetler sistemi içinde konumlandırarak yabancılaşmayı normalize etmiştir. İnsan ve toplum, devletin-iktidarın faaliyetler ağını kendi yaşamıymış, doğal olanmış gibi yaşadıkça yabancılaşma daha derin içselleştirilecektir. Bu durum o denli etkilidir ki, yabancı olanı gönüllüce sahiplenmektedir; kendini onunla özdeşleştirmektedir, ifade etmektedir.

3) İnsanı, toplumu yabancılaştırıcı anlamsal ve yapısal faaliyetler sistemi içinde konumlandıran devletçi-iktidarcı sistem yabancılaştıran varlığını tek meşru bir yaşam ve dünya olarak kabul ettirmiştir. Alternatif olabilecek, öze dönüşü sağlayacak anlamsallıkları ve yapısallıkları gayri meşru olarak damgalamaktadır. Yabancılaşmayı içselleştirmiş olan insanı, toplumu bu noktada seferber etmektedir. Yabancılaştıran anlamsal ve yapısal faaliyetler sistemi içinde konumlandırılan insan, toplum yabancılaşmanın içselleştirici etkisiyle kendinden geçmişçesine yabancılaştıran sistemi savunup korumaktadır. Esas olarak yabancılaşmayı ayakta tutan yeniden üreten bu tür içselleştirme halidir. Yabancılaşma bir düşünüş ve yaşam haline geldikçe içselleştirilmiş, kendini yeniden üretmiş olur. Eğer yabancılaşma bu düzeyde içselleştirilmemiş olsa, sistemin bilinen gücü yabancılaştırmayı yeniden üretemez.

4) Son faktör ise yabancılaşmış ve yabancılaştıran sistemi içselleştirmiş insan, toplum öze dönüşü gerçekleştirmek isteyen dinamiklere karşı da seferber edilmektedir. Yabancılaşmayı içselleştiren insan, toplumun bu hali mankurtlaşmadır. Öze dönüşün karşısına dikilir, öze dönüşe düşman kesilir. Yabancılaşmayı içselleştiren yukarıdaki faktörler sonucu insanda, toplumda özüne karşı korkunç bir aldırmazlık, kayıtsızlık ve suskunluk yaşanmaktadır. İnsani olanın karşıtı içselleştirildikçe vicdani yitimi derinleşmektedir. Yabancılaşma o denli içselleştirilmiş ki normalleşen bir utanmazlık, utanmama hali yaşanmaktadır. Yaşanan bireycilik ve yadırganmazlık bunun sonucudur. Artık bir reddi miras (özünü reddetme), özünü taşıyan ve hatırlatan her şeyi yok sayma, aşağılama temel kültür(süzlük) haline gelmiştir. Bunun yarattığı bir hiçlik ve boşluk söz konusudur. İnsani özün kutsallıklarından ciddi bir soyunuş ve düşüş yaşanmaktadır. Bedensel ihtiyaçlar ve teknik-mekanik yaşam temel değer(sizlik) olmuştur.

İlginç olan bu denli yabancılaşmış insanın, toplumun hala kendini beğeniyor olmasıdır. İlginçtir ama şaşırtıcı değildir. Çünkü narsizm yabancılaşmanın temel niteliklerinden biridir. Hiçliğe ve boşluğa düşen yabancılaşmış kişilikte narsizm gelişir. Kendine aşırı hayranlık, kendine sevdalanma, özseverlik yabancılaşma sonucu ortaya çıkar. İçselleştirilen yabancılaşmaya aldırış edilmeden, tıpkı Yunan mitolojisindeki Narkissos gibi sudaki yansımasına o denli hayrandır ki, bu hayranlık onu kendinden geçirmiştir. Mitolojideki anlatışa göre, Narkissos sudaki yansımasına o denli hayran olur ki, kendinden geçerek suya düşüp boğulur. Yabancılaşmayı içselleştiren, kendine hayran olan, özüne karşı lakayt ve umursamaz olan insan, toplumda her an boğuluyor.

Bu yönüyle yabancılaşma, insanın nasıl bir yaşam ve nasıl bir dünyada yaşadığının unutuluşudur. Aslında teslimiyet halidir. Sınır tanımayan bir öz karşıtlığıdır. Özden kopmadır, bütünlüğünden soyutlamadır. Kendini yitirmedir. Hatta acıyı unutmaktır. Daima kendinden kaçış halidir. Kendini bilmeme, özünü unutma ve inkârdır.

 

Sanal Yaşam

İfade edilen tüm bu gerçekliklerin ortaya çıktığı yaşam ise teknik-mekanik ve a-sosyalliktir; yani sanallıktır. Sanallık, yabancılaşmanın bir sonucudur. Büyük oranda sosyal yaşam sanallaştırılmıştır. Sosyal yaşam küçük kutucuklara hapsedilmiştir. Sanal gruplar toplumsal sosyalitenin yerini almıştır. Artık sanal yaşam kendine göre bir kişilik yaratmıştır. Bu da yabancılaşmanın yarattığı yeni tür bir varoluştur. Bu varoluş sanal âlemde ne kadar görünürlükle ölçülmektedir. Sanal varoluşun temel özelliği dikkat çekmektir. Ne kadar dikkat çekilirse, o kadar sanal âlemde var olur. Özünde ise bu, çılgınca bir rekabeti yaratmaktadır. Rekabet, daha fazla insanlıktan çıkmadır, özünden uzaklaşma ve yabancılaşma üzerinden yaşanmaktadır. Sanal yaşamda ilgiyi sürekli canlı tutmak için her türlü insan dışılık sergilenmektedir. Bunun doğurduğu diğer bir olgu ise aldatıcılıktır. Sanal âlem bir sahtelik ve aldatma olgusudur. Yabancılaşmanın bir sonucu olarak ne kadar sahteleşip aldatırsa o kadar ilgi toplanır, dikkat çekilir. Değerlenmenin ölçüsüdür bu. Doğruluk, güzellik, iyilik üzerinden değerli olmak yerine yalan, çarpıtan, çirkinlik ve kötülük üzerinden sanallığın basamaklarından yükselmek temel ölçüdür. Bu özelliğiyle yabancılaşmanın doğurduğu sanal yaşam bir yönüyle George Orwell’ın “1984” romanının gerçekleşmiş hali oluyor. Yirmi dört saat egemenlerin ideolojik bombardımanına tabi tutulan insan, toplum zihinsel zehirlenmeye tabi tutmaktadır. “Koca Ağabey” hem sanal âlem üzeri insanı, toplumu kontrol etmekte hem de yönetmektedir. Bu kontrolün egemenliğinde olan ve yönetilen cahilliği bilgelik, cesaret; köleliği özgürlük, savaşı barış olarak algılıyor, biliyor ve yaşıyor. Tıpkı “1984”deki gibi Hafıza Kovukları hakikati yutuyor, yalan hakikat oluyor. Her şey her an değişiyor. Ama özünde olup biten sanal bir oyundan ibarettir. Bu oyunda her şeyi oyunun sahibi, yani yabancılaştırıcı sistem belirliyor.

Yabancılaşmanın yarattığı sanallığa bağımlı kılınana “homosanallık” demek mümkündür. Homosanallığı en iyi Pikaresk ve züppelik tanımlıyor. Pikareks, hiçlikte ve boşlukça sürekli hareket halinde olan, toplumda tutunamayan, yersiz-yurtsuz lümpendir. Züppelik ise, hiçbir değere sahip değildir. Hiçliği arzuluyor ve yaşıyor. Toplumsal varoluş öze nüfuz eden yozlaştırıcı bir asalaktır. Özgün bir kimliği, kişiliği ve farklılığı yoktur. Toplumsal-tarihsel değerlere bağlı değildir. Değersizlik en temel özelliğidir.

 

Öze Dönüş

“Toplumsal hakikatin yarılması her türlü yabancılaşmanın temelidir.”
Abdullah Öcalan

Toplumsal hakikat bütündür. Toplumsallığın varoluş niteliğine bağlı oluşur. Toplumsal varoluş nasıl ise hakikat de ona göre gerçekleşir. Kuşkusuz hakikat statik değildir. Gerçekleşmiş özü üzerinde sürekli gelişir, derinleşir ve farklılık arz eder. Toplumsallığın oluşumundan günümüze değin gelen bir tarihsel gerçekleşmeye sahiptir. İnsanlık var oldukça da gerçekleşmesini sürdürecektir.

Toplumsal hakikat ahlaki ve politik toplumda somutlaşır. Ahlak ve politika, toplumun tüm boyutları ve nitelikleri toplumsal hakikati ifade etmektedir. Nasıl ki yabancılaşma toplumsal hakikatin yarılması sonucu gerçekleşmişse, öze dönüş de toplumsal hakikate dönüşle mümkündür. Bu da ahlaki ve politik temelinde gerçekleşebilir.

Konumuzun sınırları dahilinde, hakikatin bütün olduğunun altını çizerek ahlaki ve politik toplum temelinde öze dönüşün temel boyutlarını ifade etmek gerekirse;

a) Özgürlük: En iddialı özgürleşme söylemi kapitalist modernite döneminde geliştirilmiştir. Bunlardan en iddialısı ise liberalizmdir. Liberalizme göre özgürleşme kapitalist modernitenin varoluşunda vardır. “Modern Toplum” diye söylemleştirilen olgu, insanları özgürleştirici bir olgu olarak nitelendirilmiştir. Özellikle kapitalist modernitenin bilimciliği, ekonomi politiği ve siyaseti yaygınlaştırıldıkça bireyi toplumdan kurtaracak ve böylece birey özgürleşecektir.

Ancak artık biliniyor ki, kapitalist modernitenin sağ, sol, anarşist, feminist vb. varyantlarının sunduğu özgürlük, çağdaş köleliktir; dolayısıyla daha fazla yabancılaşmadır.

Tarihte ve güncellikte yabancılaşma insanın, toplumun özgürlüğünü yitirmesiyle başlamıştır, gelişmiştir ve yaşanmaktadır. Dolayısıyla öze dönüşü sorunsallaştırırken özgürlükten başlamak gerek. Çünkü özgürlüğün yitirilmesiyle başlayan yabancılaşma yaşamın diğer tüm alanlarına sirayet etmiştir. Bu yönüyle özgürlük soyut bir olgu değildir, somuttur. Özgürlük, varoluşun temel niteliğidir; yani özle ilgilidir. Abdullah Öcalan, “‘Adeta özgürlük evrenin amacıdır’ diyesim geliyor” derken, özgürlük ile özsel varoluşun bağını kuruyor. Evrenin özgürlük peşinde olduğu varsayımı aynı bağı işaret ediyor.

Öze dönüşle adımın özgürlüğe doğru atılması kadar, bunun ilkin hangi olgudan somutlaşması gerektiği de önemlidir. Spinoza, özgürlüğü “cehaletten çıkış ve anlam gücü” olarak tanımlamaktadır. Abdullah Öcalan “Zekanın yoğun olduğu alanlar, özgürlüğe hassas alanlardır” der. Bu bağlamda özgürlüğün nerden başlatılması ve somutlaştırılması gerektiği açığa çıkmıştır. Zihniyet! Gerek toplumsal hakikatin yarılması ve gerekse de toplumsal özgürlüğün yitirilişi zihniyetle somutlaşmaktadır. Hem toplumsal hakikat hem de özgürlük zihniyette başladığına göre, öze dönüşün de zihniyette gerçekleşmesi gerekir. Yabancılaşmanın panzehiri olan toplumsal hakikat ve özgürlük zihniyette ifadesini bulur.

O halde özgür zihniyet, öze dönüşün temelidir. Özgür zihniyet ne kadar yoğunlaşıp geliştirilirse yabancılaşma o denli geriler, ondan kurtulur ve öze dönüş gerçekleşir. Bilmenin tüm boyutlarını (bilim, felsefe, sanat vb.) kapsayan özgür zihniyet toplumsal varoluşun özüdür. Zaten yabancılaşmanın ilkin çarpıttığı, bastırdığı ve kararttığı bu özdür. Bu nedenle günümüz açısından gerekli ve öncelikli olan en temel gereksinim özgür zihniyettir.

Özgürlük ve zihniyet de çarpıtılıp yabancılaşmanın lanetinden nasibi aldığı için özgür zihniyet derken neyin kastedildiğine açıklık getirmek gerekir. Bu temelde şu söylenebilir: Özgür zihniyet, ahlaki ve politik toplumun bilme tarzı, bilinci ve inancıdır.

Yabancılaşmanın her yönüyle ortadan kaldırılması ve öze dönüş için özgür zihniyet, edinmenin iki koşulu var. Birincisi, mevcut yabancılaştıran zihniyetten kopuştur. Sadece kopuş da yetmez, çağın bilgeliğini yakalamak gerek. İkincisi, özgür zihniyet salt yabancılaşmanın yarattığı sonuçları bilmekle sınırlı değildir; en az onun kadar yabancılaşmadan kurtulacağının, öze dönüşün nasıl gerçekleşeceğinin de bilinci, bilme tarzı ve inancıdır. Bu bağlamda özgür zihniyet ahlaki ve politik toplumun bilinci ve inancı doğrultusunda öze dönüş için ne gerekiyorsa onun uygulama gücünü ve kararlılığını göstermektedir.

Bu temelde öze dönüş salt teorik bir olgu olmayıp pratik bir olgu olduğu için özgür zihniyetin pratik ayağı olarak ikinci adımda öne çıkmaktadır. Devletçi-iktidarcı zihniyetle başlayan yabancılaşma, devletçi-iktidarcı politikayla pratiğe geçirilmiştir. Ahlaki politik topluma dönüş olarak öze dönüşün pratik ayağı da ahlaki politik toplumun politikasıyla mümkündür. Unutulmamalıdır ki pratik politika olmadan özgürlük, özgür zihniyet soyut kalır. Yabancılaşmanın köleliğe, öze dönüşün özgürlüğe; yabancılaşmanın zihniyeti ile özgür zihniyetin mücadele ettiği alan pratik ve politika alanıdır. Hem yabancılaşma hem de öze dönüş pratik politika alanda sonuç almak isterler. Bu açıdan öze dönüşte pratik politik bilinç, uygulama gücü ve kararlılığı önemlidir.

Öte yandan toplumsal varoluşun yani özün temel niteliklerinden biri politik olgudur. Yabancılaşmak demek, toplumun politik niteliğinden uzaklaşması demektir. Öze dönüş için toplumun tekrardan politik nitelik kazanması gerek. Toplumun pratik yönden bilinçlenmesi aynı zamanda tercih ve yaşam yönünü de belirlemesidir. Politika, ortak karar ve irade gücüdür. Toplumun yaşamı hakkında karar alabilecek ve irade gösterebilecek düzeye gelmesi özgürlüğün de koşuludur. Özgür zihniyetle iç içe geliştirilecek politik bilinçle toplum öz iradesi ve karar gücüyle özgür yaşamı inşa ederek yabancılaşmadan kopuşu sağlayacaktır. Nasıl ki politik bilinçten, karar ve iradeden yoksunluk yabancı yaşamın öğütücü sistemine mahkûm olmak ise, politik bilinç, karar ve irade gücü de öze dönüş temelinde özgür yaşamı inşa etmektir. Toplumun her türlü devletçi-iktidarcı yasallığının dışına çıkmasıdır. Bu temelde özgür zihniyetin inşa gücü politikada somutlaşır. Zaten öze dönüşün bir tanımı da ahlaki ve politik toplum temelinde inşadır. Öze dönüş tarihin başlangıcına gitmek demek değildir. Varoluşun özü üzerinde ahlaki ve politik toplumun inşasıdır. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi toplumsal özün temel nitelikleri de politik inşayla açığa çıkacaktır. Bu yönüyle inşa öze dönüşün temel boyutlarındandır ve bu da ancak pratik politikayla gerçekleştirilebilir.

Öze dönüş inşanın bir diğer tamamlayanı ise ahlaktır. Yabancılaşmanın başladığı yer ve an toplumsal varoluşun, özün niteliği olan ahlakın bastırıldığı, yok edilmeye çalışıldığı ve toplumsal yaşamda hükümsüz kılındığı an ve yerdir. O halde öze dönüşün ahlaki boyutu geliştirilmedikçe yabancılaşmadan kurtuluş mümkün olmaz. Mevcut durumda yaşanan anti-sosyallik, utanmazlık, reddi miras, narsizm ve bir bütün olarak insani alandan uzaklaşma ahlaki olgunun yitirilişiyle bağlantılıdır. Bu nedenle öze dönüş için ahlaki ölçü ve ilkelerin canlandırılması, bilince çıkarılması ve yaşamsallaştırılması zorunludur. Öze dönüş ilkesiz ve ölçüsüz olmaz. Varoluşsal öze göre ahlaki ve politik toplumun inşası ancak ahlakın ilke ve ölçülerine göre gerçekleştirilebilir. Bu yönüyle öze dönüşün diğer bir tanımı da ahlaki seçimdir. Abdullah Öcalan, “Ahlaka, özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı diyebiliriz… Özgürlüğün zeka, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde ahlaka, toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek anlaşılır oluyor” diyor. Tam da bu nitelikleriyle ahlakın öze dönüşle birebir ilişkisi, bağlantısı vardır. Varoluşsal özün bir niteliği de ahlaktır. Ahlak öze dönüş mücadelesinde özgür zihniyet ve pratik politikayla iç içe rolünü oynadıkça öze dönüş gerçek anlamda gelişecektir.

b) Kendini Bilmek: Delfi Tapınağı’nın kâhinleri, tapınaklarının kapısı üzerine “kendini bil!” özdeyişini yazmışlardır. Bu özdeyiş özellikle felsefenin konusu olmuştur. En çok da Sokrates ile anılır. Özdeyiş kendini kaybedişin yaşandığı bir dünyada temel düstur olmuştur.

Abdullah Öcalan kendini bilmenin egemen olduğu kapitalist modernite çağında “Kendini bilmek, tüm bilmelerin temelidir” dedi. Yabancılaşma, yolunu şaşırmış, özünü yitirmiş kendini bilmeme halidir. İnsan, toplum ne denli kendini bilmekten uzaklaşırsa o denli yabancılaşır. Kendini bilme üzerine inşa edilmeyen bilgi ise bilgi olmaktan öteye gitmez. Kendini bilmemek, kendisi hakkındaki bilinci, bilmeyi yitirmektir. Ne olduğunu bilmeden yaşamaktır. “Ben kimim” sorusunu ya unutmak ya da cevaplandıramamaktır. Kendini bilmek, öz bilinciyle kendini tanımlamaktır. İnsan, toplum denen olgu o denli karmaşıktır ki ister istemez şu soru akla geliyor; kendini tanımlamak mümkün müdür? Bu sorunun mutlak cevabı verilemez. Verilecek her cevap bir yönüyle göreceli kalır. Ama böyledir diye kendini tanımlamanın arayışından vazgeçilemez.

Kendini tanımlamanın bu denli zorlu olmasının bir nedeni de insanın, toplumun yaşadığı yabancılaşma düzeyiyle bağlantılıdır. Özellikle mevcut egemen zihniyetin bilme biçimlerinin tanımlamaları özden o denli kopuktur ki her tanımlama kendini bilmeyi daha da zorlaştırmaktadır. Söz konusu tanımlamalar daha çok şimdiye sıkıştırılmış insan merkezidir. Genel olarak sosyal bilim, özel olarak da antropoloji insan merkezli şimdi üzerinden bir tanım geliştirmişlerdir. Öte yandan ya evrensellik adına tekçilik göz ardı edilmiştir ya da tekillik adına evrensellik yok sayılmıştır. Bu tanımlamalara göre insanın, toplumun kendini bilmesi mümkün değildir.

Bu noktada bilince çıkarılması gereken temel olgulardan biri, kendini bilmenin şimdiye dayalı insan merkezli olmaması gerektiğidir. İnsan, toplum evreni gerçekliğinin bir parçasıdır. O halde kendini bilmenin kapsamını evrenin ilk oluşumuna kadar geriye götürmek gerekir. Evrenin ilk oluşumunu kapsamayan her bilme bilimi eksik, yanılgılı, yüzeysel, yanlış ve dar kalmaya mahkûmdur. Aslında yabancılaşmanın daha gelişmediği doğal toplumdaki yaratılış hikayeleri bu konuda oldukça ön açıcıdır. Söz konusu hikayeler insanın, toplumun kendini bilmenin ilk arayışlarıdır. Bu hikayeler insan merkezli, yaşanılan ana sıkıştırılmış değildir. Evrensellik ve tekillik bütünlüğünü ifade etmektedirler. Doğal toplumun yaratılış hikayelerinde görülüyor ki insan doğa şahsında özünü evrende arıyor. Yaratılışın doğadaki varlıklarla anlamlandırılması bunun sonucudur. İnsanın toprakla, suyla, havayla, gökyüzüyle, güneşle, mevsimler döngüleriyle, hayvanlarla var olduğuna inanılması, yaratılışın tüm bu varlıklarla iç içe anlamlandırılması, kendini bilmenin evrensel-tikel bütünlüğüyle en güçlü bağının kurulmasıdır.

Bu açıdan insanın evrenin bir parçası olduğu hakikatini göz önünde bulundurularak öze dönüşte kendini bilmenin temeline ulaşmak gerek. İnsan, toplum hakikati salt insan, toplumla sınırlı değildir. İlk patlamayla, atomaltı parçacıklarla ilişkisi vardır. Atomaltı parçacıklarda olup bitenler ile insanın, toplumun oluş ve gerçekleşmesinde olup bitenler aynı evrensel hakikatin oluş ve gerçekleşmesidir. Bu yönüyle insan ve evren birdir. İnsana mikro evren denilmesi insanın bu yönüne işaret edilmektedir. Mikro evren olarak insan, evrenin toplamıdır. Sonsuz evren olan makrokozmos, mikrokozmos olarak insanda vücut bulur. Abdullah Öcalan, “İnsanın, tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı olduğuna inanıyorum. Bunu seziyor, biliyorum. Bu anlamda kendini bilmek, tüm zaman ve evreni bilmekle özdeştir” diyor. Bu bağlamda kendini bilmek olarak “Ben kimim” sorusuna verilmesi gereken cevap, “Ben evrenim” temelinde olmalıdır. Öze dönüş için bu boyut oldukça önemlidir.

Öte yandan kendini bilmek, toplumsal boyutuyla da tanımlanması gerekiyor. Yabancılaşmanın çılgınlık düzeyinde körüklediği bireycilik toplumsallığı parçalamıştır. Kendini bilmek parçalanmış toplumsallığın sonucu olan bireycilikten kopmaktır. İnsan toplumsal varlıktır. Özü toplumsallıktadır. Toplumsallığın ahlaki ve politik nitelikleriyle anlam kazanmıştır. Yabancılaşma insanın bireycileşmesiyle anlamsızlaşmasıdır. O halde kendini bilmek, en üst düzeyde toplumsallaşarak kendini anlamlı kılmaktır. “Ben Evrenim” cevabıyla iç içe “Ben ahlaki ve politik toplumum” cevabı anlamlaşan kendini bilme halidir.

Bağlantılı olarak insanın kendini bilme durumu ahlaki ve politik toplum genellemesiyle sınırlandırılmamalıdır. İnsanın varoluş özü tek düze değildir. Varoluş öz çok katmanlıdır. Bu açıdan kendini bilmek varoluşsal özünün çok katmanlılığını kapsaması gerekiyor. Söz konusu katmanlar ahlaki politik toplumun katmanlarıdır. Bunlar farklı kimlik kategorileridir. Demokratik ulusun kimlikleri, kadın ve diğer kimlikleri kapsıyor. Yabancılaşma homojenik teklik demektir; farklı kimliklerin asimile edilmesidir. Yabancılaşmanın diğer bir tanımı da homojen kimliktir. Kapalı, katı, tek kimlikliğin dayatılmasıdır. Oysa insan, toplum oldukça zengin bileşime sahiptir. Kendi içinde farklı farklı kimlikleri barındırmaktadır. Kendini bilmek, her insanın öz kimliğini bilmesi ve yaşamasıdır. Kimlikler toplumun formlarıdır. Toplumun gelişme özelliklerine denk gelirler. Diğer kimliklerle sentezlenmeye açıktırlar. Kimliksiz toplum olmaz, kimlik de en az ahlak ve politika kadar var oluşsaldır. Kendini bilmek bu varoluşsal gerçekliği kapsamadan gerçekleşmez.

Kimliksel gerçekliğin bağı olarak kendini bilmenin kapsaması gereken diğer bir olgu ülkedir. İnsan, toplum boşlukta var olmamıştır. Üzerinde yaşadığı mekân içinde var olmuştur. İnsanın, toplumun içinde var olduğu mekân ülkesidir. Geniş anlamda tüm yeryüzü insanın ülkesi olsa da kimliksel tikelliğini oluşturan öz ülkesi vardır.  Bir toprak parçasını ülke edinerek manevi ve maddi varlığını oluşturmuştur. İnsan evrensel boyutuyla dünyaya, evrene ait olsa da tekil boyutuyla manevi ve maddi varlığını, kültürünü üzerinde oluşturduğu ülkesine aittir. Ülke bu yönüyle salt dışsal bir mekân değildir. İnsanın, toplumun zihniyetine, diline, kültürüne ve kimliğine içkindir. Dil, kültür ve kimlik ülke gerçekliğine bağlı olmuştur.

Yabancılaşma ekonomik, sosyo-kültürel, siyasi ve savaşlar sonucu insanı öz ülkesinden kopartmıştır. Yersiz-yurtsuz kılmıştır. Yersizlik-yurtsuzluk ya da özden kopuş salt göçle gerçekleşmemiştir. Öz ülkeden yaşanan en büyük kopuş zihniyette gerçekleşmiş olandır. Günümüzde milyonlarca insan fiziki olarak kendi ülkesinde yaşıyor, ama ülke bilinci, sevgisi ve bağlılığı noktalarında ciddi bir yabancılaşmayı yaşamaktadır.

Öze dönüş bağlamında kendini bilmek, öncelikle zihniyet, ahlak ve politika boyutlarında ülke bilincini, sevgisini ve bağlılığını geliştirmektir. Elbette bu fiziki göçte yabancılaşmış olanın da öze dönüşünü kapsamaktadır. Öze dönüş, ülkeye dönüş bir bütündür. Ruhsal, duygusal, düşünsel ve fiziki boyutları içermektedir. Ancak ruhsal, duygusal ve düşünsel olarak ülkeye dönüş gerçekleştirilmeden zaten fiziki olarak da gerçekleşemez. Kendini bilmek, ülkesini bilmek, sevmek, bağlı olmak ve ülkesi için gerektiğinde her şeyi seferber etmek demektir. Erdemli, özgür ve anlamlı yaşam ancak bu temelde mümkündür.

Kendini bilmenin kimliksel ülke boyutlarının dil ile tamamlanması gerekir. Dile gelmeyen insan, toplum bilinen anlamıyla insan-toplum olamaz. Öte yandan dilin kimlik-ülke gerçekliğiyle bağı dolaysızdır. Kimselliği, ülkeyi öz kılan dildir. Tüm ulusal kimliklerin ve ülkelerin dil ile tanımlanması dilin kimliksel-ülkesel var oluşun özünü oluşturmasından kaynaklanır. Farklı dillerin varoluşu, farklı kimlikleri ve ülkeleri var kılmıştır.

Yabancılaşmanın en önemli boyutlarından biri de dilsel alanda yaşanmaktadır. Bu alandaki yabancılaşma asimilasyon ve oto asimilasyonla gerçekleştirilmektedir.

Dil salt kaba anlamıyla bir iletişim aracı değildir. “Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir; anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel ve anlamsal varoluştur.”(Abdullah Öcalan) Bu nedenle yabancılaşmanın en etkili aracı olan asimilasyon ve oto asimilasyon salt dil ile sınırlı kalmamaktadır. Zihni, ahlakı, estetik, duygu, düşünce ve bilinç olarak da erimektir, yok olmaktır. Asimilasyon ve oto asimilasyon insanı dil şahsında tüm anlamsallıklarından ve yapısallıklarından kopartmaktadır. Varoluşsal öz adına ne varsa herşeyi parçalamakta, yozlaştırmakta ve tanınmaz hale getirmektedir.

Bu açıdan kendini bilmek asimilasyon ve oto asimilasyonu parçalamak, öz diline dönüşü sağlamaktır. Kendi diliyle konuşmak, yazmak ve yaşamaktır. Kendi hakikatini bulmak, ifade etmektir. Çünkü dil olmadan kendi olunmaz. Diliyle konuşmadan, okumadan, yazmadan ve yaşamadan kendi olunabileceğini iddia etmek koca bir yalandır. Aynı şey özgür yaşam için de geçerlidir. Özgür olmak doğrudan diline dönüşle mümkündür. Dil, özgür yaşamın anahtarıdır. Kendi diliyle düşünmeyen, okumayan, yazmayan özgür olamaz. Yabancının diliyle özgür olunacağını sanmak kendini kandırmaktır. Dil tüm hakikatlerin ifadesidir. O halde öze dönüş için kendi diline dönüş olmazsa olmazdır.

Son deyiş; öze dönüş için evrenselliğin ve tikelliğin iç içeliği kadar tartışmaya çalıştığımız boyutlarının da iç içeliği esastır. Öte yandan öze dönüşün kendiliğinden gerçekleşmeyeceği de açıktır. Öze dönüşün zihniyetini, ahlakını ve politikasını edinmek için emek, çaba ve mücadele gerekir. Öze dönüş hakikatini, kendini bulmaksa, bu da arayışla mümkündür. Yabancılaşmanın konforundan kurtulmayı gerektirir. Ahlaki ve vicdani olarak yabancılaşmadan utanmak ve söz konusu utancı gidermek için harekete geçmeyi gerektirmektedir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.